Yeni Üyelik
7.
Bölüm

👁‍🗨BÖLÜM 4: AYRILIK GETİREN ÇIĞLIK

@mavimsu_

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Gök Yakut'un asil okuyucularına

 

 

keyifli okumalar dilerim.

 

 

 

(👁‍🗨)

 

 

Elem kârâne hisler sardı etrafımızı.

 

 

Ok mu yaydan çıktı, yoksa silah mı patladı?

 

 

Bir rüzgar esti tam o anda,

 

 

Oysa biri gitti

 

 

biri kaldı.

H.G. 

 

 

(👁‍🗨)

Korku yağmur damlaları gibiydi; her yerde vardı, tane tane yağar, tane tane ıslatırdı. Öyle ki korku damlalarından kurtulamazsınız, hastalanırdınız, üşütürdünüz. Belki vücudunuzu değil, ama kafanızı üşütürdünüz.

 

Kim olduğunu bilmeyen her insan, bir bilinmezlik çukurunda canhıraş debelenirdi; kazmaya çalışırdı, veyahut tırmanmaya çalışırdı. Ama öyle ya da böyle, kurtulmaya çalışırdı; kendisi için mücadele eder ve sadece kendisi için savaşırdı. Başaramayınca kızardı, kendisine çok kızardı. Şimdi burada, karanlığın altında bir çukurun içerisinde, kim olduğunu bilmeyenler olarak korku yağmurlarının üzerimize yağmasını bekliyorduk.

 

Sonumuz iyi olsundu...

 

İkizimin elini sıkı sıkıya tutmuştum; o önden giderek beni peşinden sürüklüyordu. Kendi içindeki vicdan azabının arasına beni dahil etmiyordu. Kendisine fazlasıyla kızgındı, beni buraya peşinden getirdiği için kendisine çok haksızlık ediyordu. Onu çok iyi tanırdım, vicdan azabı çektiğine emindim. Hatta şimdi, şu an, beni korumak için gerekirse kendi canından bile vazgeçebileceğini bilirdim. Lakin o ne kadar kabul etmek istemese de, buraya ben istesem de istemesem de gelmek zorundaydım. İstesem de istemesem de beni buraya getireceklerdi.

 

Bugün burada olan herkesin avuç içinde aynı izden vardı. Aynı yara izinden vardı. Bizlere o iz için leke demişlerdi. Doğum lekesi demişlerdi, doğduğunuz andan beri avucunuzda var demişlerdi. Neyin ne kadar doğru, ne kadar yanlış olduğunu bilemiyorduk. Ne kadarı kabul görürdü bu gerçeğin can yakan tarafları kestiremiyorduk. İçimizde her saniye artan öfke vardı. Birileri vardı ve o birileri bize yalan söylemişti; birileri vardı ve o birileri bütün hayatımızın içine edecekti.

 

Karanlık yolu tepemizde yanıp sönen kırmızı oklu ışıklar sayesinde az da olsa görebiliyorduk. Okun altında ilerleyerek gideceğimiz yere varmayı umut ediyorduk. Buradaki kimseyi tanımıyordum, burada tanıdığım tek kişi canımdan çok sevdiğim kız kardeşimdi. Ona bir şey olmasını istemezdim; ona bir şey olmasına tahammül edemezdim.

 

Etrafta çok genç insan vardı; hepimiz daha lise öğrencisiydik. Hepimizin hayalleri ve bu iğrenç dünyaya rağmen olan umutları vardı. Umutumuzu elimizden almasınlar istiyorduk. Umudu elinden alınanlar yaşayamaz, ölürlerdi. Çok çabuk ölürlerdi, acı çekerek ölürlerdi, can çekişerek ölürlerdi. Can çekişmek için çok gençtik, yaşamak içinse çok geçti.

 

Gözlerim acı dolu, düşüncelerim sebebiyle sulanmıştı. Ağlayacak mıydım? Belki ağlardım. Fakat içimde öylesine bir ses vardı ki, bana şimdi sırası değil, zaten ağlayacaksın, ama şimdi gözyaşlarını boşa heba etme, diyordu. Adım attıkça adım atıyor, ilerledikçe ilerliyorduk; kimseden çıt çıkmıyordu. Eğer birilerinin ağlamamak için iç çekişleri, korkudan hızlı hızlı alıp verdikleri nefesleri, hızlı hızlı atan kalplerinin sesi sayılmasaydı, kimseden çıt çıkmıyor derken, haklı olabilirdim.

 

"Beni affet, kardeşim." Zümrüt'ün hemen yanımdan gelen kısık sesini duyduğumda, karanlığa rağmen onu görmeyeceğimi bilsem de, bakışlarımı suratına çevirmiş öylece yürümeye devam etmiştim.

 

"Seni affetmek mi? Söylesene kardeşim, ortada affedebileceğim bir şey var mı?" Sesim fazlasıyla sakindi; onu rahatlatmak istiyordum, onunla beraber rahatlamak istiyordum. İçeride başımıza her ne gelecekse, ikimizin de buna hazırlıklı olması gerekiyordu. Korkuyorduk, ağlamak istiyorduk, ama bunu yapamazdık. Buradan kurtulmadan gardımızı düşürmememiz gerekiyordu.

 

"Lütfen böyle merhametli olma. Buraya gelmek istemedin; seni buraya ben getirdim. Hatta sen buraya benim bile gelmemi istemedin. Bunu bize ben yaptım." Olduğum yerde durduğumda, onun da benimle beraber durmasını sağlamıştım; elimi tuttuğu için bunu yapmam fazlasıyla kolaylaşmıştı.

 

"Bizi buraya sen getirmedin; bizi buraya avuç içimizdeki o iz getirdi, ve o iz avuç içimizde olduğu sürece, biz istesek de burada olurduk, istemesek de. Kendini suçlamayı bırak! Kendini suçlamayı lütfen bırak. Benim o sert Zümrüt'e ihtiyacım var; bizi sadece o koruyabilir."

 

Kendisini toparlaması gerekiyordu; güçlü durması gerekiyordu. O güçlü durursa, ben de güçlü dururdum. Fakat o yıkılırsa, ben de yıkılırdım. Eğer beni yıkmak istemiyorsa, yıkılmaması gerekiyordu; bizim gücümüzün kaynağı oydu. O güçlüydü, ve hep öyle kalmalıydı.

 

İkimiz olduğumuz yerde öylece durduğumuz için, insanlar etrafımızdan gelip geçiyorlardı. Çoğu önünü bile göremediğinden, bize çarpıp öyle yoluna devam ediyordu. Yine de etrafımızda olup bitenler umrumuzda bile değildi; kardeşimin yüzünü göremiyordum, yüzünün aldığı şekilden habersizdim. Ancak tekrar harekete geçtiğinde, elimi çok daha sıkı tutmuştu; adımlarını çok daha sert atmıştı, bedeninin dikleştiğini bile hissedebiliyordum. İşte bu iyiye işaretti.

 

Kısa süre sonra Zümrüt'ün yanına doğru giden bir gölge görmüştüm. Tam olarak yüzünü ayırt edemiyordum. Zümrüt'ün kulağına doğru yaklaşan kişi kimdi anlayamadığım için Zümrüt'ün elimin içinde duran elini sıkmaya başlamıştım. Zümrüt durduğu için ben de olduğum yerde durmak zorunda kalınca tedirginliğim giderek artmıştı. Buradan görebildiğim tek şey, birinin Zümrüt'ün kulağına eğildiği ve Zümrüt'ün o kişi başını tekrar dikleştirdiğinde kafasını ağır ağır aşağı yukarı salladığıydı. Karanlık bedenin sahibi Zümrüt'ün yanından ayrıldığında, Zümrüt tekrar ilerlemeye başlamıştı. Eli hâlâ elimin içerisinde olduğundan dolayı, ben de onunla beraber yoluma kaldığım yerden devam etmiştim.

 

"İkizin gibi misin bilmem, ama sana yakın durmamdan rahatsız olma." Zümrüt önden gidiyordu. Konuşan kişiyi duymamıştı. Oysa ben, Anka'nın sesini bedenimin her zerresinde duymuş gibi hissetmiştim. Zümrüt'ün bizi duyup olay çıkartmasını istemediğimden, sessiz sessiz konuşmaya özen göstermiştim.

