Yeni Üyelik
49.
Bölüm

🎭 12 BİRİNCİ ARTIK İKİNCİ

@mavimsu_

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hayatınız boyunca hep sevgiyle kalın, saygıyla kalın, aşkla kalın ve de kitabını okumaya devam ederek kalın.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Keyifli okumalar dilerim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(🎭)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Sözü

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Birincinin yüreği, ikinciye emanet, İkincinin yarası, birinciye ihânet.

 

H.G.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Not: Görsel gerçek değil, photoshop'tur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(🎭)

 

 

 

 

Gözlerim alanı tarıyordu. Bilindik yüzler vardı her yerde. O yüzleri hiç bilmemek isterdim. Bundan birkaç sene önceki hayatıma dönmeyi çok isterdim. Dertlerimin boyumu aşmadığı zamanlara dönmeyi çok isterdim. Bu insanları hiç tanımamayı çok isterdim istemesine ama dünyaya geliş sebebim bile onlarken, isteğim ne kadar mümkün olurdu bilemiyordum.

 

 

 

İnsanlık için birçok şey yapılabilirdi. Birçok deney insanlık adına yapılmalıydı. Ancak tek bir insan adına bir deney yapılması acımasızcaydı. Kimse deneye acımamıştı. Onu önemseyen yoktu. Neticede bu hayat bir yarıştı. İnsanlar içine düştükleri bu yarışta yarışanları önemsemezdi. Kazananları önemserdi. Yani birincileri.

 

 

 

Ben birinci olmamıştım. Ben ikinci de olmamıştım. Ben birincinin ikincisi olmuştum. Var olma sebebi birincinin kazanması olan ikinciydim ben. Birinci var olsun diye var olan, o yaşasın diye yok olandım ben. Bunun için herkesi suçlayabilirdim. Bunun için herkesten intikam alabilirdim. Birinci hariç herkesin canını yakabilirdim. Onu suçlamıyordum. Onu hiçbir zaman suçlamamıştım.

 

 

 

Aynı şey onun için geçerli değildi. Bana karşı mahcuptu. Benden utanıyor, hatta çekiniyordu. Gözleri herkesin üzerinde dolanıyor, ara ara bana değdiğinde üç saniyeden daha uzun süre bakamıyordu. O benim aynımdı. Ya da ben onun aynısıydım. İkiz değildik. Anne babalarımız bir değildi. Benim annem ve babam yoktu. Ben onun genlerinden var olmuştum. Benim varlığım onun varlığına aitti. Hayat ikimiz için de oldukça acımasız davranmıştı. Kendi hayatım için zor geçti diyebilirdim, de şu aynısı olduğum kadına hayatı güzel geçti nasıl diyebilirdim?

 

 

 

Daha 18 olamadan günlerden bir gün sevdiği adamla beraber kurşunların hedefi olmuştu. Aradan geçen neredeyse on yıl onun için hiçlikti. Gözünü kapattığı tarihte daha 20 olamamışken, gözünü açtığı tarihte 30'una merdiven dayamıştı. Ömründen yılları gitmişti. Hayat onun için güzeldi demek haksızlık olurdu. Ona kızgın değildim. Ona kırgın da değildim. Belki olanlar bu şekilde olmasaydı, ne onun canı ne de benim canım yanmasaydı, birden karşıma çıksa ve bana aslında nasıl var olduğumu anlatsa, muhtemelen onunla çok yakın iki arkadaş olabilirdik.

 

 

 

Niye olmayalım ki? Ben onun sayesinde var olmuş olmakla dert sahibi olmazdım. Evet acırdı ama atlatırdım. Attila'nın varlığını hatırlar atladırdım. Attila Tuğrul Türkeş'in kızı olma onurunu yaşadıysam eğer, bunu bana Melisa Aksel sağlamıştı. Ona gocunmaz, minnet duyardım.

 

 

 

Hayat şartları farklı işlese minnet duyacağım kadın, onu son gördüğümün aksine gayet güçlü görünüyordu. Yüzüne renk gelmişti. Hayat gelmişti. Saçları, onu en son gördüğümdeki gibi karman çorman değil, yumuşacık görünüyordu. Her şeyden öte yürüyebiliyordu. Geçtiğimiz bu iki yıl içinde ailesi ona çok iyi bakmış olmalıydı. Benim veliaht eğitimi aldığım tarihlerde, muhtemelen o da yürümek ve tekrardan eski sağlığına kavuşabilmek için çabalıyor olmalıydı.

 

 

 

O benim tam tersimdi. Belki yüz olarak birbirimizin aynısı olabilirdik, ancak duygu ve düşüncelerimiz birbirinin tam tersiydi. Benim yapmaktan hoşlandığım şeyler, onun yapmaya cesaret edemediği şeylerdi. Biz aynı taşın karanlık ve aydınlık taraflarıydık. Ben saf kötülüksem, o saf iyilikti. İşte bu yüzden bu adamlar, onun için beni hiç düşünmeden harcamışlardı. Çünkü ben onlar gibiydim. Hatta ben, onlardan biriydim. Biz kötüydük, o kızın aksine. İnsan, kendinde olmayanı çok severmiş. İyilik ve saflık, onlar da yoktu. Onlarda olan şey kötülük ve karanlıktı. Haliyle her seferinde beni değil, onu seçmişlerdi. Yüz olarak birbirimizin aynı olsak da yapı olarak birbirimizin zıttıydık. O kız, onların vazgeçilmeziydi.

 

 

 

Hayatımı mahvedenlerin, beni var eden kişilerle aynı kişiler olması çok üzücüydü. Herkesin gözü benim üzerimdeydi. Onlarla hayatımın geri kalanında daha çok muhatap olmam gerekiyordu. Bana yaptıkları şey, akıl alır bir şey değildi. Lakin sorsalar, pişmanlar mı? diye aralarından bir kişinin bile "ben pişmanım" diyeceğini zannetmiyordum. Melisa Aksel'in babası, Dündar Aksel, kızını yaşatmak için beni var etmişti. Benim varlığım, kızına ilaç olmuştu. Bu adam, bundan hiç pişmanlık duyar mıydı?

 

 

 

Aradan yıllar geçmişti ve benim varlığım, onlara ikinci kez kızlarını getirmişti. Dünyanın en iyi ağabeyi olmaya aday olan Mert Aksel, kız kardeşini ona geri getirdiğim için bana yaşattıklarından pişmanlık duyar mıydı hiç?

 

 

 

Veliahtların bütün çocukluk yıllarında yanlarında Melisa varken, onun uğruna birkaç aylığına ona benzeyen bir kadına sabretmiş o adamlar, bundan pişmanlık duyar mıydı hiç?

 

 

 

Peki ya o? Orman gözlü adam. Arem Barkın Soykamer! Sevdiği kadını iki kez hayatta tuttuğum için bütün hayatımı tepetaklak etmiş olmaktan pişmanlık duyar mıydı? Bana söylediği yalanlardan pişmanlık duyar mıydı? Bu hayatta beni gerçekten seven tek adam, Attila Tuğrul Türkeş'ken, sırf oyunları bozulmasın diye onun ölümünü bile benden gizlemiş olmaktan pişmanlık duyar mıydı hiç? Ben babamın cenazesine gidememiştim. Şimdi, bu adamlar kalkıp da "ben pişmanım" deseler, bu saatten sonra bir şey değişir miydi hiç?

 

 

 

Bugünün tarihi 22 Mayıs 2025'ti. Bugünün anlam ve önemi oldukça yüksekti. Bugün, herkesin uğruna beni harcadığı kadının doğum günüydü. Bugün, günlerden Melisa Aksel demekti. Bugün birincinin günüydü. Bütün sevdikleri toplanmıştı. Onun için buradaydık hepimiz. Artık bir veliaht olduğum için, herkesin toplandığı özel günlerde kendi Ulumla beraber aralarında olmam şarttı. Yüzlerini görmeye tahammül edişim işte bu sebepleydi.

 

 

 

Çoğunluğun gözleri zaten benim üzerimdeydi. Utanmıyorlardı. Çekinmiyorlardı. Kim olduğumu umursamıyorlardı. Ne şekilde var olduğumu umursamıyorlardı. Tek dertleri kendileriydi. Düşünüyorlardı. Fazlasıyla tartıyorlardı. Onlara yapabileceğim her şeyi düşünüp tartıyorlardı. İşin sonunda benim tarafımdan alabilecekleri bütün darbeleri hesap etmek zorundalardı. Onların tek derdi buydu.

 

 

 

Ruhumun her bir köşesine bir kilit vurmuştum. Her bir anahtar, buradaki bir düşmanım demekti. Korkusuz olan, ben senden korkmuyorum diyen ne kadar düşmanım varsa, kilidi açmalarını bekliyordum. Kilit açıldığı an, onlar için seçtiğim canavar ortaya çıkacaktı. Her biri için seçmiş olduğum özel canavarlar vardı. Cesareti olan herkes, bu canavarı görmek için atağa geçerdi. Bana yaşattıkları onca şey, onlara yapacağım onca şeyin yanında hiç olarak kalırdı.

 

 

 

Kalbim delik deşik olmuştu, üstü ise kesik kesikti. Aklım kalbimde kalmıştı o günlerde, benim dermanım eksikti. Kim bilir kimler daha neler görüp neler çekmişti? Elimde kalem vardı ama benim defterim eksikti. Benim derdim bana çok gelmişti. Omuzlarım düştü düşecekti, lakin kalbim eğilivermişti. Bu saatten sonra tanrıça tamamen gitmişti. Kanlı sahne artık Türkeş'e aitti.

 

 

 

"İkizin olmayan ikizine sence de çok fazla bakmadın mı?" Ses hemen solumdan gelmişti. Sesin sahibini tanıyordum. Veliahtlardan ne kadar uzak durmaya çalışırsam çalışayım, onlar burnumun dibinde bitiyordu. Kansu Özkurt o otlardan biriydi. Konuşmayı sevmezdim. Çok konuşanları hiç sevmezdim. Bu veliaht ise çenesi en düşük olanlardandı. Onu duymazlıktan gelmek ikimiz için de en iyisi olacaktı.

