@mavimsu_
|
Hayatınız boyunca hep sevgiyle kalın, saygıyla kalın, aşkla kalın ve de kitabımı okumaya devam ederek kalın.
Keyifli okumalar dilerim.
(🎭)
Bölüm Sözü
Ruhun kalbime köle. Sen şimdi kalkmış diyorsun ki: özgürlüğün benim ellerimde H.G. (🎭)
*İlahi Bakış Açısıyla*
Hastane koridorlarına derin sessizlik hakimdi. Kimseden çıt çıkmıyordu. Kimisi öfkesi yıkıp geçmesin diye sessizliğe sığınmıştı, kimisi utançtan. Kimisi içeridekine bir şey olacak korkusuyla...Herkes bazı sebeplerin arkasına sığınıp sessizliği kabullenmişti: öfke, korku, endişe... İçeride yatan kadın hiç sevilmediğini düşünse de, bu hastane koridorları onu sevenlerle dolup taşmıştı. Onu sevenler, onu sevmek de geç mi kalmıştı yoksa?
Kadın yaşamı boyunca hep sert biri olmuştu. O kendisini insanlara anlatamasa da, bazı anlar vardı ki onu insanlara anlatırdı. Belki şu anda içeride canı ile cebelleşmese, burada yeni anılara yelken açardı. Diğer yanı ortaya çıkar ve o zaman herkese kök söktürürdü. Onun diğer yanı... Gerçekten de kadının diğer yanı öylesine serti ki, ortalığı yakıp yıkıyordu.
Soykamer çıldırmanın eşiğine gelmişti. Kontrol onun ellerinden ne zaman kayıp giderse, bu denli kötüleşiyordu. Her şeyi yönetmesi gerekiyordu. Herkese göz kulak olması gerekiyordu. Veliahtlar Dünya'yı yönetirdi. Soykamer ise Dünya ile beraber veliahtları yönetirdi. Onun omuzundaki yük ağırdı. Sorumlulukları herkese kıyasla çok daha fazlaydı. Arkadaşları bir çalışırken o bin çalışmalıydı. En iyisi olmak için değil! En iyisi olmaya devam edebilmek için sürekli çalışmalı, asla hata yapmamalıydı.
Yanındakileri daima korumalıydı. Herkesin canı ona emanetti. Onun hayatında hataya yer yoktu. Fakat bugün kendisini ölesiye hatalı hissediyordu. Tanrıçasını koruyamamanın ağrılı omuzlarına binmişti. İlk kez dik durmakta zorlanıyordu. Yükünün ağırlığı kalbine fazla geliyordu. İçi içini yiyip bitiriyordu. Ona bir şey olursa... Ah, Kamer, o zaman ne yapardı?
Kaç saat olmuştu? Koskoca Kamer ilk kez zaman kavramını yitirmişti. O her zaman planlı ve programlı olmuştu. Gün içinde yapacağı her şey saatlere ayrılırdı. Saatin kaç olduğunu bilmek için saate bakmaya ihtiyaç duymazdı. Onun matematiğe hastalıklı zihni saymadan bir dakika değil, bir saniye bile duramazdı. Sürekli sayardı. Etrafındaki eşyaları sayardı. Gökyüzündeki bulutları sayardı. Yürüdüğü yolda adımlarını sayardı. Araç içinde ilerlerken varış noktasına kadar gördüğü arabaları sayardı. Hiçbir şey sayamasa bile sayı sayardı. Sayarken aynı zamanda düşünürdü.
Kamer aslında dünyanın görüp görebileceği en öfkeli adamı olabilirdi. En deli fişeği hatta en risklisi. En az arkadaşı Hazar Orhon kadar öfke sorunları vardı. Belki de çok daha fazlası. Saymak işte onun bu yüzden en büyük silahıydı. Bütün öfkesini yutardı. Bütün kinini yutardı. Bütün acımasızlığını yutardı, saymak. Oysa şimdi saymak ne demek? Onu bile hatırlamıyordu. Bu da pimi çekilmiş bomba gibi ortalıkta dolaşmasına neden oluyordu.
İlk kime, ne zaman patlardı, kim bilir? Onun şu an için istediği tek şey, içerideki kadına bir şey olmamasıydı. Kendisine bu konuda çok sinirliydi. Oraya sadece onu korumak için gitmişti. Bunu becerememişti. Onun olduğu yerde kadına zarar gelmişti. Bu bile aklını yitirmesi için yeterliydi.
"Hazar seninle konuşmak istiyor."
Erdem Eraslan birdenbire önünde belirdiğinde, ilk etapta ne söylediğini anlamasa da peşi sıra kurduğu cümle içinde yer edinen öfkeyi tekrar gün yüzüne çıkarmıştı. O tanrıçası ile ilgilenirken, Hazar ve Evren tanrıçasını bu hâle getiren kızı oradan çıkartıp uzaklaştırmıştı. O sırada ilgilendiği tek kişi kollarındaki kadın olduğu için bunu çok sonradan fark etmişti. Fark ettiği an çıkıp onları bulmak için gidecekti, lakin kadının iyi olduğunu öğrenmeden adım bile atamayacağını çok iyi biliyordu.
"Bana o kızı getirmediyse sakın gözüme gözükmesin." Burnundan soluyordu adam. Öfkeden eli ayağı titriyordu. Gözü karardı kararacaktı. Kendisini dizginlemesi o kadar zordu ki, bunu başaramamaktan çekiniyordu.
Erdem Eraslan en az karşısındaki adam kadar içerideki kadın için endişeliydi. Ancak o aynı zamanda arkadaşları için de endişeliydi. Bugün yaşananlar iki arkadaşını birbirine düşürmek için yeterliydi. Arem ve Hazar çocukluklarından bu yana ezeli rakiplerdi. Biri diğerinin en büyük rakibiydi. Diğeri de ötekinin. Durum böyleyken bile aralarından su sızmazdı. Bunun nedeni kesinlikle Arem Barkın Soykamer'di.
