Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2| 11-F Mayınlı Bölge Etkisi

@margaritka_z

"Dostluk unutulmayacak kadar güzel ve ender insanlarla yaşanacak kadar özeldir."

🐮

En nihayet Pelin ve Murat kendi sınıflarına gidipte matematik öğretmenimiz Hülya Hoca sınıfa girdiğinde moralimi düzeltmek için derin bir nefes alıp verdim. "Buna üzülünür mü İrem üzülecek o kadar şey varken, mesela yarım kokoreç 75 lira olmuş hey yavrum hey." Kendi kendime konuşmam işe yaramış gibi saçlarımı savurtarak gülümsedim.

"İyi misin aşkım?" Yanımda oturan Zeynep bana tip tip baktığında bir kez daha saçlarımı savurdum. "Perfect'im kızım perfect!" Fısıldayışımla Zeynep gözlerini kırpıştırdı. "Akşam sahile iniyoruz değil mi?"

Elalem güzellik, fizik, ihtişam, asillik ve nicesini görsün. Moral bozmuyoruz.

"Kanka ben kilo aldım ya, şort giymeyeyim hiç. Bacaklarım kalın gözükür." Zeynep'in yüzünü buruşturarak söyledikleri karşısında kaşlarım havaya kalktı. "Kırk beş kilosun." Dedim sesimi yükselterek. Hülya Hoca'nın sirke satan suratıyla tahtanın önünde durup boğazını temizlemesi beni kurtarmıştı.

Tam tahtanın önünde durup siyah uzun hırkasının önlerine birleştirerek yeşil gözlerini sınıfta gezdirirken yine nursuzluk damlıyordu nursuz suratından. "Bu kadın transa geçti mi korkuyorum ben ya." Arkadan beni dürten İdil'e ben de dercesine başımı salladım. "Susmanızı bekliyorum sınıf, siz susarsanız ben konuşacağım."

Sınıfın konuşmuyor olması dışında no problem.

Bir süre daha bıkkın bakan yeşil gözlerini sessiz duran öğrencilerin üzerinde gezdirdi. "Nihayet." Dedikten sonra hırkasının önlerini bırakıp tahtanın önünden ayrıldı ve öğretmenler masasına kalçasını dayayarak oturdu. "Gençler lafı uzatmayacağım."

Ne zaman uzattın ki hocam? Hayatımda ilk defa heves edip yanlış yaptığım bir soruyu size sordum hatam nerede diye, 'bakarsan anlayacağını umuyorum' diyerek beni başınızdan savdınız. Soru sormaya küstüm o gün bugündür.

"Tayinim çıktı ve Samsun'a gideceğim. Bu hafta sizinle son kez ders işleyeceği..." Daha Hülya Hoca lafını tamamlayamamıştı ki arkadan Musti'nin sesi duyuldu.

"E harika!" Hülya Hoca'da dahil olmak üzere tüm başlar ona çevrildiğinde yüzündeki sırıtan ifade kayboldu. "Çok üzüldüm." Yalancı bir üzüntüyle burnunu çektiğinde Hülya Hoca uğraşmak istemediğini belirtircesine başını iki yana salladı.

"Bu haftanın sonunda sizlerle yollarımızı ayırıyoruz. Yerime iyi bir öğretmen gelecek, derslerden geri kalmayacağınızı umuyorum." Sözleri bittiğinde aynı somurtkan ifadesiyle tahtaya döndü. "Şimdi defterleri çıkartın, hızlı bir giriş yapacağız konuya."

Hızlı ve Anlamsız 11, şimdi sinemalarda!

🐮

"1+1 bir üvey evlat mıydı da bulduruyorlar x'i, y'yi?" Zeynep yanımda isyanlardayken aynı onun gibi fısıldayarak karşılık verdim ona. "Salak, x'i bulabiliyor muyuz sanki?" Zeynep önünde açık olan deftere, anlamsız işlemlere ve defterin köşesine karaladığı elbise tasarımlarına baktı. Ardından dilini damağına vurdurarak ufak bir cıks sesi çıkardı. "Bulamıyoruz."

"İrem," Hülya Hoca'nın gudubet sesini duyduğumda içimden bildiğim tüm küfürleri sıraladım. Başımı ağır çekimde defterimden kaldırıp doğrudan bana bakan Hülya Hoca'yı gördüğümde sertçe yutkundum. "Efendim?" Dediğimde sesim oldukça kısık çıkmış, suçlu bir çocuk tonlamasındaydı.

"Soruyu çözmek ister misin?" Hülya Hoca'nın sorusu karşısında başımı iki yana salladım. "İstemem."

Hülya Hoca'nın kuaförde kaş aldırırken özel bir formülle çatık durmasını sağladığını düşündüğüm, kendinden çatık kaşlarını biraz daha çattığında alnı kırış kırış olmuştu. "Soruyu çöz İrem."

Yukarıdan bir ses yükseldi ama em şıglın pablo değil. Daha çok şey gibi; Essela...

Sıradan destek alarak ayağa kalktığımda kendimi açıklamak adına ellerimi havaya kaldırdım. "Hocam aslına bakarsanız ben bu soruyu çözemedim." Hülya Hoca'nın suratsız sıfatında mimik oynamadı.

"Hiç bir soruyu çözemediğin için sıkıntı yok İrem. Gel ve çöz en azından dene."

Hiç bir soruyu çözemediğim içinmiş, babababa. Havuca bak, hayalet havuç babababa... Lanetimsin Çocuklar Duymasın Haluk.

Ayaklarımı sürüyerek tahtanın önünde dikildiğimde Hülya Hoca siyah tahta kalemini önüme uzattı. Elime aldığım tahta kalemiyle tahtada yazılı olan probleme bakıyordum. Nece bu ayol? Gözlerimi kırpıştırarak başımı sol omzuma eğdim.

"Soruyu anlamaya mı çalışıyorsun?" Hülya Hoca'nın sorusuna yanıt olarak başımı salladım. "Yok nece olduğunu çözmeye çalışıyorum. Daha o seviyeye gelemedik kendisiyle." Sınıftan kıkırtılar çıktığında ufak bir sabır çektim içimden.

"Bu soru tipini ilk defa görmüş gibi bakıyorsun İrem." İlk defa gördüğüm içindir hocam. Kalemi tahtaya dokundurdum ve gördüğüm sayıları ard arda yazmaya başladım. Dört işlem var zaten anasını satayım, illaki birisi tutar.

"Ulan sorunun bile tipi var, bir senin yok Can." Diyen Arden'i duyduğumda gülmemi tutamadım. Omzumun üstünden dönüp Arden'e baktığımda kendi esprisine katıla katıla gülüyordu. Can ise ağzını ve burnunu bükerek Arden'i taklit ediyordu.

"Terbiyesizlik yapma Arden." Diyen Hülya Hoca elimdeki tahta kalemini çekerek aldı. Ardından soluk ve nursuz bakan yeşil gözleri bana döndü. "Yerine geç ve dersi dinle, ders sonunda aynı soruyu tekrar soracağım sana." Daha fazla rezil olmadan neredeyse koşarak yerime oturdum.

Herkes öğretmen olmasındı.