 

 

 

"Ne o, yoksa küs müyüz?" İnatçıydı. Fazlasıyla inatçıydı. Yavaş yavaş sinirlendiğimi hissedebiliyordum. Lakin buraya gelmeden önce hemen ilerideki masada Dündar Aksel ile koyu sohbette olan kendi Ulum Arzem Soykamer'e şartlar neyi gerektiriyor olursa olsun olay çıkarmayacağıma dair söz vermiştim. Umarım Kansu bana bu sözü bozdurmazdı. O her ağzını açtığında, ben ona cevap vermeyi bıraktım, yüzüne bile bakmıyordum. Buna rağmen inadından vazgeçmeyen veliaht tekrar ağzını açmıştı.

 

 

 

"Bak, sana karşı içimde herhangi bir duygu yok. Diğerlerinin arasında ben sana karşı nötrüm. Seni sevmediğim gibi, senden nefret de etmiyorum. Ancak sen, seni sevenlerden nefret edebiliyorsun. Seni ne kadar sevdikleri umrumda bile olmuyor. Hataya karşı affediciliğin yok. Normal şartlarda buna sesimi çıkarmazdım, hatta bu umurumda bile olmazdı." Derince nefes alıp konuşmasını ara vermişti. Lafı nereye getireceği oldukça açıktı. Başından beri zaten sarf ettiği konuşmayı yapabilmek için etrafımda dolanıyor olmalıydı. Bu bir uyarıydı. Aklınca beni uyaracaktı. Çok geçmeden tekrar konuşmaya başlamıştı. O ağzını tekrar açtığında, düşüncelerimde haklı olduğumu görmüştüm. Ne kadar sinirleniyor olursam olayım, onunla yüz yüze gelmiyor, yüzümü yüzüne bile çevirmiyordum.

 

 

 

"Ne yazık ki normal şartların içinde değiliz. Çünkü seni seven kişiler benim küçük kardeşlerim. Doğu ve Batı seni gerçekten seviyor. Sense benim kardeşlerime nefretle yaklaşıyorsun. Bu da onların üzülmesine neden oluyor. Onlar üzüldükçe, benim sana karşı nötür oluşum yerini nefrete bırakmaya başlıyor." Yine ara vermişti. Ona dönüp bakmamı çok istiyordu. Sürekli ara verip, tepkimi kontrol ediyordu.

 

 

 

"Demem o ki, kardeşlerimi üzmekten vazgeç ki, böylece bende sana düşmanlık etmeyeyim. İnan bana, kim olduğumu bilirsen, beni karşına almak dahi istemezsin." Peki sana kim olduğunu bilmediğimi düşündürten şey de nedir, narsist veliaht? Seni senden daha iyi tanıyorsam eğer, bu durumda tehdit altında olan ben değil de sen olmuyor musun?

 

 

 

"Kansu Özkurt! Zekası ile ön planda olan o veliaht. Genelde hep stratejik düşünür. Bencildir. Yardım etmeyi ve yardımlaşmayı sevmez. Sevdikleri insanlar dışında tabii. Ancak herkes gibi Kansu Özkurt'un da sevdiklerinden gizlediği şeyler vardı. Mesela uğruna ölebileceği iki küçük kardeşine söylediği türden yalanlar."

 

 

 

Yüzüne bakmadan konuşmuştum. Son sözlerime kadar bu böyle devam etmişti. Son sözümü kurduktan sonra yüzünün aldığı ifadeyi görebilmek için kafamı yavaş hareketlerle onun bulunduğu tarafa doğru çevirmiştim. Gözlerindeki şaşkınlığı her şeyden öte gözlerindeki korkuyu görebiliyordum. O korkuyu çok net şekilde görebiliyordum. Kaybetme korkusuydu. Bahsettiğim sırrın ne olduğunu hemen anlamıştı. O sırrın büyüklüğü ondan kardeşlerini alabilirdi. Bu da korkması için yeterli bir sebepti.

 

 

 

"Aklından bile geçirme!" Kısık tonda oldukça sinirli şekilde konuşmuştu. Korkacağımı mı zannediyordu acaba? Bir şeylerden korkmayı bırakalı uzun zaman olmuştu. Bu hayata artık kaybedecek bir şeyim yoktu. Ben insan sevmiyordum artık. Ben insan da değildim. Bu insan olmayan kişinin kendinden olmayanı sevmemek gibi huyları vardı. Neyse ki Dünya üzerinde yaşayan tek klondum da sevdiğim şahsiyet sayısı sadece kendimle sınırlı kalıyordu.

 

 

 

"Tehditten hoşlanmam. Genelde kimseyi tehdit etmem. Sadece yapabileceklerimi önceden söyler, uyarırım. Aynı şeyi sana da tavsiye ederim, Kansu. Sınırlarımı zorlarsan, seni orada boğarım." Gözlerim sıkı sıkıya yumruk yaptığı ellerine kaymıştı. Çenesinin aldığı şekil dişlerini sıktığını gösteriyordu. Öfke damarlarından kan gibi dolaşıyordu. Patlayacak bomba olmuştu. Patlamaya yer arıyordu ancak burada patlarsa canı yanan sadece o olurdu.

 

 

 

"Ne kadarını biliyorsun?" Ona karşı kurduğum uzun uzadıya sözler pek umrunda olmamıştı. Umurunda olmuşsa bile ilgilendiği konu hâlâ aynı konuydu. Eğer bu denli çok merak ediyorsa ben de anlatırdım. Neticede biz artık ekip arkadaşıydık. Benim ekip arkadaşlarım için yapamayacağım şey yoktu.

 

 

 

"Annen Mehtap, baban Kenan'la kendi babası yüzünden bir nevi zorla evlenmiş, daha doğrusu evlenmeye mecbur bırakılmış bir kadındı. Baban annene aşıktı, lakin aynı şey annen için geçerli değildi. Annen babanın kardeşine, yani amcana aşıktı. Onunla evlenmek istiyordu. Amcan ve annen birbirini seviyordu. Bu aşktan kimsenin haberi yoktu. Annenin babası, yani büyük baban, annenin Özkurtların küçük oğlu ile evlenmesinden ziyade büyük oğlu ile evlenmesini istiyordu. Neticede veliaht olan büyük olandı. Düğün yapıldı, annen ve baban evlendi, hatta dünyaya sen geldin. Yine de tüm bunların olması, amcan ve annenin birbirinden uzak durması için yeterli bir sebep değildi."

 

 

Kansu gözlerini benden çekmişti. Bedenini benim bedenimin önüne geçirmişti. İçeride bulunan insan kalabalığının %80'i ağız okumayı biliyordu. Aklınca önlem almıştı. Onu umursamadan konuşmaya devam etmiştim.

 

 

 

"Yasak aşk uzun yıllar boyunca devam etti. Hatta öyle ki bu yasak aşktan dünyaya iki çocuk geldi. İkizler Doğu ve Batı, aslında senin hem kardeşin hem de kuzenlerin." Kansu iki dakika önce benim yaptığımı yapıyordu. Benim dışımda her yere bakıyordu. Canı yanıyordu. Kansu acıyı umursamayı reddediyordu. Kansu umursamaz değildi. Kansu acıyı reddeden biriydi.

 

 

 

"Gel zaman git zaman, her yalan gibi gizlenen her sır gibi, annen ve amcanın gizledikleri bu sır da ortaya çıkmıştı."

 

 

Kansu yutkundu. Ben ise susmadım. Canı daha çok acısın istedim. Yarasını kazıdım. Tırnakladım... Ben Kansu'yu konuştukça öldürdüm.

 

 

 

"Baban bir yandan kardeşi ve karısının ihanetini yaşarken, bir yandan da henüz o tarihlerde daha 9 yaşında çocuklar olan evlatlarının babası olmadığı gerçeği ile yüzleşiyordu. Biraz bunalım, biraz sinir krizi derken daha fazla dayanamamış ve karısıyla kardeşini öldürmüştü. Bu korkunç hikayeyi ikizlerden saklama kararını babanla beraber sen aldın."

 

 

Gözleri boşluktan âniden bana dönmüştü. Öyle bir bakmıştı, öyle bir yanmıştı ki bir an acaba dedim. Susmalı mıydım? Sonra vazgeçtim.

 

 

 

Ben acıyan yaraya acımamayı onlardan öğrenmiştim.

 

 

 

"Sen zaten o zamanlar 11 yaşında çocuk da olsan veliaht olarak eğitim alıyordun. Şayet babanın Ulu olan babası ulular operasyonunda diğer ulularla beraber öldürülmüştü. O dönemlerde veliaht olan baban Ulu konumuna geçtiği için onun varisi olan sen de veliaht olarak eğitim alıyordun. Ulular, veliahtlarından hiçbir şeyi gizleyemezdi. Bu yüzden baban sana her şeyi bütün çıplaklığıyla anlatmıştı. Babanın aldığı karara saygı duydun ve sen de kardeşlerinden bu hikayeyi gizlemeye karar verdin."

 

 

Yüzünde alaycı sırıtış belirdi. Bakışları boşluğa kaydı. Ve Kansu Özkurt acıyı yeniden reddetti...

 

 

 

"Zavallı ikizler. Onlar aslında öz babaları olan fakat bilmedikleri için amcaları sandıkları kişinin, anneleri Mehtap'a takıntılı şekilde aşık olduğunu, annelerinin asla bu aşka karşılık vermediğini, bu yüzden amcalarının hem annelerini hem de kendisini bir gece cinnet geçirerek öldürdüğünü düşünüyolar. Aslında babaları olan amcalarından nefret ediyorlar." Sustuğumda, derince nefes alıp sertçe yutkunmuştu. Bütün hikaye hakim olduğumun artık bilincindeydi. Onlar öldü zannetse de Arzem Soykamer bir zamanlar onların içinde yaşıyordu. Bütün hayat hikayelerini bu sayede biliyordum. Ağzını açıp cevap vermesini bekliyordum. Bunu yapmayacak gibi görünüyordu. Ya yapmaya cesareti yoktu ya da yüzü. Her ne olursa olsun acımasız olduğumu onlara asla acımayacağımı anlamıştı. Bunu anlamıştı. Bunu anladığı için sesini bile çıkarmadan yanımdan hızla çekip gitmişti.