Arem Hazar'a karşı hep sakin taraf olmuştu. Hazar öfkeli olansa Arem sakin olandı. Bu yüzden Hazar ne zaman sinirlenip ortalığı 56'ya çevirse, duruma Arem el atardı. Onu ne yapar ne eder, günün sonunda mutlaka sakinleştirirdi. Fakat şu an Kamer herkesten çok daha öfkeli, herkesten çok daha sinirliydi. Kamer herkesi yatıştırabilir, öfkesini dindirebilirdi. Ancak hiç kimse öfkeli Kamer'i sakinleştiremezdi.
"Konuşmak istemesinin gözümde önemi yok. Sadece dua etsin! İçerde yatan kadına bir şey olmaması için dua etsin." Derin nefes alıp verdi Kamer. Konuşmak çok güçtü. "Aksi takdirde gözümün gördüğü herkesi yakarım. Andım olsun ki buna ilk önce benden sakladıkları o kızla başlarım." Adam öfkesinden zerre parça kaybetmiyordu. Bir ileri bir geri giderek volta atıyor, kendi kendisiyle savaşıyordu.
"Keşke tehditler savurmadan önce beni dinlesen, kardeşim." Bu ses koridorun başından geliyordu. Hazar Orhon gelmişti. Öfkeli Kamer sesi duyar duymaz bakışlarının hedefine onu almıştı. Bu bardağı taşıran son damlaydı. Onu kimse durduramazdı artık. Koşarcasına şiddette hızıyla Hazar'ın karşısında belirmişti.
O dakikaya kadar içeriden çıkacak müjdeli haberi beklediği için oturan insanlar ayaklanır olmuştu. Herkes iki adamın etrafında toplanmıştı. Bir veliahtın başka bir veliahtı öldürmesi demek, kıyametin kopacağı demekle aynı şeydi. Şimdi ilk kez bir veliaht, başka bir veliahtı öldürecek kadar öfkeliydi. Buradaki insanların becerebiliyorsa, bu durumun önüne geçmekten başka şansı yoktu.
Arem Barkın Soykamer'di o... Koskoca Baş Veliaht... Daima öfkesine sahip çıkan adam. Daima planlı programlı olan adam. Lider olan, yöneten adam. Bu kez yıkan adam olmanın peşindeydi. O kadın onun için çok değerliydi. Her şeyden öteydi. Aldığı nefese tat verendi. O kadın yoksa, nefes almanın tadı yoktu.
İki yakasından tuttuğu gibi sertçe duvara yapıştırmıştı arkadaşını Kamer. İnsanlar, özellikle de veliahtlar, ne yapacağını bilemez şekilde sadece tetikte bekliyorlardı. Kamer'i Hazar'ı öldürmediği sürece durdurmayacaklardı. Şayet Hazar bunu hak etmişti. "Söyle! Bana seni burada gebertmem için tek bir sebep söyle."
Hazar Orhon, arkadaşının bu öfkesine hak veriyordu. Ona karşı boynu kıldan inceydi. İstiyorsa hemen şimdi, bugün burada, onun tarafından öldürülebilirdi. Buna sesi çıkmazdı. Yine de hikaye, sanıldığı gibi değildi. En azından ölmeden önce, sevdiği kadının hayatta kalacağından emin olması gerekiyordu. Gerçeği, canı pahasına, buradaki insanlara, hatta arkadaşlarına anlatmaya gelmişti. Gözlerinde gram korku yoktu. Korkmak onun yapacağı şey değildi.
"Bilmediğiniz şeyler var. Lara bunu yapmaya mecburdu." Lara'nın ismini duymak, oradaki herkese Hera'nın bıçaklandığı anı hatırlatmıştı. Kesinlikle, oldukça uzun müddet bu kızın ismini duymak istemiyorlardı. Hatta hiç duymasalar, onlar için çok daha iyi olurdu.
Afra ve Poyraz, birbirlerine sıkı sıkıya sarılmış, destek oluyorlardı. İkisinin de gözünün içi, ağlamaktan kan çanağına dönmüştü. Sayısız dualar eşliğinde, biriciklerinden gelecek olan iyi haberi bekliyorlardı. Onlar bu denli kötüyken, Hazar Orhon'un hiçbir şey yokmuş gibi buraya, o kızı savunmaya geldiğini görmek, iki arkadaşı çıldırtmaya yetmişti. Ağlamaktan kıpkırmızı olan gözler, artık öfkeden kararmıştı. "Senin o sevdiğin kadın, benim kardeşimi öldürmeye kalktı."
Afra'nın öfkeli sesini duyunca, herkesin gözü ona dönmüştü. Kadını anlıyorlardı. Öfkelenmekte son derece haklıydı. Mert Aksel'in zaten içerde yatan kadını düşündükçe, kalbi kasılıyordu. Şimdi bir de sevdiği kadının bu halini görünce, canının acısı ikiye katlanmıştı. Onu sakinleştirse ve buradan götürüp uzaklaştırsa, iyi olacaktı. Afra'nın hastaneden çıkmayacağını bildiği için, en azından hastanenin bahçesinde hava alsalar, ikisine de iyi gelebilir diye düşünüyordu.
"Hera o kızı yeniyordu. Kazanmasının karşısında hiçbir engel yoktu. O kız bunu hazmedemedi. Hera'ya karşı yenilmeyi hazmedemedi." Poyraz hızlı hızlı konuşuyor, öfkeden çoğu harfi yutarak söylüyordu. "Sonunda onu öldürmeye bile kalktı. Sense gelmiş mecburiyetten bahsediyorsun. Nasıl mecburiyet ki, bu birinin canını gözünü kırpmadan alabilmeye itsin onu?"
