Yeni Üyelik
53.
Bölüm

🎭 13 KAMER'İN GÖNÜL DİLİ

@mavimsu_

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kurgunun genel bölüm akışında böyle bir bölüm hiç var olmadı. İlk kez yazıldı. Arem kötü biri değil, Arem zor biri. Daha önce hiç onun ağzından bölüm yazmadım. Denedim ama olmadı. Baş veliaht çok sessiz, bana kendini hiçbir zaman açmadı. Onu sadece dinledim, onu hiç yazamadım, izin vermedi. Baş veliahtın çok üzerine gidiliyor. Çoğunuz için saçma olabilir ama o benim her şeyim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu bölümü yazan kişi Helin Gül, Helen Gül ya da Mavimsu değil. Bu bölümün yazarı Arem Barkın Soykamer'dir. Arem ile tanışmak için oku. Gerçek Arem burada...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Sizin Dünya'da insanlar ," dedi Küçük Prens , "bir bahçede beş bin gül yetiştiriyorlar; yine de aradıklarını bulamıyorlar."

 

Derin nefes al ver. Ve sakın kaldığın yeri unutma! Üstünü çizme, kağıdı katlama, ayraç bırakma. Aklında tut. Sayfa 92...Aklında tut.

 

 

Kitabı al. Kitabı tut. Kitabı çalışma masanın üstüne bırak. Eğimi hesapla...

 

Düz dursun! Yoksa, yoksa annem çok kızar.

 

 

Adım at. Bilirsin, yatağından çalışma masana 8 adım var. Çalışma masandan-odanın kapısına 12 adım. Oradan anne ve babanın odasına çok adım var...

 

 

Kaç adım var? Hiç saymadım. Anne ve babamın odasına ne kadar uzaktım, hiç saymadım. İzin vermediler. Herhalde ondan sayamadım.

 

 

İlk kez gidecektim. Çünkü duydum. Çünkü Elena odama geldi. Odama gelmek yasak. Elena niye geldi? Elena bana niye sarıldı? Gideceğiz dedi. Nereye dedim.

 

Bilmiyorum dedi. Neden üzüldün dedim.

 

Şey dedi...

 

 

"Sensiz gideceğiz Arem... "

 

 

Sonunda gideceklerdi ama bensiz gideceklerdi. Emin olmam gerekiyordu. Kurallara dâimâ uydum. Hiç yaramaz olmadım, hep sustum. Onlar ne istediyse onu yaptım. O hâlde neden ceza aldım?

 

 

Kendi odamdan çıkıp anne ve babamın odasına gitmek istiyordum. Kapıdan çıkıp salonun içine giriyorum. Salon gerçekten büyük ve tavanı çok yüksek. Duvarlarda resimler var, birkaç tane tablo da var. Büyük bir halının üstünde duruyorum ve pencerelerden dışarıya bakınca bahçeyi görüyorum. Çiçekler ve ağaçlar var bir de gerçek hayat uzakta.

 

 

Salonun bir köşesinde bir şömine ve karşısında büyük bir koltuk var. Şöminenin etrafında süs eşyaları var ve koltukların yanında dev bir kitaplık var. Kitaplıkta bir sürü kitap var. Hepsini okumuşluğum var.

 

 

Merdivenlerden yukarı çıkıyorum ve üst katta bir koridor var. Koridorda aile fotoğrafları ve tablolar var. Hiçbirinde ben yokum, fotoğraf çekmeyi sevmiyorum. Benimle fotoğraf çekmeyi sevmiyorlar. Koridor boyunca kapılar var. Kapıların yanında lambalar var ve kapıların kulpları altın renkli.

 

 

Sonunda, anne ve babamın odasına ulaşıyorum. Onların, girmemin yasak olduğu odasına. Boyum kısa ama şans benden yana. Kapı aralık. Aralık olan yer, görmek için yeterli bana.

 

Annem Meral ve babam Azer Soykamer çifti yine bildiğim gibi.

 

 

Kavga, kavga ve daha çok kavga...

 

 

"Yapamam ben kadın! Ben onlar gibi değilim." Ses tonu çok yüksekti babamın. Başım ağırmıştı. Yüzümü buruşturdum.

 

 

"Yapamadığını bildiğim için evlendim seninle. Bize buluşmazlar dedim ama bak ne oldu?" Ne oldu anne? Kötü bir şey mi oldu anne? İyi misin anne? İyi ol anne...

 

 

"Nereden bileyim ben o psikopatın böyle bir şey yapacağını?"

 

 

"Beni ilgilendirmez Azer. Duydun mu beni? Veliaht olmayı aklının ucundan bile geçirme." Veliaht ve Ulu... Tam içeriğine çocuk olduğum için hakim değildim. İyi bir şey olmasa gerekti.

 

 

"Benim dememle oluyor sanki. Babamı tanımıyor gibi konuşma Meral."

 

Gülümsemiştim. Belli belirsiz bir gülümseme yüzümde yer edinmişti. Vural Soykamer... dedem tuhaf biriydi ama beni severdi.

 

 

Yaşasın...Birileri beni de severdi.

 

 

"Herkesi öldürmüş! Tüm Ulu'ları öldürmüş. Geriye bir tek senin baban kaldı. Tüm veliahtlar Ulu oldu. O Çok nefret ettiğin Dündar, Kenan, Aytekin hepsi artık Ulu. Sen de gider onların Ulu olduğu yerde babanın veliahtı olarak getir götür işlerini yaparsın."

 

 

Annemin saydığı isimlerin hepsine yabancıydım. Sadece ölüm kelimesine alışıktım. Bir tek ona alıştırılmıştım.

 

"Gideceğiz. Ben onun emrinde çalışmam."

 

 

"Babanın bir veliahta ihtiyacı var Azer, nereye gideceğiz? İzin vermez! "

 

Bağırış seslerini duyuyordum. Kapının önünde dikilmiş her şeyi dinliyor fakat yüzlerini göremiyordum.

 

 

"Babama veliahtını verip öyle gideceğiz..." Sessizlik. Annem susmuştu.

 

 

"Ne demek istiyorsun?"

 

 

"Sen, ben, Elena ve Görkem, dün konuştuğumuz gibi beraber gideceğiz."

 

Annem susmuştu. Bir şey eksikti ama ne? Dilimin ucundaydı ismi. Çıkaramamıştım.

 

 

"A-arem... O ne olacak?"

 

Sessizlik. Bu kez babam susmuştu.

 

 

"Veliaht olacak."

 

Kaşlarımı çatmıştım. Bugünlük bu kadar kural çiğnemek yeterliydi. Geldiğim yolu, geldiğim gibi yürümüştüm. Uzaklaşmak istemiştim.

 

 

Hayır, hayır annemin beni hiç kabul etmediği hâlde bırakıp gideceğini duymak istemediğim için değil, sadece gitmek istemiştim. Oysa gidecek olan onlardı.

 

 

Yürüdüm, yürüdüm ve daha çok yürüdüm. Ağlasam geçer miydi? Ağlayasım yoktu ama ağlama isteğim vardı. Tutarsızlık bana hiç yakışmadı. Her şey yerli yerinde durmalıydı. Bende olduğum yerde dik durmalıydım.

 

 

"Kamer! Yolculuk nereye evlat?"

 

Duyduğum tanıdık sesle gözlerimi yürüye yürüye kat ettiğim parke zeminden alarak, ona çevirmiştim. Dedem gelmişti.