 

 

 

Veliahtlar yalancının tekiydiler. Çoğu zaman sadece kendilerinden olmayana değil, kendilerinden olanlara bile ihanet edebilirlerdi.

 

 

 

Kansu'nun yanımdan gidişinin ardından gözlerim tekrar alanı tarar olmuştu. Burası Aksel'lerin büyük ve görkemli evlerinin özel günler için kullandıkları salon bölümüydü. Salonun büyüklüğü bin kişinin içeride rahatça gezebileceği türdendi. İçerinin büyük olması içeride çok büyük bir kalabalığın olduğu anlamına gelmiyordu. Aksel ailesi, Eraslanlar ailesi, Korkmazlar ailesi, Orhonlar ailesi, Özkurtlar ailesi, Soykamerler ailesi bir de tüm bu ailelerin yanı sıra ben ve sevgili Ulum Arzem Bey yer alıyordu. Burada ulular ve veliahtların aile üyeleri fertlerinden başka kimse yoktu.

 

 

 

Melisa'nın uzun yıllar sürecek olan o uykuya yatmadan önceki hayatında çok sosyal olduğu söylenemezdi. Onun hakkında öğrendiklerim bütün hayatının veliahtların yanında geçtiği yönündeydi. Sevgilisi ve ağabeyi ile vakit geçirmek ise hayatta en çok sevdiği şeylerdendi. Bundan dolayıdır ki bugün onun doğum gününde geniş ve kalabalık ailesinden başka kimse yoktu. Geçmiş yaşantısında arkadaşları olsa bile, o arkadaşlar onu yaklaşık olarak on küsür yıl öldü bildikleri için muhtemelen bugün burada olmaları pek mümkün olmayacaktı.

 

 

 

Veliahtların gözlerini üzerimde hissedebiliyordum. Onları pek taktığımı söyleyemezdim. Genellikle onların olduğu tarafa çok bakmamaya çalışıyordum. Şayet hepsi gözlerini üzerime kitlediği için hangisi ile göz göze geleceğimi şaşırıyordum. Onlar için söylenebilecek en doğru kelimelerden biri yüzsüz oldukları gerçeğiydi.

 

 

 

Buraya gelmeden önce halam Sevde Türkeş ile daha doğrusu artık Sevde Soykamer ile uzunca konuşmuştuk. 'Babanın katilini bulmak istiyorsan sakin olman gerekir' demişti bana. Babamın katilini bulmayı istiyordum. Buradakilerden biriydi babamın katili. Kim olduğunu bilmesem de buradakilerden biri olduğunu biliyordum. Ya ululardan biriydi ya da veliahtlardan biri. Halam da benimle aynı şeyi düşünüyordu. Kardeşinin katilleri buradaki insanlardan biriydi.

 

 

 

Bu gece halamın bizimle beraber buraya gelmemesinin sebeplerinden biri de bu gerçeği biliyor olmasıydı. Ben babamın katillerini bulmak ve onlara dünyayı dar etmek için sabredebilirdim. Sessiz kalabilirdim. Aynı şey halam için geçerli değildi. Muhtemelen o buraya geldiğinde olay çıkarırdı. Ben ve Arzem Soykamer, halamın bütün ısrarlarına rağmen onun bu gece bizimle gelmemesi gerektiğine karar vermiştik.

 

 

 

Ben sakinliğimi korumaya çalıştıkça veliahtlar sabrımı zorluyordu. Yüzsüzlükte bu kez sınır tanımayan veliaht Mert Aksel'in ta kendisiydi. Onunla oldukça uzun zaman sonra muhtemelen ilk kez şimdi böylesine yakındık. Kansu'nun gidişinin ardından çok geçmeden sevmediğin ot burnunun dibinde biter cümlesine dayanarak burnumun dibinde biten o olmuştu. Benden tam olarak ne isteyecekti bilmiyordum. Ben ne onun ne de diğerlerinin sesini duymaya bile tahammül edemezken onların peşimi bırakmayışı sabır kotamı doldurdu dolduracaktı.

 

 

 

"Nasılsın?" Oldukça güzel başlangıçtı doğrusu. Nasıl olduğumu sorması beklediğim bir şey değildi. Nasıl olduğumu bildiğini düşünüyordum. Kötü olduğumu bildiğini sanıyordum. Kötülükten kastım ruhsal olarak değildi. Amaç ve zihniyet olaraktı. Amacıma giden yolda zihniyetim onlar söz konusu olduğunda bir hayli kötü olacaktı. Bunu bildiklerini sanıyordum.

 

 

 

"Bir sorun mu var?" Onunla ilgilenmiyor, aksine elimdeki telefonumdan yapmam gereken iş dosyalarına bakıyordum. Onun ise gözlerinin üzerimde olduğunu hissediyordum.

 

 

 

"Bir sorun olduğu için gelmedim." Sesi oldukça sakin çıkıyordu.

 

 

 

Melisa hayattaydı. Melisa burada, onun yanındaydı. Melisa'yı özlediği için bana gelmesine gerek yoktu. Ya da Melisa'yı yaşatmak için beni kurban etmesine de gerek yoktu. Oynamasına artık gerek yoktu.

 

 

 

Mert Aksel en sakin veliahtı. Onu kolay kolay sinirlendiremezdiniz. Hatta onu hiç sinirlendiremezdiniz. Tam bir İstanbul Beyefendisiydi Mert Aksel. Zarif ve naifti, söz konusu sevdikleri olmadığı sürece. Sevdiği insanlara zarar gelmesi demek, o sakin adamın gidip yerine bir canavarın gelmesi demekti.

 

 

 

"Ortada bir sorun yoksa gelmemelisin." Konuşurken kesinlikle onunla ilgilenmiyor, hatta onunla göz göze gelmeyi reddediyordum. Kansu'ya yaptığımı ona yapıyordum. Midemin bulanmasını istemiyordum. Onun saf yalandan oluşma gözlerine bakmak midemi bulandırır, olduğum yerde kusmama neden olurdu.

 

 

 

"Neden?" Yeterli! Benden tam olarak neyi duymak istiyorsun sen? Yetmedi mi? Yaptıklarınız yetmedi mi ki hâlâ sınırlarımı zorluyorsunuz?

 

 

 

"Artık bir veliaht olduğumu biliyorum. Sizinle iş ortağıyız. Söz konusu iş olduğunda uzun uzun konuşabiliriz. Aksi olduğunda sizinle konuşmak sadece midemi bulandırır." Yine gözlerinin içine bakmadan, yüzümü ona çevirmeden kafamı önümdeki telefona sabitlemiş, bir yandan ona laf yetiştirirken bir yandan da işlerimi halletmeye çalışıyordum.

 

 

 

Her veliahtın kendine düşen sorumlulukları vardı. Soykamer'lerin veliahtı düzen ve yönetimle ilgilenirdi. Korkmazlar, sanayi üzeri askeri silahlanmanın yöneticileriydi. Teknolojik silahlar Özkurt'lara aitti. Hemen yanımda duran adam, kimyasal silahlarla ilgilenen o veliahtın kendisiydi. Eraslan'lar, silah bankalarıyla ilgilenirdi. Orhon'lar, yatırım ortaklarını ayarlayan oteller zincirinin başındaki veliaht olarak bilinirdi. Tüm veliahtlar gibi benim de kendime has bir görevim vardı: sevkiyatlar ve lojistik.

 

 

 

Eskiden sevkiyatlarla ilgilenme işini hep beraber yaparlardı. Lakin bu meşakkatli bir iş olduğu için zaten her veliahtın kendine has görevleri olduğundan, aynı zamanda ara ara saha görevlerine çıktıklarından, ekstra olarak bununla ilgilenmeleri onları yoruyordu. Çoğu zaman işlerini aksattırıyor, ya da ileri tarihlere ertelemelerine neden oluyordu. Ancak artık yeni bir veliahtları oldukları için bu iş benim görevimdi. Silahlar üretiliyor ve benim himayem altındaki tırlara, gemilere, uçaklara bindiriliyor, ulaşım güvenliği tamamen benden soruluyordu. Üretilen silahların satıldığı ülkelerdeki Eraslan'lar bankalarına girişleri yapılana kadar bütün süreçle ben ilgileniyordum.

 

 

 

Dolayısıyla yanımdaki veliaht bana işlerin nasıl gittiğini soracak olsaydı, ona uzun uzun anlatabilirdim. Havadan sudan konuşmak ise benim tarzım değilken, benimle bu tarz konuşmak onun haddine bile değildi. Beni sorgulamak yerine bir an önce yanımdan gitmesi, onun sağlığı açısından daha iyi olurdu. Ondan ve baş veliahttan kanımın son damlasına kadar nefret ediyorken, en çok onların yüzünü görmek sinirlerimi bozuyorken, onların inatçı tutumu bu durumu daha da zorlaştırıyordu.

 

 

 

"Seninle normal şekilde sohbet etmek hakkım değil bunu biliyorum. Yine de sesini duymak istiyorum. Hak etmesem de benimle konuş istiyorum. Bağır çağır hatta küfür et! Ama yine de benimle konuş istiyorum." Beni zorlayacağını bilsem de daha fazla ona tahammül edemediğim için kafamı ona doğru çevirmiş, gözlerimi gözlerine sabitlemiştim. Yüzüm sabitti. Tek bir duygu kırıntısı bile barındırmıyordu. Onun gözleri ise özlem yüklüydü. Bu adam gerçekten usta bir oyuncu olmalıydı. Anlamadığım tek şey, artık bana yalan söylemelerine gerek yoktu. Seviyormuş gibi davranmalarına gerek yoktu. Her şey olmuş ve de bitmişti. Kız kardeşi artık tehlikede değildi. Buna rağmen karşıma geçip neden yalan söylüyordu, anlamış değildim.

