@mavimsu_
|
Hayatınız boyunca hep sevgiyle kalın, saygıyla kalın, aşkla kalın ve de kitabımı okumaya devam ederek kalın.
Keyifli okumalar dilerim.
(🎭)
Bölüm Sözü
Şah devrildi, piyonlar yutuldu, vezir esir hâlde, oyun bitti. Şahtın mat oldun. Ya da başka bir deyişle, ben aşık oldum...
H.G.
(🎭)
Sene!
İşte geçen sene, çok yakın arkadaşım Poyraz'cığım ile piknik yapmaya gitmiştik. Ne diye böyle bir şey yapmıştım hâlâ aklım almaz. Delinin ipi ile kuyuya inen aklımı seveydim.
Poyraz kardeşim benim, o yüksek IQ'su artık kafasının içine sığmadığından, beyninden akıp giden arkadaşım, piknik alanlarına para vermemek için bizi Allah'ın ormanına "doğayla iç içe olacağız, fena mı?" diyerek götürmüştü. Habitatını özlediyse demek ki, yapacak bir şey yoktu. Aldık sepetimizi, bohçamızı, vardık ormanın derinliklerine. Kurtun kuşu yemeyip zina yaptığı ormanda oturduk, tıkınıyoruz.
O sırada sohbet muhabbet derken, açılan konu yüzünden sinir kat sayım yine tavan yapmıştı. Benim zeka küpünün, okulunda beğendiği bir çocuk vardı. Gönül bu, neye konar kestiremiyordun.
Ondan olması lazımdı herhalde Poyraz'ın karakter olarak bir oduna ilgi duyması. Benim zeka küpü, yönelimden yana bir kere Dünya toplumundan darbeyi yemişti. İkinci darbe ise o çocuktan gelmişti. Çocuğun yönelimini öğrenmek için altan altan konuya giriş yapmıştı Poyraz. Çocuk ise ona: "Hayır! Asla bir erkek bir erkeğe, bir kadın bir kadına ilgi duyamaz. Ben namus bekçisi hatta dur! dur! Ben namus perisiyim. " Demiş.
Asıl mevzu kesinlikle bu değildi. Asıl mevzu, bu namus perisinin benim zeka küpünün ona karşı bir şey hissettiğini öğrenmiş olmasıydı. Poyraz çocuğun ilişkilere karşı olan tutumunu öğrenince ondan uzak durmuştu. Fakat onun hisleri milletin ağzına sakız olunca, kulaktan kulağa giden bilgiler, yontulmamış odunun kulağına kadar gitmişti. Yontulmamış odun, Poyraz'ın duygularına karşılık vermek zorunda değildi tabii ama çocuğumu kıytı köşede dövmesi de haddine değildi. Bir de demez mi "Sen kim oluyorsun da benden hoşlanıyorsun?" diye.
Asıl sen kim oluyorsun da birini dövebilme cüretinde bulunuyorsun. Poyraz anlatıkça sinirden gözüm dönmeye başlıyordu. Yontulmamış odun burada olsa, onu alır ormana ağaç niyetine ekerdim. Ne kadar ısrar edersem edeyim, Poyraz bana çocuğun adını vermemişti. O namus perisinin kanatlarını ortadan ikiye ayıramamanın burukluğu vardı içimde.
İşte biz böyle döner ayran yiyip dertleşirken bir ses duymuştuk. Şey diyordu. "Tıııısssssss." Çok yakından geliyordu ses.
"Hera, arkanı sakın dönme. Ani hareket de ise sakın bulunma." Daha Poyraz cümlesini tamamlamıştı ki, ben arkamı dönmüştüm. Bana dönme demek yerine dön deseydi, tam tersini yapar dönmezdim. Tersine gitme huyum vardı benim.
Koyu tonlarda uzun bir yılan. Engerek yılanı. Koca engerek. Gözlerim doğrudan hedefine onu almıştı. Sertçe yutkunmuştum. Tek bakışta bir insan ruhunu teslim eder miydi? Yılanı gördüğüm an kendi selamı kendim okumuştum. Kitlenip kalmıştım. Kalkamıyordum da.
Yılan, hareket etmeyi bırakmıştı. Bana bakmaya başladı. Emindim. Bana baktığından sonuna kadar emindim. Benim başka, sıradaşı bir huyum daha vardı. Bana inatla bakana ben de inatla bakardım. İşte o gün, bu huyumun sadece insanları değil hayvanları da kapsadığını öğrenmiştim.
O bana bakıyor, ben ona bakıyordum. O dil çıkartıp tıslıyor, işte ben onu yapmıyordum. Yılanla da yılan olacak değildik hani. Poyraz, "Kalk lan, kaçalım" diyordu. "Ben ulan, biz nasıl kalkıyorduk, nasıl yürüyorduk?" diyordum. Yürümek neydi? Yürümek emekti.