 

"Benden ne istiyorsun?" Gülüşünün sesini duyunca, böyle bir ortama rağmen nasıl olur da gülmüştü, merak etmiştim. Hiç mi korkmuyordu? Çok mu cesurdu?

 

"İlk görüşte aşka inanır mısın?" Sorduğu soruyla afallamıştım; konumuzla ne alakası vardı bu sorunun?

 

"İlk görüşte aşk, beyindeki dopamin, serotonin ve oksitosin gibi kimyasalların etkileşimiyle tetiklenen kısa vadeli bir çekimdir. Gerçek aşk ise zamanla oluşan derin bir duygusal bağlamı içerir." Tanıdık başka bir ses duyduğumda, konuşan kişinin Siyon olduğunu sesinden değil çok bilmişliğinden dolayı anlamıştım.

 

Büyük salonun içinden ayrlmıştık. Koca villanın içinde bulunan merdivenlerden aşağı inmiş, yolumuza böylece devam etmiştik. Şimdilerde ise kırmızı oklar, oldukça uzun süredir bizi dar ve uzun bir koridor boyunca yürütmeye başlamıştı. Oklara itaat ediyor ve yürüyorduk.

 

"Sen de nereden çıktın?" Siyon'un arkamdan gelen sesini duyduğumda, kafamı ona çevirmek yerine önüme bakarak ilerlemeye devam ederken konuşmuştum. Anka, Siyon'un ani varlığı sebebiyle ona yönelik küfür ettiğinde, Siyon tekrar karşılık vermişti.

 

"Lütfen terbiyeni takın." Küfür yüzünden sorduğum soru askıda kalmıştı; yüzüm istemsizce asılmıştı.

 

"Size gelince sevgili Safir Hanım, en başından beri arkanızdaydım." Siyon'un benim sorduğum soruyu umursamadığını düşünen tarafım, aldığı cevapla mutlu olmuştu. Öylesine görünmez biriydim ki, kimse tarafından umursamayacağımı düşünürdüm. Her zaman öyle olmuştu. Bugün öyle olmamıştı.

 

"Sevgili deme ona..." Anka'nın sesindeki öfke yüzünden mutluluğum tekrar yok olup gitmişti. Ondan mı korkuyordum, yoksa öfkesinden mi korkuyordum kestiremiyordum.

 

"Ona saygı duyuyorum; kıskanmana gerek yok." Siyon'un sesini duyunca, neredeyse karanlıkta yürüdüğümüz için şükür edecektim. Kızardığımı hiç kimse görmemişti. İşin tek iyi kısmı burasıydı.

 

"Saygını belirteceksen sayın diyebilirsin." Anka'yı tanıyalı daha ne kadar olmuştu? Bir gün bile değil. Bana karşı olan ilgisinin sebebini anlayamıyordum.

 

"Ulan var ya, Siyon'u Eros görse yazıklar olsun der, okunu götüne sokardı." Tayga'nın sesini duyunca irkilmiştim. Bunlar gizli gizli durup bir yerlerden bir kerede çıkmayı nasıl beceriyorlardı?

 

"Harbi ha! Adam resmen aşk itirafının içine güdümlü bomba gibi düştü." Hadi Anka'yı fark edemedim, hadi Siyon'u fark edemedim, hadi Tayga'yı da fark edemedim, ya Tudor'u da mı fark edemedim diye kendi kendime kızmak istesem de boştu, çünkü fark edememiştim.

 

"Güdümlü bomba mı? Tanıdık bir terim. Tam olarak neydi o?" Tayga, Tudor'a belki de ölüme gidiyorken sorup sorulabilecek en saçma soruyu sormuştu.

 

"Derste işlemiştik. Aklımda kalmış. Eski nesil bir silah. Yok etme kapasitesi örnek verecek olursam, bir taktik güdümlü bomba 15 katlı bir binayı yok edebiliyor şeklinde." Tudor sustuğunda Tayga ona cevap vermişti. Ben ise konunun hangi ara bombalara geldiğini anlamaya çalışıyordum.

 

"15 katlı bina mı? Benim tasarladığım yüksek hassasiyetli saldırı makinası bile tek seferde bir şehri yok edebilecek düzeyde." Tayga'nın özgüven ve kibir içeren sesi onun kim olduğunu merak etmeme neden oluyordu. Henüz daha 18 yaşındaydı ve bomba ürettiğini söylüyordu. Zekası korkutucuydu.

 

"Lan sen bomba mı üretiyorsun?" Tudor'un şaşkın sesine sessizce katılmıştım.

 

"Sadece boş zamanlarımda." Anka'dan korkan tarafım, aslında yanlış kişiden korktuğunu düşünür olmuştu. Tayga giderek daha korkutucu oluyordu.

 

"Tamam, o hâlde düzeltiyorum," Tudor sakince konuştuğunda, konuyu kaçırıp kaçırmadığımı hatırlamaya çalışıyordum.

 

"Buyur kardeşim." Tayga en az onun kadar sakindi.

 

"Lan sen boş zamanlarında bomba mı üretiyorsun?" Tudor'un sakin sesi gidip yerini tekrar şaşkınlığa bıraktığında, her şeye rağmen ben de gülmüştüm. Kafadan çatlaklardı, ve onların bu hâli ister istemez etraflarındaki herkese yansıyordu.

 

"Evet. Başka soru." Tayga yine sakin sakin Tudor'u cevapladığında, arkamda dönüp duran dedikodunun hoşuma gidiyor olmasını garipsemeden dinlemeye devam etmiştim.

 

"Yok kardeşim. Başarılarının devamını dilerim." İkisinin atışmaları fazlasıyla garipleşmeye başlamıştı. Bir öfkeleniyor bir sakin sakin konuşuyorlardı.

 

"Yaşarsak neden olmasın?" Tayga haklıydı, eğer bugün yaşamayı başarırsak, belki de ilk kez arkadaş edinmek için çaba sarf ederdim. Bu çocuklarla arkadaş olmayı çok istesem de, onların yanına kendimi yakıştıramıyordum. Ben onlar gibi kafadan çatlak değildim. Konuşmayı sevmezdim. Utangaç ve pasiftim.

 

"Yine de bomba üretmek hiç etik değil," Siyon'un kınayan sesini duyduğumda, aslında ortama en yabancı olan ikinci kişinin o olduğu gerçeği gözlerimin önüne serilmişti. Birinci kişi bendim.

 

"Adam bomba üretim diyor, bu hâlâ etiklik derdinde." Anka'nın hemen yanımdan gelen sesini duyunca, varlığını tekrar hatırladığım için ürpermiştim.

 

"Korkma artık benden."

 

Korkma demesi kolaydı. Dışarıdan nasıl görünüyor haberi yoktu herhalde.

 

Birden boşta kalan elimi dolduran başka bir el var olduğunda, şaşkınlıktan neredeyse küçük dilimi yutacaktım. Bir elimi ikizim tutarken, diğer elimi tanımadığım bir adam tutuyordu. Eğer tepki verirsem, muhtemelen ikizim çok büyük bir olay çıkarırdı, çaktırmamam gerektiği için elimi elinin içinden çekemiyordum. Onunla beraber yürümeye devam ediyordum; ikizim ve tanımadığım bir adam, ellerimden tutarak bana resmen çocuk muamelesi yapıyordu.

 

Neredeyse ortamın karanlık olduğuna şükür edecektim. Zümrüt bir yabancının hele de erkek bir yabancının elimi tutmasına asla izin vermezdi. Bizi görmüyor olması içimi rahatlatıyordu.

 

"Ama kafa açtınız. Susun iki dakika da düşünelim."

 

Zümrüt peşinden beni sürükleyerek ilerliyordu.

 

Arkasını dönmeden bize sesini duyurduğunda onun aslında bir şeyler düşünmek için sessiz bir ortama ihtiyaç duyduğunun farkına varmıştım.

 

"Sen bağırmak dışında bir şey yapabiliyor muydun?" Tudor, ikizime laf soktuğunda sertçe yutkunmuştum.

