@mavimsu_
|
Hayatınız boyunca hep sevgiyle kalın, saygıyla kalın, aşkla kalın ve de kitabımı okumaya devam ederek kalın.
Keyifli okumalar dilerim.
(🎭)
Bölüm Sözü
Senin karşında bir kraliçe var.
Benim karşımda ise bir köle.
Birkaç tane köle bir araya gelip
kraliçeyi reddetti diye, kraliçe tacından oldu mu sandınız? H.G.
(🎭)
Yapmam gereken çok şey vardı. Hem yapmam gereken çok şey vardı, hem de düşünmek için yeterli zamanım yoktu. Yaşamak için değil! Hayır, bu kez yaşatmak için de değil! Sadece başarmak için yapmalıydım. Tık tak, tık tak.
Zaman akıyordu. Zaman sinirlerimi bozacak kadar hızlı akıyordu. Zaman atıldıkça vaktim daralıyordu. Düşün! Ya da düşünme! Nasıl olsa A planı daima B planına sadık kalmak için vardı.
Gözlerim insan kalabalığı üzerinde geziyordu. Haddinden fazla gürültü vardı burada. "Ölmek istemiyorum!" çığlıkları. "Lütfen bizi kurtarın!" haykırışları. Ağlamalar ve zırlamalar.
Bu kadar korkak olmak için fazla büyüktüler. Hadi ama ben en son bu kadar korktuğumda henüz küçük bir kız çocuğuydum. Yetişkin insanların bu denli korkması oldukça tuhaftı.
Tamam, kabul ediyordum.
Şu an kapana kısılmışken, başlarında zaman ayarlı on adet bomba varken, kendileri sadece bu gece düğüne davet edilmiş ve de edildikleri davete icabet etmiş insanlarken, bir anda karşılarına birkaç tane veliaht ve birkaç tane bölge lideri çıkıp silahlarını birbirine doğrultunca neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Öyle ya da böyle, her iki türlü de ölümle burun buruna gelince korkmuş olabilirlerdi. Bunu anlayabiliyordum ancak yine de hiçbir kuvvet bana "Ölmek istemiyorum!" diye ağlamalarını açıklayamazdı.
Ortam nasıl bir atmosfer içerisinde olursa olsun, davranışları fazlasıyla çocukçaydı.
Gözlerimi ilk olarak bölge liderlerinin üzerinde gezdirmiştim. Bazıları korkuyordu, bazıları ise korktuğunu belli etmek istemiyordu. Bu da demek oluyordu ki bütün bölge liderleri ödleğin tekiydi. On bölgenin on asil ve de korkak üyesi. Bu gece için amaçları sadece zaferdi. Hikaye onlar için istedikleri gibi ilerlememiş olacak ki suratlarının aldığı ifade hüsrandan başka bir şey değildi.
Her birinin elinde bir adet tabanca vardı. Vural Bey'in söylediğine göre, her tabancanın içinde üç adet mermi vardı.
Kendilerini korumaları için bu tabanca sayısı ve bu mermi sayısı yeterli değildi.
Yine de insan en korktuğu anda tutunabileceği o dalı arıyordu.
Sevgili bölge liderleri, tabancalarına işte bu yüzden sıkı sıkıya tutunmuşlardır.
Gözlerim, hemen karşımdaki veliahtlara kaymıştı. Arem Barkın Soykamer... Oldukça öfkeli görünüyordu. Onun için kendisini, böylesine öfkeli ilk kez gördüm diyebilirdim. Bütün öfkesinin sebebi dedesiydi. Kontrol manyağını birazcık tanıdıysam, şu anda dedesine kendisini ve ekibini ölümle burun buruna getirdiği için değil, kendisini ve ekibini ölümle burun buruna getireceğinden ona bahsetmediği için sinirliydi.
Narsist veliaht Kansu Özkurt'a kaymıştı peşi sıra gözlerim. Kulağında telefon, karşı tarafla hararetli bir şekilde konuşuyor, bir yandanda kapıların üzerinde gözlerini tek tek gezdiriyor; gördüğü her detayı karşı tarafa bildiriyordu. Hareketlerinden tahminimce konuştuğu kişiler kardeşleriydi. Bugün burada en çok ihtiyaç duyduğumuz iki isim vardı: Doğu ve Batı... Bu iki çakma veliaht her şeyde oldukları gibi bomba imha etmekte de birer ustaydı. Ne vardı ki, bugün onlara sadece hattın diğer ucunda oldukları sürece ulaşabilirdik.
Gözlerim sıradaki hedefine, yani en nefret ettiklerimden olana, Mert Aksel'e kaymıştı. Ben ona baktığımda, zaten beni izlediğini görmüştüm. Hareketi göz devirmeme neden olmuştu. Yüzünde herhangi bir ifade yoktu. Bana boşluğa bakar gibi bakıyordu. Düzdü. Sadeydi. Yine de biliyordum. Aslında şu an çok şey düşünüyordu. Söylemek istediği çok şey vardı. Ne vardı ki, cesareti yoktu. Umarım o cesaret ona hiç gelmezdi.
Gözlerimi Mert Aksel'den ayırdığım an, hedefimi bu kez Erdem Eraslan'a çevirmiştim. Onun da telefon görüşmesi yaptığını bu vesile ile görmüş olmuştum. Onu izlediğim dakikalarda telefondan kulağını çekmiş, adımlarını baş veliahtın yanına doğru ilerletmişti. Dudaklarını okuduğum kadarıyla, diğer Uluların Vural Bey'in yaptığı bu işten haberlerinin olmadığını söylüyordu.
Bunu anlamamak için aptal olmak gerekirdi. Vural Soykamer delinin tekiydi. Diğer ulular, kendi velihatlarını böyle bir tehlikeye asla atmazlardı. Gözlerimin sonraki durağı dövmeli veliaht olmuştu. Sevgili gurursuz. Şu an onun hareketlerinden anladığım, oldukça tedirgin olduğu yönündeydi. Hayır, bu hareketi korktuğu için değildi. Şayet bir veliaht'ın korktuğu görülmüş şey değildi. Gizlediği bir şey olduğu için de korkmuyordu. O daha çok, yanındaki kadının başına bir şey gelmesinden korkuyordu. Hazar Orhon, Lara Korkmaz'a sırılsıklam aşıktı. Onun etrafında dört dönüyor, bölge liderlerine karşı önünde siper oluyordu. Şayet aynı şey Lara için geçerli değildi. Lara, artık hikayenin baş kahramanı Arem olduğu için midir? Bilinmese de, Hazar'ı değil Arem'i seviyordu.
Lara'nın Arem'den hoşlandığını, onları ilk tanıdığım andan beri biliyordum. Hazar'ın Lara'yı sevdiğini ise öğrenmem için öncelikle onu tanımam gerekiyordu. Neticede Hazar veliahtı. Ve veliahtlar aldıkları eğitimler doğrultusunda hislerini, duygularını, düşüncelerini gizlemesini iyi bilirlerdi. Hazar'ı tanıdıkça, aslında onun herkese baktığı gibi Lara'ya bakmadığını görmüştüm.
Hazar şu an sevdiği kadının patlayıp gitmesinden korkuyordu. Biri şu gurursuz adama eğer sevdiği kadın patlarsa kendisinin de patlayacağını söylemeliydi. Birini kendinizden bile çok seviyor olmak, ah, bu kesinlikle intihar olmalıydı. Ben bu hayatta sadece kendim için ölüme giderdim. En çok kendimi severdim. Buna egoistlik ya da narsistlik diyebilirlerdi, açıkçası bu pek de umurumda değildi. Aşk! Varlığından pek emin olamadığım o karmaşık duygu... Aşık olduğum adamı gün gelir sevebilirdim. Lakin aşık olsam bile kimseyi kendimden daha çok sevmezdim. Aynı şeyin Hazar için geçerli olmaması çok üzücüydü.
Hayat insanları genelde en çok sevdikleri yerlerden vururdu. İçimden bir ses; gün gelecek Hazar Orhon en sevdiği yerden vurulacak diyordu... Tam kalbinden.