 

 

"Var oluşun sonuna dede!" Gülmüştü. İki eliyle gel işareti yaptığında yanına gitmiştim. Salonun ortasında, büyük koltuğun üstünde bacak bacak üstüne atarak oturmuştu. Yanına gidip, tam karşısında dikilmiştim.

 

 

"Var oluşun sonunda seni ne bekliyor?"

 

Gözlerimi gözlerine dikmiştim. Onunla sohbet etmeyi severdim.

 

 

"Yok oluş..." Dedemin güldüğünü işitmiştim. Ben gülmemiştim. Yok olacak olanlar gülmeyi bırakır ve bir daha hiç gülmezlerdi.

 

 

"Yok olmak için fazla küçüksün."

 

 

"Var olmak için de fazla küçüğüm."

 

 

"Neden?" Ses tonunda merak vardı.

 

 

"Büyük olsam, görünecek kadar büyük olsam yani dede; var olacak kadar büyük olsam, beni de götürürlerdi."

 

Dedemin gözleri kısılmıştı. Sadece birkaç saniye yüzüme anlamsızca bakmıştı. Bir eli havaya kalkmış ve saçlarımın arasında gezinmişti. Saçlarımı sevdikten sonra elini tekrar geri çekmişti.

 

 

Bu iyi gelmişti. Sevilmeyeli uzun zaman olmuştu...

 

 

"İlk darbeni ailenden yedin demek..."

 

Sesinde derin bir anlam vardı. İlk darbe... Sonuncusu nerede?

 

 

"Ailem yok dede! Olsa bilirdim..."

 

Kafasını aşağı yukarı salladı. Yüzüm hâlâ ifadesizdi.

 

 

Dedem, 60'lı yaşlarına rağmen oldukça karizmatik bir görünüme sahipti. Boyu uzundu ve dik duruşuyla kendinden emin bir hava veriyordu. Yüzünde yaşlılık izleri belirgin olsa da, gümüş rengi saçları ve derin kahverengi gözleriyle hala etkileyici bir çekiciliğe sahipti. İfade dolu yüz hatları, ona bilgelik ve deneyim dolu bir hava katıyordu. O şimdi derin derin beni düşünüyordu.

 

 

"Ailen olsun ister miydin evlât?"

 

Durdum, düşündüm ve karar verdim.

 

 

"Hayır, istemezdim..."

 

Kaş çattığını görünce devam ettim.

 

 

"Daha önce hiç bilmediğim bir şeyin yokluğunu çekmem."

 

Derin nefes alıp verdi. İfadesinde kırılmalar gerçekleşti.

 

 

"Sana bir aile vereceğim."

 

Sadece baktım. "Sana kardeşler vereceğim." Sadece bakmaya devam ettim.

 

 

"Baba olmak için yaşlısın dede."

 

Durdu, durdu ve sonra kahkaha attı.

 

 

"Sen Kamer, sen veliaht olmak için fazlasıyla büyüksün." Ayağıya kalkmıştı. Yavaş hareket ediyordu. Annem ve babam kavga ederken duymuştum,

 

dedem 6 ay önce vurulmuştu. Henüz tam olarak iyileşmiş sayılmazdı. Kalkmakta zorlanmasının sebebi bundan kaynaklıydı.

 

 

"Sana istediğini vereceğim evlat. Artık var olacak kadar büyük adam olacaksın."

 

Yutkundum. Bahsettiği şey mümkünse, gerçekleştirmek için elimden geleni yapardım. Kocaman adam olduktan sonra belki görünürdüm. İşte o zaman benim de bir ailem olurdu. Beni terk edip gitmeyecek Bir ailem.

 

 

"Benimle gel."

 

 

"Tamam dede. " Dedem yürüdüğünde peşinden yürümek için adımlamıştım. Onun durduğunu görünce durmak zorunda kalmıştım. Çatık kaşlarının arkasından bana bakıyordu.

 

 

"Artık dede yok. Ulu Bey diyeceksin."

 

Omuzlarım düşmüştü. Hani ailem olacaktı? Bir aile üyesini daha kaybetmiştim. Artık dedem de yoktu.

 

 

"Tamam Ulu Bey!" Dedem gülümsemişti. Gururla süzmüştü beni. Tekrar arkasına dönüp yürüdüğünde peşinden gitmiştim.

 

O an sesini yeniden duymuştum.

 

 

"Aferin veliaht..."

 

Ve artık Arem'de yoktu. Ben Arem'i sekiz yaşında, tam da bugünümü de kaybetmiştim.

 

*

 

 

 

Dedemle uzun süreli bir araba yolculuğu yapmıştık. Önümüzde ve arkamızda bizi, araçlarıyla takip eden onlarca adam vardı. Kaç kişi olduklarını devamlı hareket ettikleri için sayamamıştım. Ne olduğunu bilmediğim şey beni korkuturdu. Sözde bizi korumak için var olan adamların sayısını bilmezsem eğer, beni koruyacak olmaları anlam ifade etmezdi.

 

 

Dedem kitap okuyordu. Göz ucuyla onun okuduğu kitabı okumak istemiştim. Becerememiştim çünkü dedem tuhaf bir dilde yazılmış, bilmediğim kelimeleri okuyordu. Yolculuk boyunca can sıkıntısından ölmüştüm.

 

 

Dedemin arabası büyük, siyah parmaklıklardan olma ev kapısının önüne gelince durmuştu.

 

 

Kapıları geçtiğimiz anda, bahçenin içine giriş yapmıştık. Camdan gördüğüm kadarıyla masmavi bir havuz, ışığın oyunlarını yansıtıyordu; ortasında yükselen fıskiye, suyun dansını gökyüzüne taşıyordu. Etrafımdaki heykeller, sanki tarihten fırlamış gibiydi, hoş bir hava veriyordu her biri. Ağaçların arasında dolaşan yollar ise beni doğanın kalbine götürüyormuş hissi veriyordu. Her köşede birbirinden güzel çiçekler ve nadir bitkiler, adeta doğanın cömertliğini gözlerin önüne seriyordu. Bu bahçe, beni kendine çektiği gibi, içine hapsedip, yok edecekmiş hissiyatını da veriyordu.

 

 

Bugün burada hayatım için gerçekten bir şeyler değişecekti.

 

 

Araba durduğunda dedem araçtan yavaş hareketlerle inmişti. Ben de kapımı açmak istemiştim, lakin biri benden önce davranmış ve kapımı açmıştı. Arabadan yavaş hareketlerle indiğimde, kapımı açan kişinin elinin önünde olduğunu ve kafasını önüne eğerek beni başıyla selamladığını görmüştüm. Henüz 8 yaşında bir çocuktum. Bana gösterdiği saygı, bana bile fazla gelmişti.

 

 

Düşünmeyi reddediyordum. Düşünürsem üzülürdüm. Ben üzülmek istemiyordum. Dedemle, daha doğrusu artık dedem olmayan Ulu Bey'le geldiğimiz yere bakmaya devam etmiştim. Arabadan çıkmadan önce fark etmediğim detaylar karşılamıştı beni. Az ilerimizde kalabalık bir grup vardı. Onların duruşlarının dikliğinden bile etraftaki korumalardan biri olmadıklarını, aksine o korumaların efendileri olduklarını anlamıştım. Her bir adam, inanılmaz güçlü bir enerjiye sahipti. Karşımdaki bu adamlar gerçekten korkutucuydu. Üstelik dedemden daha gençlerdi.

