@mavimsu_
|
Hayatınız boyunca hep sevgiyle kalın, saygıyla kalın, aşkla kalın ve de kitabımı okumaya devam ederek kalın.
Keyifli okumalar dilerim.
(🎭)
Bölüm sözü
Dünya düzdür. En az düz düşünen topluluklar kadar. Uzaylılar ise gerçektir. En az bana olan aşkınk
kadar.
H. G.
(🎭)
Nefes al, ver. Nefes al, ver.
Nefes al, ver. Nefes al, ve sakın verme.
Belki bir mucize olur, ve geberip gidersin, belli mi olur. Ben Hera Türkeş.
Hera Uysal olmak zorunda olan bir adet Hera Türkeş. Başı çok büyük belada olan, zavalı o kız. Başımı beladan kurturmam gerekiyordu ama nasıl?
Oynadığımız oyun, çok kısa süre sonra ortaya çıkabilirdi. Ne vardı ki,
bu oyun ortaya çıkarsa ölecek olan tek kişi bendim.
Bana göre her oyun kuralına göre oynanmamalıydı. Kurallar olmalıydı tabii, ancak ya tüm oyuncular o kurallara uyacaktı, ya da tüm oyuncular aynı anda ve aynı oranda hile yapacaktı.
Eğer herkes hile yaparsa, hile yapmak bir kural sayılacaktı. Kimse hile yapanı devre dışı bırakamayacaktı. Bu da şu demekti: Hem kurallar yıkılacak, hem de kurallar yıkmak için vardır ilkesi gerçekleşmiş olmayacaktı.
İşte her şey böylesine basit mantıktı. Ben hile yapan birini görünce 'aa hile yaptın sen' demezdim. Aksine bende hile yapardım. Hilesine hilemle karşılık verdiğimi anlayacak kadar zeki bir rakiple hiç karşılaşmamıştım şimdiye kadar. Yaptığım aynı zamanda birinin restine rest çekmek gibi bir şeydi.
Hera Türkeş, bu zamana kadar bir oyunu kuralına göre oynamadı ise bilinsin ki karşısında oyunu kuralına göre oynamayan biri vardı da ondandı...
Oynadığımız oyun kesinlikle kuralına göre oynanmıyordu. Burada hile yapan birileri vardı. Ne yazık ki beni yıkanda tam olarak buydu çünkü restine rest çekemediğim bir kesim vardı. Yanacaksam ki yanacağım, o zaman benimle beraber herkesi de yakardım.
Tabii normal şartlarda.
Yakamam! Bu kez değil. Babamı mı yakacağım? Askerimi mi yakacağım? Devletimi mi satacağım? Hiç sanmıyordum. Bu kez sadece ben yanarsam, şayet, bu sonu mutlu bir son sayacağım.
Dikdörtgen uzun bir masa.
Masanın etrafında oturan özel eğitimli askerler ve özel eğitimli veliahtlar. Oradan oraya uçuşan dosyalar, haritalar, belgeler. Arkamdaki dev ekranda sürekli değişip duran kayıp askerlere ait bilgiler ve görüntüler. Susmak bilmeyen adamlar arasında bir saatir süren sıkıcı toplantıyı zerre dinleyemeyen bir adette ben.
Biz kocaman bir ekibiz...
Aklımı kaçırmak üzereydim ancak benim kıymetli aklım hâlâ bu döngüden nasıl kurtulacağı yönünde fikir üretmek için çalışıp duruyordu. Belki de bir çıkış yolu arıyordu. Bilemiyordum. Çıkmazdaydım.
Çıkacak yol arıyordum. Yollarım kapalıydı. Delirmek üzereydim.
İşin içinden sıyrılmaya çalışmak ayrı uğraş, bu uğraşı etrafımdakiler fark etmesin diye kılı kırk yarmak çok daha başka bir uğraştı benim için.
Ölmüştüm de, toprak atanım yoktu.
Çalıştır kafanı Hera! Bir şey bul Hera,
Tünelin ucu görünüyor Hera.
Beyaz bir ışık var orda ama bu ışığa gitmezsin inşallah Hera. Allah'ta cezanı versin Hera! Bir şeylerden başla artık mevzuya...Tüm olayları kıymetli beynimin pek değerli süzgecinden geçirmekle başlamıştım işe. En baştan başlarsam çözüm bulabilirmişim gibi.
Oluş sırası bir : Babam ve dokuz askerimiz teröristler tarafından kaçırılır.
