@mavimsu_
|
Gök Yakut'un asil okuyucularına keyifli okumalar dilerim.
(👁🗨)
Bölüm Sözü
Ya ondadır ya bunda, kutsal kan akar damarında. Tarih oyun oynar savaşla, onlar var ilk kez karşında.
H. G. (👁🗨)
Huzursuzdum. İliklerime kadar huzursuzluğu yaşıyordum. Kötü şeyler olacak hissiyatı gitmek bilmiyordu. Gözlerim aynadaki yüze kaymıştı. Kendi yüzüme. Siyah saçlar, kara kaşlar ve kömür gibi gözler. Hayatımın karanlığı fiziksel özelliklerime buram buram işlemişti. Dün gece sabahlara kadar ders çalışmıştım. Tatil olduğundan bugün okul yoktu. Buna rağmen uyumak yerine tatil günümü bütün evi temizleyerek geçirmiştim. Dün gecenin yorgunluğuna bugünün yorgunluğu eklenince ortaya bitmiş tükenmiş bir âdet Safir çıkmıştı.
Göz altlarım morlardı. Tüm gün açık kaldıklarından isyan bayraklarını çekmişlerdi. Onların isyanını bastırmak adına kapatıcıyı bol bol uygulayarak hadsiz girişimlerinin önüne geçmiştim. Akşam 19.00 sularındaydık. Bir saat sonra parti başlayacaktı. Oraya gitmeyi hiç ama hiç istemiyordum. Beni buna hislerim mecbur bırakıyordu. Zümrüt! O benim kardeşimdi. İkizimdi. Kendi başının çaresine dâimâ bakmasını bilmişti. Oraya tek başına gitse sağ salim geri dönerdi. Hep böyle olmuştu ve yine böyle olacaktı.
Tüm bunların gayet farkındaydım. Farkındalık çoğu zaman yeterli imkan sunmuyordu. Bazı şeylerin farkına geç varmak kadar, bazı şeylerin farkında olmak da insanın canını acıtabiliyordu. İkizim adına huzursuz hissediyordum. O benim en kıymetli parçamdı. Onsuz yaşamak, yaşamamak demekti. İçimdeki huzursuzluk buradan geliyordu.
Yatağımda uzanmak varken tüm gece ders çalışmıştım. Yatağımda uzanmak varken bütün evi temizlemiş, durmuştum. Yatağımda uzanmak varken bu gece Zümrüt'le o partiye gidecektim. Ona bir şey olması aklımı kaybetmeme neden olurdu. Bana dün gece; "o parti'ye gideceğim," dediği andan beri içimde lanet bir his oluşmuştu. O his uyumamı engelliyordu. Zümrüt, oraya tek başına gidemezdi. Şayet ne olursa olsun ancak beraberdik. Ancak beraber.
Zümrüt'ün odasından kapı açılma sesi geldiğinde aynaya son kez bakmıştım. Siyah kot pantolon üstüne siyah boğazlı kazağımı giymeyi tercih etmiştim. Yine siyah uzun çizmelerim ve siyah deri ceketimle sade ve zarif olmuştum. Ne çok süslü ne çok özensiz. Olması gerektiği gibiydi. Hep olması gerektiği gibi olmalıydı. Aksi takdirde olanlar beni çok üzerdi. Üzülmeyi en az herkes kadar sevmezdim.
Kapımın âniden açılmasıyla bakışlarımı yavaş yavaş boy aynamdan alıp sağ tarafıma çevirmiştim. Zümrüt her zaman kapıyı çalmadan odama girer ve gideceğinin haberini verip çıkardı. Bu kez kapıda öylece durup beni baştan aşağı dikizlemekle yetinmişti. Sonunda konuşması gerektiğine kanaat getirmiş olmalıydı, "yolculuk nereye?" Ona cevap vermeden önce tıpkı onun yaptığı gibi onu süzmeye başlamıştım. Kan kırmızısı mini gece elbisesiyle göz kamaştırıyordu. Siyah bantlı topuklu ayakkabısı zaten uzun olan boyunu daha uzun gösterdiği için kuğu gibi zarifti. Koyu tonlarda makyajıyla ikizim kesinlikle bu gecenin en güzel kızı olmalıydı.
"Sen nereye, ben oraya." Dün gece onunla bunu konuşmuştuk. Geleceğimi biliyordu. Buna rağmen ağzımdan duymak için çaba sarf ediyordu. Zümrüt ve onun her şeyden emin olma çabaları.
"Sonunda ikizimle partileyeceğiz." Yanıma kadar gelip uzun siyah saçlarımı omzumun gerisine atmıştı. Benimle partilemeyi bu kadar çok istediğini bilmiyordum. Zümrüt'e karakterim gereği çok haksızlık ediyordum. O her şeyi benimle yapmak istiyordu. Bense sadece ders çalışıp, evde pineklemek istiyordum. Karakterlerimiz birbirine zıt olduğundan sadece yoruyorduk birbirimizi. O benim istediklerimi yapamazdı, ben onun istediği hayatı yaşayamazdım. Kısacası ne onunla ne de onsuz...
Gözlerine daha fazla bakmak istememiştim. Onun gözlerinin karanlığı insanı içine çekerdi. Zümrüt bunun çoğu zaman farkında olmasa da o karanlığın içinden gelmiş gibiydi. İkizim olması durumu değiştirmezdi. Çoğu zaman o gözlere bakmak beni korkuturdu. Eğer ondan ufakta olsa korktuğumu bilirse kendini suçlar dururdu.
"Annemin yemeğini verip geleceğim." Akşam olmuştu. Birazdan uyanırdı. Ya da ayılırdı. Uyandığında yemeği hazır olursa yerdi. Eğer olmazsa yemezdi. Yemek olmasa olur muydu hiç? Annem bunu ne zaman anlayacaktı acaba, kim bilir?
"O mu senin annen? Sen mi onun annesinin? Belli değil." Sistemle söylemişti sözlerini. Annemizi zerre sevmez, asla muhatap olmazdı. Aynı evin içinde yaşayan iki yabancı gibiydiler. Bense köprü görevi görendim. Ne ondan olurdum ne de diğerinden. İkisi için çabalardım. Ben kendim dışımda herkes için çabalardım.
Ona cevap vermek yerine mutfağa gitmiştim. Patates kızartması ve köfte yapmıştım. Annem severdi. Zümrüt'e severdi. Ben sevmezdim. Bu önemli değildi. Önemli olan onların sevmeseydi. Yemekleri tabağa koymuştum. Tepsinin üzerine bir bardak su ve çatal koyup mutfaktan çıkmıştım. Zümrüt, peşimden geliyordu. Üç oda bir salon evmiz vardı. Bir oda benim, biri Zümrüt'ün, biri de annemizindi. Babam bizi terk edince elimizde avucumuzda hiçbir şey kalmamıştı. Annem, ailesinden kalma kolyesini satarak şu an yaşadığımız evi almıştı. Bize ait tek şey bu küçük evdi.
Annemin kim olduğunu bile bilmediğimiz babası bize her ay geçinebileceğimiz kadar para göndermese, muhtemelen açlıktan ölürdük. Annemi istemiyordu. Bizi görmek istemiyordu. Yine de açlıktan ölmememiz adına bize bakıyordu. Ondan gelen parayı mecburen kabul ediyorduk. İş bulmak çok zordu. İş bulsak bile dünya çok kirliydi. Özellikle bu civarlarda sadece savaşmayı bilenler hayata kalırdı. Üstelik öğrenci olduğumuz için çalışma hayatına atılamıyorduk. Utana sıkıla hiç tanımadığımız dedemizin her ay hesabımıza attığı parayı kullanmak zorunda kalıyorduk.
Annemin odasına girdiğimde onu en son bıraktığım gibi görmüştüm. İçerisi yoğun derecede alkol kokuyordu. Şişeler yine etraftaydı. Tepsiyi yatağının yanında duran sehpanın üzerine koymuştum. Saçları yüzüne dökülmüştü, Hanzade Hanım'ın. Uyumuyordu. İçmekten sızmıştı. Yerde duran şişeleri toplayıp odadan hızla çıkmıştım. O benim annemdi. Ondan annelik namına hiçbir şey görmemiş olsam da bu gerçeği değiştiremezdim. Onun canının yanması benim canımı yakardı. Onu böyle zayıf görmek yine benim canımı yakıyordu.