Kitlenip kaldım işte. Kâl gelmişti bana. Hareket edemiyor, Poyraz'ın beni alıp götürmesini istemekten başka bir umudum kalmıyordu. Tabii, o çıt kırıldım Poyraz'ın kendisi yolda zor gidiyorken beni kaldırması mucize olurdu da, Allah'tan ümit kesilmezdi işte. Bizimki de o hesaptı.
Her şey bundan sonra başlamıştı. Aramızda birkaç adım olan yılan kardeş, herhalde bakışma oyunumuzu ben kazandım diye sinirlenmişti. Bu kadar sinirleneceğini bilsem, kaybetmiş gibi yapardım. Sanki nedir?
Ya da yok yapmazdım. Kaybetmeyi sevmiyordum ben. Huyum kurusundu. Huyum bitsindi. Huyum tükensindi. Huyuma kıtlık vursun, kuraklık çıksındı. Ne geliyorsa başıma, onun yüzünden geliyordu zaten.
Sen yılansın, kendine gel! Senin olayın sürünmek. Sürünerek ilerleyen bir canlı, bu kadar hızlı hareket etmemeli. Artık nasıl istiyorsa beni öteki tarafa göndermeyi, arkasına motor bağlamış gibi hızla bana doğru geliyordu. Kafamı kısa süreliğine Poyraz'a çevirmiştim. Eh! Babam boşuna dememişti: arkadaşlarını iyi seç diye.
Bakınız, örnek A: Poyraz. Yılanın hızla bana doğru geldiğini gören çok sevgili, sözde arkadaşım ayaklarını kıçına vura vura kaçıp gitmişti. Gitmeden önce bir de utanmadan, "hakkını helal et bacım." Demişti.
Zehir, zıkkım, en çok da haram olsun bacım.
Yılan bana doğru geliyor, ah! Pardon, yılan bana doğru uçuyor ama ben hareket edemiyorum. Poyraz kaçıp gitmişti. Şimdi derler ki, madem böyle bir kazık yedin, bu çocuktan ne diye hâlâ arkadaşsınız? Aman karışıklık olmasındı. Tam tersi olsa ben kıymetli canımı bırakıp ona yardım eder miydim? Hiç sanmıyordum.
Hadi Poyraz, yine yılandan uzaklaşıp kendini güvenceye aldıktan sonra, beni kâl gelmiş hâlimden çıkarmak için debelenip durdu. Ya ben olsaydım onun yerinde...O zaman yapacağım şey belliydi. Poyraz kim? Hiç duymadım! Hiç görmedim! Zerre tanımıyorum!
Yılan kardeş ile aramızda milimler kalmıştı. Tam bana doğru dişlerini geçireceğinden bir mızrak sen gel, yılanın tam ortasından gir ve yere mıh gibi yapıştır. Demeyi çok istesem de diyemezdim. Burası kitap evreni değildi, burası gerçek hayattı.
Yılancığım, o sivri dişlerini mükemmelliğin vücut bulmuş bedenime tam saplayacaktı ki ilkel bir dürtü ile elimi ona doğru uzatıp kafasını sımsıkı tutmuştum. Bu sayede o sivri dişlerini etime saplayamamıştı. Ağzını birbirine kenetlemiştim. Ölüm korkusu, sen nelere kadirsin öyle.
Yılanın kafasını iki elim ile sımsıkı tutmaya devam ediyordum. Vücudu vücuduma tekme tokat dalmıştı. Sen sokarken iyi, ben tutunca artistlik yap, değil mi? Yemezler.
Ellerimin içinde bir yılan olması berbat bir histi. Korkuyordum... Pullarını hissediyor olmak bile bayılmama neden olacak gibiydi. Bayılırsam, yaşayacağım olay açık ve net bir şekilde ortadaydı. Öldün çık!
"Lan manyak, yılanı nasıl tuttun?"
Poyraz'ın sesi kulağıma geldiğinde dönüp ona bakmamıştım. Kural bilmem kaç! Düşmanla göz temasını kesme.
"Elimle."
Bu da soru muydu şimdi? Ya neyle tutacaktım?
"Onu mu diyorum lan ben. Elindekini bıraktığın an sokacak seni." Poyraz'ın uzun süre gözüme görünmemesi gerekiyordu. Zeka seviyemin tekrar yükselmesi için ona mâruz kalmayı kesmeliydim.
"Ulan, tutmasam zaten sokacaktı." Bu Poyraz'ı babamla ilk tanıştırdığımda, "kızım bu çocuk salak! Kızımın salak biri ile arkadaş olması beni endişelendiriyor," demişti.
Keşke ben de ona, "baba ben salak seviyorum" demeseydim. Babam sonuna kadar haklıydı endişelenmekte.
Zaten gider ayak, "çocuğa salak diyorum sanki benimki çok akıllı da," deyip postayı koymuştu. Yediğim laflara değmiyorsun Poyraz.
"Hayatının geri kalanını bir yılanı tutarak mı geçireceksin?" Mantıklı soru gelmişti. Sanırım hayatımın geri kalanını da böyle yaşayabilirdim. Hadi ama ben Attila Türkeş ile ömrümü geçirmiştim. Yılan çok zor olmasa gerekti.