 

 

Dedemin gerisinde, onların yanına doğru ilerlemiştik. Her biri ayaktaydı, bizi bekliyor olmalılardı. Dedem ve beni ifadesiz yüzlerinin arkasında izliyorlardı. Yüzlerinden tek bir mimik okunmuyordu, onlar çok ifadesizdi, çok fazla boşluğa ve hiçliğe benziyorlardı. Oysa güç demek her şey demekse, eğer bu adamlar hiçbir şey olamayacak kadar güçlülerdi.

 

 

Dedemin adımları tam olarak onların yanına vardığında, dedemin bir adım gerisinde ben durmuştum. Kafam önüme eğikti, adamlar korkutucuydu ve ben korkmaktan nefret ederdim. Onlarla göz göze gelmektense, yemyeşil çimenleri izler, çimenleri sayardım.

 

 

"Çocuklar nerede?" Dedemin sesini duyunca, gözlerim 17. otun üzerinde takılıp kalmıştı. Zihnimin kapılarını aralamıştım. Dedem bana buraya gelmeden önce ne demişti: "Sana bir aile vereceğim, sana kardeşler vereceğim." Olabilir miydi yoksa bahsi geçen çocuklar benim kardeşlerim olabilir miydi? Yüzüm gülümsemek istemişti, yüzümde tebessüm yer edinmek istemişti. Sonra kızdım, o isteğe kaş çattım. Aile istemiyordum. Aile demek terk edilmek demekti, ikinci kez terk edilmek istemiyordum. Kardeş istemiyorum. Kardeşler hiç istemiyordum.

 

 

"Buradalar. İçeride birbirlerini tanımaya çalışıyorlar," otoriter bir ses. Ne kadar da güçlü bir ses, öyle değil mi? 36. ot.

 

 

"Merhaba, delikanlı. Adın ne senin?" Birinin gözlerini üzerimde hissediyordum. Başımı yavaşça kaldırdım ve gözlerimi o kişiye çevirdim. Tam önümde dikiliyordu. Tam da 43. otun üstüne basıyordu.

 

 

Ona cevap vermeden önce onu inceledim. Açık kahve tonlarında saçları ve masmavi gözleri vardı. Bana tebessüm etmiyordu, sadece bakıyordu. Yine de gözlerinde merhamet kol geziyordu. Ondan bana zarar gelmeyeceğine inanıyordum.

 

 

"Adım Arem... Arem Barkın Soykamer." Kafasını aşağı yukarı salladı. "Demek iki adın var." Kafamı onun gibi aşağı yukarı salladım.

 

 

"İki isminin de anlamını biliyor musun?" Kafamı yeniden aşağı yukarı salladım. Kafasıyla işaret verdiğinde, cevap vermemi istediğini anladım.

 

 

"Arem, alaca demek. Alaca ise birkaç rengin karışımından oluşan renk demek. Barkın ise, iyi savaşçı ve bilgili demek." Mavi gözleri olan adam, gözlerini kıstı, bana baktı. 43. ot, onun yüzünden can çekişiyor olmalıydı.

 

 

"Sen hangisisin peki? Arem kadar her telden misin, yoksa Barkın kadar en iyisi misin?" Derin nefes aldım. Herkes bizi izliyordu, bakışlarım dedeme kaymıştı. O da pür dikkat bizi izliyordu. Bir takım sınava tabi tutuluyor olmalıydım. Sınavı geçmem gerekiyordu, yoksa ailem çok kızardı. Eğer varsa, kızarlardı. Ama artık kızamazlardı.

 

 

"İkisi de değilim." Herkesin kaş çattığını gördüm. Herkes beni anlamamıştı, beni öyle herkes anlayamazdı.

 

 

"Kimsin sen?" İçlerinden biri konuştu. Simsiyah saçlı, simsiyah gözleri olan dik bir adam, sert bir adam konuştu.

 

 

"Ben Kamer'im." Hepsinin dedeme baktığını gördüm. Ona bakıyor olmalarının sebebi, beni anlamıyor olmalarından kaynaklanıyordu. Dedem beni anlardı. O beni hep anlardı.

 

 

"Buraya gelmeden önce veliaht olduğunu ona söyledim. Şu andan itibaren veliaht olduğunu kabullenmiş olmalı. O artık Arem değil, o artık Barkın değil, o artık benim torunum değil, o baş veliahtın ta kendisi ve artık bunun o da farkında." Dedem tane tane konuştu, herkesin gözü tekrar bana kaydı. Benim aklım hâlâ zavallı 43. otumdaydı. 43'ün varlığını bilemeden 44'e geçemiyordum ve sayamadığım için rahatlayamıyordum.

 

 

"Fazlasıyla zeki." Okul hayatım boyunca en çok duyduğum söz.

 

 

"Yaşına göre olgun." Yaşıma göre olgun değildim. Sadece yaramazlık yapmaya hakkım yoktu.

 

 

"Benimkinin aksine fazlasıyla sessiz." 43. ot'uma can çekiştiren adam konuşmuştu.

 

 

"Hazar'a benziyor." Simsiyah saçları ve gözleri olan o sert adam ona karşılık vererek konuşmuştu.

 

 

"Hazar'ın aksine Kamer, kavga ve dövüşten nefret eder." Demişti dedem. Hazar kimdi ve neden kavga etmeyi seviyordu? Kavga etmek kötü bir şeydi. Ben kavga etmeyi sevmezdim, dövüşmeyi sevmezdim. Birilerinin canını yakmayı sevmezdim, hele birilerinin canı benim yüzümden yansın hiç istemezdim.

 

 

"Kamer'i içeri götürün, diğer çocuklarla tanışsın," etrafımdaki genç adamlardan biri korumalardan birine emir vermişti.

 

 

Gözlerim önce dedeme kaymıştı. Onun onaylayan bakışlarını gördüğümde beni götürmek için gelen korumanın yanına gitmiştim. Koruma, yine yaşıma göre fazlasıyla hak etmediğim bir harekette bulunarak başını önüne eğmiş, bana saygısını sunup önden gitmişti. Onu takip etmeye başlamıştım.

 

 

Heyecanlıydım, parmaklarımla oynuyordum. Tanışmayı sevmezdim. Yeni insanlar bana göre değildi. Pek sosyal olduğumu düşünmüyordum. Benim için kitap okumak daha güzeldi. Oradaki insanları tanımak daha kolaydı, daha eğlenceliydi. Gerçek hayatta fazlasıyla tecrübesizdim. Gerçek hayatta sadece sayar, matematik birincisi olur, sınıfın ve okulun örnek öğrencisi olarak anılır ve odamdan çıkmazdım. Akşam yemeklerinde bile odamdan çıkmazdım. Akşam yemeklerini bile odamda yerdim. Böyle olmasını istediğim için değil, ailem böyle olmasını istediği için yapardım. Beni görmeyi pek sevmezlerdi.

 

 

Babama göre, ben amcama benziyordum. Arzem adında bir amcam vardı, onu pek sık göremiyordum, sadece birkaç kez görmüştüm. Biraz tuhaf bir adamdı. Babam, amcama huy olarak çok benzediğimi söylerdi. En azından sebepsiz yere bana bağırıp çağırdığında, "onun gibisin," der, kızar, hakaretlerde bulunurdu. Babam, amcamdan hiç haz etmezdi ve benim de gelecekte amcam gibi deli olacağımı düşünürdü. Neden böyle düşündüğünü anlamış değildim. Oysa, deli olamayacak kadar akıllıydım.