Bir sonraki dersin beden olduğu bilincinde derin bir nefes aldım. Zilin çalmasınason altı dakika vardı ki Hülya Hoca'nın soruyu bir kez daha sormayacağını sadece dinlemem için blöf yaptığını biliyordum. Gider ayak bir dünya ödev vermiş ve yine aynı gudubet yüz ifadesiyle sınıftan çıkmıştı.

"Oh be!" Can ellerini havaya kaldırıp dua eder biçimde soluklandı. "Bir hocanın gidişine en fazla bu kadar sevinebilirdim." Ardından ayağa fırlayarak sınıftan çıktı. Belis ve İs kol kola bir şekilde sınıftan çıkarken bende çantamdan cüzdanımı çıkartıp pantolonuma sıkıştırmakla meşguldüm.

Ders beden olduğu için sınıf yavaş yavaş boşalırken Sefa ayağa kalktı. Bu sıcakta pişik olmak için özellikle giydiğini düşündüğüm kapüşonlu hırkasının şapkasını kafasına geçirmiş, elleri pantolonunun ceplerindeydi.

Kızlarla beraber aşağı inmek üzereyken etrafına şaşkın bakışlar atarak ayakta dikilen Mert'e baktım. İçeride bizden başka kimse kalmamıştı, tam yeniden yerine oturuyordu ki içimde bir yerlerde vicdanım rahat etmediği için geri döndüm.

Ne koca yürekliyim be.

"Pişt." Dediğimde başını direkt bana döndü. Sıraya oturmak üzere olduğu için kalçası hafif dışa çıkık ve sırtı büküktü ki gayet komik duruyordu. "Ders beden." Kaşları havaya kalktığında anladığını belirtircesine başını salladı.

"İrem!" Bütün okulu sallayan Cansu'nun çığırtısını duyduğumda yüzümü buruşturmam kaçınılmazdı. Omzumun üzerinden kapı dışarı baktım. Kızlar merdivenlere dizilmiş, Cansu bana doğru geliyordu. "Kız boyun küçük olunca bahçeye inene kadar fark etmedik yokluğunu."

Yanımızdan geçen Mert, Cansu'nun sözleriyle istemsizce gülerken yalnızca gözlerimi devirebilmiştim.

🐮

"Gençler top parasını ben şimdiden alayım, sonra yok ben duymadım yok unuttum demeyin." Somer Hoca, kırmızı eşofman takımı ve elinde otuz sekiz derece Muğla sıcağında nasıl içebildiğini merak ettiğim Nescafe kupasıyla spor salonunun ortasında volta atıyordu.

Her hafta yeniden alıyorsunuz zaten hocam top parasını.

Somer Hoca iç sesimi duymuş gibi kupasından büyük bir yudum aldıktan sonra boştaki elini havaya kaldırdı. "Her hafta top parası alıyorsunuz demeyin hiç, sizde her hafta top kaçırıyorsunuz." Tüm sınıfın başı havaya kalkarken hepimiz spor salonunun tavanına sıkışan toplara bakıyorduk. Rahat elli tane topun olduğu tavandan bakışlarımı çekerek yeniden Somer Hoca'ya döndüm.

Üzerinden dumanlar tüten kahvesinden koca bir yudum daha aldığında salonda yankılanmıştı höpürdetme sesi. Ağzınız termal mi hocam? Ardından bir şey hatırlamış gibi işaret parmağını kaldırdı.

"Bu arada siyah eşofman takımı istiyorum beyler, gri katiyen olmaz geçen sene gördük. Birbirinizinkini mınc..." Diyordu ki kızların varlığını hatırlayıp son anda susup boğazını temizledi.

"Kızlarda saçlarını toplasın, güzel olacağım diye hocam tokam kayboldu bahaneleriyle gelip saçınızı salarsanız sözlünüzden kırarım. Mekik çekerken yeterince rezil oluyorsunuz zaten, saçınız açık olsa da değişmiyor bir şey."

Şahsen açıksözlülük deyince Somer Hoca bir dünya markasımar. Lafını asla esirgemezdi.

"Mekik çekerken rezil mi oluyorum ben?" Zeynep hayal kırıklığıyla fısıldarken ona sert bir bakış atmamla sustu. "Bu hayatta mekik çekerken karizma görünen biri varsa o da Brad Pitt kocacığımdır."

"Son olarak o göbeğinizi açan crop mudur mrop mudur, nedir yasak. Spor salonu burası, kırmızı halı değil."

Musti karşı taraftan, erkekler satırından başını uzattı. "Sana diyor İmam Hanım." Diyerek Zeynep'e seslendiğinde Zeynep utanç dolu bir inlemeyle başını Çağla'nın omzuna gömdü.

"Aynen öyle, sana diyorum Zeynep." Zeynep başını utançla kaldırdıktan sonra başını salladı. "Tamam hocam." Yeniden Çağla'nın omzuna gömdü başını hemen sonra.

Somer Hoca yeniden kahvesine gömülmeden önce eliyle kışkışladı bizi tabiri caizse. "Serbestsiniz şimdi." Karşı tarafta erkekler zafer yumruklarını havaya kaldırdı. "Kralsınız hocam!"

Somer Hoca oldukça havalı olduğunu düşündüğüm bir şekilde spor salonundan çıkmadan önce hafifçe güldü. "Biliyorum."

🐮

Elimdeki hamburgeri yarınlar yokmuşcasına yerken Zeynep, kibar kibar kopartıp parçaları ağzına atıyordu.

II. Zeynep Hazretleri

Dibini de gömçürdüğüm hamburgerin paketini az ötemizdeki çöp kutusuna basket atmaya çalıştım fakat kağıt paket süzülerek aşağı indi.

Bende paşa paşa kalkıp çöpü ellerimle attım.

Yeniden yerime oturduğumda tam tepemizde parlayan güneşe ateş etme fikri her geçen gün daha mantıklı geliyordu. Adanalılar yapıyorsa vardır zaten bir bildikleri. Üstüne üstlük okul üniformam ve siyah kotum beni iyice terletiyordu. Spor salonunun önünde, saha belledikleri kısımda 11-F ve 11-A maçına bakmak tam bir pişmanlıktı.

"Sivri burun vurulur mu, Recep İvedik misin sen?!" Ulaş tepinerek bağırırken kaleci olan Musti, kalecilikten başka her şeyi yapıyor gibiydi. Bacaklarını kale direğine dolayıp dönmeye çalışıyordu. "Sen ne yapıyorsun amına koyayım?!" Ulaş bu seferde Musti'ye döndüğünde Musti pis pis sırıttı.

"Direk dansı." Ardından bacaklarını doladığı direğin etrafında bir tur döndü.

Ulaş sakinleşmek adına elini burun kemerine yasladı. "Aga zaten adam eksiğimiz var. On bire on oynuyoruz. Adam gibi oyn..." Diyordu ki gözleri bir yerde sabitlenirken sustu. Gözlerini takip ettiğimde bankalardan birinde oturup maçı izleyen Mert'e baktığını gördüm.

Ulaş, yolda Brad Pitt'le karşılaşmışcasına sırıtırken Mert'i eliyle çağırdı. "Kanka oynar mısın bizimle?" Mert öncesinde şaşırsada ardından yine aynı şaşkın ifadesiyle başını salladı. Oturduğu banktan kalkıp koşar adımlarla Ulaş'ın yanına gitti.