Oluş sırası iki : Veliahtlara içinde ne olduğunu hâlen bilmediğim bir bellek, askerlerimizi kaçıranlar tarafından gönderilir.
Oluş sırası üç : Bunun üzerine devlet, belleği veliahtlardan almak için beni kaçırır. Daha doğrusu kaçırmış gibi yapar.
Oluş sırası dört : Veliahtlar oltaya gelir, bellek devlete gider ve devlet beni Arem'e postalar.
Oluş sırası beş : Veliahtlar, devletle iş birliği yapar, özel eğitimli askerlerle operasyonu beraber yönetmeyi kabul ederler. Veliahtlar olay yerine (Irak) intikal eder. Beni de yanlarında sürüklerler.
Oluş sırası altı : Buluşma yerine varmadan Irak'ta aşiretler tarafından önümüz kesilir.
Oluş sırası yedi : Aşiret ağasının kafasında, bir takım olaylardan sonra telefonumu kırarım.
Oluş sırası sekiz :Özel eğitimli Tim ile veliahtlar bir masada saatlerce süren kurtarma planları yaparken, kaçırılan askerlerimizin yeri tespit edilmiştir. Onları kurtarmak için cümbür cemaat İtalya'ya gideceğizdir.
Oluş sırası dokuz : Tüm bu curcuna içinde, puşt Erdem varlığını belli ederek "Aa Hera'nın öz ailesi İtalya'da değil miydi? Hazır İtalya'ya gitmişken Hera bizi ailesi ile tanıştırsın, " der.
Özetle bu dokuz oluş sırası, bana diyordu ki; neden Erdem'in üzerinde dokuz kusurlu hareketimizi denemiyoruz Hera? Puşt insan, puşt insan her zaman puşttur. Yani, puşttur ve Erdem en büyük puşttur. Ayrıca buradan Erdem'e puşt demeyen kim varsa, hepsine çok teessüf ediyordum.
İşin kötüsü malum sebeplerden ötürü telefonum artık yoktu. Kansu olacak o sözde abime buradan nasıl ulaşabilirdim bilmiyordum. Ulaşamazsam ne yapardım, işte onu hiç bilmiyordum.
Dünya üzerinde yer kıtlığı varmış gibi öz babamı kaçıranların, onu sahte babamın yaşadığı ülkeye götürmelerini kaldıramıyor ve şanssızlığın vücut bulmuş hâli olan şu narin bedene yapılır mı ulan bu diye içten içe haykırıyordum.
Kendi kendime saygılarımla.
"Hera güzelim, baksana bir."
Mert'in sesiyle kapılıp gittiğim bol kasvetli hayal dünyamdan sıyrılan beyin hücrelerim, gerçek dünyaya böylece merhaba demişti. Mert'e bir cevap vermeden önce gözlerim etraftaki insan kalabalığı üzerinde gidip geliyordu.
İçeride yedi özel eğitimli asker ve yedi veliahtan başka kimse yoktu.
Herkesin önünde bilgisaylar ve yığınla dosyalar mevcuttu. Mert bana ne sebeple seslendi bilinmez ama onun seslenmesiyle herkesin gözlerinin hedefine geçtiğim apaçık ortadaydı.
Tedirgindim.
Tedirginliğim iyi bir oyuncu olmamamdan kaynaklanmıyordu. Buradaki herkes beden dilini çok iyi bilecek kadar alanında uzmandı. Karşımda bu kadar eğitimli insan varken, oyun oynamak ve yalan söylemek beni tedirgin ediyordu.
Normal bir insanın asla fark edemeyeceği en küçük hatamı fark etmeleri onlar için çocuk oyuncağıydı.
"Efendim.
Bir şey mi oldu?"
Birkaç saniyelik 'ben kimim, bunlar kim, burası neresi' temalı sorgu sual faslından sonra Mert'e ancak cevap verebilmiştim.
"Diyorum ki aç mısın?
En son Türkiye'deyken yedin bir şeyler.
İstediğin bir şey varsa hazırlatırım."
Mert'e bakarken hissettiğim duygular her zaman pozitif olmuştur.
Bana karşı sevgi beslediği ortadaydı ancak ben çoğu zaman bu koca adamın gözünde sevgiden çok özlem görüyordum. Zaten bana karşı değildi sevgisi, kız kardeşime benziyor olmama karşıydı. Biliyordum. O da tıpkı Arem gibiydi. Seviyordu. Düşünüyordu. Koruyordu. Endişeleniyordu. İlgileniyordu. Çünkü kaybetmek istemiyordu.