 

 

Babamın bana yersiz olan nefreti, annemin benden uzak durmasına sebep olmuştu. Annem de artık bana yaklaşmıyor, zamanını diğer iki çocuğuna ayırıyordu. Çünkü bana ne zaman yaklaşırsa, babam çok sinirleniyor ve benim sevgiye layık olmadığımı söylüyordu. Bana tahammül edemediği için, odamdan çıkmazdım. Yasak olduğu için, annem ve kardeşlerim odama gelemezdi. Bütün hayatımı odamda geçirirdim, olması gerektiği gibi.

 

 

Etrafımda olup bitenlere yabancıydım. İnsan görmeye, insan tanımaya yabancıydım. Heyecanım bundan kaynaklanıyordu. Beni severler miydi? Benden korkarlar mıydı? Beni isterler miydi? Ya da onlar da babam gibi, benim bir deli olduğumu mu düşünürdü?

 

 

Kafamda onlarca soru vardı ve ben kafamdaki soruları sayarak rahatlatmaya çalışıyordum kendimi. Bilmediğim kaç soru vardı? Cevabı bende olmayan kaç soru vardı? Tek tek sayıyor, cevabını bulamadıklarımın varlığını buluyordum.

 

 

Belki de babam haklıydı. Belki de ben, sevilmeye layık olmayan, delinin tekiydim.

 

 

Büyük, gösterişli evin içine adım attığımda, hâlâ önden ilerleyen korumayla birlikteydim. Her adımım, birbirinden farklı duyguları hissettiriyordu. Yaklaştıkça heyecanlanıyor, heyecanlandıkça ürperiyordum.

 

 

Koruma ile beraber salondan içeri girmiştik. Lüks, oturma salonunda, zarif bir dekorasyon ve zengin detaylar bulunuyordu. Oturma odasının tam ortasında, muhteşem bir avize asılıydı. Avizenin altında, zarif bir masa ve etrafında lüks koltuklar yer alıyordu. Koltuklar, deri döşemeli ve yumuşak minderlere sahipti. Her bir koltuğun yanında altın işlemeli, yüksek sırtlı koltuk minderleri bulunuyordu. Oturma odasının her köşesinde, nadide sanat eserleri ve antika mobilyalar yer alıyordu.

 

 

Duvarlarda asılı tablolar, değerli bir sanat eseri koleksiyonunu yansıtıyordu. Parke zemin, cilalı ve lüks bir görünüme sahipti, altın işlemeli halılarla süslenmişti. Koltuklarda oturan beş erkek çocuk vardı ve ben onlara bakmak yerine onlar dışındaki her yeri inceliyordum. Beni buraya getirmekle görevli olan koruma, beni çocukların yanına kadar getirdikten sonra yanımızdan ayrılmıştı. Çocukların her birinin gözlerini üzerimde hissediyordum.

 

 

"Ve sonuncu veliaht geldi. Onu da gördüğünüze göre hepinizin emin olması gereken konu açık ve net şekilde ortadadır. Ben hepinizden daha yakışıklıyım." Çocuklardan biri, beni diğerlerine göstererek konuşmuştu. Kendisine fazlasıyla hayran biri olmalıydı. Sözleri saf kibirden yanaydı.

 

 

Onlarla tanışmayı boş verip onlara en uzak olan tekli koltuğa geçip oturmuştum. "Ben bunu döverim ha!" Tahminlerimde yanılmıyorsam bu kişi Hazar olmalıydı. Dedem ve o esmer adam konuştuğunda Hazar'ın çok kavgacı olduğunu söylemişlerdi. Beni görür görmez kurduğu ilk cümle buysa eğer, karşımdaki kişi Hazar'dan başkası olamazdı. Ayrıca ondan bahseden siyah saçlı siyah gözlü adama çok benziyordu, neredeyse onun küçüklük haliydi.

 

 

Derin nefes alıp vermiştim. Ne söylemem gerektiğini bilmiyordum. Onlarla arkadaş olup olmak istemediğimi bile bilmiyordum. Ben arkadaş nasıl olunur hiç bilmiyordum.

 

 

"Belki de konuşamıyordur. Baksanıza, geldiğinden beri tek kelime etmedi." Tekrar gözlerim onlara kaymıştı. Mavi gözlü, koyu kahve saçları olan bir çocuk beni işaret ederek konuşmuştu. Ben konuşabiliyordum, ancak konuşmayı sevmiyordum.

 

 

"Merhaba, benim adım Mert. Seninki ne?" Elini bana doğru uzatan siyah saçlı, beyaz tenli bir çocuk görmüştüm. Oturduğu yerden kalkıp yanıma gelmiş ve benimle tanışmak istemişti. Çok heyecanlı olsam da, heyecanımı yansıtmayı sevmediğimden yüzümü ifadesiz tutmuş ve bana uzattığı eli tutmuştum.

 

 

"Merhaba." Hepsinin gözü benim üzerimdeydi. İsmimi ilk soran kişi bana tebessüm ettikten sonra elimi bırakmadan tekrar konuşmuştu.

 

 

"Adını söylemedin." Hepsinin meraklı gözlerle beni izlediğini görmüştüm. Adının Mert olduğunu öğrendiğim kişinin elini yavaşça bırakmıştım.

 

 

"1 mi 2 mi 3 mü?" Benim 3 adım vardı: Arem, Barkın ve Kamer. Dışarıdaki adamlar için ben Kamer olmuştum. Ama bu çocuklar için ne olacağımı onlar seçecekti.

 

 

"O ne be?" İçeriye ilk girdiğimde kendini beğenmiş olduğu izlemine kapıldığım kişi hayretle konuşmuştu. "Yazık! Adını 1 mi 2 mi 3 mü diye koymuşlar." Açık kahve saçlı ve bal köpüğü renginde gözleri olan çocuk bana acır gözlerle bakıyordu.

 

 

"Adını kim koydu senin? Hemen söyle gidip döveyim onu." Beni dövmek istediğini söyleyen çocuk şimdi benim için birini dövmek istediğini söylemişti. Onun hâline gülümsemek istemiştim, ama gülümseyememiştim, sadece bakmıştım.

 

 

"Yav bir dur, sen de geldiğinden beri onu döveceğim bunu döveceğim. Yakında sırf etrafta geziyor diye oksijene kafa atacak." Kendini beğenmiş çocuk, kavgacı çocuğa sertçe çıkışmıştı. Kavgacı çocuk, kendini beğenmiş çocuğun yanına doğru hızla gitmişti.

 

 

"Evet, bahisleri açıyorum. Bence Hazar döver." Mavi gözlü çocuk oturduğu yerden sırıtarak onları izliyordu, manzara hoşuna gidiyor olmalıydı.

 

 

"Bana kalırsa, Kansu alır. Ağzı kadar yumrukları da iyi laf yapıyorsa eğer, kaybetmesi mümkün bile değil." Açık kahve saçları olan çocuk, mavi gözlü çocuğa karşılık vermişti.

 

 

"Evren..." İsminin Mert olduğunu bildiğim kişi yanımda dikilirken, çocukların olduğu yere bakarak konuştuğunda, mavi gözlü çocuk Mert'e dönüp "Efendim" demişti. Böylelikle, mavi gözlü çocuğun isminin Evren olduğunu öğrenmiştim.

 

 

"Bahis ne demek?" Mert'in sorusunu duyan Evren'in yüzünde alaycı bir sırıtış yer edinmişti. "Buradaki herkesin abisi olmak çok zor, küçük küçük çocuklarla uğraşmak zorunda kalıyorum." Acaba Kansu mu kendini beğenmişti, yoksa Evren mi?

