Yeni Üyelik
14.
Bölüm

🎭 14 UÇAK ÜSTÜ SOHBET

@mavimsu_

 

 

 

 

 

 

 

 

Hayatınız boyunca hep sevgiyle kalın, saygıyla kalın, aşkla kalın ve de kitabımı okumaya devam ederek kalın.

 

 

 

 

 

 

 

 

Keyifli okumalar dilerim.

 

 

 

 

 

 

 

 

(🎭)

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Sözü

 

 

 

 

 

 

 

 

Gel, gönül meyhaneme iç sevda içkisini,

 

 

 

 

 

 

 

Bak gözlerime, parlasın gözlerinin yeşili.

 

 

 

 

 

 

 

Pusulu gönlümün ağrıyan her bir yerinin vebali,

 

 

 

 

 

 

 

Alay ettin ya, kalmasın üstünde can sevgili.

 

 

 

 

 

H. G. 

 

 

 

 

 

 

 

 

(🎭)

 

 

 

 

 

 

Ortalama olarak, Irak'ın Erbil şehrinden İtalya havaalanına ulaşmamız dört saate tekabül ediyordu. En azından Arem'e "ne zaman bitecek bu yol," diye çemkirdiğimde böyle söylemişti. En son uyuduğumu hatırlıyorum. Yine de uykumu yeteri kadar iyi alamamıştım.

 

 

 

 

 

Güvende hissetmediğim yerde uyuyamazdım. Bu tuhaftı. Çünkü Arem varsa güven vardı benim için. En azından onu gördüğüm ilk günden beri bu böyleydi. Ama bu kez güven yoktu, Arem'in yanında olsam dahi.

 

 

 

 

 

Durumumun veliaht ile bir alakası olduğunu sanmıyordum. Duyduğum güvensizlik, onu şahsiyetine yönelik değildi. Daha çok varış noktasından korkuyordum ve bu korku güvensizliğe neden oluyordu.

 

 

 

 

 

"Ya," diyordum kendi kendime. "Ya öz babamı karşımda görürsem ve iyi oynayamazsam. Ya anlarlarsa. Peki ya babamın dirisine değil de ölüsüne yetişirsem. O zaman içim dışıma çıkana dek ağladığımda veliahtların beni teselli edeceğini hiç sanmıyordum.

 

 

 

 

 

Aksine, babamın gittiği diyara yolculuk vaktim gelmiş demek olurdu, onlar için. Beni yolcularken saygıda kusur etmeyeceklerine adım kadar emindim.

 

 

 

 

 

İki uçak şeklinde gidiyorduk İtalya'ya. Benim içinde bulunduğum, son derece zengin işi olan uçak, veliahtların şahsına ait olmaktan ötürü onları taşıyordu. Bir de yarım saat ara ile peşimizden yola çıkan Kalkan Timini taşıyan TC şahsına ait uçak vardı. Yani, kaçırılan on askeri kurtarmaya yedi veliaht, yedi özel tim askeri ve bir adet, kim olduğunu kendisinin bile bilmediği ben gidiyorduk. Ne diyelim, bu ekibin karşısına çıkana Allah rahmet eylesindi. Ya da eylemesindi. Rahmeti hak etmiyordu o soysuzlar.

 

 

 

 

 

"Sence de öyle değil mi Hera?" Taze damat Evren'in, sağ çaprazımdan bana doğru yönelttiği soru ile önce kendime gelmiş, biraz mal mal etrafa bakmış, sonrasında ise cevap vermiştim.

 

 

 

 

 

"Kesinlikle, sonuna kadar katılıyorum."

 

 

 

 

Gülümseyip onaylamıştım onu.

 

 

 

 

 

"Neye katıldığından haberin yok değil mi?" Gülümseyerek kafa sallamıştım.

 

 

 

 

 

"Kesinlikle. Buna da sonuna kadar katılıyorum." Kafasını geriye doğru atarak gülmüştü. Arem'in eniştesi olan bu adamın, beni gördüğü o kendi nişan gecesini hatırlıyorum da son derece soğuk ve ürkütücü bakışları vardı. Son zamanlarda ise bana karşı olan tutumu eskiye oranla daha olumluydu.