Poyraz'ın sözlerinden buram buram nefret ve öfke damlıyordu. O da sıkı sıkıya kafasını göğsüne bastırdığı kız kadar öfkeli ve endişeliydi. İçeride yatan kız onun için çok değerliydi. Onlar birbirleri için vardı. Afra ve Poyraz, kimsesiz iki çocuktu. Hera onları birbirlerine kardeş olurken bulmuş ve onlara üçüncü kardeş olarak gelmişti. Hera, onlar için aile demekti. Şimdi ailenin bir üyesi soğuk ameliyat odasında canıyla cebelleşiyordu. Nasıl üzülmesinler? Nasıl sinirlenmesinlerdi?
Mert Aksel, en az onlar kadar sinirliydi Hazar Orhon'a. Yine de burada kalmanın kimseye fayda sunmayacağının farkındaydı. Arem zaten yeterince öfkeliydi. Daha fazla öfkeli insana gerek yoktu. Şayet bilinsin ki, Hera Türkeş'e bir şey olursa Poyraz ve Afra'dan önce ortalığı kana bulayan Arem Barkın Soykamer olurdu.
Mert, hızlı adımlarla iki arkadaşın yanına gelmişti. Onları bahçeye çıkarmak ilk etapta zor olsa da bir şekilde ikna etmeyi başarmıştı. İkisini önden gönderen Mert, onların peşinden gitmeden önce Hazar'ın yakasına yapışan Arem'in yanına gelmişti. Hiçbir şey söylemeden eliyle Arem'in omzuna iki kez vurup, öfkeli bakışlarını Hazar'a dikmişti. Tek kelime etmeden orayı terk edip gitmişti.
Bu hareketin anlamını herkes çok iyi biliyordu. Bu hareket, ne pahasına olursa olsun, sen ne yaparsan yap, ben senin tarafındayım demekti. Hazar ve Arem arasında savaş çıkacak olursa, Evren Korkmaz, kız kardeşinden dolayı Hazar'ın yanında olacaktı. Aynı şey Mert Aksel için de geçerliydi. İçeride yatan kadın, onu ağabeyi olarak görmüyordu. Muhtemelen hiçbir zaman görmeyecekti. Yine de onun için Hera Türkeş, kız kardeş demekti. Kardeşine bir şey olursa çıkacak olan savaşta kimseye merhamet etmezdi. Mert Aksel, veliahtlar içinde en sakini olarak bilinirdi. Lakin pek kimsenin bilmediği bir şey vardı. Mert için aile kavramı çok değerliydi. Aileden birine bir şey olursa gözü dönerdi. İşte o zaman en tehlikeli veliaht, ondan başkası olamazdı.
Tim-4 ekibinin geri kalan üyeleri, sakinliklerini korumak için sessizliklerini korumaya devam ediyorlardı. Henüz hiçbir ulunun bu olaylardan haberi yoktu. Hera Türkeş, veliahtlardan biriydi. Ona karşı yapılan suikast yapan kişi, her kim olursa olsun, Hera'nın makamından dolayı affedilemezdi. Lara Korkmaz, ululardan birinin kızıyken, veliahtlardan birinin ise kız kardeşiydi. Hera Türkeş ise ululardan birinin Veliahtıydı. Olayı gören birçok şahit vardı. Lara Korkmaz, kasıtlı olmak şartıyla bir veliahtı öldürmeye teşebbüs etmişti. Bunun karşılığı ölümden başka bir şey değildi. Hazar ve Evren, bu gerçeği çok iyi bildiği için, Lara'yı hızla olay yerinden uzaklaştırmıştı.
Tim-4, Hera'nın ameliyattan çıkmasını bekliyordu. Liderleri içeride yatarken, hiçbiri harekete geçmezdi. O emir vermeden, Arzem Soykamer'e bile haber vermezlerdi. Yine de onun için endişelilerdi. Bunu belli etmemeleri, profesyonel olmalarından kaynaklanıyordu. Yoksa her birinin içinde yatan bütün veliahtları yok etmek isteği fazlasıyla baskındı.
"Yakamı bırak, Arem. Anlatacaklarımı dinle, sonra istersen sık kafama."
Hazar Orhon ağzını her açtığında Arem daha çok sinirleniyordu. Doğu ve Batı bunun farkında olduğu için yavaş ve temkinli adımlarla ikisine doğru hareket etmişlerdi. Arem ve Hazar arasına girerek Arem'i Hazar'dan ayırmayı başarmışlardı. İkizlerin kanı çekilmiş gibiydi bugün. Kansu, içeride yatan kıza mı üzülsün, yoksa üzüntüden deli gibi olan kardeşlerine mi üzülsün, bilememişti. Öylece kardeşlerini izleyip duruyordu. Bir ağabey için kardeşlerinin bu halini görmek oldukça can sıkıcı türden bir durumdu. İkizler yine de ne olur ne olmaz ilkesine dayanarak Arem'in sağ ve sol yanında duruyordu. Şayet ikisi de çok iyi biliyordu, bu gece başka bir veliahtın zarar alması demek katliam demektir.
Arem'in çekilmesiyle Hazar Orhon hızla konuşmaya başlamıştı. Onun konuştukları hepsinin fazlasıyla şaşırmasına neden olmuştu. Bunu beklemiyorlardı. Hazar Orhon yalan söylemezdi. Herkes bunu çok iyi bilirdi. Öyleyse bu gece hepsi gerçeği idrak etmişti. Meğer bu gece Lara Hera'ya meydan okumamıştı. Meğer bu gece varlığından yeni haberdar oldukları gizli düşmanları, Lara üzerinden tüm veliahtlara meydan okumuştu. Hem de böylesine iğrenç bir oyunla.