Mutfak çöpüne şişeleri attığımda Zümrüt'ün çoktan karnını doyurduğunu görmüştüm. Köfte ve patates kızartmasına nerede olursa olsun hayır diyemezdi. Çatalına batırdığı patatesleri yerken bana göz kırpmıştı. Her şeye rağmen beni en bitmiş hâlimde olsam da güldürme potansiyeline sahipti.
"Acele etsene kızım, geç kalıyoruz!" Kendisi tıkınırken bana laf sokma derdindeydi. Onu kafamla onaylamıştım. Kalan yemekleri kaplara doldurmuştum. Elim hızlı olduğundan çabucak hâlletmiştim. Mutfağı derli toplu bıraktığıma emin olduğumda ikizime doğru dönmüştüm. Mutfak masasından kalkmıştı. Kendi kirli tabağını bulaşık makinesine yerleştirdiğini görünce gülümsemiştim. Bana yük olmak istemiyordu. Yemek yapmayı bilmezdi, temizlik yapmaktan bir haberdi ama bana elinden geldiğince yardım etmeye çalışırdı.
Ona gülümsemeye çalışarak işlerimi hâlletmiştim. Koluma girdiğinde, artık bizi bekleyen her neyse, giderek ona yaklaştığımıza emindim. Zümrüt meraklı biriydi. Eğer bir şeyi merak ediyorsa, o şeyin ne olduğunu öğrenmeden rahat durmazdı. Ben ise tam tersi biriydim. Eğer bir şey merak etmeme neden olacak türdense, kendimi geri çekerdim. Çok önemliyse zaten onunla uğraşmama gerek kalmadan ortaya çıkardı bilirdim, çünkü uğraştığın her şeyin başına uğraştığın kadar bela açacağını iyi bilirdim.
Küçük evimizin küçük mutfağından kol kola girerek ayrılmıştık. Hol o kadar dardı ki dış kapıya ulaşmak için birbirimizin kolundan ayrılmak zorunda kaldık. Zümrüt önde, ben onun gerisinde evden çıktığımızda siyah dış kapının olduğu yerde gözlerim gezinmişti. Bir şeyler ters miydi yoksa ben mi çok abartıyordum? Bunu bu gecenin sonunda bu kapıyı açmak için tekrar geldiğimizde öğrenmiş olacaktık.
Zümrüt çoktan taksi çağırmıştı, kapımızın hemen önünde aracı gördüğümden gecenin bir saati bu karanlık sokakta çok oyalanmayacağımız için sevinmiştim. Zümrüt çıkardığı vatandaşlık kartını sisteme üst üste iki kez okuttuğunda aracı kullanmak hakkına sahip olmuştuk. Kapıların kilit sistemi açıldığında, ikimiz de arka koltuğa geçip oturmuştuk.
Gideceğimiz yeri bilen kişi ikizimdi. Dolayısıyla o hemen önümüzde duran cam sisteme yönelmişti. İçerideki kontrol paneline gideceğimiz adresin konumunu girdi. Böylece araç, hiçbir sürücüye ihtiyaç duymadan yola çıktı. Taksinin içinde, lüks bir atmosferde yolculuğumuzun tadını çıkarırken, şehri keşfetmek için camdan dışarı baktım. Gideceğimiz yere kadar, taksi bizi sorunsuz bir şekilde bırakacaktı. Fakir kesim için en pahalı ve en güvenilir ulaşım aracı buydu.
Geçip giden yolu izlerken, kulağımı rahatsız eden sesler sebebiyle kafamı Zümrüt'ün olduğu yere doğru çevirmiştim.
Kendisi, zarif bir şekilde çantasından çıkardığı şeffaf ve hafif olan cihazını eline alırken, parmaklarıyla ekrana dokunarak renkli holografik ikonları oluşturdu. Neden geleneksel ikonları kullanmadığını anlayamıyordum. Holografik ikonlar üç boyutlu bir hissiyat sağladığı için hoşuna gidiyor olmalıydı. Bu tür ikonlar, özellikle holografik ekranlarda veya sanal gerçeklik ortamlarında kullanılırdı. Zümrüt bu işin hastasıydı. Ancak ben, gözlerim sebebiyle daha alt kademe teknolojik aletler kullanmak zorunda kalıyordum. Sol gözümde oldukça ciddi seviyede ışığa hassasiyet vardı, çoğu zaman teknolojiden uzak kalmama neden oluyordu.
Zümrüt'ün telefonu, ışıldayan, cam gibi görünen parlak bir yüze sahipti. Bu da daha şimdiden gözümün acımasına sebep olmuştu.
Sokakta, okulda hatta içinde olduğumuz seyahat aracında bile gizli kameralar, ses kayıt cihazları vardı. Dünyadaki bütün vatandaşlar 7/24 izlenirdi, herkesin kişisel ve şahsi bilgileri yöneticilerin istediği an elde edebilecekleri düzeyde olurdu. Halk olarak bizler sokakta, ulaşım araçlarının içinde ve okulda kendimizden bahsetmeyi sevmezdik, susardık. Onlar bizi susturmayı başarmışlardı, onlara daha fazla açık vermek istemezdik. İşte bu yüzden araç seyahat ederken ben susuyor ve yolu izliyordum, ikizim ise arkadaşlarıyla sohbet ediyordu.
Yolculuk böyle devam ederken aniden, avcumun içinde kaşıntı hissettiğimde bakışlarım avuç içime doğru kaymıştı. Zümrüt'ün ve benim elimizde doğduğumuz günden beri var olan kesik izine benzer bir doğum lekesi vardı. Daha önce böyle bir doğum lekesini ne görmüş ne de duymuştum. Fakat ikimizin de aynı yerde, aynı büyüklükte bu tarz bir lekesi olduğundan ve lekenin kendisi doğduğumuz günden beri bizimle olduğundan sorgulamayı bırakmıştık. Avuç içim şimdi fena hâlde kaşınıyordu, lekenin tam olduğu yer sanki alev almıştı.
Diğer elimle kaşıntıyı durdurmak için onu iyiden iyi kaşımaya başladığımda, aslında iyiden kötüye döneceğimden habersizdim...
Yol boyu devam eden kaşıntı ve bitmek bilmeyen kötü hislerim beni gerdikçe geriyordu. Fazla hassas davranıyor gibi hissediyordum; kafam fazla düşünmek suretiyle ağrı eşiğini her geçen saniye artırıyordu.
Geçip giden yolu izlemiş olmam, herhangi türden anlam ifade etmiyordu. Kafam öylesine doluydu ki yolun farkında değildim. Şayet araç durmasa, varış noktasına geldiğimizin farkında olmazdım. Zümrüt'e yandan baktığımda, telefonunu bıraktığını ve beni izlediğini görmüştüm. Göz göze geldiğimizde, beni sakinleştirmek istercesine gülümsemiş olması gerçekten içimi rahatlatmıştı. Gülüşüne gülüşümle karşılık verdiğimde, kafasıyla dışarıyı işaret etmişti. Hemen sonra arabadan indiğinde, ben de onu takip etmek için kendi tarafımda duran kolu indirip araçtan çıkmıştım. Bizim inişimizin ardından araba, yeni bir yolcuyu alması gerektiğinden hızla gözden kaybolmuştu.
Zümrüt tekrar koluma girip beni kendiyle beraber yönlerdiğinde, aslında bahçeli ve ihtişamlı bir villanın önünde durduğumuzu görmüştüm. Kapıya yaklaştığımızda, etraftaki çiçeklerin kokusu ağrıyan başımın acısına iyi gelmişti. Kapının üstüne yerleştirilmiş dokunmatik alan vardı. İsimlerimizi tarayıcıya yazdığımızda, bahçe kapısı sessizce açılmış ve içeri adım atmamıza izin vermişti.
Gözlerim etrafta gezindiğinde bir kez daha büyülenmiş hissiyatına kapılmıştım. Bahçe, sanki bir masal dünyasından fırlamış gibiydi. Çimenler taptaze, çiçekler renk cümbüşü içindeydiler. Her yerde parlayan akıllı lambalar vardı. Yüksek ışık tekrar sol gözümün acımasına neden olduğunda sağ gözümü hemen kapatmıştım. Tuhaf bir şekilde daha çocukken keşfettiğim bir yöntemdi bu. Sol gözüm ışıktan dolayı ne zaman ağrırsa, sağ gözümü kapatırdım. Çünkü sağlam olan sağ gözümün görüşü kesilince, sol gözümün acısı dururdu.