Hayır, hayır! Bu Hera'yı kaybetmek istemiyor olmak değildi. Bu Melisa'yı tekrar kaybetmek istemiyor olmaktı...
Onların gözünde Hera'nın hiç değeri yoktu çünkü onların gözündeki yansımam bana göre Hera, onlar içinse Melisa'ydı. Olay canımı sıksa da buna ses etmeye hakkım yoktu. Eğer bugün buradaysam o da bu iki adamın Melisa Aksel'e olan sevgisinden ötürüydü. Hera olmak ilk kez bir anlam ifade etmiyordu.
Benim için bile...
"Teşekkür ederim. Ama aç değilim."
Mert'i soğuk sesimle reddetmiştim. Yüz göz olmaya gerek yoktu.
"Emin misin?" Tek kaşı havaya kalkmıştı.
"Eminim!" Bıkkınlıkla nefes vermiştim.
Her türlü diken üstünde bir vaziyet hâlindeyken etrafıma gülümsemem mümkün değildi. Tüm bu ruh hâlinde olmama rağmen, Arem'in gözlerinin üzerimde olduğunu hissedebiliyordum. Tedirgin olduğumun bilincindeydi.
Tek duam, tedirginliğimin nedenini sıradan bir vatandaş olduğumdan dolayı şu an içinde bulunduğum durumun atmosferini yadırgıyor olmama bağlamasıydı. Aksi çıkmaz sokak olurdu benim için.
O anda saniyelik bir güç bulmuştum içimde. Ona tutunarak kaldırdım kafamı. Hemen yanımda oturan o kusursuz yüze baktım. Orman yeşili gözlere çıkardım gözlerimi. Suratı hiçbir duyguyu barındırmıyordu. Ben ne kadar diken üstündeysem, o da o kadar rahattı. Yüzü robot gibiydi. Bakışları ise donuktu. Sadece bakıyordu işte. Gözlerimizin temasını ilk kesen oydu. Tekrar önünde duran bilgisayara odaklanmıştı. Oysa ki ben neyim olduğunu sorar sanmıştım. Sorsun istemiştim. Benden bile soğuk davranmasının nedeni neydi ki?
Canım zaten sıkkındı. Arem'in bu anlamsız soğuk tavrı ise tuzu biberi olmuştu. Dakikalar, can sıkıntısı içinde gelip geçerken kapının tıklatılma sesini duymuştum. Kapıya bakmamıştım. Bakışlarımı önümde sabitlediğim ellerimden kaldırmayı reddetmiştim. Yavuz komutanın "gir" komutu ile kapının açıldığına dair olan o sesi herkes gibi benim kulaklarımda işitmişti.
Ben hâlâ geleni umursamıyordum. Ta ki önüme son model bir telefon bırakılana dek. Kafamı önümden kaldırıyorum ve gelen kişiyi görünce daha çok şaşırıyorum. Hadi canım ordan. Gelen kişi, kafama vurup beni kaçıran, sonrasında bu hareketi için benden dayak yiyen, kod adı yanlış değilsem 'Zaza' olan o adamdı.
"Hera Hanım, eski telefonunuzdaki tüm bilgileri buraya aktardım. Ayrıca numaranız hâlâ aynı. Gönül rahatlığıyla kullanabilirsiniz."
Ağzım 'o' şeklini almış, konuşmayı unutmuş vaziyet hâlindeydim. Zaza beni umursamadan içeridekilerin hepsine baş selamı vermişti. Boş olan tek yere, yani tam karşıma oturduğunda ağzım henüz kapanmamıştı. Zaza sadece bir asker değil, aynı zamanda Türkiye'nin en güçlü timlerinden biri olan Kalkan Timi'nde görev alan bir asker miydi? Kalbim hangi tarafa düşüyordu? Ben de ona yumruk atmıştım, öyle mi? Allah'ım, beni yok etme.
Önüme bırakılan telefonu es geçerek, o telefonu aldırttığına emin olduğum kişiye doğru kafamı çevirmiştim. Kendisi hâlâ en son bıraktığım gibi bilgisayara gömülmüş durumdaydı.
"Arem?"
"Efendim," cevap vermişti, vermesine ama sanki benimle göz göze gelmek istemiyormuş gibi davranıyordu. Merak edip ne var şu laptop'ta diye kafamı oraya doğru uzatıyorum.
Hiçbir şey anlamadığıma kanaat getirip tekrar önüme dönüyordum.
"Telefonu getiren adam beni kaçıran adam değil mi?"
"Öyle." Keskin ve net...
"Bunun benim üzerimdeki psikolojik etkisinin farkında mısın acaba?