 

"Seni burada bir bağırtırım var ya ömrü hayatın boyunca unutamazsın." Tudor'un kahkahasını işittiğimde Zümrüt'ün aynı anda olduğu yerde durması beni de durdurmaya yetmişti. Biz durunca diğerleri de durmak zorunda kalmıştı. En başta diğer elimi tutan kişi durmak zorunda kalmıştı.

 

"Bana bak çocuk, benim sinirlerimi bozmayı kes artık, yoksa-"

 

"Yoksa ne yaparsın?" Tudor hâlâ ikizimi ciddiye almıyordu. Zümrüt ciddiye alınmamak karşısında deliye dönerdi ve her türlü şeyi yapabilme potansiyeline sahip olurdu.

 

"Ne mi yaparım, öyle mi?" Ben de dahil etraftaki diğer herkes Zümrüt'e bakıyordu. Kalabalık bir grup olarak tek seferde yolun ortasında durduğumuz için geriye kalan tayfa da bizimle beraber durmuştu. Kırmızı ışıklar hâlâ kafamızda yanıp sönüyordu.

 

"Herkes biraz sonra yapacağım şey için önceden hazırlıklı olsun." Zümrüt, elimi bırakıp konuştuğunda derin nefes almıştım. Ne yapmak istediğini anlayamasam da bir şey yapacağı kesindi.

 

"Ne yapacakmışsın ki-"

Sorum askıda kalmıştı.

 

Zümrüt, avazı çıktığı kadar bağırarak, içinde biriken duyguları koridorun duvarlarına sertçe vurarak yansıtmıştı. Sesinin yankısı, sessizliği paramparça edip, gökyüzüne doğru tırmanmıştı. Sanki içindeki fırtınayı dışa vuruyordu. Onu göremeyeceğimi bilsem de bakışlarım Tudor'un sesini devamlı olarak duyduğum yere kaymıştı. Canının çok acıdığına emindim.

 

İkizim bazen gereğinden fazla bencil olabiliyordu. Tudor'un acısını en iyi ben anlardım. Işığın yoğun olduğu anlarda sol gözüm o kadar çok acırdı ki bazen kaşık alıp onu olduğu yerden oymak isterdim. Hatta çoğu zaman sırf bu yüzden güneşin tepede olduğu saatlerde dışarı çıkmak zorundaysam, güneş gözlüğü takmak zorunda kalırdım. Dikkat çekmeyi sevmeyen ben, güneş gözlüğü sayesinde fazlasıyla dikkat çekerdim.

 

Kırmızı ışığın altında bir bedenin dizinin üzerine çöktüğünü ve acıyla kulaklarını kapattığını görmüştüm. Tayga onunla beraber yere çökmüş ve Tudor'u sesten korumak için kollarıyla kulaklarını kapatmaya çalışıyordu. Bunun boşuna uğraş olduğunu bildiğim için sesin kaynağına yönelmiştim. Anka'nın sıkı sıkıya tuttuğu elimi kendime doğru hızla çekerek ondan ayrılmıştım. Zümrüt'ün yanına vardığımda iki elimle onu tutup sertçe sallamıştım. Hareketim, susması için yeterli olmamıştı.

 

"Yapma! Yalvarırım yapma." Zümrüt aniden sustuğunda bana şaşkın şaşkın bakıyordu. Hayatımda ilk kez bir başkası için ona karşı çıkmıştım. Şaşkınlığı bunaydı. Zümrüt'ü gerimde bırakmıştım. Etraftan gelen homurdanmaları duymak umurumda değildi. Tudor'un diz çöktüğü yere doğru gitmiş ve yanında diz çökmüştüm. Dişlerini öylesine sıkıyordu ki bunu çenesinin gerilmesinden anlayabiliyordum. Gözlerini sımsıkı kapatmıştı. Onun canı gerçekten fazlasıyla yanmıştı. Yaptığı birkaç küçük espri, bu kadar büyük bir can acısını hak etmesini gerektirmiyordu.

 

"Tudor... Lütfen bana bak ve iyi olduğunu söyle." Bir nevi travma geçiriyor olmalıydı. Ellerini kulaklarından çekmiyor, dişini sıkıyor, gözlerini kapatmaya devam ediyordu. Ben konuştukça o kafasına hayır anlamında iki yana sallıyordu.

 

"Dostum, kendine gel bak, geçti. Sorun yok." Tayga da benim gibi onun için endişe etmişti. Onu kendine getirmek için çabalıyorduk, fakat boşuna uğraşıyormuşuz gibi hissediyordum.

 

"Hiperakuzi." Siyon da bizimle aynı yere diz çöküp Tudor'u kendine getirmeye çalışıyordu. Eliyle sırtını ovalıyordu. Onun bahsettiği şeye ben ve Tayga aynı anda tepki vermiştik.

 

"Ne?"

 

"Hiperakuzi, yani yüksek sese ya da doğrudan sesin varlığına karşı duyulan hassasiyet. Herkesin rahatsızlık duymadan geçtiği sokak gürültüsü onlar için adeta işkence olur. Kısık bir konuşma, çıkan bir kapı sesi veya telefonun zil sesi, kulaklarına kazınan çığlık gibidir, falan." Siyon sustuğunda Tudor'un canının neden bu kadar çok acıdığını şimdi daha iyi anlamıştım.

 

"Sen bunları nerden biliyorsun?" Anka'nın konuşan varlığını hemen yanımda hissetiğimde, yine korkuyla irkilmiştim. Nasıl oluyor da sessiz sakin bir anda ortaya çıkıyordu, kesinlikle anlamıyordum.

 

"Genel kültür iyidir. Öğrenmenin sınırı yok." Siyon'un kişilik olarak kendini geliştirdiği konuşma tarzından bile belliydi.

 

"Peki şimdi onu kendine nasıl getireceğiz?" Tayga, Siyon'a soru sorduğunda, bakışlarım Tudor'un üzerinde gezinmişti. Hâlen aynı pozisyondaydı, gözlerini hiç açmamış, dişlerini sıkmaya devam ediyordu.

 

"Öncelikle şu etraftaki fısıldaşmaları ve homurdanmaları kesmek, tamamen sessiz bir ortam yaratmak gerek." Siyon konuştuğunda, Anka hemen karşılık vermişti.

 

"O iş ben de." Diz çöktüğü yerden ayağa kalktığında ne yapacağını merak ettiğimden ona bakmıştım.

 

"Kesin lan sesinizi, kimseden ses çıkmasın." Anka'nın otoriter sesiyle beraber bütün konuşmalar kesilmişti. Herkes sustuğunda ben, korkudan az daha nefes alıp vermeyi unutacaktım. Bu çocuk gerçekten inanılmaz derecede sertti ve insanda söylediği her şeye uyma hissiyatı uyandırıyordu. Tekrar diz çöktüğünde, onunla göz göze gelmek istemediğimden bakışlarımı ondan çekmiştim.

 

"Şu anda duyusal olarak stresle başa çıkıyor olabilir. Duyarlı bir yaklaşım, sakin ve anlayışlı bir ses tonuyla birinin onunla konuşması gerek. Kendisini güvende hissetmesine yardımcı olursak, gerçekliğe geri dönebilir." Siyon konuştuğunda, tuhaf bir şekilde hepsinin gözü bana kaymıştı. Kaşlarımı çatarak onlara karşılık verdiğimde, Tayga konuşmuştu:

 

"Hadi ama Safir, gerçekten bizden sakin ve anlayışlı bir tonda iletişim kurmamızı beklemiyorsun, değil mi? Şahsen ben, içimde kalan son iyi tarafın sözüne kulak astığım için Tudor'la dalga geçmek yerine yardımcı olmaya çalışıyorum." Elini travma geçirdiği için bizden çok başka bir dünyada olan Tudor'un omuzuna koyduğunda, tekrar konuşmuştu. "Kusura bakma kardeşim, kulak falan dedim ama sen üzerine alınma." İki kez üst üste Tudor'un omuzuna vurduğunda, bu dalga geçmeyen hâli, ise dalga geçen hâlini düşünmek bile istemiyorum diye içimden geçirmiştim.