Arem düşündü. Çok düşündü. Düşünmekten kafası değil, kalbi ağırdı. Kadını düşünmek kalbe hep zarardı.
★Hera Türkeş★
Gözlerimin üzerinde inanılmaz derecede büyük bir ağırlık vardı. Bir yanım gözlerimi açıp nerede olduğumu öğrenmeyi deli gibi isterken, diğer yanım sonsuza kadar uyumayı delicesine istiyordu. Kafam tam olarak yerinde değildi. Neyi ne için yaptığımın bir önemi yok gibiydi. Kendimi güvende hissetmek adına gözlerimi açmam gerektiğini biliyordum. Benim için çok zor olsa da göz kapaklarımı aralamayı başarmıştım.
Yavaş yavaş aralanan gözlerimle etrafı taradığımda, hafızam gerçeği idrak edip bana burada ne işimin olduğunu hatırlatmıştı. Doğru ya, en son sarı şekerin biri tarafından bıçaklanmıştım. Yine ölmeyi becerememiştim. Yine hayatta sımsıkı tutunmuştum. Sanki ölmeyi hiç dilemiyordum. Sanki hayattan beklentilerim, umutlarım vardı. Sanki daha yaşayacak çok günüm varmış gibi yaşıyordum. Sımsıkıya tutunmuştum hayata. Kopamıyordum.
Hasta yatağımda; kalp atışlarım cihaza bağlıyken, kolumda serum varken, üzerim göğsümün üstüne gelecek şekilde beyaz bir örtü ile kapatılmışken, yan tarafta duran camdan dışarıya bakıyordum. Bütün saydıklarımı, camdaki yansımam sayesinde görmüştüm. En acınası halimdeydim. En zavallı halimde. En olmadığım halimdeydim. Bu halimle yüz yüze geldiğimde, zihnimin içinde dönüp duran düşünceler beni eseri haline getirmişti. Zihnim benimle konuşur olmuştu. Ben bana beni anlatır olmuştum. Beni anlatırken de şöyle söyler olmuştum:
Acının yansıması düşmüş saç uçlarıma; acılarla uzamışlar. Sonra utanmaz saçlarım, yara almış göğsümün uçlarını örtmüş. Saçlarımın ardından bakıyorum, bana ve gerilerden bir yerden görüyorum kendimi. İnsanlardan gizlediğim yerlerim, bana bile gizli. Ben beni bana anlatamıyorum, tırnak diplerim kaşınıyor; tırnak içimde Şeytan'dan parçalar gizliyorum. Uzun tırnaklarımı göğüs kafesime geçiriyorum, çiziyorum baştan başa kendimi, oyuklar açıyorum kendimde. Saçlarım dahi gizleyemez artık izlerini.
Yaralıyorum kendimi, ah ediyorum yaralarıma, vah diyorum yalanlarına. Ulan diyorum, sonra ulan çok komik lan diyorum. Düşüyorum, sonra kalkıyorum, yara alıyorum, sonra iyileşiyorum, deliriyorum, akıllı diye anılıyorum, çok komik. Belki de şeyden dolayı komik, şey...
Ölüler bazen komik olur, hâlâ yaşadıkları için.
Kendi kendime derdimi anlattığım dakikalarda beni düşüncelerimden ayıran şey, kapının açılıp kapanma sesi olmuştu. Biri gelmişti. Kim olduğunu bilmediğim biri. Kafam hâlâ penceredeki suretime dönüktü. Adım seslerini duyuyordum. Artık penceredeki yansımam da sadece ben yoktum. Artık iki kişiydik. Arem gelmişti.
Penceredeki yansımasından gördüğüm kadarıyla yorgundu. Sanki saatlerdir uyumamış gibiydi. Göz altları mosmordu. Gözünün içi kıpkırmızıydı. Ben onun penceredeki yansımasını izliyorken, o doğrudan bana bakıyordu. İzledi, izledi ve sonunda yavaş yavaş bana doğru eğilmeye başladı. Hâlâ tepki vermemiştim. Ne yaptığı ile ilgilenmiyordum. Bu hayat benden geçmiş gibiydi.
Arem tam saçımın üstüne öpücük kondurmuştu. Hemen kendini geri çekmemişti. Kokumu içine çekmeden benden ayrılmamıştı. Birileri beni fazlasıyla özlemiş gibi görünüyordu. Onun tarafından özlenmek...Artık bunu bile önemsemiyordum. Ben artık yaşamayı bile önemsemiyorken, bunu önemsemem normaldi.
"Üç gün oldu. Sen burada böyle yatalı üç gün oldu." Yorgun sesini duymak iç çekmeme neden olmuştu. Sesini duyduğumda artık bakışlarımı camdan ayırıp gözlerimin odağına onu almıştım.
"Üç gün olmuş. Ben burada yatarken, senin gözüne uyku girmeyeli tamı tamına üç gün olmuş." Sesim yorgun olsa da, sesimi duymak onu gülümsetmeye yetmişti. Yine de çok uzun sürmemişti gülümsemesi. Birdenbire durulmuştu.
"Aklım çıktı, tanrıça. Bir şey olacak sana diye aklım çıktı." Onun sözleri üzerine o geceyi tekrar hatırlamıştım. Gözlerim kapanmadan önce onunla göz göze gelmiştik. Gözlerim kapandığında gördüğüm ilk yüz onundu. Gözlerim tekrar açıldığında gördüğüm ilk yüz yine onundu. Gözlerimi kapattığımda onun için fark ettiğim tek şey ölesiye korktuğuydu. Gözlerimi tekrar açtığımda gördüğüm şey beni kaybetmekten korktuğuydu.