Zümrüt ile yürürken üst düzeyde teknolojik bir villanın içinde bulunan partiye katılmış olmanın şokunu yaşıyordum. İkizime baktığımda onun da en az benim kadar şaşkın olduğunu görmüştüm. Attığımız birkaç adımdan sonra yine gördüklerimiz şok duygusunu bedenimize yüklemişti. Bahçede dolaşırken ileri seviye güvenlik sağlayan robotlara rastlamayı kesinlikle ikimiz de beklemiyorduk.
Bu robotlar, villanın koruma sistemini oluşturuyor olmalıydı. Çimenlerin üzerinde gezinen robotların tasarımından hangi şirkete ait olduklarını anlamıştım: "ShadowLoom Tech..." Şirket, üretim aşamasında olduğunu geçen yıl bir haber başlığında yayınlanmıştı. O haberi gördüğüme emindim; son derece zarif ve güçlü bir görünüme sahiplerdi. Metalik dış kaplamaları, yüksek teknoloji sensörleri ve kameralarıyla donatılmışlardı.
Okuduğum haberde robotların, önceden belirlenmiş güvenlik protokollerine göre programlandıkları yazılıydı. Hareket sensörleriyle villanın çevresini sürekli olarak tarayarak herhangi bir potansiyel tehdidi algılamaya hazır bekliyorlardı. Çok hızlı tepki verebilme yetenekleri ve kesintisiz çalışma sistemleri, villanın güvenliğini en üst seviyeye çıkarıyordu.
Görünüşleri, modern estetikle yaratılmıştı. Metal olsalar da insan suretinde tasarlanmışlardı. Hatta davranışları bile insan özellikleri taşıyordu. Öyle ki içlerinden biriyle göz göze geldiğimde bana başıyla selam vermesi son derece korkutucuydu.
Bu robotlar, sadece birer koruma aracı olarak değil, aynı zamanda etkileyici, teknolojik şovun bir parçasıylarmış gibi görünüyorlardı. Şaşkın şaşkın yürüyerek villanın girişine geldiğimizde, isimlerimizi bir kez daha tarayıcıya yazmıştık. Kapı, yine sessizce açıldığında içeriye doğru isteksizce adımlamıştım.
Kapıdan içeri adım attığımızda, villanın iç mekanına geçiş yapmıştık. Geniş ve lüks bir giriş holü, modern sanat eserleri ve minimalist dekorasyon unsurlarıyla her yer dikkatimi çekiyordu. Zemin, hafifçe parlak bir yüzeye sahip, akıllı sensörlerle donatılmış özel bir malzemeyle kaplıydı.
İlerledikçe, otomatik olarak açılan kapılar, salonun görkemli atmosferine yol açmıştı. Bu geniş alan, geniş cam duvarlarla çevriliydi, dışarıdaki bahçenin lüks manzarasını içeri taşıyarak doğal ışıkla aydınlanıyordu. Evdeki otomasyon sistemleri, ışıkları anında senkronize ederek muazzam olan o atmosferi oluşturuyordu.
Mobilyalar, zarif tasarımları ve konforlu dokularıyla dikkat çekiyordu. Modern sanat eserleri ve akıllı aydınlatma sistemleri, salonun estetik zenginliğini artırıyordu. Duvarlara entegre edilmiş ekranlar, konuklara etkinlik bilgilerini sunuyor ve villanın farklı bölgelerine hızlıca yönlendirme yapabilmelerini sağlıyordu.
Büyüleyici olduğunu düşündüğüm salonda, Zümrüt ve ben, villanın teknolojik dokunuşları ve şık tasarımlarına hayranlıkla bakarak ilerliyorduk. Etrafta kimse yoktu. Hem de hiç kimse yoktu. Yanlış yere gelme ihtimalimiz yüzde kaçtı?
"Neden kimse yok?" Teknik olarak bu soruyu benim sormam gerekiyordu. Zümrüt'e bakıp kaşlarımı çattığımda bana tip tip bakmaya başladı.
"Ne var?" Burada başımıza her şey gelebilirdi, daha şimdiden hiçbir şey yolunda değil gibi görünüyordu, ve ben yavaş yavaş korku hissini bütün vücudumda hissederken olanlar Zümrüt'ün umurunda bile değildi, hâlâ son derece sakin ve ukala bir şekilde davranıyordu.
"Başımıza şu an her şey gelebilir, farkında mısın?" Sitem dolu sesim onu güldürmüştü. Yanağımdan makas alıp ukala şekilde sırıtmaya kaldığı yerden devam etmişti.
"Merak etme, güzelim, ben seni korurum." Derin nefes alıp vermiştim. Bazen nasıl bu kadar gıcık oluyordu aklım almıyordu; resmen ukalanın ta kendisiydi. Dünya üzerinde en çok kızdığım insan oydu çünkü dünya üzerinde beni kızdırabilen tek insan oydu.
"Şu an şakanın sırası değil, hemen gidiyoruz buradan." Tepki vermesini beklemeden kolunu tuttuğum gibi peşimden sürüklemek adına harekete geçmiştim. Geldiğimiz yolu geldiğimiz gibi gitmesini de becerirdik diye umut ediyordum. Tam arkama dönüp ikizimi kendimle beraber peşimden sürükleyip gitmek üzereyken daha önce hiç duymadığım bir erkek sesi kulaklarımıza doluştuğunda, Zümrüt de ben de adımlarımızı olduğumuz yerde durdurmuştuk.
"Maalesef, hanımlar, o kapıdan içeri girdiğiniz an özgürlüğünüzü geride bırakmış oldunuz. Tecrübeyle sabit." Konuşan kişinin sesini daha önce hiç duymamıştım. Arkamı döndüğümde yüzünü de daha önce hiç görmediğimi fark etmiştim. İkizim ve beni baştan aşağı ukalaca sırıtarak incelediği için istemsizce ben de onu göz hapsine almış ve baştan aşağı incelemiştim.
Kumraldı ve yakışıklı sayılırdı. Gri slim-fit bir kot pantolon ve beyaz tişört giymişti. Üzerinde ince siyah deri bir ceket vardı. Hafif dağınık saçları ve açık tonda kahve gözleri vardı. Her iki elinin baş parmağı hariç geriye kalan 4 parmağında da siyah yüzükler vardı. Küpeli biriydi. Doğrusu aksesuarlar ona fazlasıyla yakışıyordu.
"Ne diyorsun lan sen!" Zümrüt'ün öfkeli sesi onu fark etmeme neden olmuştu. Bununla birlikte, kendisi çoktan yerinden fırlamış ve bizimle alay eder gibi konuşan çocuğun olduğu yere adımlamıştı.
"Hey hey, sakin ol, şampiyon," gülüşünü yüzünden aniden silmişti. Ellerini Zümrüt'ün yüksek sesinden rahatsız olmuş gibi kulaklarına götürmüş ve onları eliyle kapatmıştı. Zümrüt yüksek sesle tepki vermiş olsa da, bu kişi sesten fazlasıyla rahatsız olmuşa benziyordu. Ya oyuncuydu ya da hassas kulak denilen türden biriydi.
"Az önce ne demek istediğini ya söylersin ya da-"
"Ya da ne yaparsın?" Bambaşka bir ses işittiğimizde korkuyla yutkunup kafamı sesin geldiği yöne doğru çevirmiştim. Başka biri daha vardı burada. Onu da daha önce hiç görmemiştim.
Dalgalı siyah saçları ve belirgin yüz hatlarıyla çekici ve fazlasıyla dikkat çekici bir görünüme sahipti. Rahat ve salaş olan gri spor jogger pantolon giymişti. Beyaz hoodie'siyle de tarzını yansıtmayı başarmıştı. Karizmatik havası olduğu aşikardı. İnanılmaz derecede yüksek enerjisi vardı. Fakat sahip olduğu enerji korkutucuydu. Ondan ürkmemek mümkün değildi.
"Ben söyleyeyim, hiçbir şey yapamazsın." Tekrar konuştuğunda ortaya çıkan sert sesi kafamı ister istemez aşağı yukarı sallamama neden olmuştu. Sesinde otorite vardı ve bu otorite, onu tanımadığım hâlde kafamla onaylamak zorunda bırakmıştı beni. Sanki ne söylerse beni etkisi altına alabilecekti. Düşüncem tüylerimi bir kez daha diken diken yapmaya yetmişti.