 

 

 

 

 

Aramızda geçen diyaloglara her zaman en az katılan kişi, telefonunu karada elinden düşürmediği gibi havada da elinden düşürmediğine şahit olduğum, Hazar Orhon'du. Oysa bu kez herkesden önce lafa atlayan o olmuştu.

 

 

 

 

 

"Evren, Arem'e ikinizin çok yakıştığını söylüyordu. Sonra aynı şeyi sana da söyledi ve sen de sonuna kadar katıldığını söyledin." Gözlerim şokla açılmıştı. Hadi canım gerçekten yapmış mıydım bunu?

 

 

 

 

 

Yanımda oturan Arem'e, kafamı çevirip göz teması kuracak kadar büyük bir cesarete sahip değildim. O hariç herkese bakıyordum. Yakınımda olduğu için, varlığını hissetmek içine düştüğüm olay yüzünden can sıkıcıydı.

 

 

 

 

"Onayımı geri çekiyorum."

 

 

 

 

Sessiz olmasına özen gösterdiğim sesim her şeye rağmen Arem'in kullağına ulaştığında veliahtın iç çektiğini duymuştum.

 

 

 

 

 

Ona karşı içimde sadece merak duygusu vardı. Gizemli oluşu onu merak etmeme neden oluyordu. Ondan hoşlanmıyordum fakat gücünden etkileniyordum. Onu kendime yakıştırmıyordum. Her şeyden öte onun kalbi boş değildi. O birini seviyordu ve o biri bana benziyordu. Kalbi bana ait değilse yanımda hoş durmazdı.

 

 

 

 

 

"Katılıyotum güzelim sana. Hem daha çok gençsin." Mert beni onayladığında tebessüm etmeye çalışarak bakmıştım ona. Ne kadar becerdiğim tartışılırdı.

 

 

 

 

 

"O ne demek?" Arem'in yanımdan gelen sesini duyunca yeniden irkilmiştim. Hazır İtalya'ya da gidiyorken yeni bir dünya savaşı çıkacaktı galiba. Taraflar Arem-Mert'e karşı. Ben İsveç gibi tarafsız olacaktım. Veliahtlar kimi seçerdi bilemezdim. Bir de burada tuttukları taraflar İtalya topraklarında saf değiştiriyormuş. İşte, o zaman İtalya'da sıradan bir gün olurdu.

 

 

 

 

 

"Yani demek istediğim, kız daha çok küçük kardeşim. Birini beğenmesi için daha zaman var."R nedir? Nasıl yapılır? Mert Aksel'le döneklik bölümünde az sonra. Kanalımıza abone olmayı unutmayın.

 

 

 

 

 

Arem'in cevap vermesini beklesem de o susmayı tercih etmişti.

 

 

 

 

 

"Zaten ben de amca olmak için fazla gencim." Yönlerden Doğu'ya hak vermiştim. 30'umdan önce evliliğe, 35'imden önce de çocuğa mantıklı bakmıyordum.

 

 

 

 

 

"Katılıyorum ve ayrıca onun boyundaki bir bedenden çocuk çıkması çok zor." Mert'in sesiyle gözlerim doğrudan hedefine onu almıştı. O ise eliyle beni işaret ediyordu. Hasas yanımdan vurmuştu beni Mert. Can çekişiyordum şu anda. Ne demek boyuma laf atmak? Ne demek laf atmak boyuma? Ne demek atmak boyuma laf?

 

 

 

 

 

"Bir altmış sekizim ben. Kısa değilim. Siz uzunsunuz diye kısa kalıyorum yanınızda. Hem zaten 1.75 üstü erkekler adam değildir." Son dediğimi niye dediğim hakkında fikir sahibi değildim. Diyesim gelmişti ve demiştim. Tüm gözler beni hedef almıştı. Buradaki herkes 1.75'in oldukça üstündeydi. Peki pişman mıydım? Asla. Pilavdan dönenin kaşığı kırılsındı.

 

 

 

 

 

"Tanrıça, ben 1.92'yim. Bende mi adam değilim şimdi?" Kulağımın dibinden gelen ses veliaht'a aitti. Gözlerim ona uzun zaman sonra ilk kez döndüğünde, Arem'in masum masum sorduğu soruya verebileceğim en benlik cevabı vermiştim.