Bu adam kafama vurup kaçırdı beni."
Gözlerim nefretle Zaza'ya döndüğünde onun beni umursamadığını gördüm.
"Tam karşımda oturuyor. Sizin benimle derdiniz ne?"
Bazı şeyleri biliyor olmak mı zordu yoksa biliyor olduğum hâlde bilmiyormuş gibi davranmak mı zordu kestiremiyordum. Şayet Zaza veliahtların içine sızdığımı gayet iyi biliyordu. Kalkanın lideri Yavuz komutandı ve Yavuz komutan veliahtlar ile yakın arkadaş olduğunu belirtircesine samimiydi. Bu durumda iki ihtimal vardı. Ya Zaza Kalkan Timinin bile bilmediği bir görevi kabul etmişti, ya da Kalkan timi ve Yavuz komutan veliahtlara benimle beraber oyun oynuyordu.
Gözlerim kısa süreliğine Yavuz'un üzerinde gezinmişti. O kadar kısa süreliğine bakmıştım ki, onunla göz göze gelmemiz mümkün değildi. Cevap ikincisiydi...
Hera Türkeş olan bedenimin ve karakterimin Hera Uysal olması ve onun vereceği tepkileri olaylar sırasında vermek zorunda olması çok yorucuydu. Arem sonunda gömüldüğü ekrandan kafasını kaldırmıştı. Onun o güzel yeşilleri şu son bir kaç saatir neden bana karşı bu kadar soğuk ve duygusuzdu anlamıyordum.
"Korkuyor musun?" Sesinde anlamdıramadığım tuhaflık vardı.
"Korkmalı mıyım?" Tek kaşım istemsizce havaya kalkmıştı. Gözlerime baktı, baktı ve tekrar konuştu.
"Eğer yanında ben varsam korkma. Kimse benim yanımda sana zarar veremez." Gülümsemiştim. Buz gibi gülümsemeydi suratımdaki.
"Yanımda sen yokken bana zarar vermiş olan bir adam tam karşımda oturuyor ama." Gülümsemişti ama benimki gibi buzdandı gülüşü. Tanrı aşkına şu veliahtın nesi vardı bugün? Resmen benimle dalga geçiyordu.
"O yaptığının bedelini fazlasıyla ödedi," diye kestirip atmıştı. Ardından devam etmişti.
Cevap vermediğimi görünce tekrar önüne dönmüştü. İyi ki tek değildim burada, resmen köpürüyordu adam. Etrafımdakilere şöyle bir bakış atmıştım. Hepsi az önceki konuşmanın farkındaydı ancak duymamış gibi yapıyordu. Hainler sizi.
Yapacak başka bir şey olmadığı için yeni telefonumdan sözde abime ne yapacağım ile ilgili mesaj atmıştım. Oldukça zeki olduğum için şifreli konuşmanın mantıklı olacağına kanaat getirmiştim. Veliahtı bunlar, telefonumun içine böcek bile yerleştirmiş olabilirlerdi.
"Abi, annemle kavgalı olduğumu biliyorsun. Benimle konuşmuyor. Acaba onu arayıp İtalya'ya geleceğimi ve yanımda onunla ve babamla tanıştırmak istediğim insanları getireceğimi söyler misin lütfen?"
Bu mesajı normal bir vatandaş "Bu kız ne diyor?" diye yorumlayabilirdi. Kansu özel eğitimli bir ajan olduğu için ne dediğimi, daha doğrusu asıl demek istediğimin ne olduğunu hemen anlayacağından emindim.
"Demek İtalya'ya gidiyorsunuz. Annemizle ben bizzat konuşup her şeyi hazır ettireceğim sizin için. Yurt dışı olması bir şey değiştirmez. Hallederim." Bunun çevirisi şuydu: İtalya'ya gidecek olmanız bir şey değiştirmez. Orada olsan bile olası bir durumda seni koruyacağız. Aynı zamanda anne ve baba mevzusunu ben halledeceğim, sen sadece iyi oyna!
"Teşekkür ederim abiciğim. Ha bir de! Unutmadan, beni bilirsin, doğup büyüdüğüm şehirde bile çoğu zaman kayboluyorum. Bizimkilerin tam adresini konum atar mısın?" Üstü kapalı ama gayet mantıklı. Hera Türkeş'ten beklendiği gibi.
"Hemen atayım konumu. Size iyi eğlenceler. Oraya gidince beni haberdar et."Edeceğimden emin olabilirsin ağabiciğim. Kansu'nun attığı adres ile içim şimdiden rahatlamıştı. Bir an önce babamı ve diğer askerleri kurtarsak ve bende uzun süreli bir kafa tatili yapsaydım çok güzel olacaktı.
