Yeni Üyelik
10.
Bölüm

👁‍🗨BÖLÜM 6: MASKELİ TAKLİTÇİ

@mavimsu_

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Gök Yakut'un asil okuyucularına

keyifli okumalar dilerim.

(👁‍🗨)

 

Bölüm Sözü

Kırmızının altında yatar derin sır,

Büyükbaba fısıldar, mücevher kırılır.

Locanın karanlığı, şeytanla sarılır,

Kurtuluş arayan, gölgede yanılır.

 

H.G.

(👁‍🗨)

Kimsesiz kalmak, sessiz kalmak için yeterli bir sebep miydi? Durup bakmak, görmek için yeterli miydi? Baktığını görebilir misin, gördüğünü anlar mısın? Sen hep böyle miydin, ya da yaşanmışlıklar mı seni bu hâle getirdi? Kimileri için kimsesiz mi kaldın, kimsesiz olamayacak kadar birileri mi vardı yanında? Öyle ya da böyle, senden geriye ne kaldı? Bir sen kaldı geriye, bir de biri var senden hallice.

 

Niye dişini sıkıyorsun? Kırmak mı istiyorsun onları? Dişlerin kalbin gibi mi olsun istiyorsun, onlar da mı kırılsın? Onların da mı kırıklarını sayamayalım, sayamayacak kadar çok kırığın var kalbinde. Çok kırık var. Alçıya mı alsak kalbini, alçlasak mı? Kalbini saklasak mı? Belki saklarsak kırıklarımız azalır...Bilirsin işte, insanlar erişemediğini kıramaz.

 

Yumruklarını sıkıyorsun, Safir. Niye sıkıyorsun? Korkuyu iliklerine kadar hissediyorsun. Korku bir vücut olsa, sahibi sen olurdun. Yanlış, korku sen olsan dahi bir şeye sahip olamayacak kadar yetersizsin. Gücün yok, zayıfsın. Tahammülün yok, dayanılmaz derecede dayanıksızsın. Başarıların yok, acınacak hâldesin. Öylece durursun, bir şeyleri çözer gibi olursun, ama ya çözüme geç ulaşmışsındır, artık iş işten geçmiştir ya da çözümü bulsan dahi, çözümü ortaya atacak cesaretin yoktur.

 

Buradaki çocuklara bak, Safir. Onlara bak, onların korkusunu hisset. Gözlerinde acının izleri olan, iliklerine kadar korkan çocukları hissetmen gerek. Senin yapabildiğin tek şey bu. En iyi olduğun şeyi yapmak ve onları hissetmek, onları görmen gerek. Safir, yalvarırım, bu kez onlara bakmak yerine onları gör.

 

Ağlayanlar var, korkudan donup kalanlar var. Bağırıp çağırıp küfür edenler var, yüksek sesten dolayı bayılanlar var. Etrafında birileri var ve o birileri hep yanında. Kardeşin var, biraz öten de yeni tanıdığın çocuklar var. Tutsak bir şekilde oturduğun koltukta da sen varsın. Sen niye varsın, hep mi varsın? Niye mi varsın, Safir? Sen, tanrım, kahretsin, sen hep varsın.

 

Gözünden bir damla aktı ve o damla senin içini yaktı. Arsız bir damla...Seni yakarcasına arsız taparcasına hain...Aktı gitti ve boşluğa süzüldü, hiçliğe doğru yola çıktı ve hiçin teki oldu. Sahi Safir, niye böyle oldu? Niye böyle oldun? Niye korkağın teki oldun?

 