 

 

 

 

 

"Evet! Başka soru?"

 

 

 

 

Gözlerime uzun uzun bakıp ardından kısaca kafa sallamıştı. Önüne dönüp göz temasımızı kestiğinde, kafasını koltuğun gerisine yaslamış ve de kollarını önünde birleştirmişti. Gözlerini kapatıp, varlığımı umursamayı reddettiğinde, içimde kötü bir his oluşmuştu. Pişmanlık.

 

 

 

 

İçimdeki his devam etti, devam etti ve sonra, sonra geçti.

 

 

 

 

 

"Anlaşıldı, bir daha şu bücürün boyu ile ilgili kimse esprisi yapmasın. Kız fıttırıyor." Sözlerine bana bücür diye hitap etmeden devam etseydi iyi çocuktu aslında Hazar Orhon.

 

 

 

 

 

"Beni bilirsiniz, ben her zaman düşmanımın zayıf noktasına oynarım." Boy mevzusu benim gerçekten zayıf noktamdı. Puşt ise bunu kullanmaktan çekinmeyeceğini arkasına yaslanıp gerim gerim gerilirken gayet güzel belirtmişti.

 

 

 

 

 

"Beni bilmezsiniz, ama ben de kozlarımı düşmanlarıma karşı kullanmakta son derece iyiyimdir." Elimle önce Arem'i sonra Mert'i göstererek puşta açık açık restine rest diyorum demiştim. Gözlerini kısıp bana baktığında, gözlerimi kısıp ona bakmıştım.

 

 

 

 

 

"Beni düşman olarak görmek istemezsin çirkin cadı." Erdem'in soğuk sesine soğukça tebessüm ederek karşılık vermiştim.

 

 

 

 

 

"Evet, evet istemem." Bedeni yaslandığı yerden dikleşmişti.

 

 

 

 

 

"Korkuyor musun?" Sesini ilk etapta duyduğumda şaşırmıştım. Sesi korkmamı ister gibiydi. Hayır! Sesi ondan korkmamı umut eder gibiydi.

 

 

 

 

 

"Evet, evet korkuyorum."

 

 

 

 

Kafasını hafifçe öne eğip bana çok daha dikkatli bakmıştı.

 

 

 

 

 

"Yalan söylüyorsun!" Bu kez soğuk değil, son derece içten şekilde gülmüştüm.

 

 

 

 

 

"Evet, evet kesinlikle öyle yapıyorum."

 

 

 

 

İç çekip, bedenini tekrar koltuğuna yaslamıştı.

 

 

 

 

 

"Yalan söylüyorsun çirkin cadı. Bunun farkındayım." Koltuğun başlığına Arem gibi yasladığı kafasını, olduğu yerden çekmeden yana yaslayıp, gözlerini bana çevirmişti. Göz göze geldiğimizde tüm mutluluğumu tek lafıyla tuzla buz etmişti.

 

 

 

 

 

"Oldukça uzun zamandır farkındayım..."

 

 

 

 

İrkilmiştim. Sözlerde imâ vardı. Çok imâ, çokça imâ...

 

 

 

 

 

Mert ve Arem, yine ve yeniden kasılmıştı. Birinin rahatsızlığını görüyor, diğerininkini hissediyordum. Her an kaos çıkabilirdi.

 

 

 

 

 

"Aaa şey yapalım mı? Şey...Yani şey...

 

 

 

 

Batı ney?" İkizlerden Doğu olduğunu saç telinin daha koyu sarı olmasından anladığım şahsiyet, gerilimi hissettiği için saçmalar olmuştu. En az onun kadar saçma kardeşi duruma el attığında dikkatim onlara kaymıştı.

 

 

 

 

 

"Şey oynayalım." Demişti Batı.

 

 

 

 

 

"Evet kesinlikle oynayalım." Demişti Doğu.

 

 

 

 

 

"Ney oynayalım peki?" Diye atak yapmıştı Batı.

 

 

 

 

 

"Hazır İtalya'ya gidiyoruz o zaman neden İtalyan Tavla oynamayalım ki?" Diyerek son noktayı koymuştu Doğu. İkisinin üstünde gözlerimi gezdirdiğimde hızla konuya giriş yapmıştım.