Kafamı telefondan kaldırıp erkeklere çevirdiğimde anlık olarak Erdem ile göz göze gelmiştim. Sırıtıyordu... Derin nefes alıp vermiştim. Yine derdi neydi acaba?
"Ee Zaza daha daha nasılsın kardeşim."
Düşmanlar ittifak olacaktı anlaşılan. Zaza, kafasını Erdem'e çevirdiğinde yüzü ve bakışları durup dururken neden hâli vaktinin sorulduğunu sorguluyordu.
"İdare ediyoruz abi sen nasılsın?"
Erdem masada bedenini ileri doğru uzatıp, kollarını masanın üstünde birbirine bağlamıştı.
"Biz idare edemiyoruz maalesef."
Gözlerim bir Erdem'in bir Zaza'nın üzerinde gidip geliyordu.
"Niye abi? Bir problem mi var?"
Zaza kaş çatıp Erdem'e baktığında ben de aynı şekilde Erdem'e bakmıştım. İkimizin de surat ifadesi Erdem'i sorguluyordu. Erdem'in gözleri bana dönmüştü. Gözleri, üzerimde gezindikten sonra tekrar Zaza'ya dönmüştü.
"Birini çok seversin, sonra onu kaybedersin ama bir gün öyle bir an gelir karşına o biri tekrar çıkar..."
Derin nefes alıp vermişti.
"Sonra fark edersin gelen kişi giden kişiye hiç benzemiyor ama gelen kişi giden kişiye çok benziyor."
Erdem bana bakmıyordu. Benim gözlerim onun üzerinden bir an olsun ayrılmıyordu. Erdem, Melisa ile çok iyi anlaşıyor olmalıydı. Onun sözlerinden çoğu zaman varlığımı kabul edemediğini anlıyordum. Melisa'nın olması gerektiği yerde beni gördüğü her saniye çıldırıyordu.
"Abi!" Zaza'nın sesini duyunca ona bakmıştım tekrar.
"Buyur!"
"Ben hiçbir halt anlamadım."
Zaza'nın sesini duyunca, ilk kez tüm ortamın havasının değişmesine sevinmiştim. Duygusal ortamlar bana göre değildi.
"Anlama Zaza, sen anlama! Anlaması gereken anlasın yeter."
Bakışlarım önünde sabitli olsa da üzerimde hissettiğim yoğun gözler sebebiyle kafamı kaldırmıştım. Tam tahmin ettiğim gibi Erdem Eraslan gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Anlaması gereken kişi bendim.
"Konuya dönün!"
Mert'in sesi içeride yankılanınca kafa sallamıştım. Neye kafa salladığımı ya da konunun ne olduğunu bildiğimi sanmıyordum. Mert'in sert sesi atmosferi dağıtmıştı. İçeridekiler yine İtalya'dan aldıkları sinyalin konumu hakkında konuşmaya başlamıştı. Gözlerim ne yaptığını merak ettiği için Arem'e kaymıştı. Bilgisayar ekranından yüzünü kaldırmamaya inat etmiş gibiydi.
"Küs müyüz?" Soru dudaklarımdan sadece onun duyacağı seste çıkmıştı. Yüzümü ona yaklaştırarak konuşmuştum. Diğerleri iş odaklı olduğundan bize bakmıyorlardı. Parmakları klavyede geziniyordu. Gözleri ekrandan bir an olsun ayrılmamıştı. Beni duyduğunu biliyordum lakin bana dönüp bakmıyordu.
"Hayır!" Buzdan sesi artık üşümeme neden oluyordu. Ağzının ortasına bir tane çakasım vardı.
"Batı! "
Arem'den çektiğim gözlerimi Batı'ya çevirip, ona seslendiğimde ikizlerin ikisi de bana dönüp bakmıştı. Yan yana oturuyorlardı. Ee ben öyle ortaya karışık Batı demiştim. Bunların hangisi Batı'ydı?
"Batı olan hanginiz?"
İkisi de hâlâ onları karıştırdığım için aynı anda suratlarını buruşturarak bakmıştı bana.
"Benim." Sol tarafta olan elini kaldırıp cevap verdiğinde onun gözlerinin içine bakmıştım. Az önce yüzüme bakmayı reddeden veliaht'ın gözlerini üzerimde hissediyordum. Bu kez dönüp ona bakmayı ben reddediyordum.