 

Onlara ve sözlerine hak verdiğimde, kimseyi umursamadan doğrudan konuya girmiştim, bakışlarımın hedefinde Tudor vardı. "Sana ne olduğunu görebiliyorum. Acını seninle beraber yaşamam mümkün değil." İki eliyle kapadığı kulaklarının üzerinde duran ellerinin üstüne kendi ellerimi koymuştum. "Yaşadıklarını tam olarak anlamam bile mümkün olmayabilir, yine de seninle birlikte olmak ve sana destek olmak istiyorum." Yalan söylemiştim. Aslında yaşadığı acıyı çok iyi anlıyordum. Gözlerimi bir saniye bile yüzünden ayırmamıştım, olduğu yerde salınması kısa süre sonra durmuştu. Hatta görebildiğim kadarıyla çenesini sıkmayı bıraktığını bile söyleyebilirdim.

 

"Şu an zor bir durumdasın. Hissetiklerini anlamam için bana rehberlik et." Duygu dolu çıkan sesim, sımsıkı kapattığı gözlerini açıp bakışlarını bana yöneltmesine neden olmuştu. Kırmızı ışığa rağmen yüzünü görebiliyordum. Küçük bir çocuk gibi bakıyordu bana. Muhtemelen küçük bir çocukken birinin çıkıp "geçecek" demesini çok beklemişti. O çaresizliği bilirdim, çünkü aynı bakışlara ben de sahiptim. Onu en iyi ben anlardım ve o da beni en iyi anlayacak kişiydi.

 

"Geçti... Güvendesin... İyisin... Acı yok! Duydun mu beni? Acı artık yok." Gözlerinin dolduğunu yoğun karanlığa rağmen görmüştüm. Onu hiç tanımadığım hâlde acısını kalbimin en derininde hissediyor olmak, benim de gözlerimin dolmasına neden olmuştu.

 

"Sanırım ağlayacağım." Ona bakarak konuştuğumda birden, beni kendine doğru çekmişti. Bana sımsıkı sarıldığında, ona sımsıkı sarılmıştım. Eğer bugün ölmemeyi becerebilirsek, hayatım boyunca sarıldığım ilk erkeğin benimle aynı yerden yaralı biri olduğunu ve bizi birbirimize sımsıkı sarılmaya iten şeyin aldığımız yara olduğu gerçeğini asla unutmayacaktım.

 

"Beraber ağlayalım mı?" Kulağıma doğru konuştuğunda gülmüştüm. Kendine gelmişe benziyordu.

 

"Buradan kurtulursak hiç ağlamayalım. Hep gülelim." Onun kulağına doğru fısıldadığımda, gülen kişi o olmuştu.

 

"Artık benden kurtuluşun yok. Bundan sonra seni travma savar olarak hep etrafımda gezdireceğim." Travmalarıyla dalga geçmeyi bilen insanlar daima kimsesiz olanlardı. Ağlayacak kimseleri olmadığından ağlanacak hâllerine güle güle en son travmalarıyla dalga geçer ve etraflarındaki herkesi güldürmeyi başarırlardı.

 

"Siz mi ayrılırsınız, yoksa Anka mı sizi ikiye ayırsın?" Tayga'nın kafası hangi ara ikimizin arasına girmişti, habersizdim, ancak onun sözü beni kendime getirmişti. Her şeyden öte, onun sözü Tudor'un beni hızla kendisinden uzaklaştırmasına neden olmuştu. Gerçekten mi, erkekler hiçbir şey hak etmiyordu.

 

"Sağ ol kız kardeşim, sağ ol bacım. Sağ ol-" Elimle onu itmiştim. Korkağın tekiydi.

 

"Ay sus, sus!" Ayağı kalkmak için doğrulmak istediğimde birinin elini yüzümün önünde salladığını hissetmiştim. Elin sahibini görmek istediğimde bir kez daha Anka çıkmıştı karşıma. Elini havada bırakmanın saygısızlık olacağını düşündüğümden elini tutmuş ve beni ayağa kaldırmasına izin vermiştim. Ayağı kalkar kalkmaz Anka'nın elinden elimi hızla çekmiştim. Yapmam gereken ikinci bir şey vardı.

 

Hayatımda ilk kez Zümrüt'ü ikinci plana atmıştım, ilk kez onun yaptığı bir şeye karşı çıkmıştım, ilk kez onun yanında olmak yerine karşısında olmuştum. Bu nedenle kırgın olduğunu düşündükçe canım yanıyordu. Onun bana kırgın olmasını istemiyordum. Onu çok seviyordum ve ona olan sevgim, bana kırgın olduğunu görmeye tahammül edemiyor oluşuma sebebiyet veriyordu.

 

Gözlerim etrafta onu aramıştı. Bıraktığım yerde öylece duruyordu. Elleri önünde birleşik şekilde bağlıydı. Zemini dalgın şekilde izliyordu. Yanına adımladığımda o kadar dalgındı ki geldiğimin farkında bile olmamıştı. Tam karşısında durduğumda beni fark etsin diye konuşmuştum: "Hadi gidelim." Sesimi duyduğunda soğuk bakışları doğrudan bana dönmüştü. Karanlık kız kardeşimin gözlerini yine kendine esir etmişti. Öyle soğuk bakıyordu ki olduğum yerde buz tutmuştum.

 

"Gidelim." Arkasını dönüp tekrar yürüyecekti ki hızla koluna yapışmıştım. Kaşlarını çatarak bana dönüp baktığında tekrar konuşmuştum, "Elimi tutmayacak mısın?" Tıpkı Anka'nın bana yaptığı gibi elimi Zümrüt'ün gözünün önünde salladığımda, bir elime bir bana bakıp kafasını "hayır" anlamında iki yana doğru sallamıştı. Bunu bana ilk kez yapıyordu, beni ilk kez reddediyordu. Düşündüğümden daha fazla kırgın olmalıydı.

 

"Bu kez değil," gözlerimi kırgınlıkla kırpıştırmıştım. Verdiği tepkiyi hak edip hak etmediğimi bilmiyordum, ama böyle yapmaya devam ederse oturup hıçkıra hıçkıra ağlayabileceğimi biliyordum.

 

"Ama burası çok tehlikeli." Dudaklarımı büzmemek için kendimle savaşıyordum ya da ağlamamak için diretiyordum, veya ikisini beraber yapıyordum. Önce bana, sonra arkamda duran çocuklara bakmıştı. O an öyle bir tebessüm etmişti ki bana bir tebessüm ancak bu kadar yaralı olabilirdi, ancak bu kadar kırgın olabilirdi demiştim içimden.

 

"Onlar seni korur..."

 

Arkasını dönüp tepki vermemi beklemeden çekip gittiğinde, sol gözümden bir damla yaş kayıp gecenin sessizliğinde yüzümden akıp gitmişti. Arkasından öylece bakakalmıştım. Onlar beni korur, kimin umurundaydı? Bu gece hayatımda ilk kez kız kardeşim beni korumaktan vazgeçmişti.

 

Omzumda bir el hissettiğimde, elin sahibini görmek için kafamı sağ tarafıma çevirmiştim. Siyon bana destek olmak istiyor olmalıydı, yanımda durması bundan kaynaklıydı. Onun varlığını hissetmek bana güç vermişti, içine düştüğüm acı çukurunda kendimi tek başıma hissetmemi engellemişti. Zümrüt'ün yalnızlığımın içinde kalabalık olması gerekirken, o kalabalık benim için Siyon olmuştu.

 

Birinin sol elimi avuçladığını hissettiğimde, Siyon'la olan bakışmamız böylece yarıda kesilmişti. Anka elimi tutmuştu. Zümrüt'ün tutması gereken eli Anka tutmuştu. Sonra Tudor gelmişti. "Hadi gidelim," demişti. "Gidelim, beraber gidelim," demişti. Beni kendi ile götürmesi gereken kişi Zümrüt iken, onun yerini Tudor almıştı. Anka ve ben el ele kırmızı ışıkların aydınlattığı koridorda yürürken, beni gülümsetmeye çalışan ve gözyaşlarımı silen kişi Zümrüt yerine Tayga olmuştu.