 

 

"Havalara girme, hemen bir şey merak ettim sadece." Mert'in sesi kırılmışa benziyordu. Anlaşılan oydu ki Mert diğerlerine göre fazla alıngandı. Evren ve Mert arasında geçen konuşmayı izlemeyi bırakmış, Kansu ve Hazar'ı izlemeye başlamıştım.

 

 

"Seni çok pis döverim oğlum."

 

 

"Benim mükemmel suratıma en ufak darbe gelirse, seni yok ederim Hazar."

 

 

"Mükemmel surat görmesem, o dediğine inanacaktım." Açık kahverengi saçları olan çocuk da tıpkı benim gibi onları izliyordu.

 

 

"Erdem, kaşınma sen de." Kansu, Hazar'dan aldığı bakışlarını ona laf atan diğer çocuğa yönlendirmişti. Hazar ve Kansu burun burunaydı, her an fiziksel bir kavga çıkabilirdi ve bunun sorumlusu ben olabilirdim. Kimsenin canı benim yüzümden yansın istemezdim.

 

 

"Benim üç adım var: Arem, Barkın ve Kamer. Bana nasıl seslenmek istiyorsanız öyle seslenin." Hepsinin üzerinde gözlerimi tek tek gezdirmiştim. "Kavga etmeyi bırakıp yerlerinize geçin. Hemen!" Yüksek sesli konuşmam, hepsinin kafasını aşağı yukarı sallamasına neden olmuştu. Önce yüzüme tuhaf tuhaf bakmışlardı, sonrasında her biri tek tek yerine geçmişti.

 

 

"Arem güzelmiş." Demişti Mert. "Evet, bence de." Demişti Erdem. "Kansu kadar olmasa da, Arem de idare eder herhalde." Demişti Kansu. "Ben birincileri severim. Eğer ilk adın Arem ise, o zaman ben sana Arem derim." Demişti Hazar. "Madem herkes Arem diye seslenecek, o zaman benim için de artık Arem'sin." Evren de konuştuğunda kendimi fazlasıyla tuhaf hissediyordum.

 

 

Az önce bir grup çocuk ben söyledim diye tartışmayı bırakmış ve hemen yerlerine geçmişti. Daha önce böyle bir şeyi hiç yaşamamıştım, daha önce hiç lider olmamıştım.

 

 

 

 

Melisa'nın Doğum Günü Gecesi.

 

Arem'in gözünden.

 

 

 

Nereden gelmişti aklıma geçmiş? Geçmediği için mi rahatsız etmişti beni?

 

Kardeşlerimle ilk kez tanıştığım o gün...

 

Niye durup dururken zihnimi bulandırmıştı. Arem Barkın SoyKAMER...

 

Adım bana hep geçmişi hatırlatırdı.

 

 

Olmayanı oldur Arem. Olması imkansız olanı bul Barkın. İmkansız olanı yok et Kamer. Derin nefes al ve derin nefes ver Baş veliaht. Geçmişi unut ve ona odaklan.

 

 

Buradaydı. Tam karşımda duruyordu. Gitsem, kimse tutamazdı. Hiç kimse ona sarılmama, onda kaybolmama mâni olamazdı. Bir o engel olurdu. Bir o istemezdi beni. Simsiyah saçlarını, kırmızı yapmıştı. Kırmızıyı sevmediğimi bilirdi. Oysa kırmızı onunlaysa eğer ondan güzeli yoktu. Ben onu izlemeden duramıyordum oysa, biz haricî her şeyle ilgileniyordu.

 

 

İlk önce Kansu gitti onun yanına. Ne söyledi göremedim. İzin vermedi Kansu görmemize, lakin her ne söylediyse Kansu'yu yok etti. Kansu'yu yerle bir etti ve bunun için hiç pişman görünmüyor.

 

 

Mert denedi bu kez şansını. Umursamaz kadını oynuyordu ama belliydi. Mert'le konuşmak Kansu'yla konuşmaktan daha zor gelmişti. Yine de başardı. Mert'i yıkmayı başardı.

 

 

Çok güçlü çok. Adının hakkını veriyordu.

 

Öyle bir tanrıçaydı ki tapmadan duramıyordum.

 

 

Ellerim pantolonumun ceplerindeydi.

 

Gözlerim sadece taptığım kadının üzerindeydi. Arzem bana bakıyordu. Arzem beni izliyor, hareketlerimi sorguluyordu. Tehlike geçti Arzem. Sandığının aksine ben kaybetmedim. Sen kaybettin. Artık ona zarar veremezsin.

 

 

Sen onu, yok edemeyecek kadar güçlü yapmışsın. Sen benim sonumu tek değil, kendi sonunu da hazırlamışsın.

 

 

Düşüncelerim yüzümü değil, ruhumu gülümsetmişti. Hey gidi Attila Tuğrul Türkeş. Yattığın yerden rahat uyu. Ne dediysen çıktı. Sen ne söylediysen, ben onu yaptım ve kızın şu an yaşıyorsa sebebi senin ileri görüşlülüğündür.

 

 

Ben artık korkmam. Ben artık onunla olmaktan korkmam. O artık benimle olmak istemediği için uzağımda. Hakkıdır. Güvende olsun, benle olmasa da olur.

 

 

"Barkın."

 

İkinci adımla bana bir tek o seslenirdi.

 

Melisa. Lotus çiçeği. Kafamı sesin geldiği yöne çevirmemiştim. Sesin sahibi önümde dikilmiş ve onu görmemi sağlamıştı. Daha iyiydi. Daha güçlüydü. Daha sağlıklıydı.

 

 

"Dinliyorum." Ses tonundan tanırdım onu. Bir şey isteyecekti. Benim karşı çıkacağım bir şeyi her istediğinde sesi kedi gibi çıkardı.

 

 

"Hera ile konuşmak istiyorum."

 

Doğrudan konuya girdiğinde kaşlarımı çatmıştım.

 

 

"Olmaz!"

 

Gözlerini üst üste kırpıştırmaya başladığında kazananın o olacağını anlamıştım. Kalbi kırılınca hastalanırdı Melisa, üzülünce hastalanırdı. İstediği bir şey olmazsa yine aynı senaryo gerçekleşirdi. Onun daha fazla yara alacak hâli kalmamıştı. O kadar güçlü değildi.

 

 

"Lütfen izin ver. Sâdece bir kez. Lütfen... Lütfen..." Derin nefes alıp vermiştim. Tanrıçanın gözünü üzerimde hissediyordum. Onu görmek için ona bakmama gerek yoktu. Ben olmadığım yerde bile onu görürdüm.

 

 

"Kalbini kırar, " demiştim.

 

 

"Kırsın, " demişti.

 

 

Vicdan azabı çekiyordu. Geçip giden iki yıl içinde Hera için en az biz kadar acı çekmişti. Hele Hera'nın babasını kaybettiğini öğrendiğinde iyileşmeyi reddetmişti. Tedavi istememişti. Mert onu ayağıya kaldırmak için zor ikna etmişti.

 

 

"Hiç olmuyorsun." Kafamı, onu onaylamadığım için iki yana doğru sallamıştım. Kocaman gülümsemiş ve aniden üzerime eğilip, yanağımı öpmüştü. Tepki vermeme fırsat vermeden arkasını dönmüştü. Sertçe yutkunup, bakışlarımı tanrıçaya çevirmiştim. Onu incelediğimde rahat bir nefes almıştım. Buraya bakmıyordu.

 

Görmemişti...