Güvendiğim insanları en sona bırakmıştım. Kendi ekibimi. Afra, Lerzan ve Yiğit bana oldukça sakin şekilde bakıyorlardı. Bakışlarından bana güvendiklerini anlamak mümkündü. Kafamla Yiğit'e baş işareti vermiştim. Ne demek istediğimi anlayan Yiğit, elini kulağına götürerek hepimizin kulağındaki kulaklıkları aktif hale getirmişti. Bu sayede bütün ekip aynı anda birbirimizle temas hâlinde olabiliyorduk. Buna ekibin dışarıda kalan üyeleri de dahildi.
Herkesin kulaklığından eş zamanlı olarak tik sesi gelmişti. Bu da artık kulaklıkların aktif haldedir demekti. "Almina'dan Tim-4'e! herkes iyi mi ?"
"Biz iyiyiz Almina! Dışarıda olup bitenler için rapor ver." Almina ve Afra arasında geçen konuşmayı hepimiz pür dikkat dinliyorduk.
"Anlaşıldı... İkizler ve Evren Korkmaz bütün Ulularla tek tek görüşme yaptı. Ancak kimsenin olanlardan haberi yok gibi görünüyor. Vural Soykamer bu işi tek başına planlamış olmalı."
"Anlaşıldı."
"Atlas orda mısın?" Aniden devreye ben girmiştim. Eminim şu an o, Doğu ve Batı içerideki bombaları bir şekilde dışarıdan bir kod yazarak imha etmeye çalışıyorlardı. Öncelikle ne kadar başarılı olduklarını öğrenmem gerekiyordu.
"Buradayım."
"Bombaları vaktinde imha etmeniz mümkün mü?"
"Maalesef mümkün değil gibi görünüyor. On adet bomba düzeneği var. Fakat her biri birbirinden farklı sistemlere sahip. Kansu Özkurt'tan aldığımız bilgiler doğrultusunda şunları söyleyebilirim ki: her bomba için ayrı bir kod ve yazılım oluşturmamız bir saatten çok daha uzun bir süreye tekabül edecektir. Bu da vaktinde bütün bombaları imha edemeyeceğimiz anlamına gelir."
Atlas'ın söyledikleri aslında açık ve netti. Bundan sonra baş başaydık. Bombalar harekete duyarlıydı. Aslında kapıların üzerinde bir kilit yoktu. Aksine kapıların üzerinde bulunan mevcut bombalar kapıları açtığımız an patlamaya geçecekleri için burada kapana kısılmıştık. Bu süreç içerisinde içeriden kimsenin kapılara dokunmaması gerekiyordu. Tabii aynı şey dışarısı içinde geçerliydi.
"Zahir beni duyuyor musun?"
"Duyuyorum Türkeş." Dışarıdaki kapıların güvenliğinden emin olmam gerekiyordu. Bunun için güvendiğim adamlarından biri olan Zahir'i devreye sokacaktım.
"İçeride geçirdiğimiz süre boyunca bütün kapıların güvenliğinden sen sorumlusun. Alan'daki tüm kapılara an itibarıyla dokunulması yasak. Dışarının güvenliğini sağla."
"Anlaşıldı." Kulaklığıma gelen onay cevabının ardından bakışlarımı içerdeki ekibime çevirmiştim. Yiğit'e bakarak konuşmama devam etmiştim.
"Alandaki herkesi tam merkezde topla. Halka içinde halka oluşturacağız. Herkesin kapılardan uzak durduğundan emin olun." Beni başıyla onaylayan Yiğit, gözlerinin odağına Lerzan'ı almıştı. Lerzan onu kafasıyla onayladığında, iki adam, içerideki insanları alıp, halka şeklindeki yapının tam merkezinde; yine halka şeklinde bir topluluk oluşturmak için gitmişlerdi.
"Afra, bütün bomba düzeneklerinin çalışma sistemi için rapor istiyorum. Derhâl." Beni kafasıyla onaylayan Afra, telefonundan bana istediğim raporu sunmaya başlamıştı. Muhtemelen ona bu raporu gönderen kişi raporu isteyeceğimden emin olan Atlas'tan başkası değildi.
"Azınlık bombası!
Anti beton bombası!
Kör edici bomba!
Dikenli bomba!
Gecikmeli eylem bombası!
Çivi bombası!
Hassas mühimmat bombası!
Zehirli gaz bombası!
Elma bombası!
Direnç bombası!"
Bombalara içeriden imha etmekten başka şansımız yoktu. Bu durumda her bombayla kısıtlı zamanımızdan dolayı birimiz ilgilenmek zorundaydık. Birini ben alsam, birini Afra alsa, birini Lerzan alsa, birini Yiğit alsa geriye yine altı bomba kalıyordu. Gözüm pür dikkat beni izlemekte olan veliahtlara ve bir de sarı şekere kaymıştı. Kansu! Mert! Hazar! Erdem! Lara! Ve Arem! Toplam altı kişi... Bu benim şansım mıydı? Yoksa şanssızlığım mıydı?
"Ah, sanırım birileri bize muhtaç kaldı!" Narsist veliaht Kansu Özkurt'un bana bakıp pis pis sırıtması, onun burada aldığı nefese son vermem için oldukça yeterli bir süreydi. Ancak bunu yapmam demek bir bombanın açıkta kalması demekti. Ah, kesinlikle onu öldürmemin tek sebebi buydu.
"Kes sesini!" Ellerini teslim olurcasına havaya kaldırmıştı. Bakışlarımı ukala heriften alıp, baş veliahta odaklamıştım.
"Ekibinin bütün emir komutasını bana vermeni emrediyorum." Gözleri gözlerimi bulduğunda ona emir vermem zoruna değil, hoşuna gitmişti. Sırıtmıştı. Ardından tek kelime etmeden kafasıyla beni onaylamıştı. Bu çok kolay olmuştu. Hiç zorluk çıkarmadan hemen kabullenmişti. Derin derin nefes alıp vermiştim. Avuç içimi kapatıp tekrar açmıştım. Bu saatten sonra yönetmem gereken iki ekip vardı.
"Gerçekten mi? Bu kıza güvenebiliyor musunuz? Bence hepimizi patlatacak." Lara Korkmaz bana mı güvenmiyordu? Yoksa Arem'in bana güvenmesine mi sinir olmuştu? İşte tartışmaya açık konulardan biri...
"Emrim altındaki insanların çok konuşmasından hoşlanmam." Bakışlarım en az sesim kadar soğuktu. Muhtemelen Lara'nın suspus oluşu o yüzdendi.
"Hazar Orhon! Azınlık bombası sende. Yerine geç ve komut vermemi bekle." Hazar Orhon'un bakışları bir benim üzerimde bir Arem'in üzerinde gidip gelmişti. En sonunda gözlerini bana dikip duygu barındırmayan yüz ifadesiyle başını aşağı yukarı onaylar şekilde sallamıştı. Sonraki hamlesi ona yerine geçmesini söylediğim bombanın yanına olmuştu.
"Lara Korkmaz, Hazar'ın hemen sağ tarafındaki anti-beton bombası seni bekliyor. Yerine geç, tatlım." Alay dolu tonda söylediklerimi yapmaktan başka şansı olmadığı için ondan beklenenin tam tersini yaparak, sesini dahi çıkarmadan dediğim yere doğru adımlamaya başlamıştı.
"Erdem Eraslan, kör edici bomba sende." Kafasıyla beni onaylayan adam gitmeden önce konuşmayı es geçmemişti.
"Türkeş işinde oldukça iyi görünüyor Kamer..." Bu bir imaydı. Erdem Eraslan baş veliahta imada bulunmuştu. Bulunduğu ima tam olarak neyi kapsıyordu henüz hakim değildim. Arem'in soğuk bakışları yavaş yavaş benden Erdem'e doğru dönünce, Erdem Eraslan istediği şeyi almış olmanın rahatlığıyla ondan gitmesini istediğim alana doğru gitmişti. Böyle bir durumda neden kızdırmak istemişti Arem'i anlamış değildim.