 

İçimde tuhaf bir his vardı. Öylesine tuhaf bir histi ki aklımda dönüp duran şeytanlara ev sahipliği yapıyordu. Kötü duyguları insana sadece şeytan aşılamaz mıydı? Öyleyse, kafamın içine konuşup duran o şeytan bana neden, "Sen az önce aileni kaybettin, ama yine sen az önce aileni kazandın" diyordu? Bir aile kaybetmek, bir aile kazanmak için bedel olabilir miydi? Ailesini kaybeden, yeni ailesi ile mutlu olabilir miydi?

 

Oldukça uzun zamandır yürüdüğümüz koridor devasa demir bir kapının önünde durduğumuzda bitmişti. Burada, Tayga'nın söylediğine göre toplam 21 kişiydik. 21 kişi olarak hepimizin ortak özelliği sol avcumuzda bulunan yara iziydi.

 

Kızlı erkekli olarak 21 kişi tam kapının önünde durmuştuk. Anka bir an bile elimi bırakmamıştı. Tuhaf bir şekilde elimi tutuyor oluşundan rahatsızlık duymuyordum, aksine sımsıkı tuttuğu elim bütün bedenime güven duygusunu aşılıyordu. En önden ilerleyen kişi ikiz kız kardeşimdi. Biz kapının olduğu yere ulaştığımızda, o zaten kapıya yaslanmış bizi bekliyordu. En önden ilerleyen ben ve Anka'yı gördüğünde bakışları Anka'nın sıkı sıkıya tuttuğu elime kaymıştı. Yumruklarını sıktığını gördüğümde, Anka'nın elinden elimi çekmek istemiştim. Fakat Anka buna izin vermemişti. Elimi acıtmadan sıktığında, aslında bunun bir uyarı olduğunu anlamıştım. Elimi bırakmaya niyeti yoktu.

 

Zümrüt ile göz göze gelmek istiyordum. Saatlerce gözünün içine bakabileceğim tek kişi benim canım kardeşimdi, ama o beni görmek istemiyordu. Benim dışımda her yere bakıyordu. Onunla ilk kez böyle olmuştuk. Onun kalbini ilk kez kırmıştım ve onu ilk kez kırıyor olmak canımı öyle bir yakmıştı ki, bir daha asla onun kalbini kırmayacağım demiştim. Hele bir kalbini kazanayım, beni affetsin, bir daha asla ne olursa olsun onun kalbini kırmayacağım diye kendime söz vermiştim.

 

Zümrüt ile ne yaparsam yapayım göz göze gelemeyeceğimi anladığımda, ona bakmak yerine onun arkasında duran kapıya bakmayı tercih etmek zorunda kalmıştım. Tavana kadar yükselen devasa demir kapı, karanlık ve gizemli bir görünüme sahipti. Üzerinde karmaşık desenler ve ağır demir tokmaklar bulunuyordu. Kapı, tüm o ağırlığını taşıyan sağlam kilitleriyle korunuyordu.

 

"Ee, nasıl açılacak bu kapı?" Kalabalıktan bir erkek sesi geldiğinde, bakışlarım cevap bulmak istercesine Anka'ya dönmüştü. Ona soru soran gözlerle baktığımda, bakışlarıma gülerek karşılık vermişti.

 

Anlık olarak gördüğüm gülüşü, içimde inanılmaz bir coşku yaratmıştı. Gülüşü o kadar güzel, cool ve tatlıydı ki gözleri parlıyordu ve yüzüne yayılan bu gülüş beni etkisi altına alıyordu. Onun bana yönelik olan tek gülüşüyle kalbimde bir büyü hissetmiştim. "Başın her derde girdiğinde ya da bir şeyi çok merak ettiğinde, şimdi olduğu gibi, yine bana gel, olur mu? Hep bana gel, bir tek bana gel."

 

Gözlerimi istemsizce üst üste kırptığımda, hâlâ beni büyüleyen gülüşünü yüzünden eksik etmeden bana bakıyordu. "Öyle bakma." Gülümseyerek uyardığında, şaşkın bir şekilde ona bakmaya devam etmiştim. Ne dediğini anlayamadığımdan, son derece görgülü bir şekilde karşılık vermiştim.

 

"Ha!" Adımlarını bana doğru yönlendirdiğinde, hâlâ daha sözlerinin etkisindeydim, elimi bırakmadan. Tam karşımda durmuştu, boyu benden fazlasıyla uzundu, yüzünü yüzüme denk getirmek için önümde eğilmişti.

 

"Bundan bahsediyorum. Bakma, böyle bakma." Yutkunup kendimi toparladığımda, kısık tonda konuşmuştum. "Nasıl bakıyorum ki?" Yine beni büyüleyen o muazzam gülüşü ortaya çıktığında, gözlerimi gözlerinden çeksem ne olur diye düşünüyordum.

 

"Çünkü gözlerin, içine düştüğüm aşk çukuru gibi, derin ve en az sen kadar çekici. Safir, söylesene güzeller güzelim, sence de gözlerin, kaybolmuş bir pusulanın doğru yönünü işaret etmiyor mu? Her bakışın, bir masalın en güzel sayfasını çevirmiyor mu? Bilmiyorum. İnan bana, bilmiyorum Safir! Ben mi çok anlam yüklüyorum şu güzel gözlere, yoksa sen mi anlamı en güzel olan şeysin, zerre bilmiyorum. Ama bir bilsen, bilmemenin seninle ne kadar güzel olduğunu, bir bilsen, beni tek bakışınla öldürmemek için böyle bakmayı hemen keserdin."

 

Anka'nın bana karşı olan hislerini tüm çıplaklığıyla duyduğumda, şaşkınlıkla dolup taşmıştım. Kalbim hızla atarken, bu beklenmedik itiraf beni sersemletmeye yetmişti. Onun içtenliği ve romantik sözleri karşısında şaşırmış bir şekilde, 'bana böyle bakma' dese de, ona öyle bakmaya devam ediyordum. "Sen beni ilk kez burada görmedin değil mi?" Yüzü yüzümün çok yakındaydı. Tekrar gülümsediğinde, gülüşünden etkilenmemek için gözlerimi gözlerinden ayırmamıştım.

 

"İki yıldan fazla oluyor seni tanıyalı." Henüz 18 yaşında olduğumuzu varsayacak olursam, bana aşık olduğu zaman dilimi aslında ikimizin de çocuk olduğu dönemi işaret ediyordu. Birinin çocukluk aşkı olacağımı hiç tahmin etmemiştim.

 

"Ama ben seni ilk kez gördüm." Eğilip yanağıma ben kendimde bile değilken küçük bir öpücük kondurmuştu. Öptüğü yer alev almıştı, kulaklarımdan duman çıkıp çıkmadığını merak ediyordum. Kalbim neden bu kadar hızlı atıyordu, nefes alıp verişim neden böylesine düzensizleşmişti, merak ediyordum.

 

"Sen beni birçok kez gördün. Ama hiçbirinde senin için hatırlamana neden olacak kadar önemli olamadım." Sesindeki acıyı hissedebiliyordum, onu hatırlamamış olmam canını yakıyordu. Birinin canının benim tarafımdan acıyor olması, kendimi kötü hissetmem için yeterliydi. Ona mahcup gözlerle baktığımda, geri çekilmişti.

 

"Şuradan kurtulalım, sonra şu bakışların için çözüm buluruz, nasıl olsa." Yine ne yaptım da böyle bir tepki aldım merak etmiştim. Buralarda bir yerde ayna olmasını çok isterdim. En azından aynaya birkaç bakış atar ve bahsi geçen bakışlarımın ne düzeyde rahatsız edici olduğunu öğrenmeye çalışırdım.

 

Anka elimi bırakmadan önüne döndüğünde beni de beraberinden yürütmüştü. Gözlerim kalabalık içerisinde Zümrüt'ü arıyordu, lakin görememiştim. Kapıyı açmak için herkes bu tarafa doğru geldiğinden, Zümrüt kalabalık arasında bir yerlerde kaybolmuştu. Onun beni izlediğine emindim, ama benim onu görmeme izin vermeyecekti.