Takım kaptanı olan Çağla, Mert'in yanına adımlayıp bir şeyler sordu. Aldığı cevaplardan sonra da eliyle sol kanadı gösterdi. Maç tekrar başladığında Cansu taraftarlığa soyunmuştu. Oturduğumuz masanın üstüne çıkmış tezahürat yapıyordu. "Vur Can, hadi Can işte bu be Can!" Gülerek onu tutmaya çalışıyordum ki bu arada maç bizim oturduğumuz masalara oldukça yaklaşmıştı.

Mert, Çağla'nın pasını göğsüyle karşılayıp yere indirdikten sonra sağ ayağıyla sertçe topa vurdu. Top son sürat karşı takım ağlarıyla buluştuğunda büyük bir uğultu koptu bizim takımda. "Aslanım be!" Diyerek Mert'in sırtına atlayan Çağla öne geçtikleri için epey mutluydu.

Üniformasını çıkartıp ellerinde sallayan bir kaç kişiyi gördüğümde utançla elimle gözlerimi kapattım. Maç devam ederken 4-2 öndeydik. Attık sahadan çıkıp, oturduğumuz masaların olduğu çimlik alana girmişlerdi. Zeynep top gelecek korkusuyla gerilmiş ve Duygu'nun arkasına girmişti.

"Pas ver Arden!" Mert'in kaba gibi sesi tüm okulu inletti. Koşturmaktan olsa gerek sesi hem çatallı hem de boğuk çıkıyordu. Arden dendiği gibi Mert'e pas verdiğinde karşı takım oyuncularından birisi kayarak topu kapmış ve bizim kaleye koşturmaya başlamıştı. Musti kaleye top geldiğini gördüğünde tiz bir çığlık ve küfürler eşliğinde direk dansı denemelerine ara verip kalenin ortasına dikildi.

Karşı takım oyuncusu -hatırladığım kadarıyla adı Ufuk'tu- Musti'yle karşı karşıya kalıp şut çektiğinde Musti son anda topu yakalamayı başarmış ve yerden kalktıktan sonra sahaya kısaca bir göz atıp boşta gördüğü Onur'a attı topu. Topu ayağına aldığında bir kaç metre ayağında topla koştuktan sonra solundaki Timuçin'e pas versede topu Timuçin'den önce kapan bir karşı takım oyuncusu topa sertçe vurup arkadaşına pas verdi.

Fakat arkadaşı oldukça yukarıdan gelen topu karşılayamadığında topun yeni hedefi doğruca yüzüm gibi gözüküyordu. Topun yüzüme çarpmasına bir kaç santim kala gözlerimi kapatmıştım ki beklediğim o acı his gelmedi. Gözlerimi ürkekçe açtığımda topla arama giren elin kime ait olduğunu pek tabii biliyordum gümüş yüzüklerden ötürü.

Başımı hafif bir açıyla kaldırdığımda nefes nefese duran Mert, son anda tuttuğu topu kolunun altına sıkıştırıp alnını sildi elinin tersiyle. "İyi misin?"

Hayır aklımda Eminem- Superman çalmıyor. İftira.

Aptal durumuna düşmemek için hemen başımı salladım. "Teşekkür ederim." Dudağının tek kenarını kıvırarak gülümsedi ve elindeki topla sahaya döndü.

Bu sırada resmen bana şut çeken çocuk mahcup bir şekilde elini kaldırdı. "Pardon abla." Kibar Keko dilinde saygı hitabı olduğunu bilmesem abla lafına alınırdım ama yalnızca gülümsemekle yetindim.

"Bir yakınlaştık gibi şu an." Diyen Cansu parlayan gözlerle Mert'in arkasından bakıyordu. "Aşırı iyi hareketti." Gülerek omzuna hafifçe vurduğumda o da kıkırdadı.

Brad Pitt yapsaydı evet.

🐮 

Beden dersinde yemek yemem öğle molasında yemeyeceğim anlamına gelmediği için bugünün ikinci hamburgerini yiyordum. Kızlarsa Musti'liğime -sınıf dilimizde ayılığıma- sövmekle meşguldü. Gazozumu kafaya dikerken Çağla beden dersinde futbol oynadığı için elindeki tostu yiyordu.

Hamburgerim ve gazozum bittiğinde çöpe atmak için ayağa kalktım. Çöpümü atarken Musti'nin yalnızca öğle molasında altıncı kez sıraya girdiğini gördüm. Öküz demeyeceğim çünkü bende aç bir öküzüm. "Akşam sahile gidiyoruz değil mi?" Sanki az önce koca bir hamburgeri vahşice katletmemişim gibi oldukça kibar bir şekilde işaret parmağımla ağzımın kenarlarını sildim.

"Ben şort giy..." Zeynep'in sözlerinin geri kalanını herkes bildiği için İdil sertçe ofladı. Zeynep bunun üzerine "Tamam be!" Diye mırıldanıp sertçe arkasına yaslandı.

Günün geri kalanı fizik ve edebiyatla geçmişti. Çıkış zilinin kalmasına iki dakika kalmıştı ki en arka sırada oturan Ozan saymaya başlamıştı bile. "Bin altmış üç, bin altmış dört..." Deyişi buraya kadar geliyordu.

"Bu dizelerden ne anlamamız gerektiğini kim söylemek ister." Aynalı Rıfkı Hoca, alnını kırıştırarak bizlere baktığında zilin bir an önce çalması gerekiyordu. Bakışları hemen yanımdaki Zeynep'in üzerinde durduğunda eş zamanlı olarak zil çalmasıyla çoktan hazırladığım çantamı sırtıma attım.

Koridordan savaş alanında yankılanan kılıç sesleri gibi, vahşi adım sesleri yankılanıyordu. Herkes ilk çıkan olmak için savaş verirken bir çoğu bu yolda can veriyordu... O kadar olmasa da yere yapışanlar çok oluyordu. Sınıf, yalnızca bir kaç saniye içinde boşalırken bende kızlarla birlikte zar zor dışarı atmıştım kendimi. Aynalı Rıfkı Hoca öğrencilerin arasında adeta sürüklenirken avazı çıktığı kadar bağırıyordu.

Koridora çıktığımızda benide içine alan öğrenci selinde, kızlarla birbirimizden ayrılmak zorunda kalmıştık. Üstüne üstlük boyum kısa olduğu için çoğu kişininin göğüsleri arasında kalıyordum. Nefes almak için başımı havaya kaldırıp boğulurcasına bir nefes aldım. Nefes alırken domuz sesi çıkarmam zerre umrumda değildi şu an. Oradan oraya savrulurken iki kere düşme tehlikesi geçirmiştim.

40°C Muğla sıcağı da cabasıydı.

"Suluğuma dokunanı yerim!" Diyen Musti, bir yandan ağzındaki tostu çiğnerken bir yandan da kimse çarpmasın diye antep fıstığı yeşili suluğunu başının üzerine, kimsenin zıplamadığı sürece yetişemeyeceği bir yüksekliğe kaldırmıştı.