 

 

İyi ki görmemişti...

 

 

Onları incelemeye başlamıştım. İkisi yan yana çok tuhaf duruyolardı. İkiz gibiydiler ama değillerdi. Tanrıça ile beraberken onun gerçek bir insan olmadığı bilgisi aklımdan sürekli uçup gidiyordu. Böyle bir şey gerçek olmasa değişirdi. Ben zaten onun insan olmadığını biliyordum. Birinin söylemesine ya da hatırlatmasına gerek yoktu. O bizden biri değildi. O bizden üstün biriydi. O bir tanrıçaydı. Tabii ki insan olarak anılmayacaktı. Tanrıça olarak tapılacaktı.

 

 

Melisa ve Hera yan yana iki farklı kadın. Birbirinin aynısı ama biri diğerinin çok daha farklısı. Öfkeleri farklı, huyları farklı, güçleri farklı, her şeyleri farklı.

 

Gözlerim ikisinin üzerinde gezinip duruyordu. Tanrıça, lotus çiçeğine kızgın değildi. Gülümsemiştim. Tanrıça yine tanrıçalığını yapmıştı. Ne kadar haklı olsa da ne kadar nefret dolu olsa da masum olana kin kusmayı beceremiyordu.

 

 

Bir ara Melisa ve Arzem göz göze gelmişti. Arzem'i o an onu korkutuğu için yok etmek istemiştim. Oysa Hera ve Arzem göz göze gelince tanrıça Arzem'in üzerinde üstünlük kurmayı becermişti. Hayranım sana kadın. Tapasım var ama izin veresin yok.

 

 

"Elena'yı yanlanrına gönderdim. Ne olur ne olmaz." Evren'in yanımdan gelen sesini duyunca, bakışlarım ona kaymıştı. Ondan aldığım gözlerimi yine iki kadına çevirmiştim. Elena'nın kucağındaki yeğenimle berâber oraya gittiğini görünce Evren'e geri dönmüştüm.

 

 

"Hera, Melisa'ya zarar vermez."

 

Evren omuz silkmişti.

 

 

"Sadece önlem."

 

Evren, olay çıkmasın isteyenlerdendi. Taraflar ortaya çıkmasın diye taraf tutulacak durumları ortadan kaldırıyordu. Ona cevap vermek yerine susmuştum. Yönümü tekrar kadınlara çevirdiğimde Hera'nın kucağında Ekin'in olduğunu görünce önce şaşırmış sonra kendimi tutamayarak gülmüştüm.

 

 

Kalbimin göğüs kafesimi zorladığını hissettim. Nefes almayı beceremedim. Ellerim titrer oldu. Ekin'in neşeli gülüşü aklımı kaybetmem için yeterliydi. Öyle bir manzara vardı ki karşımda delirmek bu manzara uğruna değerdi. Gözlerim tanrıçanın yüzünde dolaştı, her hareketi, her ifadesi beni büyülemişti. Ekin'den rahatsız olmuştu ama düşmesin diye sıkı sıkı tutmuştu.

 

 

Güzel olmak tanrıçanın en sevdiğim huylarındandı. Her konuda güzeldi. Öyle ki anne olmasa bile Dünya'nın en güzel annesi benim için artık oydu.

 

 

Ekin, tanrıçanın burnuna asıldığında ben ve veliahtların geriye kalan hepsi gülmüştü. Göz ucuyla Mert'in olanları kayıt altına aldığını görmüştüm. Mert'e bu konuda minnettardım. O gittiğinde onun videolarını her gün yüzlerce kez izleyip durmuştum.

 

 

Ekin'den burnunu kurtarmayı başardığında, Ekin bu kez saçlarına asılmıştı. Yüzümü buruşturmuştum. Canı yanmış olmalıydı. Dokunmaya kıyamadığım saçlarının zarar görmesi, canımı yakmıştı. Tanrıçanın ağzını okuduğumda Ekin'e onu bırakmasını söylediğini görmüştüm. Yanına doğru gitmek ve saçlarının zarar görmesini engellemek için öne atılmıştım ki durmak zorunda kalmıştım.

 

 

Ekin'i ondan alacak kimse olmadığını görünce, hızlı adımlarla bize doğru gelmeye başlayan o olmuştu. Onun yaklaştığını görünce kalbim yeniden hızlanmıştı. Boğazım onun varlığını hissettiği için kurumuştu.

 

 

Adımları onu bize doğru getirmişti.

 

Yanımda duran Evren'in tam karşısında dikilmişti. "Al şunu benden." Öfkeliydi. Öfkesini bile özlemiştim. Ben onu deli gibi özlemiştim.

 

 

"Oğluma şu deme! Onun bir ismi var."

 

Sırıtarak konuşmuştu Evren.

 

Veliahtların ben de dahil olmak üzere istisnasız hepsi, tanrıçayla uğraşmayı seviyordu.

 

 

"Adının ne olduğu umrumda değil. Al şu kızılı benden." Tanrıça sesini yükseltince yüzümü buruşturmuştum. Ekin yüksek sesten nefret ederdi. Tanrıçanın suratına tokat attığını görünce gözlerimi sımsıkı kapatmıştım. Yeğenimi yeğenlikten reddetsem abartmış olur muydum? Şayet tanrıçanın canını fazlasıyla yakmıştı.

 

 

Tanrıçanın ne tepki vereceğini ben de diğerleriyle beraber merakla izlemiştim.

 

Önce Ekin'e bakıp tebessüm etmişti. Tahmin ettiğim şeyi yapar mıydı acaba?

 

Yapardı...

 

 

Ekin'i daha önce ondan hiç duymadığım şekilde yüksek sesle ağlatmayı başarmıştı. Onu dişlediğini görünce verdiği ceza yüzünden kafamı iki yana doğru sallarken gülmüştüm.

 

 

Gülmeyeli iki yıl oldu tanrıça. Ne tuhaf, sen gideli de 2 yıl olmuştu...

 

 

"Küçücük bebeği dişlemeye utanmıyor musun?" Evren oğlunu alıp, azar çekmeye başlamıştı.

 

 

"Sana oğlunu kucağımdan al dediğimde alacaktın." Tanrıça haklıydı. Zaten o hep haklıydı.

 

 

"Tadı güzel miydi bari çirkin cadı?"

 

Erdem'in sesiyle ona dönmüştüm. Tanrıça geri döndüğünden beri hepsi daha iyidi.

 

 

"Bebeği diyorum, tek lokmada yedin ya hani, tadı güzel miydi bari?" Tanrıça Erdem'e sertçe baktığı için, Erdem kendini yenileyerek konuşmuştu.

 

 

"Tadı güzeldi. Beğendim ben. Tavsiye ediyorum." Onun sesiyle hepimiz yönümüzü Evren'e ve kucağında duran Ekin'e çevirmiştik.

 

 

"Oğlumdan uzak durun. Ona yaklaşmayı aklınızdan bile geçirmeyin." Evren gerçekten umutsuz vakaydı. Ona bakmayı reddedip, yönümü bakmayı en sevdiğim kişiye çevirmiştim. Ben onu izlemeye başladığımda o bunu hissetmişti. Görsün istemiştim. Ona olan özlemimi görsün istemiştim. Gizlemeden bakmıştım ona. İçimde yer edinen tüm özlemle bakmıştım. Nefret ediyordu. Tanrıça benden değil, onu özlememden nefret ediyordu.

 

 

Yalan söylüyorum sanıyordu. Oysa ben ona hiç yalan söylemedim. Ona doğru yaklaşmıştım. Neden yaptığımı bilmesem de onun tam karşısında dikilmiştim.