 

 

 

"Haddin olmayan bir şey istiyorsun. Sen Hera ile konuşmayı bile hak etmiyorsun. Ki kaldı ki senin karşında Hera yok." Sanki ona söylediğim gerçeği, duymak istemiyordu . 'Ben bunu biliyorum. Hatırlatma!' Dercesine bakıyordu gözleri. Veliahtlardan anladığım şey, hiçbirinin Hera ve Türkeş'i kabullenemediği gerçeğiydi. Hepsinin dilinden dökülmeyen "Ben Hera'yı istiyorum" zırvalığı vardı. Derince nefes alıp veren Mert, gözlerimin içine bakıp o malum soruyu sormuştu.

 

 

 

"Hera bir daha asla gelmeyecek değil mi?" Sorduğu sorunun cevabını çok merak ediyordu. Ona istediğini ilk ve son defa verecektim. Böylece artık beni rahat bırakması gerekiyordu. Ona karşı daha fazla tahammül edebileceğimi sanmıyordum.

 

 

 

"Hera hiç gitmedi ki. O hâlâ burada. Hera herkese olsa da bir size yok artık. Hera, insanları severdi ama ben sevmiyorum. Ben artık insan sevmiyorum. O yüzden git Mert! Beni rahat bırak!" Gözlerini kırpıştırarak dinlemişti. Beni anladığını, kafasını ileri geri sallayarak belirtmişti.

 

 

 

"Son bir şey sormak istiyorum." Son olacağından eminsek, sormanda bir sakınca yoktu. Onu onayladığımı belli ederek kafamı sallamıştım.

 

 

 

"Hera ve sen arasındaki savaşta kazanan kim olacak?" Oldukça güzel soruydu. Sorusu yüzümde alaycı tebessüm oluşturmuştu. Onun sorusu aklıma eski bir hikayeyi getirmişti. Sanırım ona beni anlaması hikayeyi anlatsam, yeterli olacaktı.

 

 

 

"Sana bu sorunun cevabını öğrenmeni sağlayacak bir hikaye anlatmak istiyorum, uygun mudur?" Cevap vermek yerine derin nefes alıp vermişti. Nefesinin sesi başlı başına kabullenişti.

 

 

 

"Bir zamanlar yaşlı bir kızılderili reisi, kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, uzakta birbirleriyle mücadele eden iki kurt köpeğini izliyordu. Köpeklerden biri beyaz, diğeri siyahtı ve çocuk bu manzarayı küçüklüğünden beri görmeye alışmıştı. Dedesi her zaman bu iki köpeği yanında tutar, onları korurdu. Çocuk artık neden bu köpeklere ihtiyaç duyulduğunu ve neden siyah ile beyaz olduğunu anlamak istiyordu. Çocuk, kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu düşünüyor, dedesinin ikinci köpeğe neden ihtiyacı olduğunu merak ediyordu. Bu merakla dedesine sordu:

 

 

 

-Bu köpeklerin senin için ne ifade ettiğini merak ediyorum dede.

 

 

 

Yaşlı reis, bilge bir gülümsemeyle torununun omzunu sıvazladı.-Onlar, dedi, benim için yaşamın iki zıt kutbunu simgeliyorlar.

 

 

 

-Yani? diye sordu çocuk.

 

 

 

-İyilik ve kötülük, dedi yaşlı reis. İçimizdeki bu iki güç sürekli mücadele eder. Ben de onları seyrederek bu gerçeği hatırlarım. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur.

 

 

 

Çocuk düşündü ve bir soru daha sordu:

 

 

-Sonunda hangisi kazanır bu mücadeleyi?

 

 

 

Bilge reis, torununa bakarak gülümsedi.

 

 

-Hangisi mi evlat? Ben, hangisini daha iyi beslersem o kazanır."

 

 

 

Böyleydi işte. Hera ve ben böyleydik. İyilik ve kötülüktük biz. Hera, dünyanın en iyi insanı değildi. Hera, olabileceğim en iyi hâlimdi. Kendimi ve karakterimi en zorladığım, insanların sevmesi için büründüğüm en iyi yanımdı. Lakin bu hâlim bana zarar vermişti. İnsanlar benim en iyi yanımın canını yakmışlardı. Artık en iyi yanımı beslemektense en kötü yanımı beslemeyi tercih ediyordum. Neticede, sanılanın aksine iyiler her zaman kazanmazdı. İyiler, kötüler kaybettiğinde kazanırdı. Tarih boyunca kötülerin kaybettiği görülmüş bir şey bile değildi. Bu kez kötü olan bensem, benim dışımdaki herkes kaybedecekti.

 

 

 

Mert'in, ona anlattığım hikayeden sonra tek kelime etmeden kafasını sallayıp, yaşadığı şokla beraber yanımdan çekip gitmesi iyi olmuştu. En azından son bir şey soracağım dedikten sonra başka bir şey sormayacak kadar sözünün eriydi. Yanımdan uğurladığım bir sonraki veliahtın ardından, onda yarattığım sarsıcı etkiyi tıpkı benim gibi diğerleri de görmüştü. Bütün gözler yine an itibarıyla benim üzerimdeydi. Bir ara Mert'in anne ve babasıyla göz göze gelmiştim. Babası, onunla her göz göze gelişimde yaptığı gibi yine bana mahcubiyet dolu o gözlerle bakarken, annesi benimle en fazla üç saniye göz göze gelebiliyordu. Bu kadının, söz konusu ben olduğumda vicdanının tir tir titrediğine adım kadar emindim.

 

 

 

Onların üzerinde çok oyalanmadan kafamı az ilerideki çifte çevirmiştim. Lotus çiçeği hararetli bir şekilde nişanlısına bir şey anlatıyordu. Nişanlısı Arem'in ise onun anlattıklarından hoşnut olmadığı surat ifadesinden belliydi. Melisa sanki ondan bir şey istiyordu, ancak nişanlısı bunu reddediyordu. Melisa'nın yüzü bana dönük olsaydı, ağzını okuyabilirdim; ancak onun yüzü nişanlısına dönük olduğu için sadece el hareketlerinden konuştuğunu anlayabiliyordum. Arem ise konuşmak yerine daha çok yüz hareketleriyle onu dinliyor ve onaylamıyordu.

 

 

 

Bu dünyanın en güzel çiftini bakışlarımla daha fazla rahatsız etmek istemediğim için yönümü tekrar kendi işime çevirmiştim. Telefonumla göz göze geldiğimde fark ettiğim şey, aklımın hâlâ dünyanın en güzel çiftinde olduğu yönündeydi. Neden onları düşündüğümü anlamış değildim. Onları düşünmek istemiyordum. O çift tekrar bir araya gelsin diye buradaki herkes beni harcamıştı, ve başarılı olmuşlardı. Günün sonunda harcanan bendim, bir araya gelen de onlardı. Kesinlikle bu yüzden onları yan yana görmek benim canımı sıkmıştı, başka bir anlamı yoktu, olamazdı da. Onları yan yana görünce kalbim sıkışmıştı, nefesim daralmıştı ve aklım onlarda kalmıştı. Bunun tek bir anlamı vardı: bana yaşattıkları yüzünden olmalıydı, aksi ihtimaller dahilinde bile yoktu.

 

 

 

Ekranda oyalanmaya çalışırken, daha doğrusu ekrana boş boş bakarken bir kez daha izlendiğim hissine kapılmıştım. Kim beni izliyor merak ettiğim için kafamı yavaş hareketlerle önüme doğru kaldırmıştım. Veliahtlardan birini ya da hiç değilse ululardan birini beklerken bana doğru gelen kişiyi görmek şaşırmama neden olmuştu. Bugün benimle konuşmak isteyen de isteyeneydi ve yeni gelen kişi, şaşırdığım tek kişiydi.

 

 

 

Üzerinde en sevdiği renk olan kırmızı, askılı ve onu çok güzel gösteren gece elbisesi vardı. Elbise diz kapağının altında bitiyor ve vücudunu sıkı sıkıya sarıyordu. Uzun saçları sırtına doğru dökülmüş, adeta dalga dalga izlenimi veriyordu. Oldukça zarif ve şıktı. Onunla yüz olarak birbirimize benziyorduk. Bana benzeyen bu kadın, nedenini anlamasam da, bana doğru geliyordu.

 

 

 

 

Az önce hararetli bir şekilde nişanlısıyla ne konuştuğu anlaşılmıştı. Muhtemelen benimle konuşmak istediğini söylemiş, nişanlısı ise reddetmişti. Kazananın kim olduğu ise geldiğimiz son noktada gözler önüne serilmişti. Hanımcılık her zaman kazanacak gibiydi.

 

 

 

Diğerlerinin aksine onunla göz göze gelmek midemi bulandırmadığı için bana doğru geldiğini fark ettiğim andan beri gözlerimi gözlerinden çekmemiştim. Bakışlarıma karşılık veren kadın nihayetinde yanıma gelmeyi başarmıştı. Etraftaki herkesin gözlerinin üzerimizde olması bildiğimiz hâlde reddettiğimiz bir gerçekti. Tam karşımda durduğunda bana bütün zarifliğiyle gülümsemişti. Onun gülümsemesine gülümseme ile karşılık vermek yerine ufak bir baş selamıyla karşılık vermeyi tercih etmiştim.

 

 

 

Gözlerim bir ara sağ elinin yüzük parmağına kaymıştı. Aynı yüzükten Arem'in parmağında da vardı. Nefesim yine daralmıştı. Bunun önüne geçemiyordum. Bu nefes darlığının önüne geçemediğim için kendimden geçiyordum. Onlar birbirlerine aitlerdi. Onlar birbirlerine ait olsun diye benim hayatım kaymıştı. Yüzük beni rahatsız ediyordu. Eğer o yüzük orada durmasaydı, bugün burada durmayacaktım. Yüzüklerin varlığından dolayı rahatsızdım. Daha fazla yüzüğe bakmak istemediğim için bakışlarımı tekrar yüzüne odaklamıştım. Göz göze geldiğimiz an konuşmuştu.