Tehlikeyi, daima hissettiğin hâlde tehlikeye karşı niye hep savunmasız oldun? İsyankar olma, isyancı ol, istila et, tarumar et, yık! Yak! Yok et!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Safir, yık, yak, yok et!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Konuşacak hâlin yok, kızım senin. Neyi yıkacaksın? Neyi yakacaksın? Neyi yok edebilirsin ki sen? Zavallılar, bir zavallı gibi davrandığı sürece görecekleri tek muamele acımasızlıktır. Sen sana karşı acımasız olanların alay ettiği konulardan sadece birisin.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Şu karşındaki robota bak. Elinde bir iğne var, bir aşı. İçinde kırmızı bir sıvı var, o sıvının ne olduğu belli değil. Ne işe yaradığı belirsiz, o sıvının seni neye dönüştüreceği bilinmeyen.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Duygusuz bir robot bile senden daha çok iş görüyor, senden daha başarılı. O robotun bile bu hayatta bir amacı var. Tasarlanış şekli bu amaç uğruna. Bir de kendine bak. Bir varlığın var, ama bir yokluğun içindeki hiçlik kadar değerli. Senin o varlığın, varsın ama yoksun gibi. Var olman boş gibi, amacın yok. Bugün burada öleceksen, kendine üzülmezsin. Öyle de nefret ediyorsun kendinden. Ama içeride o hiç tanımadığın çocuklar için üzülebilirsin. Öyle de merhametlisin sen.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Eminim ki senin aksine, onların bir amacı var. Eminim ki senin aksine, onların var olması bir anlam ifade ediyor. Senin aksine, onlar gerçekten var. Bugün onlar hayattan kopup giderse, senin aksine bu dünya gencecik şu insanları kaybetmiş olur. Sen ise çok konuşulmaya bile değmezsin.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Oradaki adamın senin akraban olduğunu çözdün, Safir. Tebrikler, bu büyük bir başarı. Peki, neye yaradı çözüme ulaşmış olman? Çözümün kendisi böyle midir, çözümü ortaya sunmadığın sürece çözmüş sayılabilir misin?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ağzını açamıyorsun. Tam o esnada biri saçına asılıyor, etrafta dönüp duran uğultular var, kulakların seslere yabancı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Saçının içindeki metalik el enseni ortaya çıkarıyor. Sonra, acımasızca, bir robota yakışırcasına elinde tuttuğu iğneyi ense köküne saplıyor. İliklerine kadar tir tir titriyorsun. Acı, ense köküne saplandığı an oradan bütün bedenine yayılıyor. El ve ayak parmakların anında karıncalanıyor ve gözlerini kapatıyorsun. Kulakların zaten sağır. İğnelerden korkmuyorsun ama daha önce böylesine sert bir şekilde iğneyi vücuduna yemediğin için, bugünden itibaren eğer hayatta kalırsan iğnelerden korkacağını çok iyi biliyorsun.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Robot senden uzaklaşıyor, diğer taraftaki kıza doğru gidiyor. Kızın ağlamaya başlaması muhtemelen seni gördükten sonra çekeceği acıyı anlamasından kaynaklı. Kafanı kız kardeşinin olduğu yere doğru çeviriyorsun, ona bakıyorsun. O senin ikizin. Aynı karında var oldunuz, aynı anda dünyaya geldiniz. Bu dünyada en çok benzemen gereken kişi o iken, en az benzediğin kişi o. Sen iğneyi bedenine yediğinde ağlayacak kıvama gelmişken, kız kardeşin gözünü bile kırpmıyor, acısını belli etmiyor. O iğnenin vücutta yaydığı acıyı az önce sen yaşadın, biliyorsun. Yüzünü ekşitir diye bekliyorsun, boşa bekliyorsun. Kız kardeşin zayıf değil, Safir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Zümrüt, Safir'den daima daha güçlüdür.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Onun gibi olmak isterdin. Onun gibi güçlü olmak isterdin. Sen bunu hep istedin ama hiç cesaret edemedin, hiç gerçekleştiremedin. Hiçbir zaman onun gibi olamayacaksın. Sen her zaman korkağın teki olacaksın. Bak, şimdi de sağ gözünden bir damla yaş düştü. Zümrüt en son ne zaman ağladı bilmiyorsun ama sen en son şimdi ağladın, Safir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kız kardeşinden uzaklaşan robot, kız kardeşinin bakışlarının sana dönmesine neden oldu. Zümrüt sana baktı, sana tebessüm etti. Sanki son kez tebessüm eder gibi bir hâli vardı. Sanki gülüşünde bir elveda vardı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir gülüşü vardı, içine vedalar sığıyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ona tebessüm etmek istedin, yine beceremedin. Yapamadın, yapamazdın da zaten. Bu kadar çok korkarken yapabildiğim tek şey ağlamaktı benim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Fark ettim de ben sanırım ölmek istemiyordum. Fark ettim de ben sanırım kız kardeşim ölsün istemiyordum. Fark ettim de ben sanırım buradaki kimse ölsün istemiyordum. Buradan kurtulmak istiyordum. Her şey için çok geç olduğunu bildiğim hâlde, bu olsun istiyordum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ekranın gerisindeki adamlara bakmak istemiyordum. Onlardan çok korkuyordum. Korkularımın üzerine gitmek benlik değildi. Ben korkularımdan kaçardım. Bakışlarımı hep onlardan kaçırdım. Kız kardeşim bana tebessüm etmeye devam ediyordu, başını koltuğun gerisine yaslamıştı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Senin için dağları deler, yol açarım, kardeşim." O güzel sesinden en sevdiğim şarkıyı bir kez daha duyduğumda ağzımdan kaçan hıçkırığa engel olamamıştım.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Senin için denizleri kuruturum, kardeşim." İçli içli ağlamaya başladığımda fark ettim ki Zümrüt'ün yüzündeki tebessüm hiç eksilmiyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Senin için gök yakut'u var ederim, kardeşim." İlk kez, şarkının tam da bu kısmında dudaklarım hafifçe yana doğru kıvrılmıştı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Canım iste, canım bile sana kurban, kardeşim." Gözlerimi sımsıkı kapatmıştım, dudaklarımı hafifçe aralamıştım. Konuşmakta çok zorlansam da, kelimeler bir düğüm olmuşçasına boğazımda bağlanıp açamadığım bir hâle gelmiş olsa da, konuşmayı başarmıştım.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Canım iste, canım bile sana kurban, kardeşim."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tebessümü yüzünde daha da genişlemiş ve kocaman bir hâle dönüşmüştü.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bizim Zümrüt ile birbirimizden başka kimsemiz yoktu. Aslında biz, birbirimizin her şeyiydik, birbirimize büyük bir sevgiyle bağlıydık. Kardeşliğimiz kalbimizde atardı. Kardeşliğimiz ruhumuza dolanırdı. Kardeşliğimiz her anımızda vardı. O benim ailemdi. O, benim kimsesizliğimin içindeki tek kalabalığımdı. Benim ondan başka kimsem yoktu, onun benden başka birçok şeyi olsa da, sadece benimle ilgilenirdi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Zümrüt..." Sesimin tınısına ben bile yabancıydım. Öyle kısık çıkmıştı ki sesim, alarm sesleri durmasa muhtemelen sesim bana bile ulaşmazdı. Gerçi hangi ara durmuştu o sesler, onun da farkında değildim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Söyle kardeşim," sesimin kısıklığına rağmen ona seslendiğimi duyan kardeşim anında cevap vermişti. Gözlerimi kapattığım gibi yavaş yavaş aralamış ve ona bakmıştım. Mini elbisesi yukarıya doğru toparlanmış, uzun bacaklarını bütünüyle açıkta bırakmıştı. Saçları terden sırılsıklam olmuş ve yüzünün her tarafına yapışmıştı. Yine de çok güzeldi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Korkuyorum..." Sertçe yutkunmuştu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Görüyorum..." Sanki görüyordu ama görmek istemiyordu. Görmese daha iyi olurmuş gibi davranıyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"O yani oradaki adam, o..."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"O, annenin babası," dedi Zümrüt, lafımı keserek. Kaşlarım çatılmıştı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Çatma kaşlarını, ben seni tanırım, seni bilirim, senin her hareketini en iyi ben bilirim," benim söylememe gerek kalmadan beni hemen anlayan bir kız kardeş... Hayatımın en güzel yanı, senin varlığındır kardeşim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Sence bizden ne istiyor?" Zümrüt sorduğum soruyla kafasını ağır ağır iki yana doğru sallamıştı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"İyi şeyler olmasa gerek," Zümrüt'ün sesiyle aklıma o adamın bize artık her şeyin iyiden kötüye geçeceğini söylediği an gelmişti. "Her şey iyiden kötüye geçecek" ne demekti?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Annemiz bu işin bir parçası mıdır?" Zümrüt yüzümü karış karış incelemişti. Yüzünde ifadesizlikten başka bir şey yoktu. Çoğu zaman boş bakardı ama hiçbir zaman boş konuşmazdı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Sen söyle kardeşim, onu en iyi sen tanıyorsun. Annenin bu işte bir parmağı var mıdır?" Düşünmüştüm, düşünmeme gerek olmadığı hâlde düşünmüştüm. Konduramıyordum. Onda annelik namına hiçbir şey görmediğim hâlde, bana annelik yapmadığı hâlde, saçımı hiç okşamadığı hâlde, kızı gibi davranmak yerine annesi gibi davrandığım hâlde konduramamıştım. Yine de kız kardeşime yalan söylemektense ölmeyi tercih ederdim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Bir parmağı yoktur ama bir parmağı olanların farkındadır," dedim. Zümrüt gülmüştü.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Aslında ikimiz de bugün annemiz tarafından yıllardır kurban edilmek için büyütüldüğümüzün farkına varmıştık.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Belki de annemiz o değildir, Safir. Yani elimizdeki doğum lekesi sandığımız şey bizi burada bu hâle getirdiyse, her şey uzun yıllardır planlandıysa, belki de annemiz aslında hiçbir zaman Hanzade Hanım olmamıştır."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu kez sertçe yutkunan kişi ben olmuştum. Gerçekliğin anlamları omzuma yüklenmiş birer tuğla gibi kamburumu ortaya çıkarmışlardı. Kamburum canımı yakıyordu. İnkar etmek istesem faydasızdı, çabam anlamsız olurdu. "O kadar da değil" diyemezdim. "O kadar da değildir ya" demek istesem de bunu yapamazdım. Kendime yeterince haksızlık etmiştim. Yıllarca ondan bir aile olmayı dilemiştim. Sürekli yanında olmuştum, ona ben bakmıştım. Onun için üzülmüştüm. En azından bir annem var deyip çoğu zaman kendi adıma sevinmiştim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Parça parça parçalanmıştım. Kendime yalan söylemek istiyordum: "Safir, hayır, o senin annen," demek istiyordum. Sonra düşünüyordum, annelik böyle bir şey miydi gerçekten? Bir anne, kendi canından, kendi kanından, kendi doğurduğu yavrularına bunu yapabilir miydi? Onlara kıyabilir miydi? Yıllarca aynı evin içinde yaşasalar da bir kere bile saçlarını okşamadan, yanaklarını öpmeden onlara uzak durabilir miydi?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir anne bunu yapmamalıydı, yapamazdı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Ağlama," Zümrüt'ün sesini duyduğumda ona dönmüştüm. Ağladığımı, o ağlamamı söylediği zaman fark etmiştim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Ben aptalım," ağladığım için bağlı olan ellerini yumruk yapan kız kardeşim, boğuk sesimle söylediklerimi duyduğu an gülmüştü.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Evet, öylesin." Ben aptaldım ve kız kardeşim aptal insanlara tahammül edemediği hâlde beni çok severdi. O zaman ben iyi ki aptaldım.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Ee, şimdi bey amca, öyle ekranın arkasından durup izlemekle olmuyor bu işler. Bize iğneleri sapladınız da bu işin devamı nerede?" Tayga'nın yine ve yeniden sadece sesini duyup yüzünü görmediğimizden dolayı ikizim ve benim bakışlarımız kısa süreliğine ekrandaki maskeli adamlara doğru kaymıştı. İkimiz de o adamlara bakmayı reddettiğimiz için tekrar birbirimize bakmaya başlamıştık. Adamlar Tayga'ya tepki vermiyordu. Kafamı etrafa çevirdiğimde robotların işlerini bitirdiğini ve geldikleri kapıdan gittiklerini görmüştüm.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ortamın kızıl ışıklar altında aydınlatılıyor olmasına gözlerim iyiden iyiye alışmıştı. Kırmızının varlığını artık sorgulamıyor, onun varlığını kabul ediyordum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Bunlar da nasıl insanlar ya, tek kelime etmiyorlar!" Tayga susmak bilmeyen bir tip olmalıydı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Eğer beni bu sandalyeye uzun süre bağlı tutmaya devam ederseniz, vücudum ciddi zararlar görecek. Öncelikle, kan dolaşımım bozulacak. Bacaklarımda kan birikmesi yüzünden ödem oluşacak ve derin ven trombozu riski artacak. Kaslarım hareketsizlikten zayıflayacak, eklemlerim sertleşecek ve yatak yaraları gelişecek. Sinirlerim sıkışacak ve nöropati gibi sinir hasarları yaşanacak. Solunumum zorlaşacak, akciğer enfeksiyonlarına daha açık hâle geleceğim. Hareketsizlik kalp-damar sistemime zarar verecek, metabolizmam yavaşlayacak ve kemik yoğunluğum azalacak. Ayrıca, cildim hasar görecek ve enfeksiyon riski artacak. Tüm bunların yanı sıra, psikolojik olarak anksiyete ve depresyon belirtileri gösterebilirim. Bu yüzden, beni burada bağlı tutmanız sağlığımı ciddi şekilde tehlikeye atıyor. Bilin istedim."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tayga için "çok konuşuyor" diyen tarafımı hemen devre dışı bırakmıştım. Siyon, benim hayatım boyunca duyduğum en uzun konuşmayı yapmıştı. Söylediklerinin çoğunu anlamamıştım. Bakışlarımı ona doğru çevirmiş, gözlerimi kırpıştırarak onu izliyordum. O ise bütün isyanını bizi buraya tutsak eden adamlara yapmıştı. Bakışları onların üstündeydi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Ne dedi, ne dedi?" Tudor uyanmıştı ve hemen yanındaki Anka'ya, onun yanındaki Siyon'un dediklerini tekrar etmesini istemişti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Sadece boş konuştu."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Anka, omuz silkerek Tudor'u cevaplamıştı. Muhtemelen bir yerden sonra Siyon'u dinlemeyi bırakmış olmalıydı. Fazlasıyla umursamazdı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Doktor olmak için biraz fazla küçük değil misin?" Yanımda ağlamayı bırakan kız, konuşarak Siyon'a karşılık vermişti. Siyon, sorunun ona yöneltildiğinin farkında olarak yanımda duran kıza bakıp tebessüm etmişti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Doktor değilim."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Buradaki herkes zaten fazlasıyla küçük görünüyordu. Muhtemelen hepimiz aynı yaştaydık. Doktor olması pek mümkün değildi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Bu kadar çok şeyi nereden biliyorsun o zaman?" Siyon kıza tekrar tebessüm etmişti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Hastalık."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Ne hastalığı?"