 

Ona söylemek istediğim şeyler vardı. O badem gözlerin içinde kaybolmak istediğimi söyleyesim vardı. 'Her şey senin içindi kadın' diyesim vardı. Diyememiştim. Lotus çiçeği buna mâni olmuştu.

 

 

"Öncelikle herkese merhaba. Rica etsem bana birkaç dakikanızı ayırabilir misiniz?" Yüzümü tanrıçayla beraber, onun olduğu yere çevirmiştim. Sahneye çıkmıştı. Orkestra onun gelmesiyle susmuştu. Tanrıça fırsattan istifade ederek benden kaçmıştı. Gülmüştüm. Aramızdaki mesafe komikti. İki yıl Dünya'nın bir ucundasın diye çektim hasretini. İki adımlık mesafe ne ki?

 

 

"Bugün benim doğum günüm ve burada sevdiğim herkesle birlikte olmak istedim." İyi ki doğdun Lotus çiçeği. Her şeye rağmen iyi ki doğdun. Senin varlığın bana onu getirdi.

 

 

"Sizinle birkaç şeyden konuşmak istiyorum. Buradaki herkesin bildiği üzere, ben yıllar önce, tarih olarak 14 Şubat 2014'te, henüz daha 17 yaşındayken silahlı bir saldırıda ağır yaralanıp yıllarca komada kaldım. 2014'te kapadığım gözlerimi, 2023'te açtım. Ömrümden yaklaşık olarak dokuz yıl geçti." Herkesin bildiği fakat yanlış bildiği bir şey vardı. Benim hayatıma iki kadın girmişti. Biri Lotus çiçeği bir diğeri ise Tanrıçaydı. İnsanlar Hera'yı koruyamayıp, Melisa'yı korudum sanıyolardı. Yanlıştı.

 

 

Ben Hera'yı korumayı başarmıştım. Benim asıl koruyamadığım kadın Melisa'ydı.

 

 

"Uyandığımda her şey yolunda gitmedi. Dokuz yılım uykuda geçtiği için vücudum eski sağlığını kaybetmişti. Yürüyemiyordum. Konuşamıyordum. Yeni doğmuş bir bebek gibi bakıma muhtaçtım." Sesinin hassaslaşması dişlerimi sıkmama neden olmuştu. Onu koruyamamış olmak canımı sıkıyordu.

 

 

"Psikolojik olarak da iyi olduğum söylenemezdi. Uyandıktan sonra bir yıldan fazla bir sürem doktorlarla geçti. Fizik tedaviler, psikiyatristler ve daha niceleri... Herkes, ailemle beraber beni hayata döndürmek için uğraştı." Haklıydı. Onun için her birimiz çok uğraştık. Normal şartlarda yıllara yayılırdı onun iyileşmesi. Biz ise onun bir yıl içinde iyi etmiştik. Ne kadar iyi sayılırsa artık.

 

 

"Nihayetinde başardılar. Bugün artık eski sağlığıma kavuştum. Tek bir farkla. Ömrümden giden iyileşme süremle beraber toplam on yıl." Sertçe yutkundum. Sesi hepimizin içine işledi. Sözleri zihnimize kazındı ve biz onu sevenler olarak, onun geçip giden hayatına tam kalbimizden üzüldük.

 

 

"Bu doğum günümden önceki son doğum günüm on yedinci yaşımdaydı. Şimdi ise 28. yaş doğum günümdeyiz. Bu yaşımı çok farklı hayal ediyordum. Doktor olmak istiyordum. Bunu burada beni tanıyan herkes iyi bilirdi. En büyük hayalim doktor olmaktı. Eğer geçmişim uykuda geçmemiş olsaydı, şu an yüksek ihtimalle karşınızda doktor Melisa olarak duruyor olacaktım. Ancak ben üniversiteye bile gidemedim."

 

 

Daha fazla dayanamayan lotus çiçeğinin ağzından acılı bir hıçkırık kopmuştu. Ağabeyi Mert öne atılıp kardeşinin yanına gitmek istemişti ki onu tanrıça durdurmuştu. Tanrıça onun kolunu tutup onu durdurduğunda Mert acıyla bakmıştı. Kafasını iki yana doğru sallayıp, yaptığının yanlış olduğunu ona göstermişti tanrıça. Acıyla kapattığı gözlerini derin bir nefes alıp tekrar açmıştı Mert.

 

 

Onları izlemeyi kesip, ellerimi pantolon ceplerime koymuş ve zemini izlemeye başlamıştım.

 

 

"Hiçbir başarım yok. Hiçbir yeteneğim yok. Küçük yaşlarda dans kurslarına giden ben, aradan geçen yıllar yüzünden o yeteneğimden bile olmuşum. Kendimi geri kalmış hissediyorum. Çok geride kalmış hissediyorum. Bu ben değilim. Henüz aynadaki yüzüme bile yabancıyım. Ben yüzümü en son daha 18 olmadan önce görmüştüm. Bir sabah uyandım, karşımda 30'una merdiven dayamış Melisa var. Yıllar herkese olduğu gibi bana da adil davranmadı. Ne var ki, herkes o yılları dolu dolu yaşadı, bense yaşayamadım."

 

 

Ne yapmak istediğini görebiliyorum lotus çiçeği. Dayan. Sen her şeye dayandın. Kocaman bir kalbin var. Sen gördüğüm en iyi çiçek kadınsın. Yaparsın. Az kaldı.

 

 

"Ben bugün çok bencilce bir karar aldım. Bu kararı sadece kendimi düşünerek aldım. Sadece kendi iyiliğimi düşünerek aldım. Kimin ne düşündüğü? Ne dediği? Ne diyeceği? Umrumda bile değil. Bugün sadece kendimi düşüneceğim. Bu yüzden aldığım kararı hepinizle paylaşmaya karar verdim."

 

 

Yanlış Lotus çiçeği... Çok yanlış... Sen bencil değilsin. Bencil olsan o sahneye çıkmaz, yanımda olurdun. Bencil olmadığın için oradasın. Kendine haksızlık etmeyi kes çiçek kadın!

 

 

"Barkın ve ben bildiğiniz üzere birkaç ay önce nişanlandık ve bu yıl bitmeden evlenmeyi düşünüyorduk." Melisa'nın benden bahsetmesiyle kafasını yerden kaldırıp, sahnedeki kadınla göz göze geldim. Ağladığını görünce kaş çattım. Devam edemediğini görünce, güç vermek istedim. Kafamla işaret verdim. Benden güç aldı ve konuştu.

 

 

"Ben evlenmek istemiyorum..."

 

Başardın lotus çiçeği. Bataklıktan kurtuldun. Artık özgürsün.

 

 

Melisa'nın sarf ettiği sözlerin ardından bütün salondan hayret nidaları yükseldi. Herkes birbirine bakıyor, olan bitene anlam vermeye çalışıyordu. Veliahtların gözü benim üzerimdeydi.

 

 

"Buradaki kimsenin bana hak vermeyeceğini biliyorum. Ancak en başta da dediğim gibi bugün sadece kendimi düşüneceğim. Bencil olacağım. Ben hayatımı yaşamak istiyorum. Evlenmek değil de dünyayı gezmek istiyorum. Barkın'ın işlerinden dolayı bu mümkün olmayacaktır. Bunu onunla beraber yapmam mümkün değil. O yüzden ben bugün nişanı atıyorum."