"Poyraz, orada durmak yerine bana yardım etmeye ne dersin?"
"Aman Allah korusun derim." Hain Kostok. Şerefsiz Kostok. Allah belanı versin senin Kostok.
Yılancığım, sanırım sinir krizi geçiriyordu çünkü debelenip durma olayı bir hayli artmıştı. Son bir cesaret Hera. Yaparsın Hera. Ya hep ya hiç Hera. Salla salla at uzağa Hera. Kafamda deli dehşet bir plan dönüyordu. Ya hep ya hiç kızım!
Salladım ama öyle böyle değil, etrafımda döndüm elimde döndürüdüm hatta Dünya döndü, ben döndüm. Ben döndüm, yılancığım döndü. Uzaktan gören elimdekini yılan değil, ip sanardı hani, öyle bir sallamıştım.
Sonra bir fırlatmışım var ya, sanırsın NASA Mars'a roket yolluyor. Yılanı yörüngeden çıkardığıma emin olduktan sonra, "tak" dedim, topukladım.
İşte o gün bu gündür, bırakın yılan görmeyi, ismini duymak bile midemi bulandırıyordu. Ben Hera Türkeş, bunun gibi daha çok anısı olan o kadınım. Niye mi? Çünkü benim bünyeme şansın 'Ş'si' uğramamıştı. Öyle bir şansızlık.
Yüce Rabbim, ben uyurken şans dağıtmıştı. Öyle bir şansızlık.
Ben yağmur yağıyor sanıp şemsiye açmışım, meğer gökten şans yağıyormuş. Öyle bir şansızlık.
Herkesi şans kazanının içine koymuşlar, beni de kazanın yanından geçirmişler. İşte tam olarak öyle bir şansızlık.
*
Hatırladığım tüyler ürpertici anım ile bir kez daha içerideki yılanlarla baş başa kalan adama başarılar dilemiştim. Evet, çıkış kapısı neredeydi?
"On kişinin hepsini kurtarmak zorunda değiliz. Ülkeye dokuz kişi ile dönersek kimsenin fark edeceğini sanmıyorum." Şirin şirin düşüncelerimi dile getirmiştim. Son derece mantıklıydı.
"Bücür, hayatında ilk kez bir ilke imza atıyor ve sonuna kadar haklı çıkıyor. Bence de, bu odadakini almasak da olur." Hayatında bir ilk detayına cevap verirdim de dua et, şu an çok daha önemli problemlerim var, Hazar.
"Ulan, ne vicdansız çıktınız. İçerdekinin çoluğu çocuğu var belki. Yine de kurtarmayacak mısınız?"
Doğu'nun Hazar ve bana yönelik sorusu üzerine ikimiz de önce birbirimize bakıp biraz susmuştuk. Sanırım karşılıklı olarak vicdan muhasebesi yapıyorduk. Sonra aynı anda konuşmuştuk.
"Yok²."
Sanırım Hazar da benimle aynı düşünce felsefesine sahipti. Onlarınki candı da bizimki patlıcan mıydı? Hiç sanmıyorduk.
"İyi tamam be! siz iki korkak, kardeş kardeş oturun, biz gireriz içeri." Bazı insanların üzerine oynamamak lazımdı. Çünkü bazılarımız gaz ile çalışabiliyordu. Mesela ben. Puşt Erdem benim adımı korkmak eylemi ile aynı cümlede geçirmişti. Bunu yapmamalıydı. Korkmuş olabilirdim ama bunu dilendirmeyecekti.
"Korkmak mı? Ha bir de ben." Hazar'da benimle beraber Erdem'e ters ters bakmaya başlamıştı. Artistliğe lüzum yok Hazar'cım, korktun. Korktum. Korktuk. Yalanı kes!
"He kardeşim, sanki bilmiyoruz, yılandan ödünün koptuğunu." Mert'in olayı sanırım yangına körükle gitmekti. Gülerek dalga geçmesi hiç yardımcı olmuyordu. "Ne korkacağım lan ben yılandan. Uydurma! Sadece tiksiniyorum o kadar."
Ulan, yalan parayla olsa sen yine söylerdin bunu değil mi Hazar? Niye söylemeyesin ki zaten zenginsin. Sana koyar mı? Ya ben. Hayatı yalan olmuş, ben ne yapardım acaba yalan para ile olsaydı? Sanırım akşam haberlerinde boy gösterisi yapardım. Alt başlıkta şöyle: "Hayatı yalan olmuş H.T isimli şahıs, batığı borç bataklığından çıkmayınca çözümü intiharda buldu. Sevenlerinin gözü yaşlı."
İşte o son dediği ile spikerde atmıştı yalanı...
"He oğlum he, aynen! Korkmuyorsun. Şimdi çekilin de biz içeri girelim, siz de burada bekleyin." Evren'e saygım artık sonsuz değil, göreceliydi.