"Sen, bu öküzlerin kusuruna bakma canım. Sadece yarım saat önce buraya kapatıldığımızı anladıklarında bütün villayı yıkıp kırdılar. Kapıları açmak için debelendiler. Siz geldiğinizde her yeni misafir geldiğinde olduğu gibi tepemizde duran ve beyin eritmeye yarayan lazer ışınlı uçan silahlar, hepimizi şu gerideki odaya hapsetti. Silahlar şu an ortalıklarda yok, ama eğer ortalığı dağıtmaya çalışırsan ya da bir şeyleri kırmak istersen hemen ortaya çıkabilirler. Durum böyle olunca siz gelene kadar odadan çıkamadık. Malum çıksaydık, muhtemelen beyinlerimiz erimek suretiyle burun deliklerimizden ve kulaklarımızdan akıp gidecekti. Siz gelince içine kapatıldığımız odadan çıkmakta özgür olsak da, sanırım evden çıkmakta hâlâ özgür değiliz."
Tek bir solukta onca cümleyi nasıl kurmuştu o ya? Benim uyandığım saatle uyuduğum saat arasındaki zaman diliminde kurduğum kelime oranı bile daha azdı. Konuşan kızı sırf çok konuştuğu için incelemek istemiştim.
Sarı saçları adeta güneşin yumuşak dokunuşunu yansıtıyordu, yüz hatları belirgin ve çekiciydi. Gözleri parıldayan mavi bir denizi andırıyor, ince burunu ve zarif gülüşüyle etrafına ışık saçan bir enerjiye sahip olmasına neden oluyordu. Kendine özen gösterdiği tarzından belliydi. Üzerindeki beyaz saten bluz, ince belini vurgularken, siyah yüksek bel pantolonu, uzun bacaklarını daha da uzun gösteriyordu. Ayaklarında duran zarif siyah topuklu ayakkabılar, duruşuna zarafet katıyordu. Saçları omuzlarına kadar dalgalı bir şekilde serbest bırakılmıştı. Doğal ve zarif bir görünümü vardı.
"Dalga mı geçiyorsunuz bizimle, bu ne saçmalık? Oyun oynayacak yaşı geçmediniz mi?" Zümrüt isyan bayraklarını çekip herkesi azarladığında, ben hâlâ daha içinde bulunduğum durumu yadırgıyor ve olduğum yerde öylece dikiliyordum. Konuşmak için çaba sarf etmiyor, olanları anlamaya çalışıyordum.
Sarışın kızın uzun uzadıya kurduğu sözlerinden birinde bir odaya kısa süreliğine hapsedildiklerini dile getirdiğini hatırlamıştım. Kafamı oda diye bahsettiği yere çevirdiğimde büyük süslü duvarın arkasında bir kapı olduğunu görmüştüm. Kapı, benim oraya bakmamla eş zamanlı olarak tekrar açıldığında, bu kez içeriden birkaç değil birkaçtan fazla kişi teker teker çıkmıştı.
"Etraf temiz görünüyor, beyni erimiş kimse yok. Tudor hariç ama." Sarışın ve renkli gözlü bir çocuk, elleri pantolonun cebinde salına salına en önden gelerek salondan içeri girdiğinde bir yandan etrafı kontrol ediyor bir yandan da konuşuyordu. Onun bu sözlerinin ardından, buraya geldiğimizde konuşan ilk kişi olan diğer çocuk, doğrudan ona bakarak konuşmuştu.
"Ben niye hariçmişim?" Önümden geçip gitmek üzere olan sarı çocuk, bir an için benimle göz göze geldiğinde olduğu yerde durmuş, gülümsemişti. Onun gülüşüne karşılık veremeden, o bana kafasıyla baş selamı verip yürümeye devam etmişti. Tudor diye seslendiği kişinin karşısında durduğunda, cebinden hiç çıkarmadığı ellerini o an çıkarmış ve ellerinden birini Tudor'un omzuna koyup birkaç kere omzuna hafifçe vurmuştu. Sırtı bana doğru dönük olduğundan yüzünü göremiyordum, fakat seslerini iyi duyuyordum.
"Dostum, senin bir beynin yok ki eriyip gitsin."
Etraftaki kalabalık gülmeye başladığında, ben tam olarak ne ara bu kadar çok kişinin etrafımızda toplandığını düşünmeye başlamıştım. Kaşla göz arasında 15'ten fazla insan aynı salonda toplanmıştı. Tudor, ona sataşan çocuğun üzerine yürüdüğünde sarışın çocuk koşar adım hemen ikilinin yanında duran ürkütücü çocuğun arkasına saklanmıştı. Baştan aşağı tehlikeli birine benzeyen o çocuk, ellerini pantolonun cebine koymuş, zemini izliyordu, etrafında olup bitenleri umursamıyor gibiydi.
"Gel lan buraya, göstereceğim sana beyinsizi."
Eliyle karşı tarafa parmak salladığında avuç içi gözlerimin önüne serilmişti, avucunda gördüğüm iz tekrar soluğumu kesmişti. O an ilk kez yerimden doğrulmuş ve harekete geçmiştim. Buradaki kimse umrumda değildi, umrumda olan biri varsa o da ikizimdi. Onun yanına doğru adımladığımda henüz şaşkınlığını üzerinden atmadığı için etrafındaki insanları teker teker incelemekle meşguldü. Birinin ona doğru geldiğini fark ettiğinde bakışlarını bana doğru çevirmişti, göz göze geldiğimizde kendine gelmiş olmalıydı. Olduğu yerden harekete geçip benim yaptığım gibi bana doğru gelmeye başlamıştı.
İkimiz aynı anda karşı karşıya geldiğimizde kaşlarını havaya kaldırmıştı. Yüzümden bir şey söylemek istediğimi anlamış olmalıydı. Utangaç biri olduğum için düşüncelerimi yüksek sesle dile getirmek beni rahatsız edeceğinden kulağına doğru uzanmıştım. Beni tanıdığı için yaptığımı sorgulamamış, ona fısıldamama izin vermişti.
"Şu kavga eden çocuklardan birinin sol avuç içinde, ikimizin sol elinde olan doğum lekesinin aynısından var." Kendimi geri çektiğimde Zümrüt'ün kaşlarını çattığına şahitlik etmiştim. Söylediklerim onu hem şaşırtmış hem de düşünmesine neden olmuştu.
"Emin misin?" Kafamı evet anlamında hızlı hızlı salladığımda benden uzaklaşmıştı. Ne yapacağını çok iyi bildiğimden, durumu sorgulamak yerine sadece izlemeyi tercih etmiştim.
Kumral ve sarışın çocuk hâlâ kavga ediyorlardı. İkisinin ortasında kalan ürkütücü çocuk ise durumu zerre umursamıyordu. Zümrüt, onlara doğru gittiğinde, aslında etraftaki herkesin benim gibi sessizce bu anı izlediğini fark etmiştim.
"Siz ikiniz durun ve buraya gelin hemen!"
Zümrüt, salonun tam ortasında durup bağırdığında, adının Tudor olduğunu bildiğim çocuk, olduğu yerde taş kesilir gibi durmuş ve hızla elleriyle kulaklarını kapatmıştı. Yakalamaya çalıştığı sarışın çocuktan bakışlarını alıp tehditvari gözlerini ikizime yönlendirmişti. İkizime zarar veremeyeceğini bilecek kadar Zümrüt'ü iyi tanıdığımdan, karşımızdaki çocuğun öfkesi pek umurumda olmamıştı.
"Bağırmak yerine insan gibi konuşmayı bilmez misin sen?"
Zümrüt'ün soğukça gülüşünü duyduğumda, bakışlarımı onlardan çekmiştim. Kavgaya girmek bir yana dursun, kavga görmeye bile tahammül edemiyordum.
"Dedi, yarım saattir yaşına başına bakmadan ortada kovalamaca oynayan çocuk."
Çocuk dediği kısmı öylesine sertçe telaffuz etmişti ki, aslında sadece bu kısmı bile fena hâlde aşağılama içeriyordu. İkizimin aşağıladığı kişinin verdiği tepkiyi merak ettiğimden, onların olduğu yere doğru tekrar bakmıştım. Tudor, öfkeli hâlde birden yerinden doğrulup ikizimin üstüne yürüdüğünde, ayaklarım benden izinsiz harekete geçmişti, fakat oldukça kısa bir süre içerisinde gördüklerim tekrar yerimde durmama neden olmuştu. Kalabalık içinden gelen bir başka çocuk, ikisinin arasına geçerek öfkeli çocuğun ikizime ulaşmasını bedeniyle engellemişti.