"Narsist veliaht! Başarabileceğine zerre inanmasam da sana da görev vermekten başka seçeneğim yok. Dikenli bomba sende. Çok konuşmadan yerine geç." Kansu'nun çok konuştuğunu bildiğim için onu kafamızı şişirmeden her seferinde uyarmak zorunda kalıyordum. Sözlerim üzerine sadece pişkin pişkin gülmüştü. Ona çok konuşmamasını söylediğim hâlde konuşmasa muhtemelen öleceğini düşündüğü için lafını söyleyip öyle gitmişti.
"Emrin olur sultanım... Emrin olur kraliçem... Ha, bir de şey! Emrin olur Tanrıçam..." Kansu Özkurt aslında onu tanıdığımı zannettiğim zamanlarda bana çok farklı birini oynamıştı. Benim onun veliaht olduğunu bilmediğim zamanlarda son derece ağırbaşlı ve ciddi bir adam izlenimi veren bu adam, özünde ukala, egoist, narsist, kendini beğenmiş, en ciddi anlarda bile en ciddiyetsiz adam rolüne bürünebilen o kişiydi.
Onlardan uzak kaldığım süre içerisinde her birini tek tek incelemiş, bütün özelliklerini ezberleyecek kadar iyi tanıyacak hâle gelmiştim. Bundan dolayı Kansu için şunu rahatlıkla söyleyebilirdim: Hazar Orhon'un egoist ve narsist yanı, Doğu ve Batı'nın ukala ve ciddiyetsiz yanı, ve veliaht olmasa da yine de içlerinden biriyle kan bağı olan Lerzan'ın kurnaz zekası. İşte Kansu Özkurt tam olarak bunların bütünüydü. Kansu'nun laflarının benim nezdimde zerre önemi yoktu. Ona cevap verme lüksüne bile girmemiştim. Bakışlarımı ondan alıp Mert Aksel'e çevirmiştim.
"Gecikmeli eylem bombası! Sende!" Onunla göz göze gelmek içimdeki nefreti harladığı için çok fazla onunla oyalanmadan bakışlarımı ondan çekmiştim. Zaten o da herhangi bir şey söylemeden yönünü gitmesini istediğim yere doğru çevirmişti.
"Çivi bombası mı? Yoksa hassas mühimmat bombası mı? Hangisini istersin velihat?"
"Son günlerde en çok istediğim şey Türkeş ile baş başa konuşmak. Şu an içinse mühimmat olan bana uyar." Türkeş ile neden konuşmak istediğini biliyordum. Çünkü merak ediyordu. Nedenli ileri gidebileceğimi merak ediyordu. Merak iyi bir şeydi. Ancak her şey gibi merakın da fazlası zarardı.
"İyi! Yerine geç o hâlde veliaht." Gülümsemişti. Kesinlikle ona emir vermem çok hoşuna gidiyordu.
"Nasıl istersen Tan- Hera!" O kelimeyi kurmaya hakkı yoktu. Neyse ki bunun o da farkındaydı. Devamını getirseydi onu burada sonucu her ne olursa olsun öldürürdüm...
"Benden olmayan herkese emirler yağdırarak vaziyet almalarını sağladıktan sonra yönümü benden olanlara çevirmiştim. Lerzan ve Yiğit, onlara verdiğim görevi tamamıyla başararak, herkesi yapının tam merkez noktasında toplamıştı. Gözlerimin gördüğü kadarıyla şu an merkezde oldukça büyük bir insan kalabalığı vardı.
"Bölge liderleri ne alemde?"
"Üzerimizde onları durduracak güçten herhangi bir silah mevcut değil. Ancak onların belinde bizzat baş ulu tarafından onlara hediye edilen tabancalar mevcut. Dolayısıyla en ufak yanlış hareketinizde bu sizin sonunuz olur izlenimi vermeye çalışıyorlar."
Bölge liderleri için denilecek o kadar çok şey varken, ben onlar için sadece umutsuz vaka demeyi tercih ederdim. Bilmiyorlar mıydı? Yoksa bilmemezlikten mi geliyorlardı? Onlar çoktan ölmüşlerdi. Hatanın affı olmazdı. Onlar bir hata yapmışlardı ve bu da bugün değilse yarın ölecekler demekti. Yiğit'e kafamı sallayarak yönümü Afra'ya çevirmiştim.
"Çivili bomba düzeneği sende." Kafasıyla beni onaylayan kadın çoktan yerine geçmek için atağa geçmişti. Bakışlarımın odağına Lerzan'ı almıştım. Ben ona baktığımda, o zaten bana bakıyor ve vereceğim emri bekliyordu.
"Elma düzeneği sende!" Lerzan da tıpkı Afra gibi hiçbir şey söylemeden beni başıyla onaylayıp yerine geçmişti. Geriye sahipsiz kalan son iki kapı kalmıştı.
"Zehirli gaz bombası size uyar mı, bayım?" Yiğit gülüp göz kırpmıştı. Ekip olarak fazlasıyla rahattık, anlaşılan.
"Hay hay, Kaptan." Yiğit'in eliyle asker selamı vermesi ve yerine o şekilde geçmesi muhtemelen Yavuz olduğu zamanlardan kalma bir hareketti. Son kapı, yani Direnç düzeneği, bana kalmıştı. Yerime geçsem iyi olacaktı. Zaman nerdeyse dolmak üzereydi...
Herkesin yerlerine geçmesi üzerine, herkes önündeki düzeneğin kapağını kaldırmış ve karşısındaki kablolarla göz göze gelmişti. Bundan sonra yapılması gereken görevlerin büyük bir kısmı Batı-Doğu, Atlas ve Almina'ya aitti. Veliaht eğitimi almış olanlar, herhangi bir yardıma ihtiyaç duymadan çoktan önlerindeki düzeneklerle ilgilenmeye başlamışlardı. Daire şeklinde olan alanın içindeki kapılara sıra sıra dizildiğimiz için çoğumuz birbirinden habersizdik.
Veliahtlar dışındakiler, Afra, Yiğit, Lerzan ve Lara, seslerinden anladığım kadarıyla dışarıdakilerden talimat alarak düzeneği çözmeye çalışıyorlardı. Ben ise veliaht eğitimi aldığım için herhangi yardıma ihtiyaç duymuyordum. Bizler, gideceğimiz yerlerde başımıza her an ne iş geleceğini bilmediğimiz için mutlaka çok amaçlı teknolojik aletler taşırdık. Ben ve ekibim, yanımızda bulundurduğumuz küçük kalem şeklindeki silahımızı ortaya çıkarmıştık. Bu küçük alet, dışarıdan bakıldığında kalem gibi gözükse de özünde çok amaçlı bir aletti. Makas, bıçak, tornavida hatta çakmak görevi görebiliyordu. Bu tür şeyleri akıl eden sadece biz değildik. Veliahtlar da benzer aletleri daima yanlarında bulundururlardı. Her an ne olacağı belli olmuyordu buralarda.
Önümdeki sistemden zamanı kontrol ettiğimde, son 32 dakika içerisine girdiğimizi görmüştüm. Bu süre, bana yeter de artardı bile. Kapağını açtığımda panelin ne tür bağlantılara sahip olduğunu anlayabilmek için öncelikle telefonumun ışığıyla içeriğini kontrol etmiştim. Sanılanın aksine, burada kırmızı, mavi, yeşil kablolar yoktu. Buradaki bütün kablolar sadece ve sadece siyahtı. Birbirine bağlantılı siyah kablolar. Bomba mekanizmasında bir yerde kısa devre yaptırmam gerekiyordu. Bu sayede mekanizma kendi kendine imha olacak, duracaktı.
Rezistans teli. Yapmam gereken tek şey, siyah plastikle sarılmış bütün kablolar arasında rezistans telinin içinde olanı bulmaktı. Bu tel, elektrik enerjisini ısı enerjisine dönüştürmek için kullanılan bir direnç teliydi. Benim payıma düşen bomba direnç bombası olduğuna göre, onu durdurmam, direnci ortadan kaldırdıktan sonra mümkün olacaktı. Burada tıpkı filmlerdeki gibi yanlış kabloyu kesersen patlarsın durumu söz konusu oluyordu tabii ki.