"Korkmuyorum lan, hatta Hera da korkmuyor. Değil mi Hera?" Kendimden sonuna kadar emindim. O yüzden bana, dövmeli telefon manyağı tarafından yöneltilen soruya cevabım net şekilde olmuştu.
"Yok! Ben sonuna kadar korkuyorum."
Bu kez sanırım Hain Kostok ben olmuştum. En azından Hazar'ın bakışlarından anladığım buydu. Kimse beni satmasın ama ben herkesi satayım istiyordun. Bende işler bu şekilde yürüyordu. Rabbim beni ayrı huylarımı ayrı yaratmıştı mübarek.
"He, yani bu kadar insanın aklında korkak biri olarak kalmak istiyorsun." Damardan giriyordu Hazar Orhon. Ben dememiş miydim, bazılarımız gaz ile çalışıyordu diye. Hazar'ın bu yaptığı, resmen gaz ile çalışan bünyemi istismar etmekti. Üzerime oynuyordu. Peki ben yer miydim? Yemiştim bile.
"Çekilin lan, ilk ben gireceğim. Hera'nın Allah'tan başka kimseden korkusu yok. Herkes bunu böyle bilecek." Öne atılmış kapıya doğru gidiyordum ki biri geçmişti önüme. Arem gibi biri.
"Tanrıça girmek zorunda değilsin. Boş ver sen onları, üzerine oynuyorlar." Beni ikna etmeye çalışması boşunaydı.
"Çekil önümden Arem! Bu bir onur, şeref, gurur, şan, itibar, haysiyet, hayat memat hepsinin toptan meselesidir. Ben yolumdan dönmem." Etrafımdakilerin gülmemek için kendileri ile cebelleştiğini gördükçe daha çok hırs yapıyordum. Gaz ile çalışmak çok zor işti. Allah kimseye göstermesindi bu hastalığı.
"Emin misin tanrıça?" Gözlerinde endişe vardı.
"Hiç olmadığım kadar, hem de." Kafasını cevabım hoşuna gitmemiş gibi geri atmıştı.
"Tamam o zaman, nasıl istersen." Çekilmişti önümden. İnsan bir ısrar ederdi, değil mi? Belki ikna olacaktım. Belki tamam deyip girmeyecektim. Niye hemen vazgeçtin ki? O kadar yükselmiştim, geri dönemezdim şimdi. Mecbur girmem lazımdı içeriye. Ben benim gazla çalışan aklıma tüküreyim.
Gardımı düşürmeden, kapıya doğru emin adımlarla ilerlemiştim. Kapının kulpunu tutarken son bir kez Hazar'a dönmüştüm. "Kaç kişiler içeride?"
Hazar bana kısa bakış atmıştı.
"Çok kişiler, bücür. Çok." Çok derken üzerine baskı yapması hiç yardımcı olmuyordu.
"Yapmaya ya! Sülalece geldiler demek ki." Sorgulayan gözlerim Hazar'ın üzerinde gezinmişti.
"Demek ki." Kafasını aşağı yukarı sallayıp? onaylamıştı.
"Biliyor musun, ilk sen girmek istersen, çok da şey yapmam. Sıramı sana devir edebilirim." Hevesle Hazar'a bakmıştım. Bir umuttur gidiyordum.
"Yok bücür, önden hanımlar. Biliyorsun."
Centilmenliğiniz batsın.
"Ordan bakınca, incelikleri önemseyen birine mi benziyorum?" Eğer öyleyse göz doktoruna gitmeliydi.
"Sen önemsemezsin ama ben önemserim bücür." Ya ya, eminim öyledir. Kesin önemsiyor oluşundan kaynaklı. Yoksa beni içeri giren, ilk enayi yapmak istemenle asla alakası yoktur.
"Bismillah" diye sayıklaya sayıklaya kapıya dönmüştüm. Kendime yeterli süre tanıdığımda, korkudan 3,5 atan kalbimi umursamadan kapıyı açmıştım. Gözüm kapalı bir şekilde ilk adımımı içeri doğru attığımda:"Sonunda geldiniz içeri, iki saattir oyunu başlatmak için sizi bekliyordum." Diye konuştu yine robot ses. Sen benim elime geçme, sakın. Yakaladığım yerde üzerinden sanat niteliği taşıyan bir eser ortaya çıkarmazsam bana da yazıklar olsun.
Gözlerimi açtığımda, bakışlarım alanı taramıştı. Ortada, sandalyeye bağlı bir adam vardı: Ali Alkan. Yüzbaşı Ali Alkan. Kırklarının ortasında olmalıydı. Adamın her yerini kilitlemişlerdi. Rahat, bir yüz zinciri vardı adamın etrafında. Gözümü ondan alıyor, diğer canlılara çeviriyordum. Yılanlara. Tıslayıp durduklarından nerede olduklarını görmek kolaydı.
Arkadaki duvarda, yere sabitlenmiş sayamadığım kadar çok kafes vardı.