"Geçti gitti işte! Dram yapma, veliaht." Baktı, baktı ve sonra yataktaki boşluğa oturdu. Bu adam elindeki hiçbir fırsatı kaçırmıyordu.
"Hakkım yok değil mi? Seni kaybetmekten korkmaya hakkım yok." Ona bakmıyordum. O yanımda oturmaya başladığı an, ben yüzümü diğer tarafa dönmüştüm. Sözlerini duyunca öfkelenmiştim. Bunu benden duymak istiyorsa, kesinlikle ona istediğini verecektim. Benim için endişelenmeye hakkı olmadığını, ona gerekirse hasta yatağımda haykırarak bile söylerdim. Yüzümü ona dönmüş, olabildiğim en acımasız halimle onun canını yakmayı hedeflemiştim. Ancak maalesef onu gördüğümde yerimde kaskatı kesilmiştim.
Veliaht... Orman yeşili gözlere sahip adam... Kamer... Arem... Barkın... O ağlıyordu... Ormana yağmur yağmıştı...
Gözlerinden yaşlar döküldükçe dökülüyordu. Onun ağlayışı bile sessizceydi. Ağladığını sadece gözyaşlarından dolayı anlayabiliyordum. Öylesine büyük bir şokun içine girmiştim ki tepki bile veremiyordum. Sadece bakıyordum. Onu bu hayatta ağlarken gören ilk kişi ben olabilirdim. Onun ağladığını gördüğümü söylersem, bana inanmayacak sayısız insan vardı. Karnıma bir bıçak yediğimde gözünden bir damla yaş düşmüştü. Şimdiyse damlalar yüzünü ıslatmıştı. Başı önüne eğikti. Dişlerini sıkıyordu. Peki, neden ağlıyordu? Ağlamasının sebebi neydi? Bunun oyun olduğunu düşünmüyordum. Onu tanıyordum. Artık çok iyi tanıyordum. Hiçbir amaç, hiçbir oyun onu ağlatamazdı. Bu adam ağlıyordu çünkü, çünkü onun içinde yer edinen derdi vardı.
"Neden ağlıyorsun?" Baktı ve hemen sonra ağlamaya devam etti. Çok fazla ağlıyordu. Çok fazla gözyaşı döküyordu. Bu kadar ağlamasına neden olan şeyi merak etmiştim.
"Çünkü canım yanıyor, tanrıça." Sesi ağladığı için boğuktu. Kaşlarımı çatmıştım. Karnı deşilen benken, onun nasıl canı yanabilirdi ki?
"Canın neden yanıyor, veliaht?" Yine önce uzun uzun beni izledi. Gözlerime baktı. Saçlarıma baktı. Dudaklarıma baktı. Yüzümün her karışını santimi santimine izledi. İzledikleri ona yeterli gelmiş olacak ki peşi sıra konuştu.
"Çünkü canın yanıyor, tanrıça..." O an koskoca veliahtın ağzından hıçkırık kopmuştu. İçli içli ağlayan adam artık sesli sesli ağlıyordu. Omuzları sarsılıyor, bedeni kasılıyordu. Yaşadığım şok, gördüklerim karşısında hayrete düşmem için yeterliydi. Onun karşısında ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Ne yani, koskoca veliaht, karnımdaki yediğim bıçaktan kalma yara izinin; acısından dolayı mı ağlıyordu?
Ona canımın yanmadığını göstersem iyi olacaktı. Onu daha önce hiç zayıf düşmüşken görmemiştim. Şimdi o karşımda en zayıf haliyle dururken bunu yadırgamam çok normaldi. Evet, kesinlikle elimin ayağımın buz kesmesinin sebebi, onun haykırarak ağlaması değil, karşımda daha önce zayıf haliyle durmadığı için, zayıflığını görmeyi yadırgamamdan dolayı kaynaklanıyordu.
Olduğum yerde zorlansam da yavaş yavaş doğrulmayı başarmıştım. Kafası önüne eğikti. Şu an için beni görmüyordu. Doğrulma işi bittikten sonra sağ elimle yüzünü avuçlamıştım. Yaşlardan dolayı sırılsıklam olan yüzünü. Elim yüzüne temas ettiği an dolu dolu gözleriyle bana bakmıştı. Tahmini olarak küçük bir çocuk gibi görünmeyi ne zaman bırakırdı acaba.
"Canım ağlamana neden olacak kadar çok yanmıyor. Artık ağlamayı kes!" Yüzünü avucuma yaslamıştı. Hâlâ çocuk gibiydi.
"Canın çok yanıyor, biliyorum." Niye sen erenlere mi karıştın? Ben canım yanmıyor derken, senin yandığını iddia etme sebebi ne?
"Yanmıyor dedim, uzatma ve..." Sustum. Ağlaman canımı sıkıyor demek yerine susmayı tercih ettim. Durdum ve onu izledim. Sonrasında ekledim, "ağlama veliaht." Yüzünü yasladığı avuç içime öpücük kondurmuştu. Bir eliyle yüzündeki elimi tutup indirmişti. Diğer elini diğer elime uzatıp onu da avuçları arasına alıp iki elimi sımsıkı tutmaya başlamıştı. Sanki bırakırsa kaçarmışım gibi davranıyordu. Şu yaralı halimle nereye kaçacaksam ben de.
"Sana bir şey sorarsam, bana dürüstçe cevap verir misin, tanrıça?" Ona bakıp göz devirmiştim.
"Senin aksine ben hep dürüstlükten yana olmuşumdur, veliaht." Gülmüştü. Onu mutlu etmeyi sevmiyordum. Fakat anladım ki ağladığını görmek de beni mutlu etmiyordu.