 

 

 

"Merhaba Hera." Sesi... Çok güzeldi...

 

 

 

"Sana da merhaba Melisa."

 

 

 

Adım ağzından çıktığı an tekrar gülümsemişti. Benimle konuşmak hoşuna gidiyordu. Hayır, dalga geçme amaçlı değildi. Melisa zaten öyle biri değildi. O benimle konuşmayı gerçekten sevdiği için gülümsüyordu. Ben ise onunla konuşurken ne hissetmem gerektiğine karar veremiyordum. Onunla konuşmak beni rahatsız etmiyordu. Göz göze gelmek midemi bulandırmıyordu. Öfkem ve nefretim ona karşı değildi. Yine de tüm olanlardan sonra onunla karşı karşıya olmak ve hiçbir şey yokmuş gibi sohbet edebilmek tuhaftı. Kendisi var olan asıl kişiydi. Ben ise o var olsun diye var edilen kişiydim. Bütün tuhaflığın nedeni işte tam olarak buydu.

 

 

 

"Nasılsın?" sesi de kendisi gibi zarif olan kadın bir kez daha benimle konuşabilmek için çaba sarf etmişti.

 

 

 

"Nasıl olmamı istersin?" Ondan bana zarar gelmeyeceğini bilsem de yaşadığım hayat sebebiyle çıkardığım en güzel ders 'en emin olduğun kişiden bile darbe yemeyi bekle!' olduğu için onun karşımda hiçbir şey yaşanmamış gibi dikiliyor olmasını sorgulamaktan çekinmiyordum.

 

 

 

"Hep iyi olmanı isterim." Gözlerindeki duygu değişimini hemen fark etmiştim. Gerçekten bunu bütün kalbiyle istiyordu. Gerçekten iyiliğimi istiyordu. Şayet şu an gözlerinde gördüğüm tek şey vicdan azabıysa, bana karşı vicdanı en rahat olması gereken kişi o olsa bile kendini en kötü hisseden kişi yine oydu. Gerçekten ona verilen ismin hakkını veriyordu. O benim görüp görebileceğim en Lotus çiçeğiydi.

 

 

 

Lotus çiçekleri bataklık çiçekleridir. Kirli suda yaşamalarına rağmen çok güzeldirler. Çok temizdirler. Tıpkı Melisa Aksel gibi. Onun etrafı kirli suydu. Buna rağmen o tertemiz kalmayı başarmıştı. Bahsi geçen kirli su, ondan vazgeçemiyorsa sebebi belliydi.

 

 

 

Bir ara etrafına baktı Melisa. Az ilerisinde duran Arzem Soykamer'le göz göze geldiğinde, bakışlarını hızla ondan çekmişti. Melisa'yı korkutmak Arzem Soykamer'in tuhaf şekilde hoşuna gidiyordu. Onun korkusunu gören adam, bundan zevk alırcasına sırıtmaya başlamıştı. İkisi arasında dönen durumun beni rahatsız ettiğini fark ettiğimde, aklım bulanmasın diye onlara bakmaktan vazgeçtim.

 

 

 

Etrafıma baktım ve onu gördüm. Vural Soykamer'i. Ona yaşattığım büyük ders gününün ardından ilk kez karşı karşıya gelmiştik. Güney Kore'de ki o gecenin ardından hâlâ insan içine çıkmaya cesaretinin olması şaşılacak şeydi.

 

 

 

Ulu Bey benimle göz göze gelmişti.

 

 

Onunla güç yarışı yapmak istedim ama beceremedim. Aklım Melisa'da kalmıştı.

 

 

Kaybetmek pahasına çektim gözlerimi Vural'dan. Arzem'e baktım. Ona baktığımı hissetti. Benim gözlerime değen gözleri, anında yüzündeki sırıtışı silmişti. Nedenini anlamasam da Melisa'yı korkuttuğu için ona varlığımı hissettirmek istemiştim. İçimde yaşayan Melisa'yı koruma içgüdüsü, veliahtlardan bana bulaşmış olmalıydı. Melisa'yı tanıyan herkesin onu korumaya çalışması bir çeşit hastalık olabilir miydi? Kadın o kadar masumdu ki, düşmanlık etmeyi bırakın, ona düşmanlık edenlere tahammül dahi edemiyorduk.

 

 

 

Arzem Soykamer'in beni görünce değişen surat ifadesi, bu kez benim ona gülmesememi sağlamıştı. Arzem Bey gözlerini ağır ağır benden çekmişti. Melisa'ya bir daha dönmedi.

 

 

 

Nihayetinde tekrar onunla, yani Lotus çiçeği ile göz göze geldiğimizde, Arzem Soykamer'in üzerindeki etkime şaşkınlıkla baktığını görmüştüm. Ondan korkmadığımı görmek onu bir hayli şaşırtmıştı. Onun şaşkın bakışlarına bir son vermek adına, bana hep iyi olmamı istediği için cevap vermek istemiştim.

 

 

 

"Hayat hep iyi olunmayacak kadar kötü."

 

 

 

Ben ne kadar duygularımı belli etmeyen suratsız yüz ifademle ona bakıyorsam o, o kadar duygu yüklü gözlerle bana bakıyordu.

 

 

 

"Hayatının kötü olmasının tek sebebi benim."

 

 

 

Bir anda ağzından çıkan bu kelimeler, ona karşı neden kötü duygular hissetmediğimi bir kez daha bana göstermişti. Onun merhamet dolu kalbi öyle güzeldi ki, o kalbi gören birinin ondan nefret etmesi mümkün değildi. Her ne olursa olsun, bütün dünyadan nefret edebilirken, ondan nefret edemeyişim sahip olduğu merhametindendi.

 

 

 

"Seni suçlamıyorum."

 

 

 

Gözlerini sımsıkı yumup tekrar açmıştı. Sanki onu suçlamamı istiyordu. Eğer onu suçlarsam kendisini daha iyi hissederdi. Aynı şey benim için de geçerliydi. Ben de onun bana karşı kötü olmasını istiyordum. Sanki kötü olursa kendimi daha iyi hissederdim. İkimiz de birbirimize karşı kötü olamıyorduk. İkimizin de birbirimize karşı kötü olmak için sebepleri vardı. Buna rağmen kötü olmayı beceremediğimiz için tuhaf hissediyorduk.

 

 

 

"Beni suçlamanı isterdim."

 

 

Seni suçlamayı ben de isterdim ama olmuyor işte.

 

 

 

Ruhuma ekilen sayısız kötülük tohumuna rağmen, kalbimin saf karanlıktan oluşmasına rağmen, tek bir can acım yüzünden onlarca can alabilecek kötü zihnime rağmen; içimde bir yerlerde yer edinen Hera'nın hatrına senden nefret edemiyorum. Seni suçlayamıyorum.

 

 

 

"Sana yapabileceklerimi bilseydin, böyle bir şey istemezdin. Seni suçlamadığım için mutlu olman gerekir."

 

 

 

Onu tehdit etmemiştim. Bu sözleri ondan nefret ettiğim için de kurmamıştım. Ben sadece gerçekleri görsün istemiştim. Bununla yetinsin, bununla mutlu olsun istemiştim. Aksi türlü olduğunda canı yanardı. Canı yanmadığı için kendini şanslı saymalıydı.

 

 

 

"Hera, ben böyle olsun istemezdim."

 

 

Cevap veremediği bir şey olduğu zaman konuyu değiştiren tiplerdendi Melisa. Konuyu değiştirmişti yine çünkü verecek cevabı yoktu.

 

 

 

"Melisa, ben de böyle olsun istemezdim ama oldu. Bunun için ikimizin de yapabileceği bir şey yok."

 

 

 

"VAR!"

 

 

 

Birdenbire normal ses tonundan daha yüksek sesle bağırdığında kaş çatmıştım. Sanki en başından beri buraya gelme amacı da buydu. Ağzında bir bakla vardı ve benden o baklayı çıkar dememi istiyordu. Eğer istediği buysa, bunu yapardım.

 

 

 

"Sadede gelmeye ne dersin?"

 

 

Bir adım daha atıp, tam önümde dikildi.

 

 

 

"Sen artık mutlu olmaya hak ediyorsun. Mutlu olmak için istersen bütün ailemi yok edebilirsin. Ailem senin tarafından yok edilmeyi hak etti. Ancak yine de ben sana farklı bir kapı daha açmak istiyorum. Böylece eğer intikam almaktan vazgeçersen, mutlu olmak için onları yok etmek yerine onlarla beraber aile olabilirsin."

 

 

 

Yapabileceği şeyler aklımın derinliklerinde geziniyordu. Yapabileceklerini tahmin edebiliyordum, ancak bu kadarına cesaret edebileceğine ihtimal vermiyordum. Bu kadın gerçekten bu sözleri, tahmin ettiğim şeyi yapmak için mi söylemişti? Ağzımı açmış, ona daha açık olması için cevap verecekken kadrajıma bir kişi daha girmişti. Daha doğrusu, iki kişi. Kızıl bir anne ve onun küçük kızıl oğlu. Elena Soykamer Korkmaz ve oğlu Ekin Korkmaz. Susmuştum. Şimdi sırası değil Türkeş.

 

 

 

"Nasılsınız hanımlar?"

 

 

 

Kucağındaki kızıl saçlı, mavi gözlü o küçük insan yavrusuyla ve de yüzündeki sempatik gülüşüyle ikimizi hedef alarak konuşmuştu Elena. Buraya Elena'nın veliahtlar tarafından gönderildiği çok açık ortadaydı. Muhtemelen veliahtlar, Melisa'nın canını yakacağımı düşünüyordu. Konuşmamızın devam etmemesi için Elena'yı göndermişlerdi. Beni tanımadıkları işte böylece kanıtlanmıştı.

 

 

 

"İyi sayılırız portakalım. Sen ve küçük mandalinam nasıl?"