Tek tek incelemiştim tüm pis yaratıkları. İçlerinden birine takılmıştı gözlerim. Kapının ağzında şokla kalakalmıştım. Nerede olsa tanırdım ben onu... Bu oydu... Sülalesi ile gelmişti bu sefer şerefsiz. Koca engerek. Poyraz ile yaptığımız pikniğin içine eden hayvan ve onun hayvan oğlu hayvan ailesi. İşte şimdi ayvayı yemiştim.
Bir sürü büyük yılan. Bir sürü iğrenç yaratık. Hani benim Allah'tan başka kimseden korkum yoktu ya, vazgeçmiştim. Allah'ım, al beni yanına, kurban olduğum.
Arkamdaki sürü, beni umursamadan yanımdan çekip geçerek odaya, tek tek yığılmışlardı.
"Oyunumu iyi dinleyin, gençler. Yüzbaşının etrafında tamı tamına yüz iki zincir var, zincirler onu sandalyeye sabitliyor. Yüz iki zincirin hepsi hemen sandalyenin altında duran anahtar ile açılıyor. Ancak hepsini tek tek açmanız lazım. Bu da sizin için uzunca bir süreye tekabül ediyor demektir." Dış ses konuştukça ben, yüzbaşı ve sandalyesini inceleme altına almıştım.
"Aranızdan biri, ilk zincirin kilitine anahtarı geçirdiği an, elli adet yılanımı serbest bırakacağım." Yılanlara bakmaya cesaret edemiyordum. Sesleri giderek artıyordu. İntikam istiyorlardı. Adım kadar emindim.
"Olay basit: Biriniz kilitleri çözerken diğerleriniz yılanlar ile oyun oynayacaksınız. Hep dediğim gibi, yanınızdaki silahları kullanırsanız, boom olursunuz. Onun yerine, sağ duvarın önüne koyduğum mızrakları alacaksınız."
İşte şimdi orta çağa giriş yapmıştık. Arem ve Yavuz komutan, dış ses sustuktan sonra, gayet rahat bir şekilde mızraklara doğru gidip; beğendiklerini ellerine almışlardı. Her ikisinin de suratının aldığı şekli görünce durumu kavramıştım. Kendi çağlarından kalma bir şeyi görmenin mutluluğuydu onlarınki, emindim.
Yönümü Hazar'a çevirmiştim. Acaba ne alemdeydi? Gözlerini yılanlara dikerek, kelime-i şehadet getirdiği alen beyan ortadaydı. Gözlerinden bunu anlamak çok kolaydı.
Arem elinde mızrak bana doğru geldiğinde kafamı dikleştirip soğukça bakmıştım ona.
"Tanrıça, anahtarı al ve başla, sakın korkma, yılanları sizden uzak tutacağız." Arem'in sözleri üzerine biraz olsun rahatladığımı hissetmiştim. İlk kilide anahtarı yerleştirdiğim an, oyun başlayacaktı. Kendimi hazır hissedince başlamak istiyordum.
Mert'in önünden geçerek, sandalyeye bağlı askerin yanına gidecektim ki Mert yanağımdan makas almıştı. Çocuk muamelesi görmekten nefret ettiğim için gözlerini öfkeyle bakmıştım. Masum masum gülümsediğinde oflayıp geçmiştim yanından. Tutsak askerin yanında kendimi bulduğumda ona tebessüm etmiştim. Tebessümüme sadece baş selamı vermiştim. Türk askeri asla laubali değildir. Dâimâ ciddir. Alışık olduğum tutumlar olduğundan yadırgamamıştım.
Yerde diz çökmüştüm. Sandalyenin altında duran anahtarı elime almıştım. İlk anahtar açılırsa oyun başlar Hera...
Derin derin nefes al Hera... Ve unutma Hera... Sen Hera'sın! Ama sen aynı zamanda Türkeş'sin... Türkeş'i çağır Hera... Cesaret için ona ihtiyacımız var. Düşüncelerim zihnimde cirit atarken, ilk kilide anahtarı yerleştirmiş, çevirmiş ve onu açmıştım. Bir ses gelmişti eş zamanlı olarak. Açılan kafeslerin sesiydi. Tıslamalar başlamıştı bile. Herkes işinin başındaydı, tabii bende.
İlk zincir açılmıştı ve artık yerdeydi. İkinci zincir açılmıştı ve artık yerdeydi. Üçüncü zincir açılmıştı ve Hazar'dan gelen ağır bir küfür. "Ulan şerefsiz, eğer seni yakalayıp gebertmezsem bana da Hazar demesinler." Dış ses ile alacak verecek durumları vardı sanırım.
Zaman su gibi akarken elimde bir hayli hızlı gidiyordu. 21. Zincir açılmıştı ve artık yerdeydi. 22. zincir açılmıştı ve artık yerdeydi... Sonra...Çok sonra...
38. zincir açılmıştı ve artık kilit yerdeydi... Biraz daha zaman. Biraz daha ve çokça zaman sonra...