"Seninle yerlerimizi değiştirmeyi talep ediyorum." Gözleri kısılmıştı. Bir bana bir yanımdaki dağ ayısına baktıktan hemen sonra cevap vermişti.
"Reddedildi."
Kafasını tekrar önüne dönüp, Arem gibi önünde duran ekranın içinde kaybolmuştu.
"Mert kartımı kullanırım bende."
Aslında Mert ile yer değiştirmeyi isteseydim o hemen kabul ederdi fakat onun sağ tarafında Yavuz varken oraya oturmak istemiyordum. Mert'in gözlerinin içine bakıp Batı'yı işaret ettiğimde gülmüştü. Gözleri Batı'ya döndüğünde gülüşü silinmişti.
"Kalk lan oradan!"
Batı, Mert'e bakıp sırıttığında neden sırıttığını anlayamamıştım.
"O zaman bende Arem kartımı kullanıyorum." Batı'nın gülen yüzü Arem'e döndüğünde tekrar alaylıca konuşmuştu.
"Kalkayım mı abi?"
Arem bana bakmadığı gibi Batı'ya da bakmadan konuşmuştu.
"Otur oturduğun yerde." Burnumdan soluyordum artık. Benimle konuşmuyordu ve yanından kalkmama da izin vermiyordu.
"Abim ne dediyse o!"
"Ulan şerefsiz! O abinde ben neyinim lan!"
Batı ve Mert birbirlerine girdiğinde onları takmadan dikkatimi yeniden Arem'e vermiştim.
"Saatlerce ayakta dururum ama susmaya devam edersen senin yanında bir dakika durmam." Sadece onun duyacağı şekilde kulağına doğru resmen çemkirmiştim. Gözleri hızla beni bulduğunda kaşları çatık hâldeydi. Onu kızdırmıştım.
"Neden öfkelisin?" Utanmadan soruyor muydu bir de? Terbiyesiz veliaht.
"Neden mi öfkeliyim? Sinirlerimi bozuyorsun çünkü." Kafasını yana doğru hafifçe eğip, bana ters bakış atmıştı.
"Sinirlerini bozacak hiçbir şey yapmadım." Sabahtan bu yana yaptığı hareketleri unutmuş olmalıydı. Aksi türlü mümkün değildi.
"Sus! Konuşma benimle!"
Dönen sandalyemi önüne doğru çevirip, kollarımı önümde bağlamıştım. Yüzünü görmek istemiyordum. Aniden sandalyem hareket ettiğinden gözlerim, görmeyi reddettiği adamın üzerine geri dönmüştü. Sandalyemi kendine çekip, bir de yönünü tam kendisine çevirmişti. Gözlerimi ona sabitleyip ters ters bakmıştım.
"Evet, nedir?"
Kollarım hâlâ önümde bağlıydı.
"Küs müyüz?"
Masum masum konuştuğunda kendisine zerre acımayan tarafım gün yüzüne çıkmıştı.
"Evet!"
Kafasını bana doğru eğip, yüzünü yüzüme yaklaştırmıştı.
"Aynısını sen sorduğunda ben hayır demiştim." Bir de uyanıklık yapıyordu. Pis veliaht işte ne olacak.
"Sen enayi isen ben ne yapayım?"
Sandalyemi tekrar çevirdiğimde daha dönüş yolunu tamamlamadan tekrar beni kendine doğru çevirmişti.
"Ne var be?" Ağzının ortasına vuracaktım ama cesaret edemiyordum. Ağız normal ağız değildi ki. Veliaht ağzıydı.
"Barışmayı talep ediyorum." Yüzü öfkeli olsa da ses tonu sitem ediyordu.
"İyi bende reddediyorum." Tekrar önüme dönmek istemiştim ama yine becerememiştim. Gözlerim yine orman yeşilleri ile denk gelince öfkeyle solumuştum.
"Ay yeter ya!"
Öfkeli sesim bağırırcasına çıktığında, yüzünü buruşturmuştu. Yüzüne yüzüne bağırdım diye utanmadan bir de yüzünü buruşturuyordu.
"Bir şey mi oldu güzelim?"
Mert'in sesini duyduğumda gözlerim ona kaymıştı. Soruyu bana sormuş olsa da gözleri Arem'deydi.
"Oldu!" Herkes bana baktığında merakla beni dinlediklerini görmüştüm.
"Ne oldu?" Erdem gözlerini üzerime diktiğinde şaşırmıştım. Bana Mert gibi bakmış olması tuhaftı.
"Sandalyem sürekli dönüyor."