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Soruyu soran kişinin kız kardeşim olması tuhafıma gitse de Siyon'un cevabını merak etmiştim. Bay çok bilmiş kız kardeşime tebessüm etmemişti, aksine 32 diş gülümsemişti. Ona soru sorması hoşuna gitmişti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Bir tür sendromum var, Savant sendromu diye adlandırılan bir şey. Bu, belirli bir alanda olağanüstü yeteneklerle birlikte gelen bir durum. Benim durumumda, bilgi açlığı ve sürekli öğrenme isteği çok yüksek. Tarih, dinler, diller, geçmişte yaşanan olaylar, teknolojik ve tıbbi gelişmeler gibi birçok alanda inanılmaz derecede bilgiliyim. Doğruyu söylemek gerekirse bu sendrom otizimli bireylerde görünüyor. Doktorumun söylediğine göre beyninde herhangi bir şekilde hasar olmadığı hâlde bu sendromu taşıyan ilk kişi ben olabilirmişim. Benim için bu sendrom, bir çeşit hediye ve lanet arası bir şey."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Siyon'un şimdi neden sürekli bilgisini konuşturduğunu anlamıştım. Onun bildiği başka bir dil yoktu; onun dili her şeyi bilmekti. Zümrüt, hiçbir şey söylemeden kafasını önüne doğru çevirmişti. Bu hareketi, Siyon'un gülümseyen yüzünün asılmasına neden olmuştu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Siz de fark ettiniz mi?" Anka, başını koltuğa yaslayıp tavana bakarak konuştuğunda oda içerisindeki hemen hemen herkes ona doğru bakmıştı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Neyi?" Anka, Tudor'a bakmadan onu hızla yanıtlamıştı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Hepimizin avuç içlerinde aynı yara izinden var. Hepimiz aynı yaşlardayız ve yüksek ihtimalle hepimizin saçma sapan, kendine has ve diğer insanlarda olma ihtimali olmayan özellikleri var." Anka, sakin sakin konuştuğunda ne demek istediğini anlamadığımdan dolayı bakışlarımı kırpmadan onun üzerine doğru sabitlemiştim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Tayga, teknoloji konusunda fazlasıyla bilgili, elinin teknolojik aletlere fazlasıyla yatkın olduğunu söyledi. Muhtemelen önüne son teknoloji bir bilgisayar konulsa, o bilgisayarın çalışma şeklini onu tasarlayan kişiden daha iyi ifade edebilir."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Kesinlikle öyle. Övünmek gibi olmasın, ama beynimin bir insan beyni olduğunu düşünmüyorum. İnsan beyni denilen şey, benim beynimin yanında çok hafif kalıyor." Tayga'nın kendini beğenmiş biri olduğunu düşünmek istemiştim, abarttığını aslında o kadar da yüksek düzeyde bir IQ seviyesine sahip olmadığını düşünmek istemiştim, yapamamıştım. İçimden bir ses, sanki sözlerinde gram yalan olmadığını, aslında saf doğruları söylediğini haykırıyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Tudor'un kulak hassasiyetine hepimiz şahit olduk zaten." Anka, Tudor'a bakıp sırıttığında, Tudor cevap vermek yerine sadece ağzının içinde bir şeyler gevelemişti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Siyon da az önce onu diğer insanlardan ayırt eden özelliğini anlattı. Tekrar etmeme gerek yok," Siyon, Anka'ya kafasını sallayarak hak verdiğinde, ben de en az Siyon kadar Anka'ya hak vermiştim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Senin sıra dışı bir özelliğin var mı?" Konuşan kişi bendim, soru birdenbire benden bağımsız şekilde ağzımdan çıkmıştı. Anka'ya soruyu yönelttiğim an buna pişman olmuştum, bakışları hızla bana dönmüştü. O da tıpkı Siyon'un ikizime verdiği tepki gibi bana bakıp gülümsemişti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Beni bugün tanımış olabilirsin, ama sen zeki birisin, anlamış olman gerekir." Neyi olduğunu kendisi söylemek istemiyordu. Neyi olduğunu benim görmemi istiyordu. Zeki biri olduğumu düşünüyorsa, onu haksız çıkarmak istemiyordum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Anka'yı düşünmek için bakışlarımı tavana sabitlemiştim, ortam sessizdi. Muhtemelen herkes, benim vereceğim cevabı bekliyordu. Anka, Adra Gladius. Onu ilk gördüğümde, çok sert ve ürkütücü bir havası olduğunu düşünmüştüm. Aşırı yıkıcı bir tutumu vardı, yine de, onun bu özellikleri dışarıda birçok insanın sahip olabileceği özellikler arasında yer alıyordu. Daha detaylı düşünmem gerekiyordu, gözümün önüne birkaç kare gelmişti; her birinde ben kafamı aşağı yukarı sallıyordum, her birinde ben Anka'yı onaylıyordum. Anka, her ne söylerse, ben bunu kabul ediyor ve aşağı yukarı kafamı sallayarak onu onaylıyordum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Onu duyduğum sürece bu böyleydi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Sesin..." Bakışlarımı tavandan hızla çekip Anka'ya bakarak konuştuğumda, kahkaha atmıştı, aceleci tavrım onu güldürmüştü, aceleci tavrım içine düştüğümüz şu anda bile onu güldürmüştü.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Doğru tahmin." Kafasını gülüşünü yüzünden silmeden aşağı yukarı salladığında, elimi birbirine vurup alkış çırpmak istemiştim, elimin kolumun bağlı olduğunu fark ettiğimde, kendi kendimi içimden alkışlayıp tebrik etmiştim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Sesi ne?" Zümrüt, herkesin duyabileceği tonda soru sorduğunda, ikizimi ben cevaplamıştım.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Anka birine komut verdiği an karşısındaki kişi onu hiç tanımasa bile onun dediklerine uyuyor ve onu onaylıyor." Zümrüt, gözlerini şaşkınlıkla açarak Anka'ya baktığında, bunu test etmek istediğini anlamıştım. Anka da benimle beraber bunun farkına vardığında, Zümrüt konuşmadan Anka ona karşılık vermişti:

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Koridorda ne konuştuğumuzu hatırlıyor musun? Henüz daha sen Tudor'un işitme kalitesini sıfırlamadan önce karanlıkta senin yanına gelmiştim," Anka Zümrüt'e soru yönelttiğinde, Zümrüt ilk başta o anı düşünmüş, hatırladığında ise gözlerini kocaman açarak Anka'ya doğru dönmüştü.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Safir'in bir elini sen tutuyorsun, diğer elini de benim tutmama izin ver. Bana böyle söyledin ve ben de bunu kabul ettim. Bunun kabul ettiğimi bile daha yeni fark ediyorum," Zümrüt şaşkınlık ve şokla hızlı hızlı konuştuğunda, ben de olabildiğince şaşırmıştım. Ben Anka elimi tuttuğunda, Zümrüt karanlıktan dolayı bunu göremedi diye düşünmüştüm.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yoksa karanlıkta gördüğüm, ikizimin yanına doğru ilerleyen o gölge Anka'ya mı aitti?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Sanırım bunun için senden özür dilemeyeceğim." Anka, Zümrüt'ün ona karşı attığı sert bakışlara kendine has tavrıyla karşılık vermişti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Yani bu demek oluyor ki buradaki herkesin fazlasıyla tuhaf özellikleri var." Zümrüt'ün olası bir kavga çıkarma ihtimalini önlemek için konuyu hızla değiştirmek adına herkesin beni duyabileceği şekilde soru sormuştum. Kalabalığın bakışlarının bana döneceğini bilsem de bunu yapmaktan başka şansım yoktu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Öyle görünüyor." Anka beni cevapladığında, kalabalık içerisinde tam karşımdaki duvarın orta yerinde yatağa bağlı olan kişilerden siyah saçlı, mavi gözlü bir kız konuşmuştu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Ben duyguları hissedebiliyorum." Hepimiz ona baktığımızda, kendisini tam olarak ifade edemediği için yeniden hızlı hızlı konuşmuştu. "Birinin korktuğunu, üzüldüğünü, mutlu olduğunu, şaşırdığını söylemesine gerek yok. Ben onun gözlerinin içine baktığım an hangi duyguya ev sahipliği yaptığını anlayabiliyorum."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Şimdi ne demek istediğini daha iyi anladığım için sözlerini kafamda tartmaya başlamıştım. Ona soru sormak istesem de az önce zaten tüm gözleri üzerimden zar zor ayırdığım için, yeni bir soru sorarak tekrar bakışların odağı olmak istememiştim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Tamam o zaman, önce beni söyle. Sence ben nasıl hissediyorum?" Tayga'nın yine sesini duymuş fakat yüzünü görememiştim. Muhtemelen kız onu görüyordu. Kızın bakışları benim göremediğim yere doğru sabitlenmiş, birkaç saniye sonra tekrar konuşmasına neden olmuştu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Umursamaz görünüyor olsan da ölmekten fazlasıyla korkuyorsun." Kızın sesini duyduğumda tüylerimin diken diken olduğunu hissetmiştim. Muhtemelen bu onun için fazlasıyla zor bir durum olmalıydı. Şu an sadece kendi korkularıyla yüzleşmiyordu; o şu an hepimizin korkuları ile yüzleşiyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Açıkçası bu beni tatmin etmedi. Yani içinde bulunduğumuz atmosfere baksana. Buradaki herkesin korktuğunu tahmin etmek zor olmasa gerek." Zümrüt konuştuğunda kıza verecek cevabı olmayan Tayga, ikizimi hızla onaylamış ve böylece kıza 'sen bir şey bilmiyorsun' izlenimi vermişti. Kızın tebessüm ettiğini gördüğümde, muhtemelen biraz sonra sert bir şey söyleyeceğini anlamıştım.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Bahsettiğim duygular arasında aşk da var, hoşlantı da var. Biri birine karşı bir şey hissettiğinde bunu anlayabiliyorum." Kızın lafı biter bitmez Tayga hemen araya atlamıştı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Bakın şimdi Anka, Safir'den hoşlanıyormuş diyecek. Biz de şaşırmış gibi yapacağız. Anlaşıldı mı millet? Sevaptır, yapalım gitsin." Tayga beni utandırmaktan başka hiçbir şey yapmıyordu. Yüzüm yine emindim ki kıpkırmızı olmuştu. Birinin bakışlarını üzerimde hissediyordum ama ona dönüp bakmayı reddediyordum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Onu hepiniz biliyorsunuz, doğru. Ama hepiniz şu kulak hassasiyeti olan çocukla, her şeyi bilen çocuğun, ikiz kız kardeşlerden asi olana karşı bir şeyler hissettiğini biliyor muydunuz?"