44. zincir açılmıştı ve Hazar'dan bir yakarış daha gelmişti. "Kabul lan, korkuyorum. Alın şunu gözümün önünden." Bir veliahtın an itibariyle onuru yerle bir olmuştu. Oh olsundu.
Ama şöyle ama böyle, 100 ve 101 numaralı kilitlerde açılmıştı. Etrafta iğrenç bir koku vardı. Ölen yılanların delinmiş vücutlarından çıktığına emindim bu kokunun. Arem ve diğerleri etrafımızda halka şeklinde oldukları için görüş açıma herhangi bir yılan girmemişti. Bazen çok kızıyordum kendime. Devamlı olarak büyük konuşmamın sebebi neydi?
O gelmişti. Derdi intikam olanın ailesi umrunda olmazdı. Sülalesinin içinden geçmişlerdi ama onun derdi hâlâ bendim. Kendisini aniden karşımda gördüğümde korkudan son kilidi açmak için gerekli olan anahtarı elimden düşürmüştüm. Korkuyordum, ama başarmam gereken bir görevim vardı. Hera Türkeş, korksa bile geri adım atmazdı. Atmayacaktı.
Etrafımızdaki halka şeklini alan adamları bir şekilde atlatmış olmalıydı. Yılanlar sinsi sinsi yaklaşır diye boşuna dememişlerdi. Benden alacağı iki intikam vardı. Birincisi, bugün burada deşilen akrabalarının intikamıydı. İkincisi ise onu yörüngeden çıkardığım günün intikamıydı.
O durdu, ben durdum. O baktı, ben baktım. Sonunda yavaş hareketlerle çömelmeye başlamıştım yere. Hareketlerimi takip eden en büyük düşmanım, gövdesinin baş kısmını havaya diktiği için benimle beraber yavaş yavaş kafasını eğip, çömeliyordu. Onunla göz temasımı kesmeden anahtarı tekrar elime almıştım. Oldukça yavaştım. Kendimi sürekli telkin ediyordum: Ani bir hareket yapma, Hera. Sakin ol, Hera.
Son kilit deliğini ise el yordamıyla bulmuştum. Göz temasını kesmemem lazımdı. Sandalyeye oturduğu konum açısından yılanı göremeyen Ali abi, neden bir noktaya kilitlenip kaldığımı merak ediyor olmalıydı. "Kızım, nereye bakıyorsun sen öyle hayalet görmüş gibi?"
"Ona!"
"O kim?"
"En büyük düşmanım." Sesim en az bir yılanın kanı kadar soğuktu.
Son kilidi de açmıştım. Neden hâlâ bir harekette bulunmamıştı? O sinsi aklından ne geçiriyorsun, sen öyle şerefsiz. Ali abi, tüm kilitlerin açılması üzerine, yerinden kalkmıştı. Ben ise düşmanımla bakışıyordum. "Tamamdır, tüm yılanlar hakın rahmetine kavuştu," demişti kalkan ekibinden biri. Yanılıyordu. O hâlâ buradaydı ve hedefi bendim.
Geliyordu...
İşte başlamıştık. Atağa geçmişti şerefsiz. Üzerime doğru hızla geliyordu. O ne hız öyle lan! Vay anam! Vay! Bu uçmayı öğrenmişti.
Gelmişti sabahtan beri beklediğim an. Tam kafasını intikamını almak için etime saplayacaktı ki, yine ve yeniden tutmuştum onu. Anam, tarih tekerrür ediyordu, imdat. Çok ciddiyim, bu hayata eziyet çekmeye gelmiştim. Bir insanda hiç mi şans olmaz?
Düşmanım, iki elim arasından kafasını çıkarmak için kuyruğu ile vücudumun ırzına geçmişti. Aklıma bir şey gelmişti. Hazır elimde yılan varken Zaza ve Erdem'i soktursam mı? Ya da boş vereyim, o ikisine benim soktuklarım yeter de artardı bile.
"Lan nasıl tutun onu sen öyle?" Tarih tekerrür etmeye devam ediyordu. Sorular bile aynıydı.
"Elimle."
Yine bir mal ve yine ben. Yönler ve Poyraz nedense iyi anlaşırmış gibime geliyordu.
"Tanrıça, o elindekinin farkındasın değil mi güzelim?" Arem'in endişeli sesini duyduğum hâlde gözlerimi yılancığımdan ayırmamıştım.
"Tabii ki farkındayım, en büyük düşmanım o benim."
"En büyük düşmanın ben değil miydim?"
Erdem'in sesi hayal kırıklığı barındırıyordu.
"Hayır puşt, sen sadece düşmanımsın. Hem, adının yanına 'büyük' kelimesini yakıştırmayacak kadar küçüksün gözümde."
Ortam gazcıları Batı ve Doğu, durur mu hiç? Başladılar ooo'lamaya.
Gözüm bir ara etrafıma kayıyor ve Mert'e duruyordu. Bir ara şunun telefonunu yok etmek farz olmuştu. Adam nefes alsam kaydediyordu, yeti da!