 

 

Sağ elini havaya dikmişti. Yüzük parmağında bulunan yüzüğü çıkarıp avucuna alan çiçek kadın, çok oyalanmadan avucunu açarak yüzüğün yere düşmesine neden oldu.

 

 

Sen Lotus çiçeği, sen bugün neden Lotus çiçeği olduğunu kanıtlamış oldun. Saf ve temiz oldun. Sen artık sen oldun.

 

 

"Kızım, sen ne söylediğinin farkında mısın? Hani seviyordunuz birbirinizi?" diye sahneye atılmıştı Dündar Aksel. Kızının yüzünü avuçları arasına almıştı. Çok geçmeden annesi de kızının yanına gitmiş, ona sımsıkı sarılarak destek olmuştu.

 

 

"Seviyorum anne. Seviyorum baba. Ben onu çok seviyorum ama bana özgürlüğün mü? yoksa aşık olduğun adam mı? deseler özgürlüğümü seçerim. Ben bugün bencilim anne. Çok bencilim baba. "

 

 

Hızlı hızlı konuşmuştu Melisa. Mert, onun bu hâline daha fazla dayanamayarak hızla kardeşine doğru gitmiş ve onu kolları arasına alıp sımsıkı sarılmıştı. Veliahtlar benim yanıma toplanmıştı. Ben ise hâlâ yere atılmış yüzüğe bakıyordum.

 

 

Melisa ile göz göze geldiğimde onun istediğini ona vermiştim. Parmağımda duran nişan yüzüğünü çıkartmış ve yere atmıştım. Bir hıçkırık daha kaçtı Lotus'un ağzından. Gördüğü görüntü canını yakmıştı. Mert zor tutuyordu onu. Sımsıkı sarılmış, destek oluyordu. Oysa Lotus'a şu an bir tek ben iyi gelebilirdim. Bir tek ben susturabilirdim. Yapmayacaktım.

 

 

Kalbim ona ait değildi. Sevgim Lotus için sonsuz olsa da, kalbim sadece taptığına atıyordu.

 

 

Salonu böylece terk etmiştim...

 

*

 

 

Kocaman bir hissizliğin içindeyim. Bağırıyorum ama sessizce. Ağlıyorum ama gizlice. Seviyorum ama nefretle. Ben bugün parça parça parçalandım. Yalnızlığım ben gibi ama yalnızım işte. Konuşmadım, anlatmadım en çok da yaşayamadım. Aldım nefes verdim nefes. Aldım ihanet duydum affet... Olmayacak gibi çoğu şey. Bu kalple olmayacak gibi. Yaşamak istiyorum istemesine ama çok yara almışım. Delik deşik olmuş bu kalp. Keder olmuş, dertle yoğrulmuş. Kafam fazlasıyla karışık gibi.

 

 

Yak sigara Baş veliaht. Dert edindikçe içersin. Bugün birine dert yükledin ona yak. Kendin zaten yanmışsın.

 

 

Sen ne oldun ne de var bulundun veliaht. Yalnızlığımı yükledin omuzlarına. Aldın binbir dertli başını, çıktın hiçlik dolu, hissiz boyu yollara. Sen sana acır oldun. Saçını sevenin yoktu, sen başını okşamaktan yoruldun.

 

 

Acılarım sessizce. Yaralarım sessizce. Duygularım sessizce. Konuştuklarım sessizce. Gelip de yanıma soranım yok! 'Sen niye oldun böyle?' Aslında etrafımda insan kalabalığı çok, fakat sâhi ben niye oldum böyle? Kırgınım çok kırgınım. Ben bu hâle gelecek insan mıydım? Ben bu hâle gelecek kadar zayıf mıydım? Oysaki benim savaşım bile kendimle. Nefret... Nefes gibi oldu benim için... Nefret etmeden yaşayamaz oldum. Nefret ettikçe tükenir oldum.

 

 

Ben var ya ben... Ben en çok kendimden nefret eder oldum.

 

 

En son ne zaman ağladığımı hatırlamıyorum. Lakin sorsalar hemen cevaplardım. En son ne zaman ağlamamak için dişimi sıktığımı iyi bilirdim. Onu da sormadılar beni de sormadılar. Yok oluyorum! Yok oldukça var oluyorum. Düşüyorum... Hemen kalkmak şartıyla tabii. Yanıyorum... Tam kalbimden yanıyorum. Acıyorum ve de acı her yerde. Her yerim acır oldu fakat bilmem ki niye? Ruhum kasılıyor. Huzursuz oldum ben yine.

 

 

Konuşasım gelmiyor artık. Susasım da gelmiyor artık. Bunlar benim başıma geldi de sebepleri neydi? Kabul ediyorum ben iyi biri değildim. Tamam kabul en çok ben nefret edildim. Ruhum kirlidir sevgim ise bir tek onadır. Öfkemden herkes pay alır. Kinim düşman başınadır. Evet bunlar vardır bende. Dokunmaz kötülüğüm, bir tek tanrıçanın kendisine.

 

 

Beni sevsin diyemezdim ona. Çünkü ben de sevmezdim kendimi. Fakat benden nefret etmesindi. Hem zaten ben düştüğüm yerden hallediyordum. Ettiğim için bu hâldeydim. Düştüğüm yer kir, pas, kan, diken doluydu. Düştüğüm yere düşeyim deme tanrıça. Ben tek başıma olmaya alıştım. Düşüp de yara alma tanrıça...

 

 

Canın acırsa canım intihar eder...

 

 

Kafamın içinde serenatlar dönüyordu. Özünde çok konuşmazdım ama zihnimin içinde çok konuşkandım. Tüm güzel sözlerim oradaydı. Acıyla bütün olmuş her söz çok güzeldi.

 

 

"Anlat artık."

 

Bedenim arabama yaslıydı. Sigaramı yudumlarken o gelmişti. Hazar Orhon. Onun gelmesiyle zihnim susmuştu.

 

 

"Neyi?" Yanımda durmuş, benim gibi arabama yaslanmıştı. Onun da elinde sigarası vardı.

 

 

"Sen bücürü seviyorsun."

 

Bir duman daha çektim içime.

 

 

"Çok..."

 

Gülmüştü.

 

 

"Ve sen bücürü çok uzun zamandır seviyorsun. " Bir duman daha çekmişti içine.

 

 

"Oldu baya, " demiştim.

 

 

"Ulan piç! Niye yaptın bunu o zaman?"

 

Aniden öfkelenip bana döndüğünde, onun ani çıkışlarına alıştığım için sakince bakmıştım gözlerine. Tanrıçayı çok severdi. Onun canını yaktığımı bildiği günden beri bana kin beslemişti.

 

 

"Bir ateş vardı. Onu yutmak istiyordu. Her yolu denedim, her ihtimali tartım ama olmadı. Şayet sadece kadını ateşe atarsam ateşi kadından koruyabilirdim. Bende onu yaptım. Yaşasın diye." Hazar gözlerini kısarak bana baktı. Sigarasından bir yudum daha aldı. Sonra onu yere attı. Ayağıyla üstünü ezdi. Ateşi söndürdü...

 

 

"Anlat kardeşim. Bana asıl hikâyeyi anlat..." Derin nefes alıp vermiştim. Uzun hikayeydi. Anlatmak fazla zaman alırdı.

 

 

Yaşamak ise tüm zamanlarıma değerdi.

 

 

"Aslında bizim hikayemizin baş kahramanı Attila Tuğrul Türkeş. Düzeni kuran da , düzeni yıkan da o..."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%