Kulaklarım, etrafımda olan bitenleri dinlerken, gözlerim pür dikkat kendini hedefine odaklamıştı. Şu an herkes, karşısındaki sistemi devre dışı bırakmak için oldukça ince bir işçilikle, deyim yerindeyse canla başla çaba sarf ediyordu. Genel olarak kulaklarım, onlarda değil, daha çok insan kalabalığının içindeydi. Öyle ya da böyle, biz bombalarla uğraşırken, alanın tam orta yerinde, olağanca bir kalabalığı gerimizde bırakmıştık. Yetmemiş, o kalabalığın içinde öldürmek için geldiğimiz adamlar varken, teknik aksaklıklardan ötürü, onlara sırtımızı dönmek zorunda kalmıştık. İşte bu yüzden, gözlerim hedefine odaklanırken, kulaklarım gerisinde kalan insan kalabalığına odaklıydı.
Aynı anda iki kritik duyumu, farklı olaylara adapte edebilmek için oldukça yaratıcı eğitimler görmüştüm. Bu sebeple, gözlerim farklı bir işle oyalanırken, kulaklarımın farklı bir işle oyalanması, benim için zor değildi. İnsan kalabalığı içerisinde fısıltıları, ağlamaları duyabiliyordum. Henüz, bölge liderlerinden hareket sezmemiştim. Lakin, bu atağa geçmeyecekleri anlamına gelmiyordu. Sırtını düşmana dönmek kadar kötü bir durum yoktu. İçine düştüğüm durumu kesmek için, doğru kabloyu kessem iyi olacaktı.
Güç kaynağını bulmam gerekiyordu. Tel, doğrudan ana merkeze bağlıydı. Merkeze doğru ilerleyen birçok kablo vardı. Bu kablolar, zaman akışını ve basınç şiddetini ayarlıyordu. A blok ve B blok olmak şartıyla, kabloların gittiği iki yön vardı. Bir elimde, telefonumun sağladığı ışığı tutarken, diğer elimdeki küçük kalemi, tornavida şekline getirip kabloların tek tek direncini kontrol ediyordum. Doğru kablonun, mekanizmaya bağlantılı olan kısmında, yani metalik kısmın üzerine geldiğimde, tornavidanın arka kısmında elektriğin iletkenliğine bağlı olarak kırmızı ışık yanacaktı.
Toplam altı kablonun üzerinde tek tek oyalanırken, yedincisinde kırmızı ışık sonunda yanmıştı. Elimde tuttuğum kalemi, vakit kaybetmeden makas hâline getirip, tek bir an düşünmeden, ara vermeden, korkmadan, bütün soğukkanlığımla aniden kabloyu kesmiştim. Yanlış kabloyu kesmem demek, kendimle beraber, oldukça fazla bir insan kalabalığının ölümüne neden olmam demekti. Yine de, bu durumu o kadar önemsemiyordum ki içimde, kendime yönelik en ufak bir şüphe duygusu olmadan kesmiştim kabloyu. Başaracağıma olan inancım oldukça fazlaydı. Bu dünyada, Türkeş'in başaramayacağı hiçbir şey yoktu ve de olamazdı.
Kablo kesilir kesilmez, cihazdan 'bip' sesi çıkmıştı. Gözlerim, bombanın üzerindeki zaman ayarlayıcısına kaydığında, bombanın patlamasına son 12 dakika kala, onu durdurduğuma şahit olmuştum. Ben demiştim zaten, bu süre bana yeter de artardı diye.
İşim bittikten sonra, ilgilenmem gereken diğer adamlara dönmüştüm: bölge liderlerine. Yönümü onlara dönmemle birlikte, tahmin ettiğim hâlde, olduklarını görmüştüm. On bölge liderinin, bize saldırmak için geldiğimizi bildiklerinden miydi, bilinmez, ama kendilerini savunmaları için verilen silahları bize doğrultmuşlardı. Gözlerim kendi ekibim ve veliahtlar üzerinde gezdiğinde, çoğunluğun kendi işini bitirdiğini ve tıpkı benim gibi, kendilerine doğrultulan silahları olağanca umursamazlıklarıyla izlediklerini görmüştüm.
Vural Soykamer, son zamanlarda canımı fazlasıyla sıkıyordu. Eminim bir yerlerden bu manzarayı sırıtarak izliyordur. Ben de demiştim demeyi her zaman çok sevmişimdir. Bugünün sonunda, son gülen iyi gülecekti. Ben demiştim derdim nasıl olsa.
"Gerçekten mi? Hadi diyelim ki bizi öldürdünüz, peki bundan sonraki hayatınızda nasıl yaşamayı düşünüyorsunuz? Muhtemelen kapıdan çıkamazsınız." Kansu, onları ciddiye almıyordu. Ses tonu, onlarla dalga geçtiğini bariz bir şekilde ortaya çıkarıyordu. Veliahtlar, onlara verilen silahları çıkarmamışlardı bile. Onlar için şunu söyleyebilirdim: Karşılarında ki adamları o kadar küçük görüyorlardı ki, onlara göre düşman denilebilecek türden bile değildi adamlar. O yüzden onlara doğrultulan silahlar, komik birer şakaymışcasına tepki veriyorlardı.
"Bunun biz de farkındayız. Fakat madem bizi öldüreceksiniz, o zaman cehenneme yanımızda sizden birkaç kişiyi götürmek isteriz." Bölge liderlerinin amacı, beşinci bölge liderinin sarf ettiği sözleri sayesinde anlaşılmıştı. Veliahtlar, yavaş yavaş sinirlenmeye başlamış olarak görünüyorlardı. Muhtemelen canlarının tehlikede olması değildi, tehdit edilmekti onları sinirlendiren.
"Baş Ulu Vural Soykamer. Neden bir yerlerde senin bizi gördüğün gibi, bizim de seni görmemize izin vermiyorsun?" Ortada dönüp duran muhabbet pek umrumda değildi. Ben daha çok beni ciddiye almayan, kendini üstün görürken beni küçük gören o adamla ilgileniyordum. Suratımın aldığı ifadeyi görebiliyordu. Ondan aynı şeyi görmeyi talep ediyordum. Benim konuşmamın ardından, çok geçmeden birkaç dakika önce hepimizle ekranın gerisinden dalga geçen o adam, tekrar karşımıza çıkmıştı. Ekranda onun yüzünü görünce, yüzümü ondan alıp, onun torununa dönmüştüm.
Bana tıpkı dedesi gibi bakıyordu. Gözleri dedesinin üzerinde değil, benim üzerimde geziniyordu. Arem Barkın Soykamer, bir amacım olduğunu en az dedesi kadar anlamamıştı. Sorgulayan gözleri, ne yapacaksan yap artık der gibiydi. Veliaht sabretmeyi sevmiyordu. Ya da belki de Türkeş'i görmeyi haddinden fazla istiyordu. Onlara istediklerini vermek gerekiyordu. Onlara kim olduğumu göstermem gerekiyordu.
"Çaylak! Beni çağırdın. Beni görmek istedin. Ne o, yoksa ölmeden önce söylemek istediğin bir şeyler mi var?" İhtimal vermiyordu Vural Soykamer, darbe niteliğinde bir şey yapabileceğime. Güçlü olabileceğime ihtimal vermiyordu. Bugün bu kaosu zarar görmeden durdurabileceğime ihtimal vermiyordu. Çünkü hafife alıyordu. O ne kadar hafife alıyorsa, ben o kadar güçlüydüm.
"Ekranın gerisinde olup kaos yaratmak nasıl bir his merak ettim doğrusu? Sadece birkaç tuşa basıyorsun ve bombalar patlıyor. İnsanlar ölüyor ya da ölme ihtimalleri doğuyor. Söylesene Vural Soykamer! Birkaç tetik, birkaç tuş görevi görebilir mi?" Gözleri, sinirlendiğini haykırıyordu. Aynı zamanda, o gözleri sorguladığı için kısılmaya başlamıştı. Ne dediğimi anlamıyordu. Çok şey demiştim aslında. Lakin uygulamalı olarak göstermeyene kadar, o ne dediğimi anlamayacaktı. Tıpkı diğer herkes gibi.