"Güzelim, yemin ederim üstüne tanımıyorum senin. Bir insanın her hareketi kayda değer olur mu? Oluyormuş." Alay ediyordu bir de terbiyesiz. Açıklaması yaptığından bile kötü olan Mert'ten sonra konuşma sırası Hazar'a gelmiş olacak ki ağzını açmıştı.
"Bücür, hani sen yılanlardan korkuyordun." Kaşlarım çatılmıştı.
"Hâlâ korkuyorum, niye ki?" Sorduğu soru mantık dışıydı. Bir kere konumuzla ne alakası vardı?
"Hiç öylesine sordum, bir şeyden değil."
Bu da bir değişikti ha!
"Tanrıça, hadi bırak onu. Bir şey olacak şimdi." En büyük değişik konuşmuştu. Yılanı bırakmamı istiyordu. Bırakırsam içimden geçeceğini bilmiyordu.
"Arem, bu onunla benim meselem. Hayat ikimizi bir kez daha karşı karşıya getirdi. Ben onu ikinci kez alt edip kimin daha güçlü olduğunu ispatlayacağım." Siyah yılanın ağzını elimle sıkı sıkıya kapatmıştım. Kırmızı gözleri üzerimde geziniyordu. Göz göze geldiğimizde kuyruğu suratıma çarpmıştı.
Bana tokat atmıştı...
Yüzüm kuyruğunun etkisiyle yana yatmıştı. Osmanlı tokadı atmıştı şerefsiz. Yanağım zonkluyordu. Tokadı yememle içeriden gülme sesleri gelince kafamı ölü yılanların arsında, beni izleyen erkeklere çevirmiştim. Kiminle göz göze geldiysem susmuştu. Artık nasıl baktıysam...Gözlerim tekrar baş düşmanıma döndüğünde ona nefretle bakmıştım.
İşte şimdi Mars, yeni bir roket kazanmıştı.
"Arem kardeşim, bu kızdan emin misin? Yılanla güç yarışına girmiş resmen. Deli lan bu." Evren'in bana karşı olan hakareti bile umrumda değildi. Derdim sadece yılanın kendisiyle idi.
"Bak işte bundan hiç şüphem yok benim." Arem'in ona karşı çıkmak yerine onay vermesi bile umrumda olmamalıydı.
"Eee, çirkin cadı, nasıl kurtulmayı planlıyorsun yılandan merakla bekliyorum." Erdem'in ukala sesi öfkeme öfkeme katmıştı.
"Yılanı sana sokarak kurtulmayı planlıyorum puştcuğum, uyar mı sana?" Adeta tıslamıştım. Tısladığımı fark eden yılancık, tuhaf bakışlar atar olmuştu gözlerime. Ne o? Zoruna mı gitti?
"İyi, tamam be, bir şey demedim say. Saldırma hemen."
Aferin, böyle adam ol işte.
"Şimdi hepiniz dışarı çıkın! O ve ben, bu işin sonunun nasıl geleceğini çok iyi biliyoruz." Gözüm yılancığımdan bir an olsun ayrılmasa da sözlerim içerideki diğer herkese duyurmak için çıkmıştı ağzımdan. Hareketlenen kimsenin varlığını hissetmeyince gözlerimi yılancığımdan ayırmak zorunda kalmıştım. Herkes birbirine bakmış, tekrar önüne dönmüştü. Kimse beni takmıyordu burada. Alo! Hera konuşuyor. HERA'YI TAKMAMAK SUÇ OLMALI. Hepiniz müebbet yemelisiniz. Hem de ağırlaştırılmış.
"Lan, çıkın dışarı, yoksa salarım yılanı üstünüze." Koca odada sadece tehditimi gerçekleştireceğime inananlar kapıdan tek tek çıkıp gitmişti. Şöyle etrafıma bakmıştım. Kaç kişi yaparım dediğimi yapacağımı bildiği için gitmiş olabilirdi diye. Hepsi...Hepsi gitmişti...
"Kapıyı açık bırakın. " Diye bağırmıştım arkalarından. İşim bitince son sürat kaçmam gerekiyordu.
Onlar gittikten sonra gözüm düşmanımın ailesine kaymıştı. Seni öldürtmeme nedenim de işte tam olarak buydu, yılancık. Ölmeni değil, ailenin hepsinin ölmesine rağmen yaşıyor olmanı ve yaşarken ölmeni tercih etmiştim. Bu kadar kindar ve intikamcı olduğum için pişman mıydım? Ah, hiç sanmıyordum. Yaşasın kötülük. Yaşasın yılan düşmanlığı.
Artık beklenen anın içinde yer edinmiştik. O zaman meşhur sözümüzü tekrar edelim mi? Ha! Ne dersin yılancık. Dünya döndü, ben döndüm. Ben döndüm, yılan döndü. Sonra bir fırlattım ki, sormasınlar. Duvar olmasa, yörüngeden ikinci kez çıkacaktı. Sonrası mı? Sonrası, tak dedim, topukladım. Kapının ağzında beni izleyen ordunun arasından, onları itip çıkmıştım. Çıktığım gibi kapıyı kapatmayı da ihmal etmemiştim.