 

 

 

 

 

"O ne?" İkisinin amacı zaten benim dikkatimi çekmekti. Başarılı olunca birbirlerine sırıtıp bana dönmüşlerdi.

 

 

 

 

 

Doğu, heyecanlı bir şekilde anlatmaya başladığında tüm dikkatimle onu dinlemiştim "İtalyan Tavla, İskambil kartlarıyla oynanan harika bir strateji oyunudur. Aslında, normal tavladan oldukça farklı bir deneyim olduğunu söyleyebilirim."

 

 

 

 

 

Onun sözlerinin devamını Batı getirmişti."Evet, ve bu oyunu oynarken kartların değerlerini ve kombinasyonlarını kullanarak rakiplerini yenmeye çalışıyorsun. Ayrıca, elindeki kartları akıllıca kullanarak strateji geliştirmeye çalışmak oyunun en eğlenceli yanı."

 

 

 

 

 

Batı, strateji dediğinde aklıma Kansu gelmişti. Kansu bana ikizleri ilk tanıttığında, stratejileri yöneten ve stratejik hamleleri planlayan kişilerin ikizler olduğunu söylemişti. İkizlerin stratejik bir oyunu ballandıra ballandıra anlatmaları çok normaldi. Onlar bundan zevk alıyordu.

 

 

 

 

 

Gözlerimdeki ışıltı ile, oyunun heyecanını hissediyordum. Doğu ve Batı, bana adım adım oyunu öğretirken aklımda soru işareti kalan kısımları doğrudan onlara sormuştum.

 

 

 

 

 

"Peki, eğer aynı değere sahip kartlarla bir kombinasyon oluşturursam, bunun bir avantajı var mı?" Doğu ve Batı önce birbirlerine bakıp ardından bana geri dönmüşlerdi.

 

 

 

 

 

"Zeki kız değil mi ikizim?"

 

 

 

 

 

"Kolay lokma değil diye ilk günden demiştim." Onlara tip tip bakmıştım. Muhtemelen anlattıklarının hiçbir şey anlamadığımı varsaymışlardı. Beklemedikleri şekilde oyunla ilgili soru sorunca şaşırmışlardı.

 

 

 

 

 

"Evet, Hera, aynı değere sahip kartları bir araya getirerek kombinasyonlar oluşturmak, elindeki kartları daha hızlı bitirmene ve rakiplerini engellemene yardımcı olabilir." Doğu'ya cevap vermek yerine kafa salladığımda, içimde bir his belirmişti. Kim olduğumu ve her türlü şeyden herkesden daha iyi olabileceğini onlara kanıtlamak istemiştim.

 

 

 

 

 

"Anladım, hadi oynayalım..." Yönler, heyecanlı çıkan sesimi duyunca bana bakmıştı. İkisi de aynı anda kafa salladığında derin nefes alıp vermiştim. En azından kafam dağılırdı.

 

 

 

 

 

"Alessandra, puoi venire qui?"

 

 

 

 

Doğu anlamadığım dilde konuşunca, soru soran gözlerim Batı'ya dönmüştü.

 

 

 

 

Batı ise bana tebessüm ettikten çok kısa süre sonra merakımı gidermişti.

 

 

 

 

 

"Uçağın hostesi Alessandra'dan buraya gelmesini rica etti." Batı'ya kafa salladığımda önüme dönmüştüm. İleriden topuklu ayakkabı sesleri geldiğini duyunca bakışlarım oraya kaymıştı.

 

 

 

 

 

Sarışın, oldukça etkileyici bir yüze sahip genç bir hostes bize doğru ikram yapmak için geliyordu. Bir de şey... Kız uzundu. Baya uzundu. Ben niye kısayım?

 

 

 

 

"Mi hai chiamato?" Kadın, ikizlere bakıp, kibarca konuştuğunda olaya Fransız kalmaktan ötürü sadece olanları izliyordum.

 

 

 

 

 

"Alessandra, puoi portarci le tue carte da gioco?" Doğu'nun aksanı, konuştuğu dile ait tek kelime bilmesem bile büyüleyiciydi. Aynı şekilde Arapça konuştuğuna şahit olduğumda da yine çok akıcı konuştuğunu düşünmüştüm. Veliahtların aslında tamamı birçok dili ana dili gibi biliyordu. İşte bu gerçekten hayran olunasıydı.