 

Tudor'un varlığını hemen yanında hissettiğimde bana gülümsemişti. Gülümseyişine gülümseyişimle karşılık verdiğimde, aslında ona teşekkür borçlu olduğumu idrak etmiştim. Neticede Zümrüt onun canını çok yakmıştı. O ise tekrar ayağa kalktığında Zümrüt'e tek laf etmemişti. Hatta hesap dahi sormamıştı. Tahminim benden ötürü sessiz kaldığı yönündeydi. Ona teşekkür borçlu olduğum kısım tam olarak buydu. Kız kardeşime kim olursa olsun, hangi sebepten olursa olsun, birinin sesini yükseltmesine ya da ona zarar vermesine göz yumabileceğimi zannetmiyordum.

 

"Kapının üstünde ki şey de ne?" Bizimle beraber kapının tam yanında duran erkeklerden biri konuştuğunda, bakışlarım işaret ettiği yere kaymıştı. Hemen kapının önünde durduğum için görüş açıma oyuk olarak gün yüzüne çıkan kısım girmişti.

 

"Büyük kapıyı açmak için toplam 21 Yakut Genli'nin bir damla kanına ihtiyaç vardır. Ellerinizle kapının üzerindeki sembolle dokunun ve içinden çıkan iğnenin avuçlarınıza saplanmasına izin verin. Kanınızı oyuğun içine damlatın. Unutmayın! Zayıflık göstermeden ödül alamazsınız." Büyük salonda duyduğumuz ve hepimizi aşağıya inmeye mecbur bırakan robot sesin, sözleri tekrar hepimizin duyabileceği ölçüde etrafta yankılandığında, korkuyla gözlerimi sonuna kadar aralamıştım. Bu ne biçim bir oyundu? Bu bir oyun muydu? Bizden ne istiyorlardı, bizden istedikleri şey canımız mıydı, kanımız mıydı, varlığımız mıydı, yoksa yokluğumuz mu?

 

Sol avucumdaki yara izi yine tüm varlığını belli edercesine kaşınmaya başlamıştı. Hatta yanmaya başlamıştı. Son zamanlarda fazlasıyla kendini belli ediyordu. Aslında burada olma sebebim oydu. Yıllardır avucumda duran şey doğum lekesi değildi, avucumda duran şey doğduğum anın lekesiydi.

 

Arada fark vardı, oldukça büyük fark vardı. Aradaki fark ya sonumuz olacaktı, ya da sonumuz o fark yüzünden olacaktı.

 

"İşin ciddiyeti giderek artıyor. İçeride bizi öldürmeyeceklerini nereden bileceğiz?" Çok konuşan sarı saçlı kız korku dolu sesini hepimizin duyabileceği şekilde ortaya çıkardığında, onun korkusuna benim korkum eşlik etmişti.

 

"İçeri girdiğimizde ölüp ölmeyeceğimizi bilmiyoruz, ama içeri girmezsek öleceğimizi biliyoruz. Bu da demek oluyor ki içeri girmekten başka şansımız yok." Kısa boylu minyon bir kız konuşmuştu. İster istemez ona hak vermiştim. Çok doğru söylüyordu, içeri girmezsek öleceğimizi hepimiz biliyorduk. Ancak içeride bizi neyin beklediğini bilmiyorduk. Belki de ölmeyecektik, belki de ölmekten beter olacaktık.

 

"Beyler, beni iyi dinleyin." Siyon'un sesini arkamdan duyduğumda, kalabalık içerisinde kızlar olduğu hâlde neden muhatap olarak sadece erkekleri aldığını merak etmiştim. "Aramızda her ne kadar kendi başının çaresine bakabileceğini söyleyen hanımefendiler olsa da, içeride herkes üzerine düşeni yapacak adam olun, delikanlı olun ve canınız pahasına yanınızdaki kızları koruyun."

 

Siyon'un sözleri karanlığı bıçak gibi yarıp deşmişti. Onun sözlerinde aydınlık vardı; Siyon, hayatımda gördüğüm en ince ruhlu erkek olabilirdi. O kadar iyi niyetliydi ki, sarf ettiği sözler belki de oldukça büyük bir kesim için hiçbir şey demekti. Ama çıkmaz sokağın en çıkmaz olduğu kısımın içinde olan bizler için her şey demekti.

 

Onlar olarak gördüğü biz kadınlar, korunmaya muhtaç mıydık? Hayır, asla. Kendimizi koruyamaz mıydık? Elbette koruduk, ama yine de bizim için canını ortaya koyabilecek insanların olması hâlâ birileri var dedirtiyordu.

 

Birileri vardı, birileri bizim için vardı, birileri sizin için vardı. Yemin ederim ki artık birileri vardı.

 

"Eyvallah abi, üzerimize düşeni yaparız."

 

Karanlıktan ve kalabalıktan yine bir erkek sesi çıktığında gururla gülümsemiştim.

 

"Aynen öyle. Onları ezdirecek değiliz."

 

Tayga'nın sesini duyduğumda gülüşüm giderek büyümüştü.

 

"İçeride hepimiz birbirimiz için savaşacağız, her ne olursa olsun birbirimizi koruyacağız. Söz mü, millet?"

 

Tudor kalabalığa öncülük ederek konuştuğunda herkes hep bir ağızdan söz demişti. Çıkan sesten dolayı korkup Tudor'a baktığımda, onun son derece rahat şekilde davrandığını görmüştüm. Sese tepki vermeyişini yadırgadığımda dönüp bana bakmıştı. Ona baktığımı hissetmiş olmalıydı.

 

Kafasıyla "ne var?" diye işaret ettiğinde, bir elimle kulağımı işaret edip göz kırpmıştım. Hareketimin amacı, aslında tamamen soru içeriyordu. "Hayırdır, kulağının sese karşı hassasiyeti bitti mi?" demekle aynı şeydi.

 

O da karşılık olarak üzerindeki kıyafeti işaret etmişti. Kıyafetinin alt kısmına baktığımda yırtık olduğunu görmüştüm. O yırtığı daha önce orada görmediğime emindim. Gözlerim kırmızı ışıkların altındaki kulağına kaymıştı. Bez parçalarının kulağında tıkaç niyeti gördüğüne şahit olunca gülümsemiştim. Birileri geç olsa da, kendisini sağlama almış olmalıydı. Bana gülümsediğinde tekrar önüme dönmüştüm.

 

"Sakın korkma ve her ne olursa olsun yanımdan ayrılma." Anka, kulağıma fısıldadığında, ilk etapta korksam da, daha sonrasında verdiği güven sebebiyle rahatlamıştım. Ona dönüp baktığımda, ağzımdan tek bir isim çıkmıştı.

 

"Zümrüt?"

 

Derin nefes alıp vermişti. Kafasını önüne çevirdiğinde duyabileceğim tonda konuşmuştu.

 

"Kalabalığın arasında gri, boğazlı kazaklı kızın arkasında duruyor." Söylediği yere baksam da, hiçbir şekil kız kardeşimi görememiştim. Sorgulayan gözlerimi ona çıkardığımda, gün içerisinde kaçıncı kez olduğunu saymasam da, yine gülümsemişti. Gülüşünü her gördüğümde iç çekmemek için kendimi zor tutuyordum.

 

 

"Yansımalar ve aynalar, Safir. Onlar her zaman hayat kurtarır."

 

Söylediklerinden hiçbir şey anlamamıştım. Kaşlarım, istesem de istemesem de bir şeyi her anlamadığımda olduğu gibi yine çatılmıştı. Çatılan kaşlarımın tam ortasına baş parmağı ve işaret parmağını birleştirerek canımı yakmayacak şekilde fiske atmıştı. Onun için, sanırım bu, "Kaşlarını çatma" demek oluyordu.

 

"Gri, boğazlı kazaklı kızın yanında çapraz duran beyaz elbiseli kızı görüyor musun?" Söylediği yere doğru baktığında, gerçekten de boğazlı kazak giyen kızın yanında çapraz duran beyaz elbiseli başka bir kız olduğunu görmüştüm. Gözümü kızdan ayırmadan kafamı aşağı yukarı sallamıştım. Anka'nın gözü zaten üzerimde olduğu için konuşmaya devam etmişti.

 

"Kızın sol bileğindeki saate bak, camı ayna gibi. Aynalar yansıtır, Safir. Bunu sakın unutma."