"Ölmeyi gerçekten bu kadar çok mu istiyorsun, tanrıça?"
Bu saçma sapan soru da nereden çıkmıştı böyle? Konumuzun bununla ne alakası vardı? Veliaht yine saçmalayıp sinirlerimi bozmayı hedeflemişti anlaşılan. En kısa zamanda eski haline dönse iyi olacaktı. Onun bu halleri sadece tepemin atmasına neden oluyordu. Ben onun ukala tavırlarına katlanabilirdim ama onun bu halleri elimi kolumu bağlıyordu ve ben olaylara tepkisiz kalmayı seven biri değildim.
"Ne kadar saçma bir soru sorduğunun farkında mısın?"
Vereceğim cevabı görmek için bütün odağını bana ayıran veliaht sözlerim biter bitmez sertçe yutkunmuştu. Derince nefes alıp gözlerini tavana dikmişti. Tekrar ağlamamak için kendiyle savaşıyordu. Sözlerimi duymak, isteyeceği en son şeymiş gibi davranıyordu. Sanki bunları söylememem gerekiyordu. Sanki bu tepkiyi vermemem gerekiyordu. Tanrı aşkına, bu veliahtın derdi neydi böyle?
"İstiyorsun. Sen ölmeyi gerçekten çok istiyorsun." Ölmeyi isteyip istememek konusunda yorumsuz kalabilirdim ama biraz daha bu şekilde devam ederse onu öldürmeyi istemek konusunda yorumsuz kalmayacaktım.
"Bana gizemli gizemli hareketler yapma. Zaten bir tarafım da delikler açılmış diye sinirim fazlasıyla yüksek. Bir de sen sinirimi bozma, benim." Ellerimi ellerinden hızla çekmiştim. Fazla temasa gerek yoktu. Bakışlarımı, yüzünü görmek istemediğim için ondan başka tarafa çevirmiştim. Onun ise pür dikkat beni izlediğini biliyordum.
"Sana bunu ben yaptım. Sen ölmeyi isteyen bir kadın değildin. Ben hayatına girdikten sonra bunu ister oldun. Benim yüzümden..."
Sesi ağladığı için çatalıydı. Şimdi neden ağladığı anlaşılıyordu. Bunun için geç kalmıştı. Bütün yaşama hevesimi elimden çekip almışlardı. Ben babam hayatta olduğu için hayattaydım. Ben insanlıktan ümidimi kesmediğim için hayattaydım. Sonra onlar gelmişti hayatıma. Onların gelişi babamı almıştı benden. Onların hayatıma gelişi bütün yaşama hevesimi almıştı benden. Onların hayatıma gelişi güvenimi almıştı benden. Varlığımın önemi yoktu hem de artık benim için bile. İnsanlıktan yana ümidim kalmamıştı şayet insan olmamaktı bütün ümitsizliğim. Ona kendisini kötü hissetmesin diye bir şeyler söyleyecek değildim. Onu affetmemişken sırf ağladığını gördüm diye affedecek değildim. Bana yaptıklarının yanında ona olan tavrım gayet normaldi. Normal olmayan tek şey bana yaptıklarından sonra buna pişmanlık duymasıydı. O kadar acıyı yaşattığınız birine karşı pişmanlık duymak boşuna olurdu. Ona cevap vermek yerine sessizliğimi korumaya devam etmiştim.
"Lütfen...Lütfen yaşamaktan vazgeçme." Bacaklarımın üzerinde ağırlık hissettiğimde, bakışlarımı o yöne çevirmiştim. Kafasını dizime yaslamış öylece duruyordu. Uyusam ve uyusa iyi olacaktı. Benim dinlenmeye, onun ise uyumaya ihtiyacı vardır. Karnımın sızısı hâlâ etkisini göstermeye devam etse de kalbimin sızısının yanında hiç olarak kaldığından ötürü ona rağmen uyuyabileceğimin farkındaydım. Ben ona rağmen uyurdum uyumasına, ama ona rağmen uyur muydum? bilemiyordum.
*
Göz perdelerime hücum eden ışık, beni derin uykumdan uyandıracak kadar rahatsız etmeyi başarmıştı. Sadece ışıktan dolayı da değil, içerideki konuşma sesleri de beni uykumdan etmek için elverişli ortamı yaratıyordu. Yavaş yavaş araladığım göz kapaklarım sebebiyle sabah olduğunu anlamıştım. Bütün veliahtlar buradaydı. Mert hariç. Arem tam karşımda durmuş, tıpkı diğer herkes gibi beni izliyordu. Onlarla ekip olsam da uyandığımda karşımda onları görmek yerine kendi ekibimi görmeyi tercih ederdim. Bunu düşündüğüm sırada kendi ekibimi burada görmediğimı fark etmiştim. Bu düşünceyle hemen kaşlarımı çatmıştım. Bakışlarımın hedefine baş veliahtan başkasını almamıştım.
Kaşlarımı çatarak onu izlememe kaşlarını çatarak karşılık vermişti. Aramızda her ne geçerse geçsin o benim her hareketimden her düşüncemi anlayabiliyordu. Tıpkı şu an olduğu gibi. "Seninle önemli bir şey konuşmamız gerek. Arkadaşların bizden sonra yanına gelmek için kapıda bekliyorlar." Cevaptan tatmin olduğum için sadece kafa sallamakla yetinmiştim. Gözlerimi ondan ayırıp iki aptal sarışına çevirmiştim. Şayet küçük çocuklar gibi burunlarını çekip duruyorlardı. Bıçağı yiyen onlar mıydı, ben miydim? Belli değildi. Gözlerinin içi kıpkırmızıydı ikisinin de. Yorgun ve de halsiz görünüyorlardı. Onlara baktığım sırada Batı ilk konuşan kişi olmuştu.