 

 

 

Melisa, konuşmasını bitirir bitirmez "portakalım" dediği Elena'nın kucağındaki o küçük canlıyı ondan alıp, kendi kolları arasında sımsıkı sarmalamıştı. Onunla narin narin oynuyor, yüzündeki gülümsemeyle kucağındaki bebeği de gülümsetiyordu. Onunla aramızdaki farklardan biri daha gözler önüne serilmişti. Şayet o boyda bir canlıyı kucağıma ne ben alırdım ne de Hera alırdı. Melisa ve kucağındaki o bebek o kadar güzellerdi ki, Melisa anne olsaydı nasıl olurdu diye düşünmeden edememiştim. Muhtemelen annelik ona çok yakışırdı.

 

 

 

Bir gün Melisa anne olacaktı. Bunu biliyordum.Ben ise hiçbir zaman anne olmayacaktım. Bu bana göre bir şey değildi. Anneliğin ne demek olduğunu bilmeyen biri anne olamazdı. Anne olamazdı. Anne olmayacaktı. Anne olamayacaktı.

 

 

 

"Biraz huysuz son zamanlarda. Sanırım diş çıkartıyor." Demişti kızıl kadın, Lotus çiçeğine bakarak.

 

 

 

"Gözümüzün önünde kocaman adam oldu. Baksana, diş çıkarma yaşı bile geldi." Demişti Lotus çiçeği, kızıl kadına değil de onun kızıl bebeğine bakarak konuşmuştu.

 

 

 

İki kadın birbiri arasında sohbet ederken, sohbet beni sarmadığı için tekrar önüme dönmüş, telefondaki işlere gömülmüştüm. Daha çok zaman geçmeden ikisi arasında geçen sohbete kızılın sözleri üzerine dahil bırakılmak zorunda kalmıştım. Bu kadınla en son ki anılarımızdan biri, benim başıma gelenlerden önce kaçmam gerektiğini söylediği o günde kalmıştı. O gün o yemekte bana "kaç ve git" derken neyden bahsettiğini bilememiştim. Zamanı geldiğinde bahsettiği şeyin ne olduğunu acı şekilde öğrenmiştim.

 

 

 

"Bebeğimle tanışmak ister misin Hera?"

 

 

 

İstemezdim. Kusmuk kokan, konuşmak yerine ağlayan, devamlı birilerinin ilgisine muhtaç, yürümeyi bilmediği için sürekli kucaklarda dolaşan, en önemlisi küçücük oldukları için ortalık yerde bırakılsalar; üzerine basacağım türden o küçük veletlerin, tanışmaya değer canlılar olduğunu düşünmüyordum.

 

 

 

"Hayır!"

 

 

 

Tek kelime yeterli olmuştur diye düşünüyordum. Yanlış düşünmüş de olabilirdim, çünkü o kızıl örümcek, ben daha ne olduğunu anlamadan Melisa'nın kucağındaki o küçük canlıyı alıp benim kucağıma bırakmıştı. Bebeğin düşmesini istemediğim için onu tutmaya mecbur kalmıştım. Ben de kızıl sayılırdım. Daha doğrusu, ben çakma kızıl sayılırdım. Saçlarım artık kırmızıydı. Oysa ki kollarımdaki bu velet doğuştan bu renge sahipti.

 

 

 

Kucağıma bırakılır bırakılmaz, o küçük velet babasının oğlu olduğunu kanıtlar nitelikte bir şey yapmış, ve o küçük ellerini burnuma götürme cürretinde bulunmuştu. İşte bu veletleri bu yüzden sevmiyordum. Onların da benden haz ettiği söylenemezdi. Melisa'nın kucağında süt dökmüş kediye dönen velet, benim kucağımda burnumu kopartacak kadar güçlü bir kaplana dönmüştü.

 

 

 

 

"Al şunu benden." Burnumu sıkan velet yüzünden sesim tuhaf çıksa da bakışlarım onun annesindeydi. O ise bana daha çok sırıtarak bakıyordu. Neyin intikamını alıyorsun benden, kızıl örümcek? Ondan hayır gelmeyeceğini fark ettiğim zaman adımlarımı bebeği benden alsın diye Melisa'ya doğru çevirmiştim ki onun da kızıl örümcekten farklı olmadığını görmüştüm. Ah, bu kadınlar ciddi miydi?

 

 

 

"Biliyor musun Hera? Bizim Melisa ile çok önemli bir işimiz var. Acaba birkaç dakikalığına Ekin'e sahip çıkabilir misin?" Ağzımı açıp kesinlikle bunun mümkün olmadığını ve derhal bebeğini benden uzaklaştırmasını söyleyecektim ki Melisa lafı ağzıma tıkmıştı.

 

 

 

"Katılıyorum canım. Bizim seninle çok önemli işlerimiz vardı." Kol kola girip yanımdan çekip giden kadınların arkasından bağırmam pek bir şey ifade etmemişti. Onlar yine bildiklerini yapmışlardı.

 

 

 

"Ulan, bakamadığın çocuğu da doğurmazsın. Kime söylüyorum gelip alsana çocuğunu? Duymuyor musunuz ya beni? Ben ne anlarım çocuk bakmaktan?" Kesinlikle beni duydukları hâlde duymamazlıktan gelerek yanımdan çekip gitmişlerdi. Ben ise kucağımdaki veletle baş başa kalmıştım. Kendisi ise benim burnumla ilgileniyordu. Elimi kaldırıp diğer elini burnumdan uzaklaştırdığım çocuk, burnumu serbest bırakır bırakmaz bu kez saçımı avuçlamıştı. Küçük, yaramaz veletin benimle derdi neydi böyle?

 

 

 

"Bırak beni..." Ona kızmamla saçımı daha çok çekip asılan velet, kesinlikle böyle devam ederse ilk babasını öldürmeme neden olacaktı. Huy olarak babası ve dayısı kadar gıcığın önde gideniydi. Gözlerimi onun kenafir gözlerinden alıp bana yardım edebilecek herhangi birini bulmak umuduyla etrafımda gezdirdiğimde, veliahtların hepsinin bana ve şu tuhaf yaratığa sırıtarak baktığını görmüştüm. Hatta Mert, tıpkı eski günlerdeki gibi eline telefonunu almış bizi çekiyordu. Sırasıyla öldüreceklerim belli olmuştu. Önce babası, sonra dayısı, ardından amcası.

 

 

 

Hızlı adımlarla onların yanına doğru kucağımdakini düşürmemeye çalışarak gitmeye başlamıştım. Benim hızlı adımlarım kucağımda ki şeytanı mutlu ediyor olmuş olacak ki her adımım da sırıtmaya, hatta kahkaha atmaya başlamıştı. Gülüşünün güzel olması anne ve babanı öldürmemem için engel değildi.

 

 

 

Veliahtların hep beraber olduğu yere geldiğimde, gözlerimin hedefine kucağımdaki veledin oluşmasında büyük önemi olan adamı almıştım. Babasına. "Al şunu benden."

 

 

 

"Oğluma şu deme! Onun bir ismi var."

 

 

Sırıtarak konuşmuştu.

 

 

Kesinlikle çocuğu benden almak için herhangi bir zahmette bulunmamıştı.

 

 

 

"Adının ne olduğu umrumda değil. Al şu kızılı benden."

 

 

Sesim yüksek çıktığı için kucağımdaki velet rahatsız olmuştu. Tokatı ağzımın ortasına yapıştırması işte tam olarak bu yüzdendi. Bu saatten sonra içeride derin bir sessizlik olmuştu. Gözümün değdiği Doğu ve Batı sertçe yutkunmuştu. Hatta Batı kucağımdaki yeğenine bakarak boynunu gösterip, parmağını bıçak gibi yapıp, boynun etrafını çizerek; yeğenine başına gelecek olanları anlatmaya çalışıyordu.

 

 

 

Kızıl bebekle göz göze gelmiştik. Bana sırıtarak bakıyordu.

 

 

Sevimli olmaya çalışır gibi bir hali vardı.

 

 

Utanmasa ilk cümlesi 'az önce yaşadıklarımızı unutalım olacaktı.'

 

 

Kesinlikle bunu hak etmişti.

 

 

Bebeklerden haz etmezdim.

 

 

Ama onları ağlatmaya bayılırdım.

 

 

Bunu hak etmediğini kimse söyleyemezdi. O etli ve sulu sulu olan kocaman yanağını hedefime aldığım gibi hiç acımadan kocaman dişlemiştim.

 

 

Benim dişlememle ağlamaya başlayan bebeği benden kurtarmak için az önce hiç oralı olmayan babası şimdi devreye girmişti.

 

 

 

Benim ise bebekle çoktan işim bitmişti.

 

 

Canını yaktığım ve sol yanağında diş izi bıraktığım bebeği gönül rahatlığıyla babasına verebilirdim.

 

 

Evren telaşla bebeği kucağımdan almış, yanağını okşamaya başlamıştı.

 

 

Onu sakinleştirmek için çaba sarf ediyor, korkusu geçsin diye 'baba burada'

 

 

'Kimse oğluma bir şey yapamaz!'

 

 

Gibi gerçeklikle alakası olmayan cümleler kurarak çocuğu kandırıyordu.

 

 

Şayet babanın burada olması hiçbir şey ifade etmemiş, ben oğlunun canını büyük bir zevkle yakmıştım.

 

 

 

"Küçücük bebeği dişlemeye utanmıyor musun?"

 

 

Babacık bir hayli sinirli görünüyordu.

 

 

 

"Sana oğlunu kucağımdan al dediğimde alacaktın."

 

 

Suçun onda olduğunu bildiği için benimle daha fazla konuşmadan çocuğunu benden uzaklaştırmak adına yanımızdan ayrılmıştı.

 

 

 

"Tadı güzel miydi bari çirkin cadı?"

 

 

Erdem'in sesini duyunca yönümü ona doğru çevirmiştim.

 

 

Ne dediğini anlamadığım için yüzüne boş boş bakmıştım.