Zümrüt, buradan gördüğüm kadarıyla oldukça uzun olan çocuğun siyah kabanlı sırtıyla bakışıyordu. İkizimin yerinde başka biri olsa muhtemelen kalpten giderdi. Şayet biri sırf kendisini korumak için onu arkasına almıştı. Yine de ben ikizimi çok iyi tanırdım. Onun böylesine bir harekete vereceği tepki ancak şöyle olurdu:
"Çekilsene lan önümden! Çekil de şu salak çocuğa haddini bildireyim."
Düşüncelerim zihnimde tamamlanmadan Zümrüt'ün öfkesi ortaya çıkmıştı. Onu korumak isteyen kişinin arkasını dönüp ikizime şaşkın şaşkın baktığını gördüğümde, içinde bulundukları atmosfer ve o atmosfere verdikleri tepkileri komik bulduğumdan o halleri gülmeme neden olmuştu. Bir yandan gülerken bir yandan kafamı refleks olarak soluma çevirdiğimde, korkutucu olduğunu düşündüğüm çocuğun bana baktığını görmüştüm. Hayır, bana bakmıyordu. O benim gülüşüme bakıyordu. Gülüşüm farkındalık sebebiyle suratımdan silinmişti. Baktığı gülüşüm silinince, gözleri olduğu yerden gözlerime doğru çıkmıştı. Gözlerime baktığında yüz ifadesinden gördüğüm tek şey boşluktu. Ne düşündüğünü hiçbir şekilde anlayamıyordum.
O ise benim hakkımda bir an için her ne düşündüyse, kaşlarını çatmıştı. Ona daha fazla bakmak istesem de bakmaya devam edememiştim. Birine birkaç saniyeden uzun süre bakmayı beceremezdim. Hem zaten yüzümün birazdan domatese döneceğine de emindim.
Utangaçlık duygusunu bir an önce üzerimden atmak için bakışlarımı tekrar ikizime çevirmiştim. Yüz ifadesinde hem öfke hem de kararlılık vardı. Karşısında duran adamın samimi bir şekilde yardım etmeye çalıştığı aşikardı, ancak ikizim bunu kabul etmiyordu.
"Tanımıyorum seni, diyorum. Sen hâlâ önümde dikiliyorsun. Benim senin korumana ihtiyacım yok. Anlamıyor musun?" Sesindeki ton, tüm çevreyi sarsacak kadar kesindi. Konuyu kaçırmış olmalıydım. Konuştukları konuyu tam olarak kavrayamamıştım.
Uzun çocuk ellerini havaya kaldırarak, "Sadece yardım etmek istedim, cinsiyetle ilgili bir durum söz konusu dahi değil," diye yanıtlamıştı onu. Ancak Zümrüt, kendisini savunma pozisyonunu bırakmayarak, "yardım istemiyorum. Kendimi koruyabilirim," demeyi tercih etmişti. Hatta sesindeki öfke hiç eksilmemişti.
İkizimi korumak adına bedenini siper eden adamı ilk kez inceleme fırsatı tanıdığımda, onun simsiyah saçları ve koyu kahve gözleriyle dikkat çeken biri olduğunu görmüştüm. "Neden bu kadar gerginsin? Belki de yardıma ihtiyacın vardır." Zümrüt'ün neden öfkeli olduğunu işte şimdi anlamıştım. Yardıma ihtiyaç duymak... İşte sorunun cevabı bundan ibaretti.
Zümrüt bir kez daha yüksek sesle bağırıp, "Bana yardım etmeye çalışma, benim gücüme güvenim var. Kendimi koruyabilirim," Dediğinde Tudor ile beraber bu kez hepimiz yüksek sesten dolayı yüzümüzü ekşitmiştik.
"Hay sikeceğim ama artık. Bağırma lan!" Tudor yüksek sesten gerçekten etkileniyor olmalıydı. Onun kulaklarını kapatıp dişlerini sıkarak tepki vermesi bile canın yandığına işaretti.
"Bana mı küfür etti o?" Zümrüt'ün giderek öfkelenmiş olması, onun oraya gönderme sebebimi bana tekrar hatırlatmıştı. Anlaşılan o ki Zümrüt bunu çoktan unutmuştu.
"Sana niye küfür edeyim ben? Öyle ortaya karışık bir şeydi," Tudor'un Zümrüt'e şaşkın şaşkın bakıp kendini açıklamaya çalışması çok tatlıydı. Zümrüt, odun ruhlu biri olduğundan öfkesinden Tudor'un utandığını bile görememişti.
"İşte bu yüzden beyinsiz dedim ben buna. Herife bak! Ortaya karışık becerdim diyor." Diğer sarışın çocuk konuya dahil olduğunda, Tudor bir kez daha o kişinin üzerine atılmak için hamle yapmıştı, fakat hamlesini gerçekleştiremeden olduğu yerde durmak zorunda kalmıştı. Çünkü tam da o anda biri konuşmuştu.
"Acaba burada kaç kişinin avuç içinde bıçak izine benzer bir leke var ve bu leke uzun zamandır avcunda duruyor." Konuşan kişi belki de burada en son konuşması gereken kişiydi. Yani bendim.
Herkesin bakışlarını üzerimde hissettiğimde, keşke konuşmasaydım, demiştim. Olduğum yerde öylece kızarmıştım. Belki de kızarmam gerektiği bir şey yoktu ortada, ama ben yapı olarak fazlasıyla utangaç ve içine kapanık biriydim. Bir anda bütün gözlerin üzerime dönmesi beni rahatsız ederdi. Görünmez kız olmayı sevip sevmediğimi hiç düşünmedim, ancak görünmez kız olmaya o kadar alışmıştım ki birileri benim farkıma vardığında oradan kaçıp gitmek istiyordum. Alıştığım düzen bozulmasını istiyordum. Ne ben birine dokunayım ne de biri bana dokunsun istiyordum.
"Ben konuşamıyor falan sanmıştım kızı."
Kalabalık içinde birinin benim hakkımda yanındaki arkadaşına söylediklerini duyduğumda bakışlarımı o taraftan alıp diğer tarafa çevirmiştim. İkizim de dahil olmak üzere herkesin bana bakıyor oluşu gerilmeme neden oluyordu. Zümrüt ile göz göze geldiğimde ondan gözlerimle yardım dilenmiştim. İkizim beni daima anlardı, tüm gözlerin üzerimde olması canımı sıkıyordu. Zümrüt'ün bana kafasıyla onay işareti verdiğini görünce içim rahatlamıştı. Biraz sonra bütün dikkati kendi üzerine çekerdi. Böylelikle rahatsız olduğumu gözlerin hepsi kaybolacaktı.
"Kardeşim haklı, şu sarı kafaların avuç içinde ikimizin avuç içinde olan lekenin aynısından var. Burada başka bu izi taşıyan var mı?" Zümrüt'ün sözlerinin ardından bütün dikkat onun üzerine çekilmişti. Etraftaki herkes bakışlarının hedefine onu aldığında derin nefes alıp vermiştim, böyle iyiydi, böyle olması çok iyiydi.
Kalabalık içinden bir kızın sesini işittiğimde bakışlarımı zeminden kaldırmamıştım. Kulağım onlarda olsa da hiçbiriyle göz göze gelmek istemediğimden sürekli zemini izliyordum. Dolayısıyla konuşan kişinin sadece sesini duymuştum.
"Burada ki herkesin ortak özelliği avuç içinde o lekenin olması, hepimizin avucunda o izden var."
Kızın sözleri beni bir kez daha düşünce denizlerinde yelken açmaya itmişti. Bizden önce zaten bu izi kendi aralarında fark etmiş olmalılardı ki konuşan kişi bu kadar kendinden emindi. Peki kimsenin aklına yardım çağırmak gelmiyor muydu?
"Telefonun evin içine girdiğin an sinyal göndermeyi bıraktı, boşuna uğraşma." Yine kulaklarıma aşina olmadığım bir ses ulaştığında, olup biteni görmek için bakışlarımı kalabalığa çevirmiştim. Gözlerim ikizimin üzerinde durduğunda, onun elinde telefon olduğunu görmüştüm. Muhtemelen bizden çok önce buradan kurtulmak adına girişimde bulunmuş olsalar da başarılı olamamışlardı.
"Kızlar yeni geldi, üzerlerine çok fazla gitmeyin. Henüz kafalarına uçan ve beyin eriten silahlar nişan bile almadı. Durumu yadırgıyor olmaları çok normal."