Son kata geldiğimizde arkadan birisinin tüm gücüyle çarpmasıyla minik bedenim son sürat karşı duvara fırladı. Son anda ellerimden destek alarak çarpmadan kurtulduğumda bana çarpan çocuğun arkasından bağırmakla meşguldüm. "Yavaş be, mağaradan mı geliyorsun?!"

Allah Allah ve siüüü sesleri arasında benim bağırışlarım sinek vızıltısı gibi kaldığında homurdanarak yeniden öğrencilerin arasına girdim. En arkada olduğum için yoğunluk azalmış, medeni öğrenciler ve bir kaç öğretmen kalmıştı yalnızca. Tabii Musti hariç. Suluğunu çantasına sıkıştırmaya çalışırken bir yandan da tek eliyle tostunu yiyordu. Yanımdan geçen kişinin Mert olduğunu fark ettiğimde adımlarım yavaşladı.

Bugün toptan kurtarması için teşekkür ve her ne kadar acıtmadığından emin olduğum halde taş attığım için bir özrü hak ettiğini düşünüyodum. Yarı koşar adımlarla ona yetişip önüne geçtim ve omzum üzerinden dönerek yüzüne baktım. "Şey diyecektim. Geçen gün taş attığım için özür dilerim. Ki hak etmiştin bence ve acıtmadığına bahse girerim." Kaşları çatıldı. "Acıttı!" Diye inatlaştığında göz devirerek başımı salladım.

"Hanımefendiliğime sığdıramadığım için özür diliyorum." Alayla kaşlarını kaldırırken gülmemek için dudaklarını içe kıvırdı. "Hanımefendilik ve sen?" Hafifletilmiş bir kahkaha bırakırken kaşlarımı çattım.

Dilimi de eşek arıları soksaydı da özür dilemeseydim.

"Ayrıca," Bastırarak söylediğim şey üzerine sustu ve yeniden bana baktı. "Sabah topu tuttuğun içinde teşekkür ederim." Bu sefer alay etmek yerine hafifçe gülümsedi. Yanakları ufak gamzeleriyle içe çökerken gözleri kısılmıştı. "Eğer istersen akşam bizimle sahile gel diyecektim, hem özür hemde teşekkür etmek için."

Mert tam cevap vermek için dudaklarını aralamıştı ki önce bir düşme sesi geldi. Hemen ardından ayağıma dolanan yeşil cisimle tökezlerken Mert'in gözleri büyüdü eş zamanlı olarak. Refleksle öne atılıp koltuk altlarımdan tutup beni havaya kaldırdığında düşmekten son anda kurtulmuştum. Daha doğrusu kurtarılmıştım.

Ayaklarım boşlukta sallanırken omzumun üzerinden arkama bakıp beni son anda yitutup düşmekten kurtaran Mert'e baktım.

Gözlerimi bir kaç kere art arda kırpıştırırken yerdeki suluğunu alıp çantasına koyan Musti, iri gözlerle bize bakıyordu. Büyük ihtimalle suluğunu düşürmüş ve buraya yuvarlandığı için ona takılmıştım.

I can't be your superm- Öhm...

Ayaklarımı boşlukta salladığımda inmek istediğimi anlayıp beni yavaşça yere bıraktığında iyi olduğumu ölçmek için yüzüme baktı ve tepkimi ölçtü. İyi olduğuma kanaat getirmiş olmalı ki başını onaylar biçimde salladı. "Gelirim." Derken sesinde ufakta olsa bir heyecan belirtisi vardı.

Anın heyecanıyla neye gelirim dediğini sonradan anladığımda "Ha," Sesi çıkarmıştım pekte hanımefendilere yaraşır olmayan bir şekilde. Mert Karan, hızlı adımlarla merdivenleri inip gözden kaybolurken Musti çantasının yan filesine sıkıştırdığı suluğuyla şaşkın şaşkın bana bakıyordu. "İyi bari fıtık olmadı çocuk."

🐮

Mert'ten

Eve geliş yolum bir kaç kez kaybolduğum, Google Maps'e bolca şükrettiğim ufak bir serüvene dönüşmüştü. Nihayet yeni apartmanımızın önünde durduğumda dışarıdan bakanlara deli imajı çizmek istemediğim için yağmur dansı etme isteğimi güç bela bastırdım.

Dördüncü kata çıktığımda ise bacaklarım iflas etmiş durumdaydı. Anahtarımla güç bela içeri geçtiğimde beni karşılayan kişi kulağında kulaklığıyla kız kardeşim, Melis karşılamıştı. Kulaklığını boynuna indirirken yere attığı çantasına ters bakışlar atıyordum. "Hoşgeldin abi." Saçlarını karıştırıp boylarımızı eşitlemek adına eğildim. Yanağını sevmediği şekilde salyalı salyalı öptüğümde homurdansada bir şey demedi.

"Hoşbuldum. Okul nasıldı?" Omuzlarını silkmesi bile kötü geçtiğine bir işaretti. "Kızların hepsi fazla egoist, arkamdan konuşup durdular. Erkeklerde..." Başımı hararetle iki yana salladım. "Erkek diye bir şey yok abim, anladın?" Bana baygın bir bakış atıp gözlerini devirdiğinde işaret ve orta parmağımın arasına aldığım burnunu kıstırdım.

O sırada miyavlayarak koridora çıkan yedi kedimize baktım. Behlül, Bihter, Firdevs, Adnan, Nihal, Matmazel ve Beşir arka arkaya küçük ama hızlı adımlarla buraya geliyordu. Bihter'in kıvırtarak yürümesi ad seçiminde ne kadar doğru bir karar verdiğimi kanıtlıyordu.

En yakınımda olan Firdevs'i kucağıma alıp kafasını öptüğümde hoşnutsuzca miyavladı. Nankör velet. Kucağımdan şimşek hızıyla atlayıp Bihter'e kötü bir bakış atıp geldiği gibi geri gitti.

Annemi dinleyip kedi yerine köpek almalıydım belki de.

"Alışırsın okuluna." Diyerek yeniden kardeşime döndüğümde buna ihtimal vermiyormuşcasına omuzlarını silkti. "Seninki nasıldı?" Diye sordu konuyu kendinden uzaklaştırarak. Üstümdeki beyaz okul üniformasının terden grileşen kısımlarını göstererek "Sıcak," Diye mırıldandım.

Odama doğru ilerlerken Melis'te peşimden geliyordu. Odama girer girmez çantamı döner sandalyeye bıraktım ve henüz açılmamış kolilerin arkasında yatıp sadece gözleri görülürken etrafı dikizleyen Beşir'e ters bir bakış attım. Mobese Beşir. Üzerimdeki okul üniformasını çıkartıp kirli sepetine atarken Melis yatağıma oturmuştu. "Yani pekte fena değildi aslında. Biraz şey bir sınıf gibi," Kıyafet kolisinin içinden yeni ve temiz bir tişört çıkartırken doğru kelimeyi arıyordum. "Absürt." Diyerek kaşlarımı çattığımda Melis anlamadığını belirtircesine dudaklarını büzdü.