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ve ortamda bulunan neredeyse herkes "ooo" demeye başlar.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ağzım şokla açık kaldığında, gözlerim yuvalarından çıkacak gibi olmuştu. Bahsettiği kişiler Siyon, Tudor ve Zümrüt'ten başkası olamazdı. Bakışlarım Zümrüt'e döndüğünde, Zümrüt'ün Siyon ve Tudor'a baktığını görmüştüm. Tayga gülmekten nefes alamayacak kıvama geldiğinde, ben de bakışlarımı o iki adama doğru çevirmiştim. Görmüş olduğum gerçek karşısında bir kez daha şoka uğramıştım.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tudor ve Siyon birbirlerine öfkeyle bakıyorlardı. Sanki elleri ve kolları bağlı olmasa, oturdukları yerden kalkacak ve fena bir şekilde kavgaya tutuşacaklardı. Onların tavırlarından anladığım sonuç şuydu: O kızın söyledikleri doğruydu. İkisi de Zümrüt'ten hoşlandığının farkındaydı ve diğerinin de ikizimden hoşlandığını bilmeleri, ikizimi kıskanmaları için yeterli bir sebep olduğundan kavga etmek istemelerine neden olmuştu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Ulan, şimdi gözüme girdin. Aferin kız." Tayga kahkahasını zar zor durmuştu. Tebrik ettiği kız ona gururla tebessüm etmişti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Ondan hoşlanıyor musun?"

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Asıl sen ondan hoşlanıyor musun?"

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Siyon'un sorduğu soruya Tudor anında cevap verdiğinde, ikisinin de bir kez daha Zümrüt'ten hoşlandığına adım kadar emin olmuştum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Sence hangisi?" Zümrüt'e sırıtarak soru sorduğumda, bakışlarını o iki adamdan alıp bana çevirmişti. Gözlerinde yine umursamazlık vardı. Bana baktığında sırıtmıştı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"İkisi de tipim değil." Gülmüştüm. Siyon ve Tudor adına fazlasıyla üzülmüştüm. Zümrüt zor biriydi ve Zümrüt'ün birine karşı bir şey hissetmesi pek mümkün görünmüyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Siyon ve Tudor'un kavga etmesinin önüne Anka geçmişti. Onlara, "Kavga etmeyi bırakın da önünüze dönün," dediği an ikisi de kavga etmeyi bırakmış ve hızla önlerine doğru dönmüştü. Muhtemelen Anka onları sesiyle hipnoz etmişti. Aksi türlü, birbirlerini bakışlarıyla öldüren o iki adamın kavga etmeyi bırakmış olması mümkün değildi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Aslına bakarsanız benim de Ahna'nın yeteneğine benzer bir özelliğim var." Kalabalık içerisinde başka birinin sesini duyduğumda onu görmek istemiştim ama muhtemelen o, bizimle aynı sırada olduğu için kim olduğunu görememiştim. Büyük bir gerçeği az önce ortaya atan kişinin adının Ahna olduğunu ise onun sayesinde öğrenmiştim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Ben kendi duygularımı göz teması kurduğum birine aktarabiliyorum. Duygu transferi yapabiliyorum yani. Eğer çok korkuyorsam, kendi korkumu yenebilmek için bir başkasıyla göz göze gelebilmem yeterli. Şu an bunu yapabileceğimi zannetmiyorum çünkü göz göze geldiğim herkes fazlasıyla korkuyor. Herkes aynı duyguya sahip olduğu için duygu transferi yaptığımı size kanıtlamam mümkün görünmüyor."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir şeyleri ispatlamasına gerek yoktu. Biz normal şeyler yaşamıyorduk. Normal insanlar olmadığımız açıktı. Burada bulunma nedenimiz normal biri olmadığımız için olmalıydı. Artık ispata gerek yoktu, artık kanıta gerek yoktu. Söylemek yeterliydi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Ben kendim ya da bir başkasının anısını silebiliyorum, hafızalarını silip yok edebiliyorum." Sarışın bir çocuk konuştuğunda, aklıma, eğer buradan ağır travmalar yaşayarak çıkarsak, her birimizin hafızasını silmesini isteyebileceğim gerçeği gelmişti. Bunu aklımın bir köşesine not etmiştim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Birine dokunarak sahip olduğum bilgileri ona aktarabiliyorum," demişti biri.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Suyun altında 5 saatten fazla, hiç çıkmadan kalabiliyorum," demişti bir diğeri.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Ben geçmişte yaşadığım bir anıyı tekrar tekrar yaşayabiliyorum. Hafızam gözlerimi kapattığımda beni o anıya götürüyor ve her şey bütünüyle gerçekmiş gibi, saniyesi saniyesine yeniden yaşanabiliyor. Böylelikle birçok şeyi unutmuyorum. Anılarım bir video gibi; istediğim an kaydı başlatıp yeniden izliyorum." Güzel anılar için fazlasıyla muazzam bir yetenekti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Ben bukalemun gibi renk değiştirebiliyorum, bakın mesela..." Kısa boylu, şişman çocuk konuştuğunda onu görebildiğim için şükretmiştim. Bunu kaçıramazdım. Ona baktığımda, bir anda arkasındaki siyah koltuğun rengine büründüğünü ve bembeyaz teninin simsiyah bir hal aldığını gördüğümde, şaşırmamam gerektiğini bildiğim hâlde fazlasıyla şaşırmıştım. Tekrar kendi rengine döndüğünde, bukalemun olarak kendisinden bahsetmesi fazlasıyla yerinde bir tespit olmuştu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Ben toplu zihin birleştirme yapabiliyorum. Yani şöyle ki, istediğim kişilerin zihinlerini birbirleriyle birleştirerek iç seslerini duymalarını ve böylelikle iletişim kurmalarını sağlayabiliyorum."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Az önce Siyon ve Tudor'un zihinlerini benim zihnime bağlayan da sendin yani?" Zümrüt konuştuğunda hızla ona dönmüştüm. Ne demişti o?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Evet, bendim." Kızın yüzünü göremiyordum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Ahna, doğru mu söylüyor görmeni istedim."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Zümrüt sırıtmıştı. Tudor ve Siyon'a baktığımda, ikisinin Zümrüt dışında her şeyle ilgilendiğini görmüştüm. Ah, sanırım onlar utanmıştı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Doğru söylüyor." Herkes Zümrüt'ün sözlerine kahkaha attığında, gülüşümü Anka kesmişti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Safir'in beni duymasını sağlayabilir misin?"