 

 

 

 

 

"Naturalmente porto."

 

 

 

 

Alessandra, Doğu'ya tebessüm ederek cevap verdiğinde Doğu bir şey söylemek yerine sadece tebessüm etmişti.

 

 

 

 

 

Alessandra herkese içecek bir şeyler ikram ettiğinde Batı bana tekrar açıklama yapmıştı.

 

 

 

 

"Doğu, kartları getirmesini istedi. Birazdan oyun başlar." İçecek olarak diğerlerinin aksine viski tercih etmek yerine vişne suyu tercih etmiştim. İçince asabi olabiliyordum. Gerek yoktu.

 

*

 

 

 

 

 

"Siz şaka mısınız? Bu, bunun aynısı ve bu şekilde hile yapıyorsunuz." Ya da belki de içmeden de asabi olabilirdim. Kim bilir?

 

 

 

 

 

"Dedi oyun başladığından beri kartlarımızı görmek için fıtık olan kız." Konuştu, birbirinin aynısı olanlardan biri.

 

 

 

 

 

"Ayrıca ikimizi birbirimizden ayıramadığın için, hangimiz de hangi kartın olduğunu görmen ve sonra karıştırman bizim suçumuz değil." Diye ekledi, birbirinin aynısı olanlardan diğeri.

 

 

 

 

 

"Dedim ben size orta yerde oynamayalım köşede oynayalım diye. Değil mi? Yok ille de orta yere kuruldunuz."

 

 

 

 

Bir kendi kart desteme bir de yönlerden sağ tarafımda duranın kart destesine bakıp duruyordum.

 

 

 

 

 

"Ortada olmak ne alaka şimdi?"

 

 

 

 

Ne kadar inat edersem edeyim yerimden kalkmama izin vermemişlerdi. Arem ve benim koltuklarımız uçağın ortasındaydı. Yönler tam karşımızda duran yere geçip oturmuştu.

 

 

 

 

 

"İkinizi aklına, saç renginizle kodladı. Ortaya gelince gölge oluyor ve saç renginiz belirgin durmuyor. Hâliyle sizi karıştırıp durduğu için sinirleniyor."

 

 

 

 

Arem'in hemen yanımdan gelen sesiyle, ikizlerle beraber ona bakmıştım. Kolları önünde birleşmiş şekilde, kafası hâlâ arkasına yaslıydı. Gözleri kapalıydı ancak kulakları biz de olmalıydı.

 

 

 

 

 

"Ürkütücüydü..."

 

 

 

 

Arem'e bakıp kendi kendime konuştuğumda, birbirinin aynısı olanlardan biri tekrar konuşmuştu.

 

 

 

 

 

"Herkesi en ince ayrıntısına kadar inceliyor. Beyni arka planda hızlı çalışır. Kim olduğunla değil, kimin neyi neden yaptığıyla ilgilendiği için her şeyi kafasına kazıyor. İnanılmaz bir analiz yeteneği var." Katılıyordum. O son dediğine sonuna kadar katılıyordum.

 

 

 

 

 

"Korkmana gerek yok. Aynısını bize de yapıyor." Yok! Yok bu dediğine katılmayı reddediyordum. Korkmamak mümkün değildi.

 

 

 

 

 

"Ee kim önde şimdi?"

 

 

 

 

Diğer taraftan gelen ses, yönümü oraya çevirmeme neden olmuştu. Mert ile göz göze gelince hızla konuşmuştum.

 

 

 

 

 

"Ne bileyim ben?" Oyun berbat gidiyordu. Kurallar karmaşık ve zordu. Öyle ki kimin önde olduğundan bile habersizdim.

 

 

 

 

 

"Puan tablosuna göre Hera önde."

 

 

 

 

Gözlerim şaşkınlıkla açılmıştı. Öne doğru eğilip ikizlere bakmıştım.

 

 

 

 

 

"Gerçekten mi?"

 

 

 

 

İkizler birbirlerine bakmış ve sonra bana dönmüşlerdi. Gülümsüyorlardı ama haince.

 

 

 

 

 

"Gerçekten." İkisi aynı anda konuştuğunda tuhaf şekilde şüphelenmiştim onlardan. Bir işler çeviriyorlardı.