 

 

Kendisini açıklama derdine düşen adam çok geçmeden demek istediği şeyi detaylıca tekrarlamıştı .

 

 

 

"Bebeği diyorum, tek lokmada yedin ya hani, tadı güzel miydi bari?"

 

 

Tadı tıpkı şey gibiydi, kızıl örümcek gibi.

 

 

 

"Tadı güzeldi. Beğendim ben. Tavsiye ediyorum." Sözlerimin ardından herkes yönünü az ilerimizde bebeğiyle oynayan babacık Evren'e ve kucağındaki kızılına çevirmişti. Bir kulağı biz de olan babacık, herkesin oğluna baktığını görünce çocuğu göğsünde saklamış, herkesin gözünün içine tehditvari şekilde bakıp konuşmuştu.

 

 

 

"Oğlumdan uzak durun. Ona yaklaşmayı aklınızdan bile geçirmeyin." Sanırım Evren'in veliahtlardan çekeceği vardı. Bizim bebek sevme şeklimiz çok daha farklıydı.

 

 

 

Üzerimde hissettiğim yoğun bakışlar yüzünden kafamı bana en yakın tarafta duran adama çevirmek zorunda kalmıştım. Parmağında yüzük olan adamın bana böyle bakmaya hakkı yoktu. Nişanlısı buralarda bir yerde olan adamın bana böyle bakmaya devam etmeye de hakkı yoktu. Her şeyden öte, bütün hayatı yalan olan, bana yaşayabileceğim en büyük acıları yaşatmış olan bu adamın, bana böylesine derin anlamla bakmaya hakkı yoktu. Beni özlüyormuş gibi bakıyordu. Bakışlarında özlem kol geziyordu.

 

 

 

Ona, onun baktığının aksine nefretle bakmıştım. Tiksinti ile bakmıştım. Göz göze gelmeye katlanamıyormuş gibi bakmıştım. Onun hak ettikleri bunlardı çünkü. Kalbini acıttığınız birinin kalbinize merhamet göstermesini isteyemezsiniz. Ruhunu öldürdüğünüz birinin kocaman gülümsemesini bekleyemezsiniz. Canından can aldığınız birinin canınızı bağışlamasını dileyemezdiniz. Bütün hayatı ona zindan ettiğiniz birinin sizi özlediğini göremezdiniz.

 

 

 

Parmağındaki yüzükten utan be adam. Uğruna beni parça pinçik ettiğin kadından utan be adam! Yaşattıklarından utan! Azıcık utanma duygun olsun da o orman yeşili gözler bana duvar gibi baksın. Ruhsuzca baksın. Hatta ona yapabileceklerimin acımasızlığı yüzünden acımasızca baksın. O orman yeşili gözler beni özlemesin. Orman yeşili gözler özlemekten utansın.

 

 

 

Daha fazla onunla göz göze gelmeye dayanacak gücüm kalmamıştı. Bakışlarımı ondan çekmiştim. Durmamıştı. Göz ucuyla görmüştüm. Uzun bir süreden sonra ilk kez benimle konuşmak için adım atmıştı. Hemen yanıma gelmiş ve adeta burnumun dibinde belirivermişti. Arem'in hiçbir zaman kimseden çekincesi olmamıştı. Nerede olduğu ve kimlerin yanında olduğu hiç umurunda olmamıştı. O her zaman aklına koyduğunu yapan biriydi. Canı bir şey yapmak istiyorsa kimse onu durduramazdı. Canı benimle konuşmak istiyorsa ona kimse engel olamazdı. Ancak unuttuğu bir şey vardı: Ben kimse değildim. Ben Hera Türkeş'tim.

 

 

 

Bir kez daha onunla göz göze geldiğimizde konuşmak için ağzını açan adamı, ondan önce konuşan bir başkası durdurmuştu. Sesin geldiği yöne baktığımda salonda kısık tonda müzik çalan orkestranın durduğunu ve sahnede elinde mikrofonla Melisa Aksel'in bulunduğunu görmüştüm.

 

 

 

Kaşlarım yeniden çatılmıştı.

 

 

 

"Öncelikle herkese merhaba. Rica etsem bana birkaç dakikanızı ayırabilir misiniz?" Hemen yanındaki adam da benimle birlikte yönünü sesin geldiği tarafa çevirmişti. Sahnede nişanlısını görmeyi beklemiyor olacak ki kaşları benimle beraber çatılmıştı. Onun oradaki varlığını sorguluyordu. Bunu fırsat bilerek hızla ondan uzaklaşmıştım. Ondan uzaklaştığımı fark ettiği an kafasını tekrar bana çevirmişti. Önce aramızdaki mesafeye bakmış, sonra ukalaca sırıtmıştı. Kafasını iki yana doğru onaylamazca sallamış, hatta utanmazlıkta çığır açtığı için göz kırpmıştı.

 

 

 

Derin bir nefes alıp, tekrar vermiştim. Gözlerimi ondan çekip sahnedeki kadına sabitlemiştim. Herkes gibi, ben de Melisa'nın neden sahneye çıktığını merak ediyordum. Mert'in kız kardeşini daha yakından görebilmek için yanımıza geldiğini görmüştüm. Sanırım bu gece olaylı geçmeyecekti. Olayı ben çıkarmadığım için sorun yoktu. Neticede, ben bu gece için 'olay çıkarmayacağım' demiştim, 'olay çıkmayacak' dememiştim.

 

 

 

Sahnedeki kadın, herkesin onu dinlediğinden emin olduktan sonra mikrofona doğru tekrar konuşmuştu. "Bugün benim doğum günüm ve burada sevdiğim herkesle birlikte olmak istedim." Benim sevdiğim herkes, yüksek ihtimalle sadece ben olurdum.

 

 

 

"Sizinle birkaç şeyden konuşmak istiyorum. Buradaki herkesin bildiği üzere, ben yıllar önce, tarih olarak 14 Şubat 2014'te, henüz daha 17 yaşındayken silahlı bir saldırıda ağır yaralanıp yıllarca komada kaldım. 2014'te kapadığım gözlerimi, 2023'te açtım. Ömrümden yaklaşık olarak dokuz yıl geçti." Melisa konuştukça, onu dinleyen annesi geçmişe gidiyor olacak ki ağlamaya başlamıştı. Bir anne tarafından sevilmek kutsaldı. Sizin acılarınıza sizden daha çok ağlıyor olabilirlerdi. Bunu yaşamamıştım ama görüyordum. Görmek bile çoğu zaman yakmaya yetiyordu. Sanki yeterince yanmıyormuşum gibi.

 

 

 

"Uyandığımda her şey yolunda gitmedi. Dokuz yılım uykuda geçtiği için vücudum eski sağlığını kaybetmişti. Yürüyemiyordum. Konuşamıyordum. Yeni doğmuş bir bebek gibi bakıma muhtaçtım." Sol tarafımdaki adamda hareketlilik hissetmiştim. Mert Aksel iyi bir ağabeydi. Öyle ki, kız kardeşi anlattıkça onun canı yandığı için yumruklarını sıkıyordu.

 

 

 

"Psikolojik olarak da iyi olduğum söylenemezdi. Uyandıktan sonra bir yıldan fazla bir sürem doktorlarla geçti. Fizik tedaviler, psikiyatristler ve daha niceleri... Herkes, ailemle beraber beni hayata döndürmek için uğraştı." Konuşmakta zorlanıyordu Melisa. Geçmişi sancılıydı. Sızısı gözlerini doldurmuştu.

 

 

 

"Nihayetinde başardılar. Bugün artık eski sağlığıma kavuştum. Tek bir farkla. Ömrümden giden iyileşme süremle beraber toplam on yıl." Son sözünden sonra Melisa'nın canı çok yanıyor olacak ki gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı. Bir eliyle mikrofonu tutan kadın, diğer eliyle gözyaşlarını silmeye başlamıştı. Onun üzüntüsü benim bile nefesimi darlaştırırken ailesinin şu an ne hissettiğini tahmin edebiliyordum.

 

 

 

"Bu doğum günümden önceki son doğum günüm on yedinci yaşımdaydı. Şimdi ise 28. yaş doğum günümdeyiz. Bu yaşımı çok farklı hayal ediyordum. Doktor olmak istiyordum. Bunu burada beni tanıyan herkes iyi bilirdi. En büyük hayalim doktor olmaktı. Eğer geçmişim uykuda geçmemiş olsaydı, şu an yüksek ihtimalle karşınızda doktor Melisa olarak duruyor olacaktım. Ancak ben üniversiteye bile gidemedim."

 

 

 

Daha fazla dayanamayan Melisa'nın ağzından acılı bir hıçkırık kopmuştu. Ağabeyi Mert öne atılıp kardeşinin yanına gitmek istemişti ki onu ben durdurmuştum. Melisa şu an bunu tek başına yapmak zorundaydı. Onu durdurmamaları gerekiyordu. Muhtemelen oldukça uzun bir süredir bu konuşma için hazırlanıyordu. Bir daha aynı cesareti gösteremeyebilirdi. Onu rahat bırakmaları gerekiyordu. Kolumu tutup onu durdurduğum Mert, acılı gözlerle bana bakmıştı. Kafamı iki yana doğru sallayıp, yaptığının yanlış olduğunu ona göstermiştim. Acıyla kapattığı gözlerini derin bir nefes alıp tekrar açmıştı. Göz göze geldiğimizde, kafasını kabullenmiş olarak aşağı yukarı sallamıştı. Onun gitmeyeceğinden emin olduktan sonra kolunu bırakmıştım. Kolunu bıraktığımda bundan rahatsız olmuştu. Benden destek aldığı açıkça ortadaydı. O desteği kesmemi istemiyordu ama o desteği hak etmediğini bildiği için sesini de çıkarmıyordu. Daha doğrusu çıkarmaya cesareti yoktu.