Tişörtü başımdan geçirip elimdeki temiz şortla birlikte Melis'in yanına, yatağıma oturdum. Terden bacaklarıma yapışan siyah pantolonu binbir zorlukla çıkartırken anlatmaya devam ediyordum. "Mesela sıra arkadaşım tüm derslerde uyuyor ve hocalar hiç bir şey demiyor. Ama gariptir ki çıkış saatlerinde ve beden dersinde sınıftan ilk çıkanda o. Çocuğun adını bilmiyorum daha." Derken şortumu çıplak bacaklarımdan geçirmiş ve pantolonumla çoraplarımı da kirli sepetine attıktan sonra rahatlamış bir halde kendimi sırt üstü yatağa bırakmıştım. Bacaklarım yatağın kenarından aşağı sarkarken Melis'te aynı benim gibi yaptı.

"Sonra bir çocuk var. Deniz. Gay gibi ama gay değil. Tam önümde oturuyor ve ikide bir dönüp bana öpücük atıyor." Melis kıkırdadığında bende güldüm.

"Sonra Cafer ve Serdar var. Ayrılmaz ikili gibi bir şeyler. Bitcoin işine girmişler sanırım ve teneffüste sürekli grafikleri inceleyip hangisine yatırım yapacaklarını düşünüyorlar. İlk başta çok zengin olduklarını düşündüm böyle yatırım yapacak kadar ama sadece 50 kuruş yatırıp 2 lira olunca çekiyorlarmış."

"Mustafa var. Allah affetsin ama sınıftaki herkesi yiyebilecek bir mideye sahip olduğunu düşünüyorum. Ne zaman görsem bir şeyler yiyor. İdolü Mehmet şef mesela. Masterchef'teki. Atletinde yağlama yerkenki bir fotoğrafı var." Melis bu sefer kocaman bir kahkaha attığında ben hala durumun garipliğine şaşırmış vaziyetteydim.

"Çağla var, okulda kız futbol takımının kaptanı. Feci bir şey ama öyle böyle oynamıyor. Galatasaray alt yapısındaymış aynı zamanda. Erkek gibi takılıyor yine de iyi kız. Ama," Dediğimde Melis yine normal birini anlatmayacağımı anlayarak merakla gözlerini açtı. "Kızın dili futbolca. Anlatılmaz yaşanır." Diyerek Melis'in omzunu patpatladım bir kaç kez.

Futbol oynarken konuşma fırsatımız olmuştu ve annesine çok bağlı biriydi. Öyle ki onu anlatırken 'Aga bir gülüşü var, sanırsın Galatasaray maça çıkıyor.' Demişti.

"Ondan sonra Can var. Komplo filmlerine bayılıyor anlaşılan. Özellikle de sınıfın sessiz çocuğu temalı komplolara. Çocukta sürekli bir ceset görme isteği var. Çöp poşetlerini dürtüyor ayağıyla belki içinde ceset vardır diye." Melis anlar biçimde kafasını salladı. "Çok fazla Karantina okumuş o." Dediğinde bahsettiği kitabı bilmediğim için sessiz kaldım.

"Cansu var, aşko kuşko. Tam senlik." Melis gülerek omzuma vurdu. Başka kimin olduğunu düşünmeye başladım. "Ulaş, sürekli bir şeyler yazıyor not defterine ama kafa çocuk. Sarıyor muhabbeti. Bir de sınıftaki erkekler arasında en mantıklı kişi olabilir her halde."

Parmağımı şıklatıyorum aklıma başka bir isim düştüğünde. "İdil en zekisi sınıfın. Yürüyen sözlük gibi bir şey. Yanında yanlış konuşmak mümkün değil." Aklıma gelen herkesi saydım. Geriye kalan birileri var mı diye düşünürken aklıma gelen son isimle yüzümü buruşturdum.

"İrem, Çağla'yla birlikte takılan kızlardan birisi." Aklıma gelen ilk özelliğini söyledim. "Kısa boylu ve şizofren." Melis inanamıyormuşcasına güldüğünde bende gülmeye başladım. "Şizofren?" Melis tekrarlatmak için sorduğunda başımı salladım. "Şizofren."

Melis'in günü benimkinin aksine oldukça kötü geçmiş gibiydi. Arkadaş bulamamış üstüne üstlük hocalardan biriyle de papaz olmuştu. Daha fazla moralini bozmamak için akşam sahile çağırıldığımı söylemedim. Akşam yemeğinde annemin yaptığı taze fasulyeye buruşuk bir yüzle bakıyordum. "Madem artık Ege'deyiz, Ege'ye uygun beslenelim değil mi?" Annem olağanüstü bir neşeyle yemeğini yerken masada oturan diğer üç birey, babam, ben ve Melis önümüzdeki yemeği süzüyorduk.

"Hayatımın anlamı," Babam kısık bir giriş yaptı. "Başka bir yemek yok mu?" Annem başını iki yana salladı. Babam başını kaldırıp iki çocuğuna baktı. Kaderden kaçamazsınız dercesine bir bakış attı bize.

İlk çatalımı ağzıma atmak üzereyken gözlerimde ampul- yıldızların parladığına yemin edebileceğim bir fikir geldi aklıma. Aniden ayağa fırlayarak ellerimi silkeledim. "Gidiyorum ben." Dediğimde babam hoşnutsuzca yediği yemeğinden kaldırdı başını.

"Hadi inşallah, yolun açık olsun." Diyerek güldüğünde gözlerimi devirmeden duramamıştım. Kediler benden daha masraflıydı ama onlara laf etmiyordu. Annemse meraklı bir şekilde kaşlarını kaldırdı. "Nereye oğluşum?" Sandalyemi geri eski yerine inerken mutfak kapısına yöneldim. "Sınıftakiler akşam sahilde toplanıyormuş, onların yanına gideceğim." Koşar adımlarla üst kattaki odama çıktım.

Akşam yedi buçuk gibi buluşuyorlardı, sınıf grubuna yazdıklarında görmüştüm. Yarım saat erken gitmenin bir zararı olmazdı yinede. En azından yolda yiyecek bir şeylerde alabilirdim. Üzerimi siyah bir tişört ve siyah kumaş şortla değiştirip yeniden aşağı indiğimde annem mutfak kapısına yaslanmış beni bekliyordu. "Annem bak kötü işlere bulaşma, dikkat et tamam mı oğluşum. Sigara falan verirler şimdi sakın ha." Anneme baygın bakışlar atsamda bir kere başladımı bitmiyordu nutuğu.

"Tamam anne." Derken ayakkabılarımı giymekle uğraşıyordum kapı önünde.

"Sigara uzatırlarsa almam, tamam anne."

"Alkolü ağzıma sürmem, merak etme anne."

"Karı kız peşine koşmam, anladım anne." Ayakkabılarımı giyip arkamdan kapıyı çekmek üzereyken bile bana nutuk çeken anneme haklı bir isyanda bulunarak gözlerimi büyüttüm.

"Anne tamam tamam! Kumara bulaşmayacğım anladım! Sanırsın sınıf buluşmasına değil yeraltı buluşmasına gidiyorum ya." Söylene söylene merdivenleri inerken annem arkamdan son bir kez seslendi. "Oğluşum bak dikkat et sen yinede bir şey uzatırlarsa alma, ben Müge Anlı'da neler neler görüyorum. İçinde bir şey vardır şimdi."