"Yanına gelebilir miyiz?" Sesi küçük çocukları aratmıyordu. Benim için çok korkmuştu anlaşılan. Sadece kafa sallamakla yetinmiştim. Komutum üzerine 2 sarışın hızla bana doğru gelmişlerdi. Biri yatakta sağ tarafıma diğeri yatakta sol tarafıma oturup yüzümü incelemeye başlamışlardı.
"İyi misin?" Demişti Doğu. Yine cevap vermek yerine kafa sallamakla yetinmiştim.
"Çok korktuk." Demişti Batı.
"Görebiliyorum. Hiç uyumayanlar listesinde siz de varsınız sanırım." Son sözlerimi Arem'e bakarak söylemiştim. O zaten beni izlediği için lafımı hemen üzerine alınıp karşılık olarak ukalaca sırıtmayı tercih etmişti.
"Uyumadık. Uyuyamadık." Aynı anda konuşan ikizler yönümün bir kez daha onlara doğru dönmesine neden olmuştu.
"Benim için korkmanıza gerek yok artık. En iyisi mi siz bundan sonrası için korkun." Ben artık yavaş yavaş kendime gelmiştim. Bana yapılanın farkındaydım. Bana yapılanı kimsenin yanına bırakmaya niyetim yoktu. O kız bunun hesabını ödeyecekti. Hem de fazlasıyla ağır şekilde. İkizlerin önce birbirine sonra diğerlerine baktığını görmüştüm. Herkesin gözü benim üzerimdeydi.
"Bücür, aslında biz de seninle tam olarak bu konuyu konuşmak istiyoruz." Hazar konuştuğunda bakışlarım onun olduğu yöne doğru dönmüştü. Bu adamın umarım aklında sevdiği kadını yaşatmamı istemek gibi bir şey yoktur.
"Senin o sevdiğin kadın var ya Hazar." Önce bana bakmış sonra cümlemi devam ettirmem için konuşmuştu. Kaşları çatıktı. Yine de öfkeli olduğunu söyleyemezdim.
"Evet var bücür." Ona cevap vermek yerine bu kez o kızın ağabeyi korkusuz korkak Evren Korkmaz'a doğru dönmüştüm.
"Senin o kız kardeşin var ya hani Evren." Tıpkı ona baktığım gibi bana dik dik bakıyordu. Geri adım atmayacaktım, o da geri adım atmayacaktı.
"Evet var." Gülmüştüm. Sesi keskindi. Ses tonu güldürmüştü beni.
"İkiniz de yanlışsınız beyler. Çünkü o kız artık yok." İkisinin de anlık olarak yüzlerinin aldığı şekil görünmeye değerdi. Yapabileceklerimi çok iyi biliyorlardı. Bir şeyi söylersem yapacağımı da. Anlaşılan oydu ki bu iki adam gerçekten de buraya o kıza zarar vermemi engellemek için gelmişti.
"Önce dinle çirkin cadı. Sonra ne istersen onu yaparız." Erdem durumu toparlamaya çalışıyordu. İçerideki kötü enerjinin herkes farkındaydı. Olası kavgaların önüne geçmeyi amaçlıyordu. Ne kadar başarılı olduğunu günün sonunda öğrenirdik.
"Sizi dinliyorum." Umarım beni haksız çıkarır ve o kızı bana karşı savunmazsınız. Konuşmayı yapacak kişi anladığım kadarıyla Hazar Orhon'du. Herkesin gözü onun üzerindeydi. Ben de tıpkı diğerleri gibi ona baktığımda göz göze geldiğimiz ilk an konuşmaya başlamıştı.
"İstanbul'da yüzden fazla yetiştirme yurdu var. Senin vurulduğun gece bu kurumlardan 14'ünde büyük kargaşalar yaşanmış. Sözlerime inanmaman şartında sana kafasına silah dayanmış sayısız küçük çocuğun videosunu izletebilirim." Konuya birdenbire öyle bir yerden girmişti ki kaşlarımı çatıp onu izlemeye devam etmeden edememiştim. 14 çocuk esirgeme yurdunda eli silahlı adamların ne işi vardı? Üstelik neden 14? Bu bana karşı yapılan gönderme miydi? En önemlisi o çocuklardan herhangi birine bir şey olmuş muydu? Devam etmesi için kafamla ona işaret vermiştim.
"O gece kim olduğunu bilmediğimiz adamlar Lara'ya ulaşmış. Aslında Lara'nın birdenbire sana meydan okumasının altında bu gerçek yatıyor. Lara'dan istedikleri şey ise şu: Hera Türkeş'i öldür."
Onun son sözlerinin üzerine gülmüştüm. Hatta kahkaha attım desem yeridir. Aman ne güzel hikaye. Lara' da tabii ki beni bu yüzden bıçaklamış olmalıydı. Gelip bize hikayeyi anlatmak varken beni bıçaklamayı tercih etmesi onu kahraman mı yapacaktı şimdi? Gülmem bittiğinde pür dikkat beni izleyen adamlara doğru dönmüş, doğrudan bana karşı saçma sapan açıklamalarla gelen adamı bakışlarımın hedefi haline getirmiş ve ona karşı konuşmuştum.
"Bunu kabul etmemi beklemiyorsunuz değil mi? Ya da buna inanmamı. Karşıma çok daha iyi senaryo ile gelebilirdiniz. Aslına bakarsanız geçmişi ele aldığımızda senaryo kurmakta usta olduğunuz aşikar. Şimdi neden bu kadar vasat olduğunuzu anlamış değilim." Sözlerim bıçak gibi sertti. Onlar ne yaparlarsa yapsın o kızı bana karşı koruyamayacaklardı.
