@lunadormir
|
2. BÖLÜM
Her şeyimi kaybettiğimde daha çok küçüktüm. İsmimi, kimliğimi, varoluşumu... Ailemi, anılarımı, yaşadığım yuvayı... Her şeyi kaybettiğimde daha ölümün kelime anlamını bilmiyordum. Masmavi gökyüzündeki beyaz bulutlara bakıp nedensiz mutlu olan saf ve masum bir çocuktum ben. Her çocukta olan o utangaçlık yaşlarımdaydım. Biraz utangaç ama yine de hala gözleri merakla parıldayan bir çocuktum. Anne ve babasının daima yanında olacağını düşünen mutlu bir çocuktum. Eh, tabii bu yüzden her çocuk gibi çok saftım.
Ben altı yaşındayken iki krallık birbirine savaş açtı. Olan biz köylülere oldu. Bir toprak için verilen mücadelenin ahını biz masum ve zayıf köylüler çektik. İlk defa o zaman savaşın ne kadar kahredici ve acımasız olduğunu öğrendim. Hikaye kitaplarında anlatıldığı gibi gurur verici değildi. Sadece kan kokan acımasız canavarların, hiç durmadan birbirlerini katletmesiydi bu savaş denilen şey. Annemi ve babamı, evimi, yuvamı, arkadaşlarımı, kimliğimi ve ismimi orada kaybettim. Ben aslında o zaman öldüm ve o zaman yeniden doğdum. Tek rengin kırmızı olduğu dünyaya gözlerimi yeniden açtım.
Ülke kaybetmişti. Ve Kral ortadan kaybolmuştu. Kaçtı demişlerdi. Bütün bu kan gölünü başlatan adam sorumluluğu almadan kaçtı demişlerdi. Ve ben özgürlüğüme böyle veda ettim. Köle olduğum bu altı yıl içinde her türlü iğrençliği, her türlü ahlaksızlığı gördüm. Eski benliğimi kaybederek ve bu ahlaksızlığa alışarak sağlıksız bir zihinle büyüdüm.
Artık on iki yaşındaydım. O zaman hayatımın dönüm noktasını yaşadım. Şu zamana kadar kimse beni ilgi çekici görmediği için beni satın almamıştı. Ama bir gün köle tüccarı beni uzun boylu, yapılı ve esmer bir adamın önüne getirdi. Köle tüccarı her zamanki gibi para için müşterisine yalakalık yapıp duruyordu. Esmer adamın ellerinde kılıç izleri vardı. Yüzü ise çok korkutucu duruyordu. Siyah gözleri bütün vücudumu süzerken sanki kalbimin içini de görüyormuş gibi hissettirdi. Adam sonra gözlerime baktı. Dudaklarının kenarı kıvrıldı. Aklından ne geçiyordu bilmiyordum ama korkuyordum. Köle tüccarına doğru döndü.
“Bunu alıyorum.”
Sözlerini idrak ettiğim an korkuyla nefes alışım hızlandı ve yanlış duymuş olabileceğimi düşünmeye başladım. Köle tüccarı ise başta tepki veremedi çünkü kimsenin gözünde ben ilgi çekici değildim. Ama müşterinin ne dediğini anladığında hemen tepki verdi.
“E-Emin misiniz Bay Horridus.”
Horridus, adamın sözlerinden hoşnut olmadığını belirtircesine kaşlarını çattı. Adamın ise eli ayağı birbirine dolaştı. Sonra kendini düzeltmek adını konuşmasına devam etti.
“İşlemler için sizi şu odaya alayım Bay Horridus.”
İkili uzun koridordaki son odaya girdiğinde yere yığıldım. Beni almak isteyecek birinin olacağını düşünmemiştim. Titrek ama uzun bir soluk aldım. Bunun benim için iyi mi yoksa kötü mü olduğundan emin değildim. Gözlerim doldu ama üzüntüden mi mutluluktan mı emin değildim. Sadece çok boş hissediyordum. Odanın kapısı açıldı. Odadan çıkan sadece Horridus’tu. Yanıma geldiğinde hızlıca ayağa kalktım. Başım eğikti. Huysuzca bana seslendi.
“Burada ne yaşadın bilmem ama artık benim insanımsın. Artık köle değil, benim insanımsın. Başını kaldır ve güvenle yürü. Arkanda seni koruyacak biri var. Bana güven, Efendine güven.”
Bu cesaret konuşmasından sonra tereddütle başımı kaldırdım. Bana gülümsüyordu. Gerçekten artık umut edebilir miydim özgür olmayı? Sonunda yaşamanın ne demek olduğunu tadabilir miydim? Buna gerçekten izin var mıydı? Ama adam kuvvetli ve güven veren bir şekilde elimden tutunca kafamda dolaşan soruların hiçbirinin önemi kalmadığı hissettim.