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bakışlarım Anka'ya döndüğünde, onun bana değil de benim göremediğim kıza baktığını görmüştüm. Neyi amaçladığını bilmediğim için yerimde doğrulabildiğim kadar doğrulmuştum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Benim duymamı da sağla!" Zümrüt'ün kıza yönelik sert sesi, sıkıyorsa yapma tarzındaydı. Anka ona sadece ters ters bakmıştı. Karşı çıkmaması iyiydi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Tamam, yapacağım. Hazırsanız konuşabilirsiniz." Bedenimde herhangi bir tuhaflık hissetmiyordum. Şu anda gayet iyiydim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Konuş bakalım Anka, ne diyecekmişsin kardeşime?" Şaşırmamam gerektiğini biliyor olmam yine de şaşırmamın önüne geçememişti. Zümrüt'ün sesi adeta kafamın içinde yankılanmıştı. Ben onun sesini duymamıştım. Onun sesi, benim kafamın içinde var olmuştu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"İkizin çok utangaç, yüksek sesle dile getirince utanıyor."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Lütfen bana bunu yapmayacağını söyle. Romantizm seviyenden dolayı adeta kusasım var." Zümrüt'ün neyden bahsettiğini anlayamadığım için ona bakmak yerine Anka'ya bakmaya başlamıştım. Ona baktığımda, onun zaten beni izlediğini görmüştüm. Göz göze geldiğimizde tebessüm etmişti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Seni seviyorum, Safir... Sana aşığım, Safir..."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Anında şaşkınlıktan kaynaklı öksürmeye başlamıştım. Bana söylemek istediği şeyin böyle bir şey olduğunu tahmin etmemiştim. Zümrüt'ün içinden çıkardığı öfkesine ait homurtularını bile duyuyordum. O sesleri kafamın içinde duyuyordum. Yüzümün kıpkırmızı bir domatese benzediğine emindim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Bir şey söyle, Safir."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Ne söylemesini bekliyorsun? Kızın resmen zihin dilini de kitledin, duyamıyoruz."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Neden ben?" Soru, o ikisi tartışırken anında benim zihnimin dudaklarından, onların zihninin kulaklarına nüfuz etmişti. Gerçekten, neden ben? Niye ben? Onun gibi biri, benim gibi bir zavallıda ne bulmuş olabilirdi ki?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Ne demek niye ben? Soru mu bu? Güzelsin, zekisin, mükemmel bir kalbin var. Tabii ki seni seçecek." Zümrüt, bana karşı beni savunmaya geçtiğinde gülmek istemiştim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Bu dünyada artık rastlanması en mucizevi olan şey, güzel bir kalp. Sen benim dünyamın kalbisin. Benim dünyamda güzel olan tek şey kalbimdir. Ben kalbimi severim." Söylediklerinden hiçbir şey anlamıyordum. İltifat mı ediyordu? Aşk itirafı mı yapıyordu yoksa başka bir şey mi söylüyordu, kestiremiyordum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Yeterli, bu kadar. İkizimin hayatının geri kalanına domates olarak devam etmesini istemiyorum." Zümrüt'ün sesinin hemen ardından bir başkasının sesi devreye girmişti. Bu ses, zihnimizi birbirimize bağlayan kişiye aitti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Ay, tamam, kesiyorum. Ama şunu söylemeden edemeyeceğim: Çok tatlıydınızzz."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Sen de mi buradaydın?" Sözlerim zihin dünyamdan dışarı çıkar çıkmaz, elimle alnıma vurmak istemiştim. Fakat ellerimin bağlı olması buna mani olmuştu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Teknik olarak zihinlerinizi birbirine bağlarken, istesem de istemesem de sizi duyuyor olmanın önüne geçemiyorum." O haklıydı. Zaten ben de Anka'nın gözlerine bakamıyordum. Şu zihin transferini kapatırsak çok mutlu olacaktım. Daha fazla utanmak istemiyordum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Artık gerçekliğe geri döndüğümüzde, en azından artık kimsenin sesimizi duyamayacağını fark ettiğimde, bakışlarım gözümün görebildiği insanlar üzerinde gezinmişti. Onlara baktığımda çoğunluğun bizi izlediğini gözlemlemiştim. Gerçekten böyle bir şeyin mümkün olup olmadığını surat ifademizden ayırt etmeye çalışıyorlardı. Yüzümüzde her ne gördülerse, az önce gerçekten birbirimizle zihnimizin içinden sohbet ettiğimize emin olmuşlardır. Bu çok tuhaf bir deneyimdi; bu odada olan her şey fazlasıyla tuhaftı ve olmaya da devam edecekti. Şaşırmıyorduk aslında, şaşırıyorduk ama şaşkınlığımızı belli etmemeye çalışıyorduk.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Farkındaydık; buradaysak eğer bir şeyler bizim adımıza doğru olmadığı için buradaydık. Bizi diğer insanlardan ayıran yönlerimiz sebebiyle buradaydık, sahip olduğumuz farklılıklar sebebiyle buradaydık. Bu farklılıklar, bizim farkında olduğumuz şeylerdi; bizi diğerlerinden ayıran şeyler bizi yıkmak, yakmak ve de yok etmek için vardı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Herkes kendi sahip olduğu özelliği anlatmaya başlamıştı. Birazını dinlemiş, birazını dinlememiştim. Onların sahip olduğu özellikler muhtemelen daha çok şaşırmama neden olacaktı. Zihnim daha fazla şaşkınlığa müsait olamayacak kadar yorgundu. Biraz kendi dünyamda can çekişmek istiyordum. Ne benim bedenimde ne de etrafımdaki kimsenin bedeninde henüz bir değişiklik yoktu. Ancak olacaktı, biliyordum; bir şeyler olacaktı. Bize o aşıları boşuna yapmamışlardı. Ense kökümüze sapladıkları o şey her neyse, etkisini göstermeye başladığı andan itibaren artık biz, biz olmaktan çıkacaktık.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Hey Safir, anlat bakalım senin sıradışı özelliğin ne?" Birinin bana seslendiğini duyduğumda, kendi iç karmaşamdan arınmak zorunda kalmıştım. Bakışlarım bana seslenen kişiye, yani Tudor'a doğru döndüğünde onun sorduğu soruyu tekrar yenilediğine şahitlik etmiştim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Duymadın galiba." Hayır, duymuştum; sadece duymamazlıktan geliyordum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Diyorum ki, senin sıradışı özelliğin ne?"