Ben herkesten farklıydım. Herkes bir ben etmediği sürece.
"Akıl oyunlarını severim. Tabii karşımdaki benim zekamla hiç yoktan denk olabilecek biriyse. "Soğukça gülmüştü. Ekranın gerisinde baştan aşağı bedenimi süzmüş, ve benimle adeta alay etmişti. "Küçük bir kız çocuğu kendini akıllı zannedebilir, lakin bu demek değildir ki o kız çocuğu gerçekten zekidir." Son ana kadar inkar edecekti. Zekamı, gücümü, aklımı, korkularımı ve korkusuzluğumu son ana kadar hepsini inkar edecekti. Elinde bunu yapmaktan başka seçeneği yoktu. Gücümü kabul ederse, bu saatten sonra düşman olduğumuzun da farkına varacak ve bunu kabullenecekti. Ulular ve veliahtlar da küçük görme sorunu vardı. Siz onları düşman olarak görebilirdiniz, ama onlar sizi kendilerine denk görmedikleri sürece sizi, düşman olarak değil, böcek olarak göreceklerdi.
"Kaybettin ihtiyar. Ya kabullen ya da eğlence başlasın." Gözlerime ekrandan çekmiş, tırnaklarıma sabitlemiştim. Bakımlı eller, güzel tırnaklar. Doğrusu siyah oje bana çok yakışıyordu. Ellerime farklı bir güzellik katıyordu. Mükemmel olmak nerede olduğunuza bakmıyordu. Aksine, nerede olursanız olun mükemmel olmanız gerekebiliyordu. Kısacası, en az bir veliaht kadar, en az bir Ulu kadar umursuyordum seni Vural Soykamer.
Gözlerimi tırnaklarımdan çekip etrafıma baktığımda, veliahtların gözlerinin üzerimde olduğunu görmüştüm. Benim ekibimin üyeleri ise en az benim kadar sakin, en az benim kadar eğleniyorlardı. Kimsenin olanlardan haberi yoktu. Düzeltiyorum! Bizden başka kimsenin, biraz sonra olacak olanlardan haberi yoktu.
"Bölge liderleri! Kızı hedef alın! Sıkın dediğimde beynini dağıtın." Vural Soykamer'den tam olarak beklediğim tepkiyi almayı başarmıştım. Onunla dalga geçmem, onu umursamamam canına tak etmişti. Eh, en azından bir konuda eşittik. Dedesinin tehdit dolu sözlerini duyduğu an, baş veliaht, ondan beklenilmeyen harekette bulunmuştu. Bunun farkına koca bir bedenin önüme geçip beni arkasına aldığı an varmıştım. Nesin sen, yoksa süper kahramanım falan mı? Şu an çok etkilendim doğrusu. Açıkçası, benim için kurşunların hedefi hâline gelip ölürse daha da etkilenebilirdim. Bence denemeye değerdi.
Kısa süre sonra sadece önümün değil, sağ ve solumun da aynı şekilde iri yarı bedenlerle kapatıldığını görünce, baş veliaht ve diğerleri benim için an itibarıyla Charlie ve melekleri görevini görmeye başlamıştı. Onların benim için kendilerini siper etmeleri bana geçmişi hatırlatmıştı. Şayet geçmiş henüz geçmemişti. Bugün benim için siper olan adamlar, geçmişimin katilleriydi. Dün beni koruyamamışlardı. Bugün ben kendimi koruyabilecek kadar güçlüyken, korumaya kalkmalarının anlamı yoktu.
Mert, Hazar, Erdem, Kansu, Arem. Beş veliahtın önümde kurdukları etten duvar arasındaki küçük boşluklardan kendi ekibime baktığımda, Afra'nın veliahtlara bakıp göz devirdiğini, Lerzan'ın sırıtarak eğlendiğini, Yiğit'in ise bize bakıp burun kemerini sıktığını görmüştüm. Benimkiler veliahtlara acıyor gibi görünüyordu. Şu an gerçekten acınası hâlde oldukları için onlara hak veriyordum.
"Ona zarar vermeyi aklından bile geçirme." demişti Mert Aksel. Muhtemelen ekrandaki baş Ulu'ya söylemişti. Gözleri bana silah doğrultan adamın üstünde olsa da tahminim ondan yanaydı. Veliahtlara tekrar dikkatli şekilde baktığımda, ciddiye almayıp silahlarını bellerinden çıkarmayan adamların söz konusu ben olduğumda silahlarını çıkardıklarını ve doğrudan hedeflerine yönelttiklerini görmüştüm. Gerçekte ne kadar yalancı olduklarını bilmesem, şu hareketlerine tav olabilirdim.
"Beyler, beni gerçekten çok şaşırtıyorsunuz. Hikayenin özünü bilmesem, kızın en büyük düşmanı benim derdim." İlk kez Vural Bey'e hak veriyordum. Şayet onun da dediği gibi hikayenin özü ele alındığında, benim en büyük düşmanım kendisi değil, kendisine karşı beni korumaya çalışan önümdeki bu adamlardı.
"Size beni koruma hakkını kim verdi?" Tam olarak ilgilendiğim konu burasıydı. Bu ne cürretti? Bu ne özgüvendi? Onlara silahlar bana doğrultulduğunda önüme geçip bana siper olma haddini kim vermişti?
"Gerçekten mi? Ben bile içten gelen bir dürtüyle, kimse istemediği hâlde sana karşı doğrultulan silahların önüne atlamışken senin takıldığın nokta burası mı?" Kansu biraz sinirlenmiş olmalıydı. Ekibimle beraber veliahtları uzun süre araştırmıştık. Onların kim olduklarını bildiğimiz gibi, tek tek kimin nasıl karakterlere sahip olduğunu da çok iyi biliyorduk. Kansu şu an sinirliydi, siniri bana değildi. Siniri kendineydi. En narsist, en bencil, en ben merkezci veliaht oydu. Dolayısıyla kendi canı ona bu kadar tatlı gelirken, beni ateş hattında gördüğü an, kendisinin de dediği gibi içten gelen bir dürtüyle benim önüme atlamış olmasını anlamdıramıyordu. Bu veliahtın genel özelliği, anlayamadığı her şeye karşı asabi olmasaydı. Ona cevabı verebilirdim. Tabii eğer bunu neden yaptığını biliyor olsaydım.
"Sesini kes ve önümden çekil narsist veliaht." Yönü bana doğru değildi. Sol tarafımı tamamen onun bedeni kapatıyordu. Önümden çekilmesi gerekiyordu. Böylece eğlenceyi başlatabilecektim. Sıkılmaya başlamıştım.
"Önünden çekildiğim an seni delik deşik edecekler kızım." Konunun tam olarak neresi onu ilgilendiriyordu hâlâ anlamış değildim.
"Önümden çekil dedim." Benimle inatlaşmak istemiyordu. Zaten kendiyle çelişiyordu. Beni korumuş olmayı kendine yediremiyordu. Buna rağmen geri adım atmak istediği kadar geri adım atamıyordu da. Onun, kararsız tavırları benim için sadece zaman kaybı yaratıyordu.
"Eğer onun önünden çekilir ve gitmesine izin verirsen seni öldürürüm." Hazar Orhon açık ara belli şekilde arkadaşını tehdit etmişti. Bugün fazlasıyla süper kahramana doymuştum. Meğer herkesin de beni kurtarası varmış. Keşke bunu iş işten geçmeden önce yapsaymışlar da büründükleri şu tavırın benim tarafımca anlamı olsaymış. İş işten geçtikten sonra iş, insanlar sizden gittikten sonra sevgi olmazdı.