Elimden tutarak beni arabaya doğru ilerletti. Siyah faytonun kapısını açtı ve içeriye girdik. Fayton çok rahattı. İkimiz de sessizdik. Malikaneye geldiğimizde yolculuk çok uzun sürmemişti. Kapı açılınca biz de aşağı indik. Manzara çok güzeldi. Ormanın içinde kocaman bir malikane... Yemyeşil dünyanın içinde rengarenk çiçekler vardı. O dünyanın tam orasında da kocaman malikane. Çok güzeldi. Bütün dünyadan daha güzeldi. Huzur verici ve kuşların cıvıltısıyla doluydu. Malikane kapısı açılıp içeri girdiğimde de dışarıda verdiğim tepkiye benzer türden bir tepki verdim. Şatafatlıydı ama aşırı değil. Her yerde altından yapılmış avizeler, tablolar ve kapı kenarlıkları vardı. Tablolar ilgi çekiciydi. Ne anlattığından emin olmadığım ama içine çekildiğim tablolarla çevriliydi duvarlar. Horridus salon olduğunu düşündüğüm bir odada durunca arkasından onu takip eden ben de durdum. Bana doğru döndü.
“Burası artık senin odan. Birazdan seni hizmetçiler yıkayacak. Yıkandıktan sonra beraber yemek yiyeceğiz.”
Bu kocaman odanın benim olmasını geçtim aynı zamanda hizmetçiler bana hizmet edecekti. Kim bir köleye böyle davranırdı ki! O zaman dediği şey sahiydi! Ben artık köle değil, onun insanıydım. Özgürdüm artık. O, çok iyi bir Efendi olmalı.
Efendim odadan çıktıktan sonra sanki hazırda bekliyorlarmış gibi odaya hizmetçiler girdi. Beni banyoya sokup soydular. Küvetin içindeki su sıcacıktı. O kadar güzeldi ki az daha uyuyacaktım. Banyodan çıkıp bornozla beni odaya geri götürdüler. On iki yaşındaki bir kıza uygun her eşya vardı odada. Pembe, omuzları pileli, tüllü bir elbiseydi bana giydirdikleri. Ayak bileğimde bitiyordu. Arkasında ise büyük pembe bir fiyonk vardı. Ayağıma ise önünde fiyonk olan beyaz bir babet ayakkabı giydirdiler. Kırmızı uzun saçıma da balıksırtı örüp etrafına çiçek serpiştirdiler. Aynı hikaye kitaplarındaki prensese benzemiştim. Aynada kendime bakıp duruyordum.
Yemek odasına geldiğimde upuzun dikdörtgen masanın baş kısmında oturan Horridus’u gördüm. Masanın yan tarafları ise benden büyük ablalardan yaşıtıma kadar kız doluydu. Hepsi benim gibi süslü görünüyordu. Hepsi prenses gibi gözüküyordu. Hepsi güzeldi ve hoştu. Bir hizmetçi beni boş sandalyeye yönlendirdi. Horridus ise bana bakıyordu. Oturduğumu görünce bana bakıp konuşmaya başladı.
“Buradaki herkesin bir ismi var dolayısıyla sana da isim vereceğim. Seni kızıl saçlarından dolayı aldım. Bu kadar ilgi çekici bir saç hiç görmemiştim. Bu yüzden adını Rosa koyuyorum. Koyduğum adının ve saçlarının kıymetini iyi bil.”
Köleyken ismim benden alınmıştı. Bu yüzden Horridus beni yanına aldığında eski ismimi kullanabileceğimi düşünürdüm. Ama yanlış düşünmüşüm. En nihayetinde ne kadar lüks içinde yüzsem ve iyi davranılsam da ben bir köleydim. Efendime aittim. Beni neden aldığını düşünürdüm. Meğerse tozlu, kirli ve dolaşık saçlarımın asıl rengini görüp beni yanına almıştı. Saçlarım için aileme minnet mi duymalıydım acaba? Bu minnet duyulacak bir şey miydi ki?
“Buradaki herkesin özel yeteneği ya da görünüşü var. O yüzden hepiniz buradasınız. Bu yüzden birbirinize değer verip birbirinizi kırmayın. Hepiniz artık kardeşsiniz. Evet, bu kadar konuşmak yeterli, afiyet olsun.”
Ana yemekte bonfile biftek vardı. Acaba en son ne zaman et yemiştim? Hiç hatırlayamıyorum. Et ağzımda dağılıyordu, yumuşacıktı. Zevkle eti yemeye başladım. Yemeklerden sonra ise tatlılar geldi. Tatlıyı çok tercih eden biri olmasam da farkına varmadan tatlıyı da bitirmiştim. İlk defa sofradan tıka basa doymuş bir şekilde kalkıyordum.