Basamaklarda durup anneme bıkkınca döndüğümde yüzünü buruşturup arkasını döndü. "İyi be!" Diyerek kapıyı kapattığında rahat bir nefes almıştım en sonunda. Organize suç çetesine girmedik ya sonuçta. Değil mi?

🐮

Annem haklıydı.

Sınıf arkadaşlarımın her biri potansiyel suçluydu. Organize suç şebekesine bile bağlı olabilirlerdi.

"Biz niye kokoreççiye gizli gizli giriyoruz ya!" Diyerek ağlarcasına isyan ettiğimde başlar bana döndü. Yaklaşık yarım saat önce sahile geldiğimde çoktan sınıfın yarısı gelmişti bile. Diğer sınıflardan bir kaç kişi daha vardı aramızda ayrıca. Şimdiyse benden başka bir kaç kişi daha acıktığında, İrem ve Mustafa'dan bahsediyorum, kokoreççiye gelmemiz teklif edilmişti.

Bunun masum bir alışveriş olacağını düşünmüştüm ama anne sözü tuttu mu tutuyordu. Kokoreççiye gizlice girmek için, MarmAsil Kokoreç'in önündeki alçak duvara dizilmiştik on kişi. Sağdan sola Mustafa, İrem, İdil, Çağla, Ozan, Ulaş, Can, Cansu, ben ve Zeynep'tik. Diğerleri aç olmadığını belirterek sahilde kalmıştı.

"Benim ve tanıdıklarımın giriş yasağı var çünkü." Mustafa karanlık bir sesle oldukça ciddi bir sesle fısıldadı kulağıma doğru. Ensemden bir ürperti geçerken yutkunmadan edemedim. "Niye?" Aynı Mustafa gibi bende fısıldadığımda psikopat bir tavırla burnunu çekti. "Bundan bir kaç yıl önce bu kokoreççinin sahibiyle aramızda bir husumet oldu." Baş parmağıyla burnunun kenarını kaşıdı. "Kan davası da denebilir."

Ruhumu teslim edebilirdim hemen şuracıkta. Ne diye anne sözü dinlememiştim ki...

"Aga daha çok döl davası aslında. Bahsettiğin kan davası doğumun olduğu için şayet." Çağla beni rahatlatmak adına sırtıma bir kaç kere vurduğunda ruhumun yeniden bedenime hapsolduğunu hissettim.

Mustafa girdiği Godfather havasından çıkarken yine aynı şebek yüz ifadesini takındı. Beti benzi atmış yüzüme bakıp dirseğiyle karnımı dürttü. "Şaka lan, gül diye." Öldüm gülmekten, bak. "Kokoreççi bizim, babamın yani. Ben ve tanıdıklarım genellikle bokboğaz insanlar olduğu için babam kokoreççiyi batırmayalım diye giriş yasağı koydu."

Aydınlanmış bir edayla kaşlarımı kaldırdım. "Hee," Derken başımı ağır ağır salladım aşağı yukarı. Ardından yine ciddileşerek kaşlarımı çattım. "Yine de suç değil mi ama ya?" İrem sağ taraftan başını uzattı. "Merak etme premses en fazla nezarette iki saat geçiriyorsun." Dedikten sonra denendi, onaylandı dercesine bir işaret yaptı.

"Baban sizi nezarete mi tıktı?!" Derken hayatımın şokunu yaşıyordum. Mustafa umursamazca omuz silkti. "Akıllanalım diye ya, ciddi bir şey değil."

Anne... Anne!

Yanımda resmen içeride yatmış insanlar vardı! Kokoreç uğruna!

"Başka kokoreççi mi yok koskoca sahil şeridinde gözünüzü seveyim! Gidelim bir başkasına." Çöktüğümüz duvar dibinden ayaklanıyordum ki Mustafa tarafından şortumdan çekilerek geri oturtuldum. "Bak Marmaris'in değil, Muğla'nın hiç değil, Türkiye'nin de değil, hatta dünyanın bile değil, tüm evrenin ve Doktor Strange'in tavşan gibi sektiği o paralel evrenlerin en iyi kokoreççisi burası."

Sol elini havaya kaldırdı ve baş parmağıyla işaret parmağı arasındaaz bir mesafe bıraktı. "Soğuk nezaret köşelerinde geçirilen iki saat, bunun için ufacık bir bedel sadece Çibörek. Hem o kadar kötü değil lan nezarethane, vallahi bak!"

Diğerleri de Mustafa'yı onayladı başlarıyla. "Aga bizim yan hücredeki Zülfikar Dede'ye ne oldu acaba? Çıkmış mıdır lan?" Can düşünceli bir sesle konuştuğunda korkum bir milyon katına çıktı. Allah'ım ben nereye düştüm?

🐮

Beni ikna ettikleri anlar beynimden silinmiş gibiydi. Şu anda yavaş adımlarla kokoreççinin bahçe çitlerini aşmış ve sürünme diyebileceğimiz bir alçaklıkta arka kapıya ilerliyorduk. İçimden bildiğim tüm duaları ediyordum çünkü bu yaşta bir sicile sahip olursam, üstelik o sicil kaydında suçumun 'Kokoreç Çalmak' olduğu yazarsa babam beni evlatlıktan reddederdi. Ki haklıydı da.

"Geri dönelim ya, olmayacak böyle." Diyordumki kalçama yediğim şaplak beni susturmaya yetti. Omzumun üstünden dönüp baktığımda Can kaşlarını çatmıştı. "Bana bak çocuk, bir kez daha dönelim dersen ısırırım götünü. Zaten tam yüzümün önünde dikkatimi dağıtıyor." Gözlerimi kırpıştırırken her ne kadar utansamda yerimizi belli etmemek için doğrulamıyordum.

"Mission Complated gencolar!" Mustafa tam arka kapının önünde durmuş eliyle bize işaret veriyordu. Asker dizilerinden öğrendiğini düşündüğüm ve kendince montajladığına emin olduğum saçma hareketler yaparken aynı ağır adımlarla bizde yanına gelmiştik. O sırada gözlerim direkt olarak kapının üstüne yapıştırılmış A4 kağıdına kaydı. Kağıtta Mustafa'nın sırıtan ve yüzü net gözüken bir fotoğrafı vardı. Altındaysa büyük puntoyla yazılmış bir yazı.

(Wattpad'de normalde burada bir görsel vardı fakat ne yazık ki buraya koyamıyorum. Kısaca özetlemek gerekirse bir afişin üstüne Mustafa'nın resmi ve altında da "Yukarıdaki vitaminsiz ve tanıdıkları giremez. Akrabalar da dahil. Evet kayınço, sende." yazıyor. İyi okumalar 💋)

Yazıya şaşırmamaya çalışsamda elimde olan bir şey değildi. Mustafa gözlem için kapıyı ittirdi. Arka kapıyı hafifçe aralayıp içeriye göz atarken dahi kokoreçin kokusu burnuma dek ulaşmıştı.

Karnımın dahada acıktığını hissederken tazı köpeği misali havayı kokluyordum. Mustafa içeri göz atma işini bitirdikten sonra kapıyı tam açtı ve hepimiz art arda içeri girdik. Burası mutfak bölümüydü ve yoğun kokunun sebebi de buydu muhtemelen. En nihayet doğrulduğumda belim kütlemişti ki bu gayet normaldi. On beş dakikadır katlanır sandalye gibi yürümem için ufak bir bedeldi.