"Eğer önünden çekilmezsen muhtemelen yine ölürsün." Şayet önümden çekilmezse onu öldürürdüm. Sabrımı sınamaları kendileri için iyi olmazdı. Onların içinden çıkan bu korumacılığı anlamış değildim. Saçmaydı veliahtlar. Tuhaf oldukları için saçmaydılar. Saçma oldukları kadar tuhaftılar. Amaçları belli değildi. Dünleri bugünleri ile bir değildi. Sağları sollarına denk değildi. Dün Hera'yı öldürenler, bugün Türkeş'i korumak isteyecek kadar saçma, koruduğunu sanacak kadar tuhaftı.
"Bugün ölürsen intikamını alamazsın çirkin cadı. Olduğun yerde kal ki hayatta kal." Erdem Eraslan en az öfkeli olduğum veliahttı. Kendince bana bugün seni koruduğumuz için sesini çıkarma ki yarın intikamını alabilesin diyordu. Oysa ki bilmediği bir şey vardı. Ben intikamımı almaya çoktan başlamıştım. Diğerlerinin aksine Arem'in sesi soluğu çıkmıyordu. Beni korumak için önüme ilk atlayan veliaht oydu. Buna rağmen ağzını açmayan tek veliahtta oydu.
"Beni korumanıza ihtiyacım yok. Bugün siz beni korumasanız da ben yarın yine aynı benim. Yarın hayatta kalıp kalmayacağınız belli değil. Benim aksime sizinki belli değil."
Anlamaları lazımdı. Sözlerimden ufak tefek de olsa bir şeyler anlamaları lazımdı. Hedeflerim olduğunu şu anda bile o hedeflere kitlenmiş olduğumu anlamaları lazımdı. Hepsi olmasa bile birinin anlaması lazımdı. O biri tam önümdeki adamdı. Onun ne demek istediğimi anlamaktan başka çaresi yoktu. Eğer anlamazsa bu kez onu düşman olarak görmeyecek kadar ciddiye almayan taraf ben olacaktım.
Bir... İki... Üç...
Bingo!
Anlamıştı.
Arem Barkın Soykamer ne demek istediğimi nihayet anlamıştı. Önümden çekilmesi ve beni açık hedef hâline getirmesi, beni anladığı içindi. En azından zekiydi. Onunla düşmanlık etmeme neden olacak kadar aklı yeterliydi. Torununun önünden çekilmesi ile açık hedef hâline geldiğimi gören Vural Soykamer, fırsattan istifade ederek 'vurun' emrini adamlarına vermişti.
"Tek bir veliahtta zarar gelmeden kızı öldürün."
Aslında bu söz her şeyin en başından beri Vural Soykamer'in emirleri doğrultusunda işlediğini gösteriyordu. Adamlarla çok önceden anlaşmış olmalıydı. Bölge liderlerine muhtemelen veliahtların onları öldürmemeleri karşılığında beni öldürmelerini söylemişti. Buraya girerken güvenlik nedeniyle içeriye kimse silah sokamazdı. Ancak Baş Ulu, buranın etrafını bombalarla kapladığı gibi hem veliahtlara hem de bölge liderlerine silahlar vermişti. Veliahtlara verdiği silahların boş olduğuna adım kadar emindim. Arem'in önünden çekildiğini gören veliahtların geri kalanları da beni korumak için atağa geçtiklerinde silahlarının boş olduğunu, çalışmadığını fark ettikleri an öğrenmiş olmuştu.
Lakin yine de buradaki kimsenin bilmediği bir şey vardı. O da her tetik bir tuş demekti...
Açık hedef hâline geldiğim hâlde içinde bulunduğum durumdan gayet memnundum. Bölge liderleri çoktan nişan almış ve beni öldürmek için tetiği çekmişlerdi. Ah aman tanrım o da ne? Yoksa silahları tutukluk mu yapmıştı? Hem de hepsinin birden. Onlar tetiğe bastıkça kurşun çıkmıyordu fakat Baş Ulu'nun olduğu ekrandan tuhaf sesler geliyordu. Bombalar sanırım yanlış yerde patlıyordu.
Gözlerim ekrandaki adama kaymıştı. Öfkeliydi. Burnundan soluyordu. Kaşlarını çatmış derin derin nefesler alıyordu. Ne olup bittiğini anlamlandıramıyordu. Surat ifadesi sanki şey gibiydi. Ah şey gibi! Sanki görkemli evinin yarısı havaya uçmuş da, buradaki adamlar silahların neden çalışmadığını anlamak için tetiğe biraz daha basarsa kalan yarısı da havaya uçacakmış gibi. Ee neticede her tetik bir tuş demekti.
"Durun!" Emri veren Arem'di. Bölge liderlerinin durmasını istemişti çünkü onların tetiğe her basışında ekrandan patlama sesi geldiğini ve de her basışın ardından çıkan patlama sesinin daha yakından geldiğini anlamıştı. Dedesinin ölmesini istemiyor olacak ki adamlara durma emrini vermişti. Biz emirleri senden değil senin dedenden alıyoruz diyordu karşısındaki adamlar. Şayet Arem durun deyince değil ekrandaki adamla göz teması kurduklarında, adamın kafasını sallayıp durma emrini onaylamasıyla durmuşlardı. Tüh sadece üç kez daha bassalar Vural Soykamer tahtalı köye gidecekti. Yazık olmuştu doğrusu.
"Sen bunu nasıl başardın?" İşte bu yenilgiydi. İşte bu yenilgiyi kabul etmek demekti. Bu saatten sonra Baş Ulu beni düşman olmaya layık görmüştü. Sözleri tam olarak bu demekti. Başarı vardı. Benim başarım. Bunu kabul etmişti. Bunu kabul ettiği an, ben zaten kazanmıştım.
Ekibimin gurur dolu gözleri üzerimdeydi. Onlarla göz göze geldiğimde her birinin surat ifadesinin duvardan farksız olduğunu görsem de, biz birbirimizi buz gibi surat ifadesinden bile anlayacak kadar iyi tanıyorduk. Burada eğlenen sadece ben ve ekibimdi. Çünkü biz burada neler döndüğünü bilen tek kişilerdik.
Veliahtlar ise oldukça şaşkındı. Her birinin gözleri üzerimde geziniyordu. Ne olduğunu anlamış değillerdi. Buna rağmen ne olduğunu öğrenmek için çaba sarf etmiyor, benim anlatmamı bekliyorlardı. Gözlerim liderlerine kaymıştı. Arem Barkın Soykamer taştan duvar gibi olan surat ifadesi ile gözlerimi mesken almıştı. Kafasını beni onaylamıyormuşcasına iki yana doğru sallıyordu. Türkeş sandığımın da çok üstünde etki yaratmıştı onda. Öyle ki bu etki onun için reddedebileceği kadar hatta onaylamayacağı kadar fazlaydı. Peki onun bu hareketleri kimin umurundaydı?
Bombalar uzun zaman önce etkisiz hâle getirildiği için kapıların açılması gerekiyordu. Elimle kulaklığımı aktif hâle getirmiştim. "Atlas, Almina, Zahir beni duyuyor musunuz?" Çok geçmeden kulaklarımda aynı anda onların sesi çınlamıştı. "DUYUYORUZ TÜRKEŞ!" "Kapıları açın ve buradaki insanların güvenli bir şekilde dışarı çıkmasını sağlayın." İçerideki düğün davetlileri oldukça yüksek oranda gürültü yapıyordu. Kendilerinden fazlasıyla şikayetçiydim. Bir an önce alanı terk edip, beni kurbanlarımla baş başa bırakmaları gerekiyordu.
Verdiğim emir üzerine çok geçmeden kapılar açılmıştı. Kapıların açılması ile içeriye eş zamanlı olarak sol ellerinin yüzük parmağında 4 rakamının bulunduğu adamlar girmişti. Bunlar benim adamlarımdı. Sadece benden emir alanlardı. Her birinin elinde SAR-223T model silahlar bulunuyordu. Buradaki herkesin silahsız olduğunu düşünürsek an itibariyle güç benden yanaydı.