 

 

 

 

 

"Briscola mı? Oynuyorsunuz yoksa Scopa mı?" Evren'in sesini duyunca yine ortama Fransız kalmıştım. Bir şey oynuyorduk ama ney oynadığımız bana vahiyle inecekti herhalde. Cehaletime diyecek laf bulamıyordum.

 

 

 

 

 

"Scopa! " İkizler yine aynı anda konuşarak Evren'e cevap verdiğinde, veliahtlar bıyık altından gülmeye başlamıştı. Yönlere gözümü kısarak baktığımda, biri benim dışımda her yere bakıyordu diğeri ise omuz silkmişti.

 

 

 

 

 

"Açıklama talep ediyorum." Gözlerim ikisi üzerinde gidip geliyordu.

 

 

 

 

"Hemen! " Sert sesime ben bile yabancıydım.

 

 

 

 

 

"Briscola oynuyor olsaydınız;

 

 

 

 

oyuncular ellerindeki kartlarla mümkün olduğunca fazla puan almaya çalışacağı için sen kazanmış olurdun. Ancak, Scopa tam tersidir bücür." Hazar'ın yüzünde gezinen gözlerim, onunla göz teması kurmak istese de kendisi telefondan başını kaldırmadığı için sadece istemekle kalıyordu.

 

 

 

 

 

"Yani bücür, Scopa gibi oyunlarda puanını en düşük tutarak veya belirli kombinasyonları toplayarak kazanırsın. Bu tür oyunlarda, elindeki kartları kullanarak mümkün olduğunca az puan almak önemlidir." Hazar'ın ne demek istediği çok açıktı.

 

 

 

 

 

'YÖNLER SENİNLE DALGA GEÇİYOR'

 

 

 

 

 

"Bu kartlar var ya bu kartlar!"

 

 

 

 

Elimde tuttuğum kart destesini, ikizlerin gözünün önünde sallayıp durmuştum.

 

 

 

 

 

"Evet varlar..." Yönler yeniden aynı anda konuştuğunda ikisini de tutup yok etmek istemiştim.

 

 

 

 

 

"Onları size yedirmeyen ne olsun."

 

 

 

 

Elimde tuttuğum kartları yan çevirip, frizbi atar gibi yüzlerine attığımda ikisi de acıyla inlemişti.

 

 

 

 

 

Onların haykırışlarına, türüsünün tek örneği olan puşt kişisi, şöyle eşlik etmişti.

 

 

 

 

"Ulan bir uyutmadınız!"

 

 

 

 

Uyan güzel aç gözünü! Dinle Hera'nın sözünü....

 

*

 

 

 

 

 

Tüm yolculuk boyunca resmen birbirimizi yemiştik. Daha doğrusu, ben onları yemiş, onlardan biri bana sataştığında Arem ve Mert'i kullanıp üzerlerine salmıştım. Sonunda, uçağımız Punta Raisi Havalimanı'na iniş yapmıştı.

 

 

 

 

Veliahtları koca bir ordu bekliyordu. Havaalanının belli çaplı bir bölgesi kapatılmıştı. Yüksek çaplı bir güvenlik ağı oluşturulmuş, bunların bilgisi tek tek veliahtlara sunulmuştu.

 

 

 

 

 

Çok geçmemişti ki, ikinci uçağımız ve askerlerimiz de bu olaya katılmaya dursundu. Artık ekip tamamlanmıştı. Burada İtalyan tarafı olarak devlet adamları, yüksek rütbeli askerler ve üst mevki polisler görev alıyordu. Beklenen ana ramak kalmıştı. Herkes, İtalya'nın temin ettiği zırhlı araçlarda yerini almıştı bile.

 

 

 

 

 

Benim yanım her zaman olduğu gibi yine Arem'in yanıydı. Vaziyetler alınsındı.

 

 

 

 

 

Veliahtımın araç boyunca bana söylediği sözler kafamda dönüyordu. Ormanın içinde sessiz sakin bir bölgede, terk edilmiş büyük bir fabrikanın içinde tutuluyordu askerlerimiz. Ancak durumun kritik olduğu nokta şuydu ki, içerideki adamlar, orayı asrın teknolojisi olan birçok silah ile donatmış, bir nevi on askerin tamamı içinde! fabrikanın ayrı bir bölgesinde ayrı bir tuzak kurmuştu.