"Bize söyleyemezdi çünkü adamlar onu izliyorlardı." Bakışlarımı Hazar'dan alıp Arem'e doğru çevirmiştim.
"Benden senin yaşlandığına inanmamı istiyorlar. Aksi türlü sana ait bir yerde, senin etrafındaki insanlardan birinin izlenip bir de üstüne tehdit edilmesi mümkün değil. Yoksa ben mi yanılıyorum veliaht?" Bakalım buna cevabın ne olacak? Umarım tatmin olacağım türden olur veliaht. Aksi varsa kurtarmaz.
"Sanırım yaşlanıyorum tanrıça." Omuz silkip sakince cevap vermişti. Kısa ve öz. Onu tanıdığım kadar beni tanıyordu. Beni tanıdığı kadar onu tanıyordum. Anlaşılan oydu ki Hazar'ın anlattığı hikaye gerçekti. Gerçekten de Lara o gece küçük çocuklar ölmesin diye beni ölümle yüz yüze getirmişti. Eğer durum bundan ibaret olmasaydı hiç kimse Kamer gibi bir adama yaşlandığını söylettiremezdi.
"Lara seni öldürebilirdi Hera. O bıçağı bedeninin, seni öldürtmeyecek bir yerine sapladı. Eğer istese seni gerçekten öldürebilirdi. Risk aldı ve zaman yarattı. Seni yaraladı fakat adamlar senin öldüğünü sandığı için çocukları serbest bıraktı. Sonra bize geldi ve bütün olanları anlattı. O saatten sonra çocukların güvenliğini sağlamak bizim yapacağımız işti."
Öyle mi dersin Hazar Bey? Getirin Lara'yı da alnından öpeyim beni öldürmediği için. Hatta bir madalya falan da takarız hak etti çünkü. Cevap vermek yerine sadece göz devirmekle yetinmiştim.
Madem ben o kızı öldüremiyordum çünkü işin içinde başka şeyler vardı. O zaman ben de kısasa kısas yapardım. Dökülen kanımın hesabı sorulurdu nasıl olsa. Sarı şeker hiç meraklanmasındı. En az onun kadar bıçağı onu öldürtmeyecek yerlere saplamasını iyi bilirdim.
"Çıkın ve diğerlerine içeri girmesini söyleyin." Lafımı daha yeni bitirmiştim ki, kapı hızla açılmıştı. Kapının aniden kırarcasına açılması, hepimizin bakışlarının o tarafa dönmesine neden olmuştu. Kapıdaki kişi Poyraz'dan başkası değildi. Şokla açtığı gözlerini üzerime dikmiş hızlı hızlı nefes alıp veriyordu. Ona bir şey olduğunu zannettiğim için hızla yerimden doğrulmuştum. Benim bu ani hareketim ameliyatlı olduğum yerin sızlamasına neden olsa da şu an dert ettiğim konu bu değildi.
"Sen... Sen bir klon musun?"
Ağzından kekeleye kekeleye çıkan sözleri duyduğumda yerimde kaskatı kesilmiştim. Bilmemesi gerekiyordu. Allah kahretsin bilmemesi gerekiyordu. Ona bunu kim söylemişti? Poyraz'a cevap vermek yerine sadece ona bakıyordum. Hiçbir şey diyemiyor söyleyemiyordum. Olduğum yerde öylece kalakalmıştım. Bir bu eksikti gerçekten. Benim ne diyeceğimi bilemediğim dakikalarda ben bir şey diyemediğim için suspus kalmıştı diğer herkes. Tam ağzımı açmış ve bunu nereden çıkardığını ona soracaktım ki içeri hızla Afra, onun peşi sıra da Mert girmişti.
Önce Poyraz'a sonra bana endişeli gözlerle bakan kız, Poyraz'ın bu hikayeyi nereden öğrendiğimi anlamama yetmişti. "Yavru kuşum ben çok özür dilerim. Biz Mert ile konuşurken Poyraz'ın bizi dinlediğinin farkında bile değildim." Son sözlerini öfkeyle Poyraz'a bakarak söylemişti.
Ona cevap vermek yerine Mert'e bakmıştım. Bu veliahtların hepsinden gerçekten nefret ediyordum. Çocuğumun aklını başından alacak gerçeklerle yüzleşmesine neden olan bu adam, olayı zerre umursamıyordu.
"Hayır doğru değil. Ben Poyraz'ın bizi dinlediğinin farkındaydım güzelim." Mert gözlerini benden alıp Afra'ya çevirmişti. "Ama senin arkadaşın, ağzımı her açtığımda lafı ağzıma tıktığı için onu uyaramadım." Afra ellerini kavgaya gidiyormuşcasına beline yerleştirmişti.
"Öyle mi? Kusura bakma ya, kız kardeşime yaşattığınız onca acıyı tek tek sayarken lafı ağzına tıktığımın farkında değildim." Mert'i baştan aşağı süzüp, yüzünü buruşturmuştu. "Ben de yaptıklarından utanmışsındır diye sustun sanmıştım." Mert Afra'ya bakıp, derince nefes almıştı. Ona cevap vermek yerine tekrar bana dönmüştü.
Baştan aşağı beni kontrol etmiş, iyi olduğuma emin olduktan sonra benim öfkeli gözlerime karşın omuz silkip, öpücük atmıştı. Yok, gerçekten de ben bunlardan birini öldürecektim. Bu veliahtları tek tek dünyadan yok etmezsem bana da Hera demesinlerdi. Hele Türkeş hiç demesinlerdi.
Poyraz hâlâ benden bir cevap bekliyordu. Beklemeye devam edebilirdi çünkü benim uykum vardı. Ona açıklama yapmak yerine tabii ki de uyumayı tercih edecektim.
(🎭)
|
0% |