İçeriye giren adamlarım, içeride kalabalık yapan kesimi, kapılardan yönlendirerek dışarı çıkarma işlemine başlamıştı. İçerideki bin küsür kişinin kapıların açılması ile beraber canhıraş bir şekilde dışarı çıkmak için atağa geçmeleri iyi yönlü hareketti. Ne kadar hızlı o kadar iyi demekti. Yaklaşık olarak 15 dakika gibi kısa vadeli süre zarfı boyunca içeridekilerin çıkmasını beklemiştik. Dışarı çıkmak isteyenler arasında bölge liderleri de vardı. Lakin onlar bu gece benim kurbanlarım iken gitmelerine hiç izin verir miydim?
Bölge liderleri, veliahtlar, Tim-4 ve ekranda tüm olan bitenleri bütün siniriyle izleyen bir adet Baş Ulu. Ah, sanırım biz kocaman bir aile olmuştuk. "Anlat bakalım tanrıça hanım nasıl becerdiniz bunca prodüksiyonu." Kansu yine ağzını açmıştı. Yine onun ağzı açıldığında ben sinirlenmeye başlamıştım. Bu çocukta dünya üzerindeki hiçbir insanda rastlamadığım bir şey vardı. Daha doğrusu dünya üzerindeki hiçbir insanda bu kadar fazlasına rastlamadığım bir şey vardı. Gıcıklık. Kansu gerçekten veliahtlar arasında en gıcık olandı.
Herkesin benden açıklama yapmamı beklediğini biliyordum. Bu gece gerçekten yorucu bir gece olmuştu. En azından her şeyi biliyorken, bilmiyormuş gibi yapmak zorluyordu. Sanırım bu gece bir zamanların veliahtlarıyla empati yapmıştım. Çıkardığım sonuca göre: geçmiş yaşantımızda her şeyi biliyorken, onlarda karşıma geçip aylarca hiçbir şey bilmiyormuş gibi yapmış ve de bir hayli yorulmuşlardı. Neticede benim bütün prodüksiyonum bir gece sürmüştü. Onların ki ise aylara tekabül ediyordu. Bundan dolayıdır ki onlar benden çok daha yorgunlardı.
Konuşmaya başlamadan önce gözlerimin hedefine Afra'yı almıştım. Ona baktığımı hisseden kız, ben ona bakmaya başlayalı daha olmadan kafasının bana doğru dönmüş, gözlerinin odağına beni almıştı. Başımı öne doğru hafifçe sallayarak yapması gereken şeyin emrini vermiştim. Çok geçmeden ceketinin cebinden çıkardığı telefonuyla, önümüzdeki dev ekranın birkaç pencereye ayrılmasına neden olmuştu. Artık ekranda tek bir Ulu yoktu. Kendi Ulum da dahil olmak üzere bütün Ulular dev ekranda bizi izliyorlardı. Tıpkı bizlerin de onları izlediği gibi.
"1 Mayıs gecesi Ulular toplantı düzenlediğinde ben ve sayın Ulum Arzem Soykamer, o gün uzun zaman sonra ilk kez karşınıza çıkmıştık." Oldukça sakin ses tonum herkesin nefesini tutmasına ve dehikayenin devamını anlatmam için pür dikkat beni dinlemelerine neden olmuştu. Benim gözlerimse önümdeki dev ekranda ki tek bir kişideydi. Vural Soykamer bugün nedenli rezil olduğunu gözlerimin içine baka baka öğrenecekti.
"O gece farkında olmasa da Vural Bey'in hal ve hareketlerinden ilerleyen zamanda bize sıkıntı çıkartacağını anlamıştık. Vural Bey ne zaman veliahttından gizli saklı işler çevirecek olursa şu an içinde bulunduğu %75'i havaya uçmuş malikanesinde planlar yapar. En güvendiği adamları tarafından korunan evin, her tarafına en güvendiği adamları tarafından bombalar konulacağını bilemezdi." Gülmüştüm. Vural öfkeyle elini masaya vurmuştu. Umursamamıştım. "Vural Bey'in yakın koruması Hasan Cankut adındaki o 50'lerinin sonuna merdiven dayamış olan adam, torunuyla tehdit edildiği için mecburen efendisi Vural Bey'in ne işler çevirdiğini bize anlatmak zorunda kaldı. Sanırım 50'lerinin sonundaki hiçbir ihtiyar beş yaşındaki torununun kafasına silah dayandığını görünce pek sakin kalamıyor. Patronuna bile ah! düzeltiyorum yıllardır ihanet etmediği için onu en güvenilir adam konumuna yükselttiği patronuna bile ihanet edebiliyor."
Ulular'ın gülüşünü duyunca ben de gülmüştüm. Vural ise sinirden çenesini sıkıyordu.
"Vural Soykamer'in içeride sırf bize ekstra zorluk olsun diye ya da daha doğrusu beni öldürebilsinler diye bölge liderlerine içi dolu verdiği silahların aslında uzaktan kumanda görevi görmesini sağlamak, hafife aldığı ekibimin teknolojisine kalmıştı ve de başarıyla sonuçlandığı ispatlandı. Kısacası günün sonunda bize sadece bana karşı kurulan planı patlatmak kaldı." Gülmüştüm. Vural Soykamer'i alayla süzüp, sözlerime devam etmiştim. "Buradaki patlatmak bu kez mecazendi. En azından bu kez mecazendi."
Veliahtların sakinlikleri aslında profesyonel özelliklerinden kaynaklanıyordu. Buradaki hiç kimse sakin değildi. Koskoca Baş Ulu'nun evine bombalar döşenmişti. Herkesin şaşkın olduğuna en az kendimin rahat olduğu kadar emindim. Ekrandaki Ulular içerisinde kendi Ulumla göz göze geldiğimde bana gururla baktığını görmüştüm. Sanki uzun zamandır böyle bir anı bekleyen adama, sonunda bütün olanakları sağlamıştım.
Geriye kalan Ulular sessizdi. Şu an konuşması gereken tek Ulu Baş Ulu'nun ta kendisiydi. O konuşmadan diğerleri konuşmayacaktı. Beni böyle bir şeye kalkışmakla suçlayabilirlerdi. Lakin hepsinin farkında olduğu bir şey varsa o da bu gece Vural Soykamer benimle beraber onların veliahtlarını da tehlikeye atmıştı. Veliahtlar onlar için her şey demekti. Bunun farkında oldukları için sessiz kalacaklarına adım kadar emindim.
"Neye bulaştığının farkında bile değilsin küçük kız?" Gerçekten mi? Biraz daha zorlasam muhtemelen kendi evi ile beraber parçalarına ayrılacak adam hâlâ akıllanmamış gibi görünmüyordu. Hâlâ küçük diyordu. Onların gözünde Hera sıfatından bir türlü kurtulamıyordum. Madem öyle o zaman son perde açılmalıydı.
"Sizin de bildiğiniz bir şey varsa o da veliahtların canını tehlikeye attığınız için hiçbir Ulu'nun sizin tarafınızda olmayacağı gerçeğidir." Gözlerimi tek tek ekrandaki bütün liderlerde gezdirmiştim. Hepsinin surat ifadesinden anladığım şey bana hak verdikleri gerçeğidir.
"Onların benim yanımda olup olmamaları umurumda mı sanıyorsun? Asıl sen kime güveniyorsun da karşına beni alabiliyorsun?" Vural Bey'in fazlasıyla sinirlendiğini ses tonundan ayrıca son sözlerinden sonra masaya yumruğunu yeniden ve daha sertçe vurmasından anlayabiliyordum. Ben onu anlayabiliyordum da o beni bir türlü anlayamıyordu. İşte bu yüzden iletişim sorunu yaşıyorduk. Bilemiyorum belki de kuşak farkı da buna neden oluyor olabilirdi.
Madem Vural Bey kime güvendiğimi merak ediyordu o zaman ona kime güvendiğimi, sırtımı kime yasladığımı, kimden güç aldığımı göstermem gerekiyordu. Gözlerimi etrafımda gezdirdiğimde hemen yanımdaki Tim-4 isimli ekibimden Yiğit ile göz göze gelmiştik. Ona baktığımda ondan ne istediğimi anlayan adam, belindeki silahı çıkartıp adımlarını bana doğru sabitleyerek yanıma doğru gelmişti. Silahı bana uzattığında vakit kaybetmeden onu elinden almıştım. Kendisi, bana göz kırpıp yerine geçmişti. Onun bu hareketi aslında onlara kim olduğunu göster demekti.