Mutfağa sızdıktan sonra kapıyı olabildiğince yavaş kapatan İrem, bu işte profesyonel olduğunu ortaya seriyordu. "Şimdi ne yapıyoruz?" Diye sorduğumda ortada yalı kazığı gibi dikiliyordum. Zeynep sırt çantasına ayran tıkıştırırken Mustafa eline aldığı bir ekmeği tam ortadan iki kesti. Ardından parçalarıda ortadan yardı ve kokoreç yağına yatırdı.

"Kokoreç." Diye fısıldadı İrem yanımdan geçerken. Mustafa'nın yanına gidip yaptığı işe odaklandım. Bir yandan Can ve İdil'de mutfak kapısının önünde nöbet tutuyordu. Mustafa, içlerini yağa bandırdığı ekmekleri yeniden eline alıp köşedeki kepçeyle ekmeklerin arasında kokoreç doldurmaya başladı. Ardından omzu üzerinden bize baktı.

"Acı?" Cansu elini yapıştır dercesine salladı havada. "Bas hacı." Diyerek arka çıktı Ulaş'ta ona. Mustafa aldığı komutla önce biraz tuz ardından bolca pul biber döktü ekmeğin içine. İlk ekmek hazır olduğunda İrem'in açtığı peçeteye bıraktı. Zeynep'in çantasına tek tek kokoreçlerde yerleşirken çıkışımızda en az girişimiz kadar sorunsuz olmuştu.

Yakalanmayıp nezarethaneyi boylamadığım için mutluydum.

Sahil şeridinde sınıfın olduğu yere yürürken elimdeki yarım ekmeğin peçetesini açarak dudaklarıma yaklaştırdım. İlk yorum için hazırda bekleyen Mustafa, kendi için hazırladığı ikinci kokoreçe geçerken duraksadı. Ekmekten büyük bir ısırık alıp bir kaç kez çiğnediğimde Mustafa neredeyse ağzıma girmişti. "Nasıl nasıl?" Diyerek sorduğunda ağzımdaki lokmayı henüz yutmuştum.

"Baya iyi." Dediğimde Mustafa tatmin olmuş bir gülümseme takındı. Kendi ekmeğini tekte yarılayacak kadar büyük bir ısırık aldığında sınıfın olduğu yere gelmiştik. Kumsalda ilerlerken spor ayakkabı giydiğim için kendimi suçluyordum.

Can boştaki eliyle denizi gösterdi. "Aga bak şu maviliğin adı deniz." Diyerek bana denizi tanıttığında şaşkınlıkla ona baktım. Şaşkın bakışlarımı yakaladığında durumu düzeltmek adına bir kere daha konuştu.

"Hani Ankaralısın ya ben onun için şey ettim. Şarkılarda bile geçiyor ne de olsa, Ben deniz olsamda sen Ankarasın diye. O manada." Zeynep ayranından bir yudum alırken alayla güldü. "O kadarda değil Can."

Sessiz kaldım çünkü geçen gün bana olta diye selfie çubuğu satan dayıyı anlatmaya hiç niyetim yoktu.

Diğerlerinin yanına vardığımızda hepsi kamp sandalyelerine kurulmuştu. Başka sandalye olmadığı için biz mecburen kumun üstüne bağdaş kurmuştuk. Elimdeki peçeteyi az ileriye koydukları ve çöp olarak kullandıkları kovanın içine atarak geri yerime döndüm. "Sen yeni geldin sanırım, görmedim daha önce." Bana seslenildiğini anlamak için pekte zeki olmaya gerek yoktu.

Başımı kaldırıp soruyu soran kıza baktım. Buğday tenli, uzun kahverengi saçları ve çekik yeşil gözleri olan hoş bir kızdı. "Yeni geldim, Eskişehir'den." Keskin hatları olan kaşlarını kaldırdı. "F'de misin?" Başımı onaylar manada salladım. Elini uzattığında bende onun elini sıkmıştım. "Pınar ben." Sabah sınıfa gelip sahile inip inmeyeceklerini sıran kız olduğunu anlamam biraz uzun sürmüştü.

"Mert bende." Hemen yanında oturan kumral çocuk baştan aşağı beni süzdü beyaz gibi duran mavi gözleriyle. "Murat." Dedi en sonunda doğuk bir sesle. Gülümsemeye çalışsamda sirke satan yüzü karşısında bu çokta mümkün değildi.

"Oyun oynayalım hadi." Pınar sandalyesinde doğrulup yüzüne güzel bir gülümseme yerleştirdi. İrem'in yerinde huzursuzca kırpırdandığını göz ucuyla gördüğümde bakışlarımı yüzüne kilitledim. Pınar ve Murat dışında her yere bakıyordu. "Ben Daha Önce Hiç oyunumuzun adı."

Elite izlemiş gibi sanki.

"Türkiye'deyiz Pınar." Diyerek duygularıma tercüman olan Ulaş, Pınar'a pekte dost canlısı bakmıyordu. Pınar'da aynı soğuk bakışlarla Ulaş'a baktı. "Yani? Bir şey değiştirir mi bu, alt tarafı bir oyun." İrem gözlerini devirirken he rne kadar Pınar'a bakmaktan kaçınsa da denizi izlerken herkesin duyabileceği bir sesle konuştu.

"Evet, soruları genelde ben daha önce hiç arkadaşımın sevgilisine yanaşmadım tarzında olan bir oyun." Pınar'ın yüzü değişirken İrem ilk defa Pınar'a döndü. İğneleyici bakışlarla ona bakarken ortamdaki gerginliği bozan yine Mustafa olmuştu.

"Aga ben mesela daha önce hiç çıplak denize girmedim. Sayılır mı?" İstemsizce gülerken Ozan, Mustafa'nın koluna vurdu hafifçe. "Sayılır kardeşim, Törki versiyonu gibi düşün."

Serdar ayağa kalkarken üstündeki tişörtü çıkardı. "Deniz demişken, denize girelim mi la? Ben Daha Önce Hiç'ten daha mantıklı." Pınar homurdanarak göz devirirken ben şaşkın şaşkın ona bakıyordum. "Denize? Bu saatte?" Serdar'ın peşinden ayağa kalkan Arden şaşırmış yüzüme bakıp güldü. "Tabii oğlum. Biz niye okul üniformasının içine bile mayo giyiyoruz sanıyorsun? Muğla demek yedi yirmi dört deniz demek." Kızlarda yavaş yavaş ayağa kalkarken onlarında tişörtlerinin altında bikini ve mayo olduğunu gördüm.

Mustafa en önce üstünü çıkartıp denize gitmeye hazırlanırken Ulaş onunla uğraşmadan duramadı. "Bak bak nasıl meraklı denize. Atam bunları suya döktüğünden beri böyle işte." Dediğinde Mustafa sabır dilenircesine Ulaş'a döndü. "Abi, annemin Rum olması benim Yunan olduğum anlamına gelmiyor! Ben halis muhlis Türk'üm!" Ulaş'ın bunu onu sinir etmek için yaptığına yemin edebilirdim.