"Yılanın ağzına sıçtı kız."
"Yılan dünyaya geldiğine geleceğine pişman oldu resmen."
"Düşünsenize yılansınız ve karşınızdaki kişi Hera. Eline düşeceğime kendi kendimi sokarım daha iyi."
"Duvarda fotokopisini çıkardı hayvanın."
Veliahtlar ve askerler beni hiç takmadan kendi arasında konuşuyorlardı. Koşarak kapıdan çıktığım için duvar dibinde nefeslenen bedenimin karşısında Arem durmuştu. Baş veliahta karşı olan öfkemden zerre azalma yoktu. Onu hiç takmadan yanından geçmek istediğimde, elini duvara koyarak sol tarafımın çıkışını engellemişti. Aynı şekilde sağ taraftan geçmeye çalıştığımda yine aynı hareketi yaparak yollarımı, kollarıyla kapatmıştı. Duvarla onun arasında kalınca, gözlerim orman gözleri bulmuştu.
"Çekil!" Öfkeli sesim onu sadece güldürmüştü.
"Bazen neyi düşünüyorum biliyor musun tanrıça?" Neyi düşündüğünü bilmiyordum. Tıpkı yüzünün neden yüzüme bu kadar yakın olduğunu bilmediğim gibi.
"Müneccim miyim ben? Nerden bileceğim neyi düşündüğünü?" Hâlâ öfke kusuyordum. O ise giderek bana yaklaşıyordu.
"Sanki kaderimin en tuhaf oyunu sensin tanrıça." Kısa süreliğine susmuştu. O sustukça benim kalbim konuşur olmuştu. "Tuhaf olan her şey çok zekicedir tanrıça..." Gözleri gözlerimde ne arıyordu? Kalbim göğüs kafesimi döverken, ses tonunun derin denizlerden geldiğine inandığım adam tekrar konuşmuştu.
"Sen gördüğüm en tuhaf kişisin."
Dolaylı yoldan bana, gördüğü en zeki kişi olduğumu söylemişti. Asıl tuhaf olan oydu. İltifat etme şekli bile tuhaflığını temsil ediyordu.
"Çok fazla oyalanıyorsunuz. Oysa Yüzbaşı Mehmet Ali Engin'in başı fena hâlde dertte." Dış sesin gıcık robotik sesi beni kendime getirmişti. Arem'in kollarıyla ördüğü duvarın altından geçerek, bakışlarının deliciliğinden kurtulmuştum. Kurtardığımız asker, Arem beni duvarla arasına aldığında gitmiş olmalıydı. Askerler ve veliahtlar bir üst kata çıkmak için merdivenlere doğru ilerlemeye başladığında, ben de onları takip ederek veliahtı arkamda bırakmıştım.
Sol kanattaki beşinci ve son kata gelmiştik. Bu kat, kurtarılması gereken son askeri bünyesinde barındırıyordu.
Doğru kapının önünde durduğumuzda Yönlerden biri, hiç beklemeden kapıyı açıp içeri girmişti. Tabii, onun ardından da biz tek tek içeri girmiştik. Artık üzerimdeki ölüm korkusunu atmış gibi hissediyordum. Yılanlardan sonra çokta büyük bir şey olmasa gerekti içerideki tuzak.
İçeri girdiğimizde yüzbaşını ayakta dikilirken görmüştük. Herhangi bir tehlike durumu yoktu. Bağlanma yok. Zincir yok. Bomba yok. Kafes yok. Su yok. Testere yok. Eee, ne diye geldik şimdi?
Herkes bir şeylerin ters gittiğinin en az benim kadar farkındaydı. Ne oluyoruz lan demeye kalmadan, açık bıraktığımız kapı birden bire gürültüyle kapanmıştı. Kapının yanında duran askerlerden biri kapıyı açmaya çalışsa da nafileydi. Kapı kilitlenmişti bile.
Bir şey olacaktı. Çok başka bir şey olacaktı. Bu düşünce içerisinde kendimi yiyip bitirirken bir ses duymuştum. Daha doğrusu duymuştuk. Önümüzdeki duvar, ayrılarak açılmaya başlamıştı. Bu sahneyi ben bir yerden hatırlıyordum da neyse... Babama durup dururken laf atmayacaktım.
Duvar görevi gören kapının içinden ne çıkacak diye ben de herkes gibi gözümü oraya dikmiş bekliyordum. Bir hırlama sesi duymuştuk önce, sonra ise...
"Aslan mı lan o?"
Demişti, yönlerden biri.
"Hayır ikizim, iki tane dev gibi Kaplan."
Demişti, yönlerden diğeri.
"He iyi o zaman, sıkıntı yok." Diye karşılık veren yön'e,
"Gerçekten mi yön? Sıkıntı yok mu sence? Salak bu çocuk, yemin ederim ya."
Diyerek çıkışmıştım ben de...
(🎭) |
0% |