 

 

 

Melisa kendisini toparlamıştı. Tekrar konuşmaya başlamıştı. Bir kez daha bütün gözler onun üzerine doluşmuştu. "Hiçbir başarım yok. Hiçbir yeteneğim yok. Küçük yaşlarda dans kurslarına giden ben, aradan geçen yıllar yüzünden o yeteneğimden bile olmuşum. Kendimi geri kalmış hissediyorum. Çok geride kalmış hissediyorum. Bu ben değilim. Henüz aynadaki yüzüme bile yabancıyım. Ben yüzümü en son daha 18 olmadan önce görmüştüm. Bir sabah uyandım, karşımda 30'una merdiven dayamış Melisa var. Yıllar herkese olduğu gibi bana da adil davranmadı. Ne var ki, herkes o yılları dolu dolu yaşadı, bense yaşayamadım."

 

 

 

Gözlerim bu kez diğer yanımdaki adamın ne hâlde olduğunu görmek için ona kaymıştı. Melisa'ya bakmıyordu. İki eli pantolonunun ceplerindeydi. Kafası önüne doğru eğikti. Muhtemelen nişanlısının canı yandığı için canı yanıyordu. Onu görmek canını daha çok yaktığı için ona bakamıyordu.

 

 

 

"Ben bugün çok bencilce bir karar aldım. Bu kararı sadece kendimi düşünerek aldım. Sadece kendi iyiliğimi düşünerek aldım. Kimin ne düşündüğü? Ne dediği? Ne diyeceği? Umrumda bile değil. Bugün sadece kendimi düşüneceğim. Bu yüzden aldığım kararı hepinizle paylaşmaya karar verdim." Melisa'nın aldığı kararı buradakiler kadar olmasa da ben de merak ediyordum. Melisa bencil biri değildi. Lakin ilk kez bencil olacağını söylüyordu. Merak ettiğim şey de tam olarak burasıydı.

 

 

 

"Barkın ve ben bildiğiniz üzere birkaç ay önce nişanlandık ve bu yıl bitmeden evlenmeyi düşünüyorduk." Melisa'nın ondan bahsetmesiyle kafasını yerden kaldıran adam, sahnedeki kadınla göz göze gelmişti. Kaşlarını çatmış olsa da kafasını devam etmesi için ona işaret vererek hareket ettirmişti. Nişanlısından aldığı komutla Melisa sözlerine devam etmişti.

 

 

 

"Ben evlenmek istemiyorum..."

 

 

 

Melisa'nın dudaklarından dökülen sözlerin ardından bütün salondan şok nidaları yükseldi. Herkes birbirine bakıyor, olan bitene anlam vermeye çalışıyordu. Veliahtların gözü Arem'in üzerindeydi. Arem haricî olmak üzere herkes bu konuşmayı duymanın şokunu yaşıyordu. Kimse Melisa'dan böyle bir şey beklemiyordu. İçlerinde en sakin olan bendim. Konu beni alakadar etmediği için pek umursadığım söylenemezdi. Arem'e gelirsek, o da fazlasıyla sakin görünüyordu. Gözlerini kırpmadan sahnedeki kadını izliyordu.

 

 

 

"Buradaki kimsenin bana hak vermeyeceğini biliyorum. Ancak en başta da dediğim gibi bugün sadece kendimi düşüneceğim. Bencil olacağım. Ben hayatımı yaşamak istiyorum. Evlenmek değil de dünyayı gezmek istiyorum. Barkın'ın işlerinden dolayı bu mümkün olmayacaktır. Bunu onunla beraber yapmam mümkün değil. O yüzden ben bugün nişanı atıyorum."

 

 

 

Sağ elini havaya dikmişti. Yüzük parmağında bulunan yüzüğü çıkarıp avucuna alan kadın, çok oyalanmadan avucunu açarak yüzüğün yere düşmesine neden oldu. Yüzüğün zemine düşünce çıkardığı ses, sanki bütün salonda yankılanmıştı.

 

 

 

"Kızım, sen ne söylediğinin farkında mısın? Hani seviyordunuz birbirinizi?" diye sahneye atılmıştı Dündar Aksel. Kızının yüzünü avuçları arasına almıştı. Çok geçmeden annesi de kızının yanına gitmiş, ona sımsıkı sarılarak destek olmuştu. Ağlamamak için kendini zor tutan Melisa son kez konuşmuştu.

 

 

 

"Seviyorum anne. Seviyorum baba. Ben onu çok seviyorum ama bana özgürlüğün mü? yoksa aşık olduğun adam mı? deseler özgürlüğümü seçerim. Ben bugün bencilim anne. Çok bencilim baba. "

 

 

 

Bir annesine bir babasına bakarak hızlı hızlı konuşmuştu Melisa. Yanımdaki ağabeyi onun bu hâline daha fazla dayanamayarak hızla kardeşine doğru gitmiş ve onu kolları arasına alıp sımsıkı sarılmıştı. Veliahtlar Arem'in etrafında doluşmuştu. Ona destek olmaya çalışsalar da adamın onları taktığı söylenemezdi. O hâlâ yerdeki yüzüğe bakıyordu. Daha fazla dayanamayan adam hiçbir şey söylemeden kendi parmağındaki yüzüğü çıkarmış ve tıpkı Melisa'nın yaptığı gibi yere atmıştı.

 

 

 

Bir kez daha yere düşen farklı bir yüzük yüzünden etrafta yankılanan ses, bütün bakışların buraya doğru dönmesine neden olmuştu. Yüzüğün yere düşmesiyle Melisa'nın bakışları da buraya dönmüştü. Bir yerdeki yüzüğe, bir de kimseye aldırış etmeden çekip giden adama bakan kız hıçkırıklarla ağlamaya başlamıştı. Öylesine yüksek sesle ağlıyordu ki buradaki herkesin en azından onu seven herkesin ona içi gidiyordu. Ağlaya ağlaya dizlerinin üzerine düşen kız ile ağabeyi de dizlerinin üzerine çökmüş, onu tekrar kollarının arasına alıp, sımsıkı sarılıp, saçını okşamış ve başının üstüne öpücükler kondurmuştu.

 

 

 

Zihnim beni yine geçmişe göndermişti. 2 yıl önce salonu terk eden adama bir soru sormuşlardı. "Lotus çiçeği mi yoksa tanrıça mı?" diye. Adamın cevabı çok keskindi. "Bana Lotus çiçeğimi geri ver..." Şimdilerde ise o lotus çiçeği aynen şöyle demişti: "Bana özgürlüğün mü? yoksa sevdiğin adam mı? deseler, ben özgürlüğümü seçerim." Keza öyle de yapmıştı. Özgürlüğünü seçmişti...

 

 

 

Tarih her zaman tekerrürden ibarettir. Karma ise bilinen bir gerçekti.

 

 

 

Daha fazla aile içi sorunlarla baş başa kalmak istemediğimden salonu terk etmeden önce son kez birinciye bakmıştım. Ona baktığımda, zaten ona sarılan ağabeyinin omzunun üzerinden bana baktığını görmek kaşlarımı çatmama neden olmuştu. Göz göze geldiğimizde burukça gülümsemesi dikkatimi çekti. Canı yanarken böyle bir şeyi neden yaptığına anlam veremedim. Eğer Arem'i bu kadar çok seviyorsa, onu neden terk etmişti ki? Dünyanın hiçbir yeri, sevdiğiniz insanın kollarından daha güzel olamazdı. Bu kadın o adama çok aşıktı. Madem öyleydi, neden onu terk etmişti? Ve neden bana böyle bakıyordu?

 

 

 

Beynim yine cevap aramak için önüme bir takım anılar sermeye başlamıştı. Elena yanımıza gelmeden önce Melisa ile aramızda bir konuşma geçmişti.

 

 

 

"Hera, ben böyle olmasını istemezdim."

 

 

 

"Melisa! Ben de böyle olmasını istemezdim ama oldu. Bunun için ikimizin de yapabileceği bir şey yok."

 

 

 

"VAR!"

 

 

 

"Sadede gelmeye ne dersin?"

 

 

 

"Sen artık mutlu olmaya hak ediyorsun. Mutlu olmak için istersen bütün ailemi yok edebilirsin. Ailem senin tarafından yok edilmeyi hak etti. Ancak yine de ben sana farklı bir kapı daha açmak istiyorum. Böylece eğer intikam almaktan vazgeçersen, mutlu olmak için onları yok etmek yerine onlarla bir aile olabilirsin."

 

 

 

Onaylamaz gülüşüm peydah olmuştu yüzümde.

 

 

 

Başından beri amacı buydu aslında. Melisa Aksel, bugün birinci olmaktan vazgeçmişti. Melisa Aksel, bugün onu seven herkesten vazgeçmişti. Arkasına bakmadan çekip gitmeyi seçmişti. Bunu benim için yapmıştı. Birinci gittiğinde birincilik artık ikincinin hakkıydı. Ailesini yok etmek istediğimi biliyordu. Sevdiklerinin bana yaşattıklarını biliyordu. Bütün bunların sorumlusu olarak kendini görüyordu. Bugün burada ailesine zarar vermemem için onları benim ailem yapmak adına ilk adımı atmıştı. Onun attığı bu adım, onu ailesiz bırakmıştı.

 

 

 

Bunu yapması canımı sıkmıştı. Ben onu suçlamıyordum. Ama o kendini suçluyor olmalıydı. Bunun için yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Böyle bir kararı tek başına almışsa sonuçlarına da tek başına katlanacaktı. Netice olarak işler onun istediği gibi yürümeyebilirdi. Biz yüz olarak birbirimize benziyorduk. Karakter olarak ise birbirine en zıt olan iki kişiydik.

 

 

 

Onun ailesi, Lotus çiçeğinin yerine Tanrıçayı koymak istemeyebilirdi. Ayrıca hiçbir Tanrıça, Tanrıçalık dururken çiçek olmayı kabul etmezdi.

 

 

 

Acı çeken yerdeki o kadına daha fazla bakmaya tahammül edemediğim için alanı hızla terk ettim. Öyle ya, bir kadın düşünün ki en bencil olduğu anda bile hikayenin en fedakârı olsundu...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(🎭)

 

Loading...
0%