 

Onun sözleri, kulaklarımdan içeri girer girmez, işaret ettiği yere tekrar bakmıştım. Kızın sol bileğinde duran saat ve onun yuvarlak camdan ayna görevi gören kısmını göz hapsine aldığımda, ayna görevi gören saatin yansımasında birinin suretini görmüştüm. Zümrüt'ün yüzüydü. Gözlerim şokla açıldığında, deyim yerindeyse küçük dilimi yutmak üzereydim.

 

Anka, dikkatli biriydi. Hayır! Anka, çok dikkatli biriydi.

 

"Sen gerçekten çok dikkatlisin." Şaşkın şaşkın ona bakarak konuştuğumda bir kez daha gülümsemişti. Sanırım onu gülümsetmeyi sevmeye başlamıştım. O her gülümsediğinde, gözlerimin önüne büyüleyici bir manzara seriliyordu.

 

"Dikkatli olmaktan ziyade, senin dikkatini çekmiş olmayı tercih ederim." Konu bir kez daha bana olan sevgisine geldiğinde utandığım için bakışlarımı ondan kaçırmıştım. Tuttuğu elimin üstünü baş parmağıyla okşasa da, ona bakmamaya yeminliydim.

 

"Ben önden giderim." Tudor'un sesini duyduğumda gözlerim ona kaymıştı. Kendisini kapının önünde bulduğumda ne yaptığını izlemek için pür dikkat ona bakmıştım.

 

Avuç içini kapının çıkıntılı kısmının tam ortasında tuttuğunda çıkıntının içerisinden bir iğnenin çıktığını hepimiz görmüştük. Korkuyor olsak da başka çaremiz yoktu. İğne Tudor'un avuç içine saplandığında yüzünde acı belirtisi görmeyi beklemiştim. Oysa Tudor yüzünü bile buruşturmamıştı. İğne saplandığı yerden çıktığında avuç içinden kan aktığını görmek, kırmızı ışığa rağmen oldukça kolaydı. Kan damlası akıp tam çıkıntının içine düştüğünde Tudor geri çekilmişti.

 

Onun hemen arkasında Tayga vardı. Tayga da onun yaptığının aynısını yapıp kanını oyuğun içine damlattığında geri çekilmişti. Sırasıyla hepimiz avuç içimizi oraya getirip iğnenin saplandığı yerden akan kanı oyuğun içine damlatmak zorundaydık, anlaşılan.

 

Sıra kız kardeşime geldiğinde, saklandığı yerden çıkmıştı. Bir anda gözlerimin önüne onun bedeni serildiğinde mutlulukla ona bakmıştım. Onu görebiliyor olmak, benim için lütuftan başka bir şey değildi. O beni umursamadan ve dönüp bakmadan, avuç içini panele denk getirip akan kanı çıkıntının içine damlatıp tekrar geri çekilmişti. Gözünün içine doğru bakmıştım, dönüp gözümün içine baksın diye. Nafile idi. Kafasını kaldırıp, tek bir saniye bile dönüp bakmamıştı bana. Omuzlarım hayal kırıklığıyla çöktüğünde, yine güven veren o ses kulaklarıma nüfuz etmişti.

 

"Merak etme, o sana kıyamaz. Sadece zamana ihtiyacınız var." Zamana ihtiyacımız olduğunu ben de biliyordum, ama o zamanın bize ihtiyaç duyup duymadığından emin değildim.

 

Anka ile göz göze geldiğimde, kafasıyla kapıyı işaret etmişti. Sıra bize gelmiş olmalıydı. Son iki kişi kalmıştı; biri Anka, diğeri bendim. Ben önden gitmiştim. Anka gerimden gelmişti. Kapıya doğru yaklaştığımızda, avuç içimi panele okutmuştum. Hemen altta duran bir iğnenin bir delikten çıkıp bana doğru geldiğini gördüğümde sertçe yutkunmuştum. İğne tam avuç içimde durup oraya hızla saplandığında kaşlarımı acıyla çatmıştım. Saniyeler içerisinde iğne kendini geri çekip avucumdan çıktığında deldiği yerden oluk oluk kan akıyordu. Akan kanı vakit kaybetmeden çıkıntının içine damlattığımda geri çekilmiştim. Avucumun sızısı dursun diye elime yumruk yapmış, parmaklarımı yara izine bastırmıştım.

 

Anka'ya baktığımda onun hâlen elime baktığını görmüştüm. Canımın yanmış olması hoşuna gitmemişti. Gözleri gözlerime çıktığında, kafamla ona kapıyı işaret etmiştim. Geriye sadece o kalmıştı. Kafasını tamam anlamında aşağı yukarı salladığında, diğer elimi bırakıp kapının olduğu yere doğru gitmişti. Elimi bıraktığında kendimi nedenini bilmesem de tuhaf hissetmiştim.

 

Anka'da hepimizin yaptığını yapıp önce avuç içini tarayıcıya okutmuş ve çıkan iğnenin avucunu delmesine izin vermişti. Peşi sıra akan kanı bölmenin içine damlatmıştı. Son kan, son yere düştüğünde kapıdan tuhaf sesler gelmeye başlamıştı. Kısa süre sonra kapı, iki yandan hareketle yavaş yavaş açılmaya başladığında yeniden sertçe yutkunmuştum. Etraftan uğultular gelmeye devam ediyordu. Hepimiz fazlasıyla korkuyorduk.

 

Başımıza ne geleceğini bilmiyorduk. Başımıza gelecek olan hiçbir şeye hazır değildik, ama hissediyorduk. İyi şeyler olmadığını ve olmayacağını hissediyorduk.

 

Sözde parti olacağını zannederek yola çıktığımız bu lanet yere gelmeden önce evimin kapısının önünde durduğumu hatırlamıştım. Günün sonunda ne olacağını, bu kapıdan içeri tekrar girecek olduğumuzda öğreneceğim demiştim. Oysa şimdi bambaşka bir kapının önünde duruyordum, ve bu kez bu kapıdan içeri tek parça girsem de tek parça çıkmayacağımı hissediyordum.

 

Korku gün yüzüne çıkmıştı. Öyle ki dudaklarımda acı bir melodi çalıyordu; sesini benden başka kimse duymuyordu. Gözlerimde yorgun bir çığlık vardı, ama kimse fark edemiyordu. Kalbim, hayatın derin yarasıyla parçalanmış, gizlenen korkularla doluydu. İçimde fırtınalar estiriyordu; rüzgarı bir tek bana dokunuyordu.

 

Önümüzdeki devasa kapı yavaş yavaş açılıyordu; o kadar yavaştı ki, bir an için zamanın yavaşladığını zannetmiştim. Oysa zaman, her zaman acımasızca akıp giderdi; onun acımasızlığı karşısında insanlık hiçbir şey yapamazdı, bugüne kadar hiçbir şey yapamadığı gibi. Kapı tamamen açıldığında, Anka tekrar yanıma gelmişti. Elini bana uzattığında, hiç bekletmeden elini hızla tutmuştum.

 

Korkuyordum, hem de hayatım boyunca hiç korkmadığım kadar çok. Annem aklıma düşmüştü; bize bir şey olsaydı, nasıl yaşardı? Biz önemsediği için ve bizsiz yaşayamadığı için değil, biz olmadan ona kimse bakmayacağı için yaşayamazdı.

 

Korkum annem içindi; korkum, bu dünyada en çok sevdiğim insan olan kız kardeşim içindi. Henüz birkaç saattir tanıdığım çocuklar için korkuyordum; her biri çok gençti, her birinin hayalleri, aileleri, umutları, yaşadıkları ve yaşamak istedikleri vardı, belki de hiç yaşayamayacakları vardı. Anka elimi sıkı sıkı tuttuğunda, gözlerim Zümrüt'ü aramıştı. Bana kırgındı; belki de buna hakkı vardı, ama şimdi sırası değildi. Başımıza her şeyin gelebileceği bir yerde birlik olmak gerekirken, küsmenin sırası değildi.