Elime aldığım silahla önce onu kontrol ediyormuş gibi bir sağa bir sola yatırarak oynamıştım. Ardından çok geçmeden namlunun ucu bölge liderlerini hedef alabilecek şekilde silahı havaya kaldırmıştım. Bu saatten sonra herkes ne yapmak istediğimi anlamıştı. Fakat önemli olan silahlara karşı her zaman ön yargılı yaklaşan, mümkün olmadıkça eline silah almayan Hera'nın gerçekten gidip de yerini Türkeş'e bırakıp bırakmadığını görmeleriydi.
Bölgenin liderlerinin korkusunu hissedebiliyordum. Her birinin ölümden korktuğu bariz bir şekilde ortadaydı. Ölümden öteye köy yoktu. Onların son anlarıydı. Benim ise görevim. Baş Ulu ne kadar engellemeye çalışırsa çalışsın bana görev verilmişti. Ve sadece bu on adam öldüğü zaman ben artık velihat olabilecektim. Onları öldürmemi kimse engelleyemezdi. Kimse beni durduramazdı. Amacıma giden yolda hedefim intikamımken hiç kimse hiçbir canlı beni durduramazdı.
Yıkıldın mı? Düştün mü? Hayat çok mu zor geldi? Sevenin mi yok? Tek başına mı kaldın? Korkuyor musun? O zaman zayıfsın. O zaman sen güçsüzsün. O zaman sen hor görülürsün. Yıkıldığın kadar yıkamadıktan sonra, düştüğün kadar düşürmedikten sonra hayat zaten sana zor gelir. Dünyaya tek başına gelmişken, dünyada tek başına yaşamanın eziyet olduğunu düşünüyorsan hayat zaten zor gelir. Korkuların olabilir ama korkularının üzerine gidemiyorsan sana korkak derler. Eğer yalnız kalmaktan korkuyorsan hayatına giren herkesle iyi geçinmen gerekir. Ben ise kimseyle iyi geçinemeyecek kadar kötü olmayı seçmiştim. Korkusuz olmak değil ama korkularının üzerine gidebilmek bunu gerektirirdi.
İlk kurşun ilk bölge liderinin tam beynine. İki kaşının ortasına. Hop! adam yerde. Düzeltiyorum! ölü adam artık yerde.
İkinci kurşun ikinci adamın tam kalbine. Bu diğerine göre daha yakışıklıydı. Yüzünü dağıtmaya kıyamadım diye.
Üçüncü kurşun üçüncü adamın önce penisine kadın ticareti yapıyor diye. Dizlerinin üzerine acı ile çöktüğünde, dördüncü kurşun girmişti beynine.
Beşinci kurşun dördüncü adamın tam boğazına isabet etti. Kurşun boynunun gerisinden çıkıverdi. Uyuşturucu ticareti yapıyor diye. Çocukların boğazından süt geçmek yerine, onun zehirleri geçmesin diye.
Beşinci adam ölmekten korkuyordu. Dizlerinin üzerine çökmüş ağlayıp dileniyordu. Dizlerinin üzerine çöküp sokaklarda dillendirdiği insanların gözyaşlarının hatırına bu kurşun onun tam gözüne.
Altıncı adamın kafasına isabet etti kurşun. Öldürmekten zevk alıyorum diye.
Yedinci adamın tam karın boşluğuna gelmişti kurşun. Ölümü can çekişe çekişe olsun diye.
Sekizinci adam kaçmaya çalışırken kurşun tam olarak ense köküne isabet etmişti. Korkakları sevmem niye?
Dokuzuncu adamın başı dikti. Bu o İtalyan adamdı. Ölümden korkmuyor diye, ölümü hızlı oluvermişti. Tam kalbinden tek atışlı isabetle. Onuncu adam, sonuncu adam olmanın şanssızlığını yaşamıştı. Delik deşik olması işte bu sebeple.
On adamın onu da öldüğünde artık kimsenin yaşama ihtimali kalmadığından, elimdeki silahı yere atmıştım. Suçluluk yoktu. Pişmanlık yoktu. Aksine rahatlama vardı. Dünyadan 10 pisliği temizlemenin rahatlığıydı. Ha bir de kanıtlamış olmak vardı. Kendimi kanıtlamış olmanın rahatlığı üzerimdeydi. Neticede bu kız, artık yeni veliahtın ta kendisiydi...
Uluların gözlerinde şaşkınlık vardı. Hayatlarında ilk kez birinin birini öldürdüğüne şahit olmuyorlardı. Sadece "yapamaz" dedikleri birinin bu denli acımasız olması onları şaşırtmıştı. Onların tepkisinden ziyade ben daha çok veliahtların tepkisini merak ediyordum. Gözlerim ilk olarak Hazar'da durmuştu. Bana öfkeyle bakıyordu. Muhtemelen değiştiğimi düşünüyor olmalıydı. Onun görmek istediği Hera iken, Hera böyle bir şeyi asla yapmazdı.
Mert ile göz göze gelmiştim, çok geçmeden. Şokla açtığı gözlerini bir yerdeki adamların üzerinde bir benim üzerimde gezdirip duruyordu. Bu kadarını kesinlikle beklemiyordu. Derince yutkunmasının sebebi, beni nasıl bir canavara dönüştürdüklerini görmüş olmasından kaynaklanıyordu.
Narsist veliaht Kansu Özkurt sakindi. Sadece beni inceler gibi bakıyordu. Kansu detaylara önem verirdi. Beni incelemesi, işte bu sebepleydi. Az önceki gösterinin ardından, ben artık onun için alay edilebilecek biri değil, aksine tehdit barındıran biriydim. Benim tarafımdan zarar görmemek için beni en ince detayına kadar inceliyor ve tartıyordu.
Erdem Eraslan, canı yanar gibi bakıyordu. Ben de yarattıkları etkinin boyutunu görmek, onun canını yakıyordu. Kendini suçluyordu. Gözlerinden bunu anlamak mümkündü. Bu hâle gelmem yüzünden kendisini fena hâlde suçluyordu. Oysa ki, ben bu hâlimden son derece memnundum.
Son veliaht. Baş velihat. Lider velihat. Arem Barkın Soykamer. Onunla daha göz göze gelemeden, yanımdan hızla geçip gittiğini görmüştüm. Muhtemelen ne kadar eğitim almış olurlarsa olsun, onlara göre surat ifadeleri duvar gibi olsa da, tek bakışta bütün duygularını anlayabildiğimi fark etmişti. Onun ne hissettiğini anlamam için ben ona bakamadan, yanımdan hızla çekip gitmişti. Hareketi, onu merak etmeme sebep olmuştu. Hissettiği şey neydi de bunu benden gizlemeye çalışıyordu?
Onun salondan çıkmasına fırsat vermeden, ve de arkamı ona dönmeden, yüksek sesle konuşmuştum. "NEREYE GİDİYORSUN VELİAHT?" Adım seslerinin durduğunu, konuşmam bittikten sonra fark etmiştim. Çok geçmeden devam etmiştim.
"Bölge liderleri artık yaşamıyor. Bu da yönettikleri bölgelerde oldukça büyük bir kaos meydana çıkacak demektir. Muhtemelen çoğu bölge yaşadıkları yerlerde iç karışıklıklara sebep olacak, birçok masum insanı canından edecekler. Bu kaosu durdurmamız gerekiyor. Yeni bölge liderleri bulmamız ve yeni düzenler oluşturmamız gerekiyor. E artık aranıza ben de katıldığıma göre düzeni hep beraber kuracağız demektir. Aranıza yeni bir veliahtın katılması size bu görevde oldukça büyük yarar sağlayacaktır. Öyle değil mi?"
Derince bir sessizlik. Zaten her zaman son söz bana ait olmalıydı. Tıpkı şu an olduğu gibi...
(🎭)
|
0% |