Kalabalığa gözüm kaydığında, iri yarı olsa da kısa boylu olan bir erkeğin konuştuğunu görmüştüm. Saçları fazlasıyla uzundu, siyah uzun saçlarını tepeden aşağıya doğru örmüştü. Tuhaf bir tarzı vardı: fosforlu yeşil neon ayakkabıları, pembe tüylü ceketi ve turuncu şortuyla tam anlamıyla tuhaftı.
"Tüm olayı doğru düzgün anlatacak biri yok mu?"
İkizimin bıkkın sesi ile çıkan isyanı tarafımca fazlasıyla haklı bir isyan olarak onaylanmıştı. Hiçbir şeyi anlamıyordum, ve anlamıyordu. Sadece şunu yapamazsınız, bunu yapamazsınız, bunu siz yapmadan önce biz zaten denedik diyorlardı, fakat hiçbiri neden böyle olduğunu anlatmıyordu.
Zümrüt'ün isyanı üzerine etraftaki herkesin gözü, buraya ilk geldiğimizde oldukça uzun bir şekilde konuşan sarışın kıza kaymıştı. Muhtemelen herkes en çok konuşanın o olduğunu bildiğinden olayı onun anlatmasını bekliyordu. Herkesin gözü ona kaydığında, sevimlice gülümsemiş ve sanki bu anın gelmesini bekliyormuş gibi anında konuşmaya başlamıştı.
"Buradaki bazı kişiler birbirlerini tanır, bazı kişiler ise birbirini ilk kez gördü. Mesela ben ve hemen arkamda duran kırmızı saçlı kız, aynı okuldan 2 öğrenciyiz. Kendisiyle bir samimiyetim olmasa da dönem ödevlerinde denk geldiğimiz için konuşmuşluğumuz var. Buraya ilk geldiğimde onu hemen tanıdım." Eliyle arkasındaki kırmızı saçlı kızı işaret ettiğinde gözüm istemsizce oraya kaymıştı. Kızı incelediğimde uzun kırmızı saçlı, ağzında, burnunda ve kaşında piercingi olan simsiyah giyinmiş biri olduğunu fark ettim. Konuşan sarı kızı zerre umursamıyordu, hatta kız konuştukça ona tiksinerek bakıyordu. Aynı okuldan olsalar da birbirlerinden pek haz ettikleri söylenemezdi.
"Hepimizin buraya davet edilme şekli, siz gelmeden önce kendi aramızda ipucu toplamaya çalıştığımızdan bildiğimiz bir konu. Şimdi size sormak lazım. Siz de bu partiye okulunuza yeni gelen ve tanımadığınız kişiler tarafından mı davet edildiniz?" Zümrüt ve ben aynı anda kafamızı aşağı yukarı salladığımızda, kız da bizim kafamıza sallamamıza eşlik ederek kendi kafasını sallamıştı.
"Eh pek tabii herkes bu davete teşrif etmedi. Bazılarımız davet edilse de gelmek istememiş, bunun için Han'ı ve Anka'yı örnek verebiliriz." Han olarak bahsettiği kişi yine kalabalıktan biriydi, orta boylu sevimli bir çocuktu. Konuşan kız, onu işaret ettiğinde iki elini havaya kaldırıp olduğu yerde zıplamıştı.
"Han ben oluyorum. Anka'da şu korkutucu çocuk." Han'ın korkunç diye kimden bahsettiğini görmek için eliyle işaret ettiği yere bakmıştım. Gülüşümü izleyip beni utandıran çocuğu görünce, olduğum yerde daha ne kadar dikleşebilirdim bilmesem de bedenimi tekrar dikleştirmiştim. O zaten beni izliyordu, gözünü kırpmadan. Ben veya etrafımızdaki başka biri onun bakışlarında yanlış anlama bulur mu diye umursamadan sadece beni izliyordu. Adı Anka'ydı. Adı güzeldi.
Bakışlarının yoğunluğunu hâlen üzerimde hissediyordum. Neden bana bu denli yoğun şekilde baktığını çözemiyordum. Yine de onun dışında herkesle göz göze gelmeye razıydım.
"Onlar Parti'ye zorla getirildi." Anka yine cevap vermezken, Han işin içine atılmıştı.
"Zorla demeyelim de, ailemiz ile tehdit edildik diyelim. Onlar için kendimizi feda ettik falan filan."
Han konuştuğunda ağzım şokla açılmıştı. İşin boyutu sandığımdan çok daha büyük ve çok daha tehlikeli olmalıydı. Birileri bizden her ne istiyorsa, amaçları neyse, bunun içine aileleri katacak kadar gözleri kararmıştı.
"Ailenizle mi tehdit ettiler? Cidden mi? Kim bunlar ve bizden ne istiyorlar?" Zümrüt, benim kafamda dönüp duran soruları sesli şekilde dile getirdiğinde, ona tüm kalbimle hak vermiştim. Aynı şeyleri merak ediyor, aynı noktaları düşünüyorduk.
"Kim olduklarını biz de bilmiyoruz. Buraya geldiğimizden beri, robotlar dışında hiç kimseyi görmedik. Bildiğimiz tek şey, buradan çıkmaya çalıştığımızda ölümle yüz yüze geldiğimiz gerçeği."
Kalabalıktan tanımadığım bir kızın sözleri sayesinde, korku bedenimi esiri hâline getirmişti. Burada başımıza her türlü şey gelebilirdi. Birilerinin belli ki bizim üzerimizden elde edebilecekleri bir amacı vardı. Diğerlerini bilmem, ama ben ve Zümrüt kendi hâlinde takılan iki insandık. Etrafımdaki insanlara baktığımda, onların da aslında henüz çok genç olduklarını görmüştüm. Muhtemelen hepimiz lise öğrencisiydik. Bu kadar çocuğu bir araya toplayıp ne elde etmek istiyorlardı ki?
"Hepimizin burada olmasının ortak bir amacı var o zaman. İkizim ve benim-" Zümrüt eliyle beni gösterdiğinde, Tudor onun sözünü kesmişti. Tudor, gerçekten Zümrüt'ü tanımadığı için onun üzerine çok gidiyordu, şayet ikizimin bu dünyada en nefret ettiği şeylerin başında sözünün kesilmesi geliyordu.
"İkiz misiniz? Birbirinizle alakanız yok. Şu kız melek gibi ağzı var, dili yok. Senin için aynı şeyi asla söyleyemem."
Bir kez daha tüm gözler üzerime döndüğünde, kafamı kalabalığın olduğu yerden çevirmiştim. Utanç duygusu tekrar bedenime yüklenmişti. Kafamı her çevirdiğimde tuhaf bir şekilde Anka'ya yakalanıyordum. Ne zaman kalabalıktan gözlerimi çeksem, onun gözleriyle karşı karşıya geliyordum. Fakat bu kez gözleri benim üzerimde değildi. O bakışlarının hedefine Tudor'u almıştı. Bakışları kesinlikle dostane değildi; ona öfkeli şekilde bakıyordu. Tudor ise kendisine yönelik olan bakışlardan habersizdi.
"Eğer bir daha sözümü kesersen, yemin ederim öldürürüm seni." Zümrüt'ün Tudor'a karşı tıslaması, Tudor'un ellerine teslim olur gibi havaya kaldırmasına ve dalga geçercesine gülmesine neden olmuştu.
"Hanımefendi ile uğraşmayı kes lütfen." Uzun boylu çocuk bir kez daha ikizimi korumaya çalıştığında, Zümrüt neredeyse çıldıracaktı. Bu iki çocuk el ele vermiş ve onun en nefret ettiği şeyleri yapmaya adeta yemin etmişlerdi.
"Ya sizi bana sırayla mı veriyorlar?" Uzun boylu çocuk ikizime yine onu anlamayan gözlerle bakmıştı. Neye kızdığını anlamaya çalışsa da anlayamıyordu. Bakışlarını ikizimden çekip etrafında gezdirdiğinde, gözlerini hedefine beni almıştı. Bana tebessüm ettiğinde, nezaket olarak onun tebessümüne tebessüm ederek karşılık vermiştim.
"Merhaba Hanımefendi, size seslenmem için acaba isminizi dile getirir misiniz lütfen?" İkizimi öfkeden kudurtan çocuk, son derece efendi şekilde bana bakarak konuştuğunda, utanmış olsam da onu cevapsız bırakmak saygısızlık olacağı için ismimi dile getirmiştim.
"Adım Safir. Safir Asilkan..." Uzun boylu çocuk bana tekrar tebessüm ettiğinde, bir kez daha tebessümüne tebessüm ederek karşılık vermiştim.