Hepsinin şaşkın gözleri üzerime döndüğünde askerlerden birinin sesini duymuştum.
"Dönen sandalye değil mi oğlum bu? Dönüyor diye niye kızdı?" Bana yönelik değil, yanında oturan asker arkadaşına yönelik konuşmuştu. Yine de hepimiz duymuştuk onu.
"Sandalyen çok ayıp etmiş bücür."
Hazar'ın sesini duyduğumda ona dönmüştüm. Gözlerinin Arem'de olduğunu görmüştüm. Bana döndüğünde, gülüp göz kırpmıştı. Eh! en azından biri hikayedeki 'döneğin' kim olduğunu anlamıştı.
"Bende bir şey oldu sandım." Erdem homurdana homurdana tekrar önünde duran ekranın arkasında kaybolduğunda, diğerlerinin üzerinde gezdirmiştim gözlerimi. Kısa süreliğine Yavuz ile göz göze geldiğimde dikkatim dağılmasın diye yine önüme dönmüştüm.
"Bir de bayıl istiyorsan Feriha." Batı bana ukalaca baktığında bende aynı şekilde ona bakmıştım. En son benden korkusundan renk atmış birine göre, dili açılmıştı.
"Kardeşim, sana şimdiden geçmiş olsun. Hera, trip konusunda Elena'nın aynısı." Taze damat Evren'den, ee, biz bu bilgiyi öğrendikte ne oldu? Cebimiz para mı doldu? Dedirten bilgilerle hayatımıza kaldığımız yerden devam ediyorduk.
"Sizce de sinirlenince çok sevimli olmuyor mu?" Diyerek, 22 yaşındaki kızı, 2 yaşındaki kızmış gibi, kendince övgü zanaatimce hakaret dolu olan o sözlerle şoka sokan Mert'e doğru kafamı çeviriyordum ki bir de ne göreyim? Aman Ya Rabbi! Tribimi kayıt altına alıyordu.
Orta parmağım, biliyorum çok fena sızlıyorsun, kameraya boy gösterisi yapmak istiyorsun ama dayan bebeğim. Unutma, tripliyiz. Ergen değil.
"Şu telefonlara takılan kılıflardan gözüme taktırayım diyorum. Hem belli mi olur, şu manzaradan korumayı başarırlar belki beni."
Herkes laf söyler, susarım ama sen söyleyemezsin puşt Erdem.
"Keşke o kılıflardan zamanında babanda taksaymış. Hem belli mi olur, belki de hepimizi senden korurdu."
"Offf, füze atı füze." Hazar'dan anladığım olay şuydu: telefonda her ne yapıyor olursa olsun, her zaman kulakları bizdeydi. Kahkaha ile güldüğüne göre, buradaki tüm diyaloğu takipteydi.
"Ahanda, dakika bir, saniye on üç. Tekrar tekrar izler, gülerim ben buna."
Mert'in attığım füzeyi kayıt altına alması çok yerinde olmuştu. Gerçi, benim lafta çok yerinde olmuştu. Hatta öyle bir yerde olmuştu ki, Erdem mosmor olmuştu.
"Çirkin cadı, seninle her laf dalaşına girdiğimizde bir yerden sonra bir de ne göreyim! Giren çıkan hep bana. Hayır, hakkını yiyemem, bu seferki iyiydi biliyor musun?" Erdem bana hitaben konuştuğunda ona dönmüştüm.
"Eyvallah da, sen hep elime koz veriyorsun." Erdem beni kafasıyla onaylamıştı.
"Tabii, orası öyle şimdi ama kabul et, sende hep bel altı vuruyorsun." Bende kafamla onu onaylamıştım.
"Bende bundan zevk alıyorum. Yapacak bir şey yok." Omuz silkmiştim.
"Ona bakacak olursak, bende kim bana nasıl geliyorsa öyle giderim. Bende sana bel altı vursam mesela, hoşuna gider mi?" Kollarını önünde bağlamıştı.
"Bak işte, orada bir duracaksın. Sen bana bel altı vurursan, ben ses etmem ama şu tripli olduğum bey, sadece ses ederse; ucuz atlatırsın." Elimle yüzüne bakmadığım Arem'i işaret ettiğimde gözleri oraya kayıp tekrar bende durmuştu.
"İşin bir de o boyutu var, değil mi?"
Aydınlanmış olmalıydı.
"Sadece o olsa yine iyisin. Bunun bir de Mert'i var." Bu kez elimle Mert'i işaret ettiğimde gülümseyerek onaylamıştı beni Mert.