"6 tane BigMac menüyü tekleyen, en büyük hayali yemek yeme yarışmalarına katılıp çeyrek altın kazanmak olan bir insan net Türk'tür bence." Diyen İs'le birlikte Mustafa hakkındaki düşüncelerim doğrulanmış oldu. "Hay alnını öpeyim ya!" Diyen Mustafa İs'e uzaktan bir öpücük attı.

"Çocuğun zatan cacıki kelimesine tiki var, nasıl Yunan olsun?" Belis cacıki der demez Mustafa Aşk-ı Memnu Firdevs misali yüzünü buruşturup eli parmaklarını garipçe kıvırırken hauvğ diye bir ses çıkartmıştı.

Silkenerek kendini toparladığında Belis'i eliyle işaret etti. "Şeye de var. Şey hani. Var ya şey." Dediğinde Belis ilk anlamasa da sonradan çaktı. "He sen baklavai diyorsun." Bu seferde baklavai kelimesini duyunca aynı acı tepkiyi verdiğinde gülmekten alıkoyamamıştım kendimi.

Kuyruğuna basılmış köpek gibi acı acı inliyordu çocuk resmen.

Onlar denize ilerlerken ben hala yerimde oturuyordum. "Hadi canim, gel sende." Cansu kolumu tutarak beni güç bela ayağa kaldırdığında elimle üstümü gösterdim. "Kıyafetim yok başka, ıslanmayayım ben." Üstünde sadece deniz şortuyla yanımıza gelen Arden sırtımdan iteledi beni denize doğru. "Bu sıcakta kurur zaten, bir şey olmaz. Biz girerken sen bakacak mısın?" İrem yanımızdan koşarak geçip iskeleye çıkarken bağırmayı da ihmal etmedi. "Hasta olmaktan mı korktun yoksa Çibörek?" İskelenin ucuna geldiğinde zıplayıp suya daldığında diğerleri de ıslık çalmaya başlamıştı.

Mustafa, üzerinde biftek baskısı olan deniz şortuyla elini tişörtümün eteklerine attı. "Anne kuzusu seni." Diyerek tişörtümü çıkartmaya çalıştığında kendini tacize uğruyor gibi hissediyordum. "Lan tamam, dur bir boğacaksın şimdi çocuğu." Arden beni, Mustafa'nın azabından kurtardığında tişörtümü kendim çıkartıp diğerlerinin kıyafetleri arasına bıraktım. İdil kolumu tutup denize koşmaya başladığında ister istemez adımlarımı ona uydurmuştum.

İkimiz son hız denize daldığımızda, daha doğrusu düştüğümüzde ağzıma su girmiş olması umrumda değildi. Akşam esintisiyle birlikte su daha da serinlemişti ve bir anda girmemiz daha iyi olmuştu. Hala kenarda oturan bir kaç kişi vardı ki başlarını da Murat ve Pınar çekiyordu. Sahil şeridinde yürüyen bir kaç kişi dönüp bize baksada kimse umursamıyordu.

Islak saçlarımı elimle başımın arkasına yatırıp öksürdüğümde diğerleri iskeleye çıkıp atlamaya başlamıştı. Enseme ufak bir şeyin çarptığını hissettiğimde, elim sızlayan ensemde arkamı döndüm. İrem yüzerek yanıma geldiğinde yüzünde kocaman bir sırıtış vardı. Elindeki deniz çakıllarını tıkırdattığında taşı atanın o olduğunu anlamıştım. Bir kez daha...

"Acıdı mı?" Yüzündeki sırıtış bozulmadan sormuştu bu soruyu. Bende gülerken ensemi ovalıyordum. "Acıdı." İrem beni ciddiye almazken kaşlarımı kaldırdım. "Cidden bu arada, baya acıdı." Yapma dercesine bir bakış attıktan sonra avcunda topladığı taşlardan birini bana uzattı.

Avcunun içinde duran taş, yontulmuş gibi düzgün bir yuvarlaktı. Bembeyaz bir mermeri andırıyordu sudan daha yeni çıkmasının etkisiyle. Tam ortasında mavi bir leke vardı ve kenarlara doğru ince damarlar şeklinde yayılıyordu. Taşı parmaklarım arasına aldığımda omuzlarını silkti. "İki teşekkür ve bir özür karılığı. Dipte buldum şimdi." Yüzüme istemsiz yayıldığını hissettiğim bir gülümsemeyle yeniden İrem'e döndüm.

Taşı avcumun içinde sımsıkı tutarken kendime hakim olamayarak boştaki elimle başını okşadım. "Dikkat ette çok açılma. Boyun kısacık zaten, boğulursun falan şimdi." Yüzümü yüzüne yaklaştırdığımda söylediklerim sırıtışını silmiş, yerine öfkeli bir çehre bırakmıştı. "Bana da güvenme çok, her zaman yanında olamayabilirim." Öfkeli bir şekilde elime uzandığında kendimi havalandırarak uzaklaştım ondan.

Bana göre oldukça küçük kalan avcunu açıp kaşlarını çattığında boyundan büyük bir sinirle bakıyordu. "Ver lan taşımı! Senden özür dileyen de kabahat!" Nispet yaparcasına taşını göğsüme bastırdım. "Yoo, benim artık bu." Küçük bir çocukla uğraşırmışım gibi onunla uğraşmam daha fazla sinirini bozduğunda derin bir nefes aldı.

Onu daha fazla sinir etmek adına alayla gülüyordum ki sağ tarafımdan aldığım darbeyle suya gömüldüm. Üstümdeki kişi beni de beraberinde yüzeye çektiğinde ikimizde öksürüyorduk. "Deve güreşi!" Diye bağırdı Deniz, öksürüklerinin arasından.

Hayatımın en iyi akşamını geçirdim sanırım. Her ne kadar nezarethaneyi tatmış olsalarda ve eğlence anlayışları kesinlikle absürt olsa da bolca gülmüştüm yanlarındayken. Üstümden ve saçımdan sular damlayarak eve döndüğümde sahilden ilk önce ben ayrılmıştım çünkü ıslak kıyafetlerle oturup hasta olmak istemiyordum. Zili çaldığımda yalnızca birkaç saniye sonra kapı kız kardeşim tarafından açıldı. Bana kısaca bakıp arkasını dönmüştü ki aynı hızda yeniden bana döndü.

Islak vücuduma bakıp gözlerini irice açarken "Abi?" Diye sordu teyit etmek istercesine. İçeri geçip arkamdan kapıyı kapattım. "Hoşbuldum." Salonun önünden geçerken annemin hayret nidasıyla duraksadım.

"Mert, ne oldu oğlum sana?" Babam ise annemin kendisine bıçakla uzattığı elmayı almadan önce beni uzun uzadıya süzdü. "Yalağa mı düştün oğlum, hayır ola?" Islak şortumda ağırlık yapan deniz taşını avcuma aldım. Melis üzerimdekilerin ıslaklığını teyit etmek için parmağıyla dokundu.

"Abi harbi ne oldu sana ya?" Yüzümde yorgun bir gülümsemeyle karşılık verdim onlara. "11-F Mayınlı Bölge etkisi..."

🐮

 

 

Loading...
0%