 

Korkudan dilim bağlanmış olmasa, ona bunu söyleyebilirdim. Ağzımı oynatamıyordum, ağlamak istiyordum, beceremiyordum; gözümden tek bir damla yaş düşmüyordu. Bunun korkuyla alakası olabilirdi; korkunun da bununla alakası olabilirdi. Neticede, her şey oyundan ibaretse, biz bu oyunun kurbanları olabilirdik ve kurbanlar, korktukları zaman ağlamazlardı; ölecekleri zaman ağlarlardı.

 

Sağımızdan ve solumuzdan insanlar, merakına yenik düşüp kapının gerisinde ne olduğunu görmek için odadan içeriye doğru giriyorlardı. Birinin bedeni kapıyla arama girdiğinde, bakışlarım yine de olduğu yerde sabit kalmıştı. Ağaçların odunsu tazeliğini, yağmur yağmış ormanın esintisini ve okyanusun serinliğini tek seferde yansıtacak kadar güzel kokuyordu tam da önümde duran bu kişi. Yüzünü görmesem de, kokusunu içime çektiğim her an bunu anlayabilirdim.

 

"İyi misin?"

 

Gözlerimi yavaş yavaş ona doğru çevirdiğimde, dolu dolu gözlerle bakmıştım ona. Neredeyse ağladı; ağlayacak kıvamda olduğumu gördüğünde, beni kendine çekmişti. Bedenimin bedenine çarpması, beni kendime getirmişti; ona sımsıkı sarılmıştım. Benim için bir yabancıydı; onun için bir yabancı değildim.

 

Onu ilk kez bugün, bu gece görmüştüm; ilk kez burada konuşmuştum. İlk karşı karşıya geldiğimde, bana olan sevgisini hiç gizlememişti; bana olan sevgisini hiç kimseden gizlememişti, doğrudan belli etmişti. Yine de sanki bütün hayatımda o varmış gibi hissediyordum. Ona karşı hissettiğim şey aşk mıydı, sanmıyordum. Aşk, bütün duygulardan daha baskın olmalıydı; onun olduğu yerde geriye hiçbir duygu kalmazdı. Lakin ben şu an olduğum yerde, bütün bedenimin her zerresinde korkuyu hissediyordum; durum böyleyken, ben aşık oldum diyemezdim.

 

Elim ayağım titriyordu. Kalbime kramplar saplanıyordu; hissettiklerim hiç iyi şeyler değildi. O kadar çok korkuyordum ki, korkmanın kendisi bile korkunç geliyordu. Anka beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Yüzümün önündeki silüetin ona ait olduğunu biliyor, ancak buğulu görüntüsü yüzünden tam olarak yüzünü idrak edemiyordum.

 

Kendi kendime telkinler vermeye çalışıyordum; kendimi bir tek ben sakinleştirebilirdim. O kapıdan içeri girmek istemiyordum, girmekten başka şansımın olmadığını biliyordum.

 

"Safir, sakinleş artık, yalvarırım, sakinleş," dedi Anka'nın derinlerden gelen sesi. Onun sesi gözlerimi sımsıkı kapatmam için yeterliydi. Bana ulaşamıyordu. Bana, ben ulaşamazken bir başkası hiç ulaşamazdı. Bana ulaşamadığı için kendini suçluyordu. Bugünlerde herkes benim yüzümden kendini suçlar olmuştu.

 

"Alla beni, pulla beni, al koynuna, yâr. Gözüm senden başkasını görmez oldu, yâr. Gönlüm senden bir şey ister, nasıl desem, yâr? Alla beni, pulla beni, al koynuna, yâr."

 

Bu ses...

 

İkizim...

 

Yeşil taş...

 

Zümrüt Asilkan'a aitti...

 

Güzel sesli taşıma aitti...

 

Zümrüt ve ben, eski nesil, çok çok eski nesil şarkıların hastasıydık. Bayılırdık, hep onları dinlerdik; üzgünken, mutluyken, sinirliyken. Canımız sadece şarkı dinlemek istediğinde, günümüzde ölümlerinin üzerinden bile asır geçmiş olan sanatçıların o muhteşem şarkılarını dinlerdik.

 

Zümrüt'ün sesi çok güzeldi ve onun sesi beni daima kendime getirirdi.

 

Benim en sevdiğim şarkılardan bir tanesi, Zümrüt'ün bana bugün burada söylediği şarkının ta kendisiydi. Eski bir şarkıydı ve bu şarkıyı öyle çok kişi bilmezdi. Bizim gibi eski şarkılarla kafayı bozmuş çok insan yoktu. Yüzümde, farkında bile olmadan bir gülümseme peydah olmuş olmalıydı. Gülümsediğimin daha yeni farkına varıyordum. Anka'nın önümdeki varlığı gitmişti. Onun yerini ikizim almıştı; iki eli omzumun aşağısında, kolumu kavramış, bana endişeli gözlerle bakarak beni seyretmeye başlamıştı. Kız kardeşim sonunda beni görüyordu.

 

Gözlerim dolu dolu olup neredeyse ağlamak üzereyken, Zümrüt bakışlarını tavana doğru kaldırmış, derin nefes alıp vermişti. Daha sonrasında beni hızla kendisine doğru çekip başımı omzunun arasına yaslamama sebep olmuştu. Daha fazla ayrı kalmaya dayanamamış olmalıydı.

 

"Barıştık mı?" İçimi çeke çeke konuştuğumda, sesimin boğuk çıkması onu güldürmüştü.

 

"Hiç küsmedik," sözlerini duyar duymaz ona sımsıkı sarılmıştım. Gözlerimi kapatıp ikizimin huzur veren kokusunu içime çekmiştim.

 

Senin için dağları deler, yol açarım, kardeşim.

 

Senin için denizleri kuruturum, kardeşim.

 

Senin için GÖK YAKUT'u yerlere çalarım, kardeşim.

 

Canım iste, canım bile sana kurban, kardeşim.

 

"Artık iyi misin?" Anka'nın hemen yanımızdan gelen sesini duyduğumda, onun varlığını unuttuğumu fark etmiştim. Zümrüt gelince, onu satmış gibi olmuştum. Kafamı yavaş yavaş Zümrüt'ün omuzundan kaldırdığımda bu, kız kardeşimin kaşlarını çatıp ikimize bakmasına neden olmuştu.

 

"O henüz çok küçük, farkında mısın?" Zümrüt, Anka'ya beni işaret ederek konuştuğunda neyden bahsettiğini anlayamadığım için yüzümü buruşturarak ikisine bakmıştım. Benim aksime, Anka ikizimin neyden bahsettiğini anlamış olmalı ki rahat bir şekilde göğsünü gere gere onu cevaplamıştı.

 

"Aşkın yaşı yoktur diye eski bir atasözü var. Hiç duymadın mı?" Mevzu ne ara aşka gelmişti? Benim bilmediğim zamanlar vardı da o zamanlarda onlar konuştukları için mi kendileri birbirlerini gayet iyi anlarken, ben hiçbir şey anlayamıyordum.

 

"Ben onu bunu bilmem, içeride onu koru ama buradan çıktığımız zaman sakın etrafında dolanma." Zümrüt, elimi sımsıkı tutup beni kendisiyle beraber yürümeye zorladığında, ben yine hiçbir şey anlamadığım için ona ayak uydurmak zorunda kalmıştım. Biz açılan kapıdan çıkıp gitmek üzereyken, Anka'nın sesini yeniden duymuştuk.

 

"Artık ondan uzak durmak için hafızamı falan kaybetmem gerekir." Boğazımın aniden koruduğunu yutkunmaya çalıştığım tam bu esnada fark ettim.

 

Unutmasın... Neden bilmem, ama o beni değil, bana olan sevgisini unutmasın istemiştim. Belki bu isteğime bencillik diyebilirlerdi, ama ben Anka'nın varlığına hâlâ yabancı olsam da bana olan sevgisini benimsemiştim. Beni sevmekten hiç vazgeçmesin, beni sevmeyi hiç bırakmasın, bana olan aşkını hiç unutmasın istemiştim.

 

Safir Asilkan, hayatında ilk kez bugün bencildi. Peki, Safir Asilkan neden bunun ilk bencilliği olsa da son bencilliği olmayacağını düşünüyordu? Neden böyle hissediyordum ben?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(👁‍🗨)

 

 

Gök Yakut'un Asil Okuyucuları

 

Mavimsulandı!

Loading...
0%