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tudor'un sormuş olduğu soruyu zihin dünyamda tekrarlamıştım. Evet, buradaki herkesin sahip olduğu sıradışı bir özelliği vardı; onu diğerlerinden ayıran bir yeteneği vardı. Bu yetenek, onların çoğu zaman diğer insanlar tarafından ucube olarak adlandırılıp dışlanmaması için gizlemek zorunda oldukları bir özellikti. Bazen o özellik sayesinde günü kurtarmış, bazen o özellik sayesinde diğer insanların korktukları kişi olmayı başarmışlardı. Yani sahip oldukları yetenekler, onların hem şansı hem de şanssızlığıydı. Zarar gördükleri anlar olduğu kadar, yarar sağladıkları anlar da vardı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tuhaf olan şuydu ki, benim sıra dışı bir özelliğim yoktu. Bir yeteneğim yoktu, sahip olduğum herhangi bir şey yoktu. Belki de ben şu ana kadar keşfedememişimdir. Bir yeteneğim varsa da bundan haberim yoktur; benim hiçbir şeyim yoktu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Hiçbir şey. Benim hiçbir özelliğim yok." Bazılarının şaşırdığını, bazılarının ise tıpkı benim onlar konuştuğunda yaptığım gibi beni dinlemek yerine başka şeylerle, mesela kafalarının içindeki şeylerle meşgul olduklarını, haliyle konudan kopuk durduklarını fark etmiştim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Emin misin?" Tudor üsteliyordu. Beni rahat bırakması için aklıma gelen ilk şeyi söylemiştim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Sol gözüm... Sol gözümde fazlasıyla yoğun bir hassasiyet var. Bazen ışığa çok fazla maruz kaldığında, onu oymamı isteyecek kadar çok ağrır. Ne zaman sağ gözümü kapatırsam, sol gözümün acısı o zaman geçer. Ama bunun bana hiçbir faydası yok; bunun bir yetenek olduğunu da sanmıyorum. Sol gözü ya da sağ gözü ya da her iki gözü birden hasarlı olan eminim dünya üzerinde birçok insan vardır."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tudor, başını anladığını belirtircesine aşağı yukarı sallamıştı. Anka'nın duyduklarından sonra vereceği tepkiyi görmek için ona doğru bakmıştım. Bunu neden yaptığımı bilmiyordum; sadece onun tepkisini merak etmiştim. Hepsi buydu. Ona baktığımda, onun sol gözüme baktığını görmüştüm. Yüzünde şaşkınlık ya da ona benzer bir şey yoktu. Muhtemelen o, beni uzun süredir tanıdığı için gözüm hakkındaki gerçeği biliyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Sen bana benziyorsun." Tudor konuştuğunda, tekrar ona bakmıştım.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Benim de kulak hassasiyetim var ve bu bir yetenek değil aslında, bu bir eziyet. Buradaki diğer herkesin aksine, biz seninle bu işin sadece eziyet çeken tarafındayız. Onlar hem sefasını sürüp hem cefasını çekerken, biz sadece cefasını çektik. "