"Savaş çıkar diyorsun." Kafamı hızlı hızlı hayır anlamında sallamıştım.
"Yok öyle demiyorum."
"Ne diyorsun peki?" Sırıtarak bakmıştım ona.
"Diyorum ki; günün sonunda bir de ne göresin! Girende sanaaa, çıkanda sanaaa."
Biz Erdem'le koyu sohbete dalmış ve içeridekileri unutmuş gibi konuşurken, onların gülüşme seslerini duyunca, puşt ve ben "ne ara yelkenleri suya indirdik," şokunu yaşarcasına silkelenmiştik.
"Ordan bir oralet, bir de tavla istedik mi sizin için tamamdır. Sabaha kadar dedikodu yaparsınız." Komutan Yavuz Beyler bile gülerek bunları söylediyse, durum vahim demektir. Askerlerin her biri ciddi adam imajından sıyrılıp gülüşmeleri tam gaz devam ettirmişti.
"Bakmayın siz bunların kedi köpek gibi olduğuna, biz; Hera'yı tanıdığımız günden beri Erdem'le olan enerji uyumlarının farkındayız." Evren Korkmaz! Senin dilin ne söylüyor? Benim enerjim bir puşta uyuyor, öyle mi? Yok daha neler.
"Aslında Hera, aramızda en iyi Erdem'le anlaşacak kadar uyuyor ona ama sanırım zıt kutuplar çeker, aynı kutuplar iter mevzusu onların ki." Batı'nın sözleri mantıklı olabilirdi. Yani, hayatlarına girdiğim ilk günden beri, diğerlerine oranla Erdem'le çok daha fazla zıt düşmüştük. Ancak yine de bunu inkar etme perilerim gelmişti.
"Öyle olsaydı, burada en çok Arem'le zıttım. O zaman yokuş aşağı düşer gibi çekilmem lazımdı ona değil mi?"
Sözlerim biter bitmez, sandalyemi biri, üstünde oturan benle beraber kendine doğru hızla çekmişti. Yine ve yeniden...Oturduğum sandalyenin yönünü kendisine doğru çeviren veliahtım ile burun buruna denecek kadar yakın duruyorduk. İçerideki insanları umursamıyordu.
"Sence de çekilmiyor musun bana doğru tanrıça?" Sesi gizem doluydu. Gözlerime anlamdıramadığım bakışlar atıyordu.
"Sandalyemi öyle tutup çekersen eğer, çekilirim tabii. Başka soru." Ben ve konuyu olağanüstü yeteneğim ile çevirme hızım. Bence asıl uyumlu olduğum kişi kendisiydi.
"Çok güzelsin."
Gözlerime hayran hayran bakıyordu. İyi oynuyorsun veliaht! Çok iyi oynuyorsun. Özünde kim olduğunu bilmesem, yerdim...
"Biliyorum." Gülmüştü. Çok güzel gülüyordu. Gülmek ona yakışıyordu.
"Hadi beni affettiğini söyle." Derdi neydi belli olmuştu. Kafamı biraz geriye doğru atıp, aramıza mesafe koymuştum.
"Söylersem, ihlal edip içine daldığın sosyal mesafe çizgimin dışına çıkacak mısın?" Sözlerim iğneliydi.
"Şimdilik evet." Sözleri alaylıydı.
"Şimdilik affedildin o zaman." Bir kez daha o muhteşem gülüşünü önüme sunup, önce iki yandan, sıkı sıkıya tuttuğu sandalyemi bırakmış, sonrasında ise tamamen geri çekilmişti. Oh be! Dünya varmış.
Dünyam seninle mi varmış veliaht?
(...)
Veliahtlar ve askerler tekrar koyu sohbete dalmıştı. Daha doğrusu planlara ve programlara tam gaz devam ediyorlardı. Arem, özel uçağı hazırlatmaları için birilerini aramıştı. En geç bir saat sonra İtalya'ya gidiyorduk.
Bir kez daha gökyüzünde olacaktım. Sandalyenin başlık kısmına kafamı koymuştum. Orada beni neler bekliyor bilinmezdi ama şu an çok uykum olduğu tarafımca bilinebilirdi. Baba, seni kurtarmaya gelmeden önce biraz uyursam kızmasın umarım.
Ya da kız baba, bana kız. Kızıyorsan yaşıyorsun demektir. Eğer yaşamıyorsan... İşte o zaman bende ölürüm...
Burada annemsiz bir aile olamadık biz birbirimize. Belki diğer tarafta oluruz, ha! Ne dersin?
(🎭) |
0% |