"Memnun oldum Safir. İsmin oldukça güzel. Ben de Siyon Pers. Acaba ikizinin neden bu kadar öfkeli biri olduğunu söyleyebilir misin Safir? Kendisiyle iletişim kurmakta zorlanıyorum da."
"İkizimle konuşmayı kes!" Zümrüt, Siyon'un bakışlarını üzerimden çekmek için ikimizin arasına girdiğinde derin nefes alıp vermiştim. Tanımadığım birinin bakışlarının bu kadar uzun süre üzerimde olması ve onunla diyalog kuruyor olmak oldukça güçtü.
"İşte tam olarak bundan bahsediyorum. Yine ne yaptım da kızdırdım sizi hanımefendi?" Siyon, gerçekten hayatımda gördüğüm en beyefendi erkeklerden biri olabilir, hatta başında geliyor olabilirdi. İkizim ise görüp görebileceğim en kavgacı kişiliğe sahipti. İkizimin hareketleri bu yüzden Siyon'un onu yadırgamasına neden oluyordu.
"Oğlum, kızdırma şunu gözünü seveyim. Biraz daha bağırırsa kulaklarım kanayacak, az kaldı."
Tudor'un kulak sorunu tekrar gün yüzüne çıktığına göre konu bir kez daha özünden çok daha başka bir yola kaydı diyor muyduk? Evet, kesinlikle diyorduk.
"Merhaba Safir."
Hemen yanımda bir ses işittiğim için istemsizce irkilmiştim. Ses sağ tarafımdan geliyordu. Gelen kişiye baktığımda, buraya geldiğimiz anda Tudor ile kavga edip devamlı ona sataşan sarışın çocuğu görmüştüm. Yanıma ne zaman geldiğini bilmiyordum, varlığını fark etmemiştim. Bana tebessüm ettiğinde, ona aynı tebessümle karşılık vermiştim.
"Merhaba." Göz ucuyla önünde kavga eden kişilere bakıp tekrar bana dönmüştü. Muhtemelen ikizim gibi tepki verip vermediğimi ölçmek istemişti. İkizimden çok daha farklı olduğumu anlayınca tekrar bana dönmüştü.
"Ben Tayga... Tayga Kuzo." İsminin söylenişi oldukça güzeldi, kulakta hoş duran bir ahenk yaratıyordu.
"Memnun oldum Tayga." Bana tekrar gülümsediğinde, aslında ondan aldığım enerjinin fazlasıyla güzel olduğunu algılamıştım. Etrafına neşe yayan türden biriydi, onun enerjisi karşısındakine geçiyordu.
"Aslına bakarsan, adını dile getirdiğinde bu ismi daha önce duymuş gibi hissettim. Biraz düşününce kim olduğunu hatırladım." Kaşlarımı çatarak ona bakmıştım. Kendisini daha önce ne görmüştüm ne de ismini duymuştum. Onun hakkında her şeye yabancıyken, onun beni tanıdığını söylediği yeri merak etmiştim.
"Nereden hatırladın?" Eliyle ensesini kaşıdığında nedenini anlamasam da utanmıştı.
"2 ay önce düzenlenen liseler arası holografik sanat yarışmasını hatırlıyor musun?"
Kaşlarımı tekrar çatıp ona bakmıştım. Üst üste iki kez kaş çatmanın saygısızlık olacağını düşündüğüm için bedenimi rahatlatmış ve çok geçmeden kaşlarımı düzeltip eski hâline getirmiştim.
"Evet, hatta yarışmaya katılmıştım." Kafasını hızlı hızlı aşağı yukarı sallamıştı. Hatırlamış olmam onu mutlu etmişti.
"O yarışmanın jürilerinden biri bendim." Gözlerim şaşkınlıkla açıldığında, onu baştan aşağı süzmüştüm. Hareketim onu güldürmüştü.
"İyi ama sen kaç yaşındasın ki?"
"18." Beni hızlıca cevaplamış olması bir kez daha şaşırmama neden olmuştu.
"Sence de jüri olmak için çok küçük bir yaş değil mi?" Yüzündeki sırıtış masumluktan çıkıp daha çok ukala bir hâl aldığında, kaşlarımı çatmamak için kendimle savaşıyordum.
"Doğruyu söylemek gerekirse, fazlasıyla zeki olduğum için yarışmalara katılmam haksız rekabet oluşturacağından yönetim tarafından yasaklandı. Onun yerine beni yarışmaları düzenleyen ve derecelendiren jürilerden biri olarak atadılar." Gözlerimi kısarak ona baktığımda yalan söyleyip söylemediğini anlamaya çalışıyordum, fakat yüzünde bulunan ifade fazlasıyla dürüstlük barındırıyordu.
"Gerçekten mi?" Kafasını aşağı yukarı salladığında karşımda bir dahinin duruyor olduğunu fark etmiştim. Benim için inanılmaz bir deneyimdi.
"Sen gerçekten dahi misin? Vay canına, bu çok havalı." Heyecanıma yenik düşüp hızlı hızlı konuştuğumda kahkaha atmıştı. Onun kahkahasından sonra, yaptığım şeyin farkına varıp bakışlarımı ondan kaçırmıştım.
"İnan bana, aynı şeyi ben de senin için söyleyecektim. Bugüne kadar holografi dalında gördüğüm en iyi eser sana aitti. Zaten jüri olarak, eserinle karşı karşıya geldiğimizde birincinin sen olduğunu anında anladık." Beni takdir etmesi gururumu okşasa da yüzümün domates gibi kızarmasına neden olduğuna da emindim.
"Abartıyorsun, o kadar iyi değildi." Oysa eserimin birinci olduğunun gayet farkındaydım.
"Abartmak mı? Kesinlikle fazlasıyla mütevazısın. Eserin holografik sanat eserleri ve teknolojiyi birleştiren mükemmel bir konsepti. Ayrıca, izleyicilere dokunmatik etkileşimle kontrol edilebilen çok katmanlı hologramlar tasarlamış olman kesinlikle zekiceydi. Jüri olarak, hareketli renk geçişleri ve soyut desenlerle şekillenen sanat eserine, dokunarak veya hareket ettirerek onunla etkileşimde bulunabiliyor olmam aşırı zevkliydi."
Heyecanlı sesi ve sesindeki bana yönelik duyduğu gurur, özgüven sahibi olmama öncülük etmişti. Onun takdiri beni, eserimi onunla konuşarak anlatmaya itmişti.
"Aslında yarışmayı ilk gördüğümde aklıma konu olarak çağdaşlığa duyarlılık ve teknolojiyle sanatın birleşimini vurgulayarak öne çıkan bir hologram yaratmak geldi. Sonra düşündükçe eseri, izleyicilere farklı bakış açılarından görsel deneyimler sunan hareketli ve renkli hologramlar içerecek şekilde tasarlamaya karar verdim. Tasarımı üretmeye başladığımda onunla etkileşim içinde olmak fazlasıyla zevkliydi ve bu zevk bana, neden aynı duyguyu karşımdakine de yansıtmayayım diye sordurttu. Böylece eserim için dokunmatik özelliklerle birleşmiş, izleyicilerin eserin şekillenmesine katkıda bulunmalarına olanak tanıyan bir yapı inşa ettim."
Beni sonuna kadar dinlemişti. Anlattıkça kafasını sallamış, mimikleriyle karşılık vermişti. Tayga ve ben, söz konusu bilim olunca içine düştüğümüz atmosferi unutmuş, tüm dikkatimizi sohbete vermiştik.
"Siz ikiniz, dikkatinizi içinde olduğumuz konuya verin hemen!" Tayga bana cevap veremeden bir başkası konuya dahil olmuştu. Gelen kişiyi görmek için ikimiz de sesin geldiği tarafa baktığımızda Anka'yı karşımızda görmeyi beklemiyorduk.
"Hep kaos, hep kaos, nereye kadar. Biraz bilim, ilim konuşmaktan kimseye zarar gelmez."
Tayga sırıtışını hiç bozmadan Anka'ya cevap verdiğinde, onun Anka'dan benim aksime korkmadığını görmüştüm. Tayga konuşurken, Anka bana bakmaya devam ediyordu. Kendimle inatlaşmak istiyordum. Bu kez gözlerimi ondan kaçırmayacaktım. Ona inatla bakmaya devam ettiğimde, kaşları şaşkınlıkla yukarı çıktı, hemen sonra güldü. Onunla inatlaşmış olmam hoşuna gitmişti. İnadımı sürdürmeye devam edip, ona hâlâ tip tip baktığımda, bir anda hareketlenmişti. Aniden üzerime geldiği için korkup, Tayga'nın arkasına saklanmıştım.