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Öyle bir bahsetmişti ki, ne kadar haklı olursa olsun, isyan ediş biçimi gülümsememe neden olmuştu. O haklıydı; biz birbirimize benziyorduk. Buradaki diğer çocukların aksine, bizim içine düştüğümüz durumdan yarar sağladığımız tek bir gün bile yoktu. Aksine her günümüz bize acı ve ızdırap olarak geri dönmüştü.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Daha benim sahip olduğum özelliği duymadığınız için ikinizin böyle acıtasyon yapması çok normal." Zümrüt konuştuğunda, kafamı yasladığım yerden kaldırmadan ona doğru çevirmiştim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Neden senin sahip olduğun özelliği bilmiyormuşum gibi davranıyorsun?" Zümrüt yüzünü buruşturduğunda, haklı olduğum için böyle bir surat ifadesine büründüğünün farkındaydım.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Sen biliyor olabilirsin ama ben bilmiyorum Safir, bizden daha dertli olan özelliğini merak ettim." Tudor'un sesini duyduğum hâlde, ona bakmak yerine ikizime bakmaya devam etmiştim. İkizim ise bana bakmak yerine artık ona bakıyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Kan."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Zümrüt, üstüne basa basa, sertçe ve vurgulu bir şekilde konuştuğunda, gülmeden edememiştim. Nerede ne şekilde olursa olsun üstünlük taslamaya bayılıyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Kan ne?" Tudor yerine Siyon olaya dahil olmuştu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Ben kansızım." İkizim hâlâ alay ediyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Kendi kendine hakaret edeni de ilk kez görüyorum." Tayga kısmen haklıydı ama kısmen haklıydı. Herkes, Zümrüt onları meraklandırmış ama asla bir şey söylemediği için pür dikkat bizi izliyorlardı. İkizimi uyarsam iyi olacaktı; ona kalsa sabaha kadar bu işi uzatabilirdi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Uyarı niteliğindeki öksürüğüm, Zümrüt'ün kısa süreliğine bana dönmesini, bakışlarımdan aldığı cevapla göz devirmesini ve son olarak gerçeği itiraf etmesine neden olmuştu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Benim vücudumda kan yok. Aslında, vücudum tamamen farklı bir sistemle çalışıyor. Cildimde özel pigmentler var, bu pigmentler güneş ışığını emiyor ve enerjiye dönüştürüyor. Kandan daha farklı daha katılar. Yani, bitkiler gibi fotosentez yapıyorum. Işığı emip kimyasal enerjiye çeviriyorum, bu enerji de hücrelerime dağılıyor. Kısacası, kan dolaşımına ihtiyaç duymadan tamamen enerji ile çalışıyorum."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ben gerçeği bildiğim için pek şaşırmamıştım, hatta hiç şaşırmamıştım. Diğerleri için aynı şey geçerli değildi, özellikle Siyon ve Tudor böyle bir şey beklemiyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Bir çiçek gibi yani," demişti Siyon içli içli.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Odunluğunun nereden geldiğini şimdi daha iyi anladım," demişti Tudor, aydınlanmış gibi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Zümrüt'ün ise ikisi de umurunda olmamıştı. Kendi hakkında vermiş olduğu en büyük sırrı ifşa ettikten sonra başını tutsak olduğu koltuğa yaslamış ve bakışlarını siyah tavana çevirmişti. Kırmızı ışıkların altında kendisini sorguluyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Zümrüt defalarca kez vücudunu gözlerimin önünde kesmişti. Tek bir damla kan akmadığı gibi, vücudunun üzerinde açılan kesik izi kısa süre sonra iyileşiyor, geride kendisine dair iz bile bırakmıyordu. Annemiz bunu biliyordu. Annemiz, Zümrüt'ün onun gözünün önünde kendisini kesmiş olmasına sesini çıkarmayan bir insandı. Benim bile kısa süre sonra o yara izinden geriye hiçbir şey kalmayacağını bildiğim hâlde içim giderdi o görüntüye. Annemizin ise dünya umurunda olmazdı. Bu da yetmezmiş gibi ikimizin de doktora gitmesine izin vermezdi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Dedemizin, yani daha doğrusu dedemiz sandığımız adamın hatta şimdi ekranın gerisinde olan ve varlığını reddettiğimiz o adamın doktorları vardı. İkimizi muayene ederdi ve notlarını kendi aralarında paylaşır, bize söylemezlerdi. Ben, sağ gözümü kapatırsam sol gözümün acısının duracağını tedavi sürecinde öğrenmiştim. Doktorlar, bizi kendi evimizde ziyaret ederlerdi; bizim bir hastaneye gitmemiz, bir başka doktora danışmamız kesinlikle yasaktı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Annemiz daima bunun üçümüz arasında bir sır olarak kalacağına söz vermemizi isterdi. Biz o sözü tutmuştuk. Anlaşılan oydu ki annemiz verdiği sözleri tutmak konusunda pek becerikli değildi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bakışlarımı o adamlara çevirdim. Hâlâ seslerini çıkarmadan, sadece oldukları yerden bizi izliyorlardı. Bizimle beraber yaşayan kadın, eğer gerçekten annemizse, dedem olduğuna emin olduğum adam, parmağıyla ritim tutmayı bırakmış ve parmağını havaya kaldırmıştı. Onu izlediğim andan itibaren, bunun farkına varmış, benimle uğraşmaya başlamıştı. Belki de en başından beri beni izliyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Diğer eli masanın altından çıktığında, avucunda duran bıçağı anında fark etmiştim. Tehlikeli bir adamın elinde kesici bir alet görmek, nutkumun tutulmasına yetmişti. Bıçağı havaya kaldırdığı andan itibaren işaret parmağına denk getirecek şekilde tutmuştu. Oldukça yavaştı, fazlasıyla yavaş hareket ediyordu. Bıçak tam parmağının üzerinde durduğunda, bir saniye bile beklemeden parmağını gelişi güzel kesmişti. İşaret parmağının üzerinde baştan sona açmış olduğu derin kesikten çıkan kan damlaları, pelerinli elbisesinin bilek kısmına damlıyordu. Kan o kadar çoktu ki elbisesinin bilek kısmı kandan sırılsıklam olmuştu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Gözlerimi kırpmadan ne yapmaya çalıştığını izliyordum. Kesik açtığı parmağını beyaz maskeli yüzüne doğru götürdü. Parmağını takip ediyordum, eli tam olarak sol gözünün üzerinde durdu. Sonra orada oyalandı, sol gözüne bir şeyler çizdi; sol gözüne çarpı işareti attı. Maskenin sol gözüne ait kısmı kanlı bir 'X' işaretine dönmüştü. Derince yutkundum, nefes alıp vermek güçleşti, bir an için başım döndü.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Benim yaralı sol gözüm, bu görüntüyü gördüğü andan itibaren acıyla varlığını bana hatırlattı. Sol gözüm o kadar çok acıyordu ki acıyla inlemeden duramamıştım. Bana seslenen birkaç insan vardı, farkındaydım. Acı o kadar fazlaydı ki seslerin kime ait olduğunu idrak edemiyordum. Acıdan kurtulmanın tek yolu sağ gözümü kapatmaktı. Çünkü sadece sağ gözümü kapatırsam sol gözüm bana ızdırap çektirmeyi keserdi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ona bakmaya devam ediyordum. Tek gözüme rağmen, sol gözüme rağmen ona bakmaya devam ediyordum. Diğer adamlar oldukları yerde öylece dururken, nefes alıp verirken kalkıp inen omuzları dışında hareket etmezken, bu adam neden bizimle bu kadar çok oynuyordu, merak ediyordum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sonra o adam sağ elini havaya kaldırdı. Maskeli olduğu için gözünü göremediğimiz hâlde, sağ avucunu sağ gözünün üstüne getirdi ve sağ eliyle sağ gözünü kapattı. Tıpkı benim yaptığım gibi...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sol gözüne kanıyla çarpı işareti attı. Bu, daima bana acı veren sol gözüme göndermeydi. Sağ eliyle sağ gözünü kapattı. Bu, benim sol gözüm her ağrıdığında bulduğum çözüme göndermeydi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tanrım, bu adam beni resmen taklit ediyordu...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(👁‍🗨)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Gök Yakut'un Asil Okuyucuları

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Mavimsulandı!

Loading...
0%