Hizmetçiler beni yine o büyük odaya götürdüler. Ama orada benim yaşlarımda bir kız vardı. Odanın içindeki kanepede oturuyordu. Elinde kitap vardı. Onu yemekte görmemiştim. Siyah saçlıydı ama aralarında mavimsi tonlar da vardı. Gözleri ise gökyüzü rengindeydi. Maviydi. Duru bir güzelliği vardı. Sanki bu dünyadan değilmiş de göklere aitmiş gibi duruyordu.
Kitap okurken benim odada dikildiğimi görünce kitabı yanına koyup bana baktı. Beni süzerken gözleri kızıl saçlarımda durunca sahte bir şekilde güldü.
“Hah, seni saçın için almış belli.”
İlk tanışma için pek iyi olmayan bir konuşmaydı ama saygı gereği konuştum.
“Merhaba ben Rosa.”
Gözleri bu sefer hepten gülüyordu.
“Efendimden daha yaratıcı bir şey beklemezdim zaten.”
Ona anlamıyormuş gibi bakınca devam etti.
“İsminin anlamı gül, canım. Gül denilince akla genelde kırmızı gül geldiğinden saçınla tam uymuş diyorum. Çok mu safsın ne?”
Alaycıydı. Hem de çok. Ama bir şekilde kızamıyordum. Çünkü davranışları çok içtendi. Benim sessiz sessiz dikilmeme bakarak ofladı.
“Ne sıkıcı bir şeymişsin sen ya... Laflayalım dedik sessiz duruyorsun sadece.”
Kendi kendine konuşarak sonra aklına bir şey gelmiş gibi heyecanla konuşmaya başladı.
“Ahh! Unuttum! Kendimi daha sana tanıtmadım, değil mi? Ben Vita. Efendimizin bana koyduğu isim. Tabi o unutalı çok olmuştur.”
Sonra komik bir şey söylemiş gibi kahkaha atmaya başladı. Eli karnında gülüyordu. En sonunda gözlerinden yaş geldiğinde sesi yavaş yavaş kısıldı. Ona bakarak mırıldandım.
“Seni pek anlayabildiğimi söyleyemem.”
Vita bana tekrar baktı. Bakışları ciddileşti.
“Sen bugün gelen yeni kızsın değil mi?”
Alaycı ses tonu da ciddileşti. Ne için sorduğunu pek anlamasam da onaylamak için başımı salladım.
Kanepede biraz yer açıp oraya oturmam için işaret yaptı. Yavaş adımlarla gelip yanına oturdum. Ama biraz diken üstündeydim. Garip bir kızdı.
“Belki anlamamış olabilirsin ama söylemem gerek. O adam zalim biri. Gaddar ve acımasız. Ve bize yaptığı da aynen bu. Zevki için özel olanları sokaklardan toplayıp buraya getiriyor. Bizim insan olduğumuzu düşünmüyor. Asla. Sanki onun oyuncak bebekleriymişiz gibi bize isim koyup onun istediği gibi davranmamızı istiyor. Bir kukla gibi. Onun zalimliğinden ancak unutulursan kurtulabilirsin. Ona kendini unutturmalısın. Ben öyle yaptım. Ve bunu yapan tek kişi ben değilim. Sayamayacağım kadar kişi bunu yaptı. Eğer ki zannediyorsan sadece yemek masasındaki kadar bizden var, o zaman yanılıyorsun. Bir malikane dolusu kız getirip duruyor buraya. Ve sen asla sonuncu da olmayacaksın.”
Bu kokutucu sözleri ciddiyetle söyledikten sonra gözlerimin içine baktı. Onu anlamamı ister gibiydi. Yalvarıyor gibiydi. Sanki ‘Ona kanma.’ der gibiydi. Tereddütlüydüm. Sözleri gerçekse bir canavarın inine girmiştim. Sözleri yalansa bir deliyle yaşamak isteyeceğim son şeydi. Ama o ne deliydi ne de yalancı. Benden sadece birkaç yaş büyük bu acılara katlanmış bir çocuktu daha. Birden ona içim kaynadı. Horridus’a kendimi nasıl unutturacağımı bilmesem de içim rahattı. Sanki kırk yıllık arkadaşımmış gibi ona yakın hissettim. Her şey birden oldu. Sihir gibiydi. İnsanların yalancı ve ahlaksız olduklarını bilmeme rağmen ona güvenmeyi seçtim. Elimi uzattım.
“On iki yaşındayım, ya sen?”
O, bu kadar şey konuştuktan sonra cevabımın bunun olacağını düşünmemiş gibiydi. Ama bu sefer gerçek anlamda gülüyordu. Elime uzandı.
“On beş. Ve bunu söylemek istemesem de... cehenneme hoş geldin!” |
0% |