Tayga, korktuğumu anladığı için bedeniyle beni arkasında gizlemişti. Tayga'nın arkasından kafamı hafifçe çıkardığımda Anka ve Tayga'nın karşı karşıya olduğunu görmüştüm.
Anka'nın derin nefes alıp verdiğine dair çıkan sesi, korkudan tekrar Tayga'nın arkasına saklanmama neden olmuştu.
"Senden korkuyor." Tayga'ya sonuna kadar katılıyordum. Anka beni fazlasıyla korkutuyordu.
"Seni ilgilendiren kısmı neresi?" Anka'nın Tayga'ya karşı öfkeyle konuşmuş olması, potansiyel bir kavganın çıkabilme olasılığının habercisiydi.
"Dostum, biraz daha böyle bakarsan, altıma kaçırabilirim." Tayga'nın Anka'dan korkmadığını düşünen tarafım, onun bu sözlerinin ardından yok olmuştu.
"Siz ikiniz benim ikizimin korkmasına mı neden oldunuz, yoksa bana mı öyle geldi?" Zümrüt'ün sesini duyunca, iliklerime kadar güven duygusu hissetmiştim. Kafamı arkama çevirdiğimde, öfkeli adımlarıyla bize doğru gelen Zümrüt'ü görünce rahatlamıştım.
"Tayga! İşte şimdi bittin oğlum. Senin içinden geçme potansiyeli var kızın." Tudor'un, ikizimin ardından sarf ettiği sözlerine sonuna kadar katılsam da, Tayga'ya yazık olduğu gerekçesiyle üzülüyordum.
"Lütfen terbiyeni takın artık." Siyon, Tudor'u kendine has tavrıyla uyardığında, ben çoktan soluğu ikizimin yanında almıştım. Beni umursamayıp, yanımdan çekip gittiğinde, arkasından gözlerimi kırpıştıra kırpıştıra bakmakla yetinmiştim.
"Ben masumum. Korkunç olan o." Tayga, Zümrüt'e Anka'yı ispiyonladığında gülmemek için kendi kendime mücadele verir olmuştum.
"Sen neden geldiğimizden beri ikizimden gözlerini tek bir saniye bile ayırmadın." Zümrüt'ün Tayga'yı umursamadan Anka'nın karşısında dikilip, aslında bugün içerisinde en merak ettiğim sorulardan birini benim yerime karşısındaki çocuğa sormuş olması, beni hem fazlasıyla şaşırtmış hem de heyecanlandırmıştı. Anka'nın vereceği cevabı ölesiye merak ediyordum.
Anka ellerini pantolonun cebine koymuş, omuzlarını ikizime karşı umursamazca sallamıştı. Bakışlarında hiçbir şey yoktu, kısa süreliğine gözü bana kayıp beni baştan aşağı incelediğinde tekrar bakışlarımı ondan çekmek zorunda kalmıştım. Bir cesaret fırtınası bedenimi eseri aldığında, o fırtınanın peşinden sürüklenerek kafamı onların olduğu yere tekrar çevirmiştim. Anka'nın bana değil de ikizime baktığını gördüğümde rahatlamıştım.
"Dürüst olmamı ister misin?" Herkes gibi ben de sessiz, sakin, pür dikkat olanı ve biteni izliyordum. Anka'nın ikizime karşı vereceği cevap beni fazlasıyla ilgilendiriyordu. Ellerim daha şimdiden terden dolayı yapış yapış olmuştu.
"Zahmet olacak ama..." Zümrüt kollarını önünde birleştirmiş, Anka'nın vereceği cevabı beklemişti. Onun, Anka'nın tüm gün boyunca beni izlediğini fark ettiğini bilmiyordum. Aslında şaşırmam gereken en son konulardan biri bu olmalıydı. Zümrüt, nerede ne durumda olursak olsun bir gözüyle daima beni, bir gözüyle de daima benim için tehlike barındırabilecek kişileri izlerdi. Muhtemelen Anka'yı bu sayede fark etmişti.
"Çünkü o çok güzel..."
İlk etapta ne söylediğini anlamamıştım, ya da söylediği şeyi anlamazlıktan gelmek, soluğumun kesilmesine değil de nefes alışveriş düzenimin devam etmesine neden olacağı için hayatta kalmayı tercih etmiş ve anlamazlıktan gelmiştim. Fakat beynim artık kurulan cümlenin idrak edilmesi gerektiğine inandığında sertçe yutkunmuştum. Etraftan gelen tezahürat sesleri beni hiç olmadığım kadar çok utandırmıştı.
Gözlerim zeminin beyaz dokusunu incelerken, beynim "Keşke yer yarılsa da içine girseydik" deyip duruyordu. Kalbim neden bu kadar hızlı atıyordu? Hiçbir fikrim yoktu. Gücümü toplayıp tekrar kafamı kaldırıp, onların olduğu yöne doğru baktığımda herkes gibi onların da beni izlediğini görmüştüm. Bu beni daha fazla utandırmıştı. Utançtan artık neredeyse ağlayacak kıvama gelmiştim. Zümrüt tam ağzını açıp konuşacakken, ondan farklı bir ses, aslında bir insandan farklı bir ses, evin dört bir yanından duyulunca, susmak zorunda kalmıştı.
"Yakut Genli'ler toplantı salonuna beklenmektedir. Kırmızı okları takip ediniz. Kırmızılı Efendileriniz sizi orada bekliyor olacaktır."
Metalik ses sustuğunda bir anda bütün ışıklar kapanmıştı. Etrafı zifiri karanlık olduğunda, göz gözü görmüyor olsa da birbirimizi hâlâ duyabiliyorduk. Tepemizde kırmızı oklar yanıp sönmeye başladığında, o okların bizi nereye götüreceğini çok merak eder olmuştum.
"Bahsi geçen kırmızlı'ların yıllar önce Ra-nın Gözü tarafından yok edilen o tarikat olma ihtimali yüzde kaç? " Tayga'nın sesini duyduğumda içimde inanılmaz derecede büyük korku tufanı başlamıştı. Az önce utançtan ağlamak üzere olan ben, birazdan korkudan ağlamak üzere olacaktım. Oysa kulaklarımın duyduğu kadarıyla içeride korkudan ağlamaya başlayan kişiler zaten mevcuttu.
Birinin ellerini ellerimin arasında hissettiğimde, korkuyla geri adım atacakken o kişinin sesini duyduğumda rahatlamıştım. "Benim kardeşim, korkma." Zümrüt korkacağımı bildiği için hemen yanımda durmuştu. Onun varlığı biraz da olsa bana kendimi iyi hissettirmişti. Ona cevap vermek yerine ellerini sımsıkı tutarak karşılık vermiştim.
"Eğer onlar kırmızılar ise, Yakut Gen'liler olarak bahsettikleri bizlerle fena hâlde büyük oyun oynayacaklar demektir." Kalabalığın olduğu kısımdan yine daha önce duymadığım bir erkek sesi kulaklarıma nüfus ettiğinde, ona fazlasıyla hak vermiştim.
"Asıl mesele bizden ne istedikleri." Anka'nın düşünceli sesini duyduğumda Zümrüt'e daha fazla sokulmuştum.
"Hayır! Asıl mesele oyunları için kurucu muyuz? yoksa kurban mıyız? Gerçeği." Siyon, karanlıkta Anka'yı cevapladığında uzun zaman sonra ilk kez konuşmak istemiştim. Belki de karanlık yüzündendi cesaretim; göz gözü görmeyeceği için konuşursam beni fark edemezlerdi, nasıl olsa.
"Biz ne kurbanız ne de oyun kurucuyuz, çünkü henüz kim olduğumuzu seçmediler. Eğer oraya gidersek damgamıza göre kim olduğumuz anlaşılacak."
Avuç içimdeki yara lekesi yine alev almış gibi yanmaya başladığında, hayatım boyunca kurduğum en korkutucu cümleleri sarf etmiştim. Öyle ki sözlerim, etraftaki ağlama seslerinin yükselmesine neden olmuştu. Soru, Kırmızılı'ların kim olduğu gerçeği değildi. Soru, Yakut Genli'lerin kim olduğuydu. İkisinin arasında çok fark vardı. Ve bu fark, savaşın ilk anından bir kesit olarak kalmalıydı.
(👁🗨)
Gök Yakut'un Asil Okuyucuları Mavimsulandı!
|
0% |