 

 

 

 

 

İçeride, sandığımızın aksine, kaçıranlar ve kaçırılanlar yoktu. Kaçırılanlar ve her biri için çözülmesi gereken farklı bir tuzak sistemi vardı. Zaten bu yeri ihbar eden de askerleri kaçıran soysuzların kendisiydi. İtalyan görevlilere iletişime geçip 'Türk askerlerinin burada olduklarını ama onları kolay kolay kurtaramayacaklarını,'söylemişlerdi.

 

 

 

 

 

Yani içeride yanlış bir harekette hem askerlerden hem de veliahtlar'dan aynı anda kurtulabilecekleri düzenekler kurmuşlardı. Orman büyük bir çembere alınmıştı, özellikle de fabrikanın olduğu bölge korunma altındaydı.

 

 

 

 

İçeriye girme izini, veliahtlar tarafından İtalyan'lara verilmemişti . Nedenini Arem'e sorduğumda, 'Türkiye Cumhuriyeti'nin vatandaşını sadece Türkiye Cumhuriyeti'nin vatandaşı olan biri kurtarabilir. Diğerlerine güven olmaz." Demişti. Katılıyordum. Hele İtalyan'lara hiç olmazdı.

 

 

 

 

 

Onlarca araç, bahsi geçen dış cephesi kırık dökük olan ancak büyüklüğünden ödün vermeyen fabrikanın önünde durmuştuk. Benim babam buradaydı. Hissedebiliyordum. Yaklaşmıştık ona. Herkes araçlarından inmişti. Etrafa göz gezdirmemle beraber buradaki insan çokluğunun 300'ün bile üstünde olduğunu düşünmüştüm.

 

 

 

 

İki dakikalığına yanımdan ayrılacağını söyleyen Arem, iki dakika sonra elinde bir çelik yelek ile geri gelmişti. Ben daha "ne oluyoruz ayol" diyemeden giydirmişti beş kilo yeleği üstüme.

 

 

 

 

 

"Ama olmaz ki, bu yelek kombinimi resmen 'bizimle değilsin' seviyesine düşürdü. Hayır, bir de kilolu gösterdi beni, beğenmedim. Bunun su yeşili yok mu ya?" Bu durumda bile düşündüğün şey bu mu? Der gibi bana, beni ayıplayan bakışlarla bakan adama diyemedim, "çünkü ben panik olduğum anlarda saçma sapan düşünüp saçma sapan konuşurum." Diye.

 

 

 

 

 

"Şimdi sen burada kalıyorsun, biz çocuklar ve askerler ile içeri girip, içerdekileri kurtarıp, sonra bu lanet yerden beraber gidiyoruz. Tamam mı tanrıça? " Onu sadece bakmıştım. İllaki ağzımı açtıracaktı.

 

 

 

 

 

"Hayır, tamam değil tabii ki. Şimdi siz içeri gireceksiniz, sonra sen ne dersen de burada kaç adam olursa olsun fark etmez, ben bir yolunu bulup peşinizden geleceğim. Ee ben içeri girince dışardakiler bana ulaşamaz çünkü içeri girme yasakları var. Bütün bunlar oluncaya kadar siz belli bir mesafeyi kat etmiş olacaksınız. Garibim, bende sizi bulacağım diye onca tuzağın arasında tek kalacağım. En iyisi, gel sen beni de yanında götür, ne senin başın ağırsın ne de benim ki. Nasıl fikir?"

 

 

 

 

Bütün bunları tek nefeste söyleyen bana, yılın rapçisi ödülünü verebilirlerdi.

 

 

 

 

 

"Tanrıça ne var biliyor musun?"

 

 

 

 

Bakışları kısa süreliğine gökyüzüne çıkıp, tekrar gözlerimde durmuştu. Derin nefes alıp verdiğini görünce konuşmuştum.

 

 

 

 

 

"Ne var?"

 

 

 

 

 

"Sanırım ikna oldum." Sinsice sırıtmıştım. Çünkü veliaht, çünkü aksi mümkün bile değildi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(🎭)

 

Loading...
0%