@mavimsu_
|
Hayatınız boyunca hep sevgiyle kalın, saygıyla kalın, aşkla kalın ve de kitabımı okumaya devam ederek kalın
Keyifli okumalar dilerim.
(🎭)
Bölüm Sözü
Gün doğdu, siperlere dayandık.
Gün karardı, bir savaş başlattık.
Gün bitti, savaşı kazandık.
Yarın oldu, uyandık... H.G.
(🎭)
Gülüyordum. Evet, gülüyordum. Hem de öyle böyle değil. O kadar çok gülmüştüm ki artık kendimi durduramıyordum. Görevimiz bitmişti. Veliahtların İtalya'da ki evlerine tekrar gelmiştik. Koca evde ben ve yedi adam dışında kimse yoktu. Arem evin çalışanlarını göndermişti. Dışarıda olan korumaları saymazsak, toplam sekiz kişiydik. Ve ben bu yedi adamdan hangisini görsem kahkaha atıyordum. Tıpkı şu an olduğu gibi.
Erdem hakkında öğrendiğim sır üzerine kısa süreli şok yaşamıştım. Fakat sonra bunun bir sır olmadığını aksine tüm veliahtların bundan haberdar olduğunu öğrenmiştim. Dış sesin de söylediği gibi o odada, o sırrı öğrendikten sonra şaşıran tek kişi ben olmuştum. Veliahtların birbirinden bir şey gizleyemiyor oluşu kulağa o kadar komik geliyordu ki uzun süredir gülüyordum.
"Tahmini ne zaman biter gülmesi acaba?" Gülüşüm en çok Erdem'i rahatsız ediyordu. Zaten ben de en çok ona bakınca gülüyordum.
"Bir insan çok güldü diye onun için endişeleneceğimi hiç düşünmezdim." Mert'in sözlerine hak veriyordum. Çok değil, yarım saat önce, gülüşlerime mani olamadığım için beni doktora götürecekti de zor kurtulmuştum elinden. Kurtulur kurtulmaz yine kahkaha attığım ise ayrı konu olsa da, doğrudur.
"Hayatım boyunca kendimi hiç bu kadar aşağılanmış hissetmemiştim. Resmen kız bana bakıp her güldüğünde, psikolojik olarak çöküş yaşıyorum." Hazar'dan bilmem kaçıncı kez yapmış olduğu, 'bu kız benim sinirlerimi bozuyor' adlı söyleşisini yeniden duymuş olmuştuk. Bu beni yine güldürmüştü.
"Gülmek ona çok yakışıyor."Arem'in neden sabahtan beri gülüyor olmama ses etmediğini şimdi anlamıştım. Kendisi gülüşlerimin hastası olmuştu. Tuttu mu beni yine bir kahkaha tufanı? Tuttu tuttu.
"Abi, tamam gülsün de, bu kadarı onun için normal değil. Sadece gülüyor." Batı ve Doğu, benim için en az Mert kadar endişeleniyordu. Hatta Batı, eve geldiğimizde belki sinirlerimi yatıştırır diye bana özel bitki çayı yapmıştı. Zaten ne olduysa, ben o çayı içtikten sonra olmuştu. Gülmemi durduramıyordum. Çay sinirlerimi yatıştırdı mı? Bilinmez ama, mükemmel bir tada sahip olduğu rahatlıkla söylenebilecek türdendi. Bir ara tarifini alırdım artık. Şimdi meşguldüm. Daha durdurmam gereken bir gülüş vardı.
"Kızın yaşadıkları normal mi? Ki bu hâline laf ediyorsunuz." Mert'i bazen çok istesem de anlamıyordum. Çoğunlukla amacı beni korumak oluyordu. Bazen bu amaç uğruna lafı bana çakıyordu. Bunun farkında bile olmuyordu. Şimdi olduğu gibi. 'Kızın bu hâline laf ediyorsunuz' cümlesine, ne varmış lan benim hâlimde demek istesem de diyememiştim. Ah, sanırım yine gülesim gelmişti.
Güldükçe gülüyordum. Kendimi kesinlikle tutamıyordum. Psikolojim mi bozulmuştu? Yoksa sinirlerim mi alt üst olmuştu? Ben de bir haberdim durumdan. Sadece gülüyordum. Hiç gülmediğim kadar hem de.
"Yeter artık. Bir susun ya! Belki duracak gülmem. Siz konuştukça gülesim geliyor. Yemin ederim çatlayacağım artık." Haklı bir isyandı benimkisi. Hoş, ben zaten hep haklıyımdır.
"Sussarsak gülmeyi kesecek misin?"
"Diğerlerini bilemem ama yaradan bana ömür verdiği sürece, seni gördükçe güleceğim puşt." Eli ile burun kemerini sıkıp başını iki yana sallamıştı. Gerçekler acı geldiyse demek ki.
"Ulan siz veliahtlar var ya siz!" Elimle oturduğum tekli koltuğun karşısında olan, koltuklara yayılmış yedi adamı tek tek işaret etmiştim. Bunu yaparken gülmesem de sırıtmaya devam ediyordum. Akmasa da damlıyor gibi olmuştu hâlim.
"Biz var ya biz, ne Hera'cım."
"Çok şerefsizsiniz be Batı'cığım." Ardından yine bir kahkaha çıkı vermişti dudaklarımdan.
"Bir insanın içmeden kafası güzel olabilir mi ya?" İçmeme gerek yok ki Evren Korkmaz. Sizi görüp de kafası güzel olmayan mı var?
Evren susar susmaz tüm veliahtlar ona bakmıştı. Evren'in sesi hepsini beyninde aynı şimşekleri çaktırmış olmalıydı. Aydınlanmışa benziyorlardı. Veliahtların altısı nedenini anlamadığım bir şekilde içlerinden birine bakmaya başlamıştı. Batı'ya. Birbirlerini o kadar iyi tanıyorlardı ki hepsi senkronize şekilde hareket ediyordu. Bakışarak anlaşmak böyle olmalıydı.
Hissediyordum. Geliyordu gelmekte olan.
"Ne koydun lan o çayın içine?" İlk tepki Mert'en gelmişti. Batı'nın gerildiğine şahitlik etmiştim. Bu komik bir olay değildi. Fakat komik olmayan bir olay beni ne diye böylesine güldürmüştü? Akıl alır gibi değildi.
"Şöyle yaptım Mert'cim. Böğürtlen yapraklarını havanda dövdüm iyice. Çıkan potanın 4'te biri kadar sirke, 4'te biri kadar zeytin yağı koydum. Küçük bir kapta kaynattım bunları. Kaynattığım suyun içine üç tatlı kaşığı absint koydum. Yeşil peride diyorlar buna." Batı'ya kaş çatarak bakmıştım. Çayın tarifinin böylesine meşakatli olduğunu bilmiyordum. Ben üşengeç biriydim. Uğraşamazdım. "Hafif sulu kalınca ocaktan alıp soğumaya bıraktım. Ocb'lerin üzerine cigaralık gibi line yapıp kurumasını bekledim. Sonra yakacak kadar tütün ekleyip bunu kuruyan püre ile tütsüledim. Kurumuş ve tütsülenmiş, görünüş olarak yaprak şeklini alan karışımı tekrar kaynattım. Kaynadıktan sonra süzdüm. Bardağa koyup Hera'cığıma verdim. O da tek dikişte bitirdi sağ olsun. Sevdiyse demek ki."
Herkes gibi ben de ağzım beş karış açılmış bir şekilde Batı'yı dinlemiştim.
Az önce ne anlatmıştı ya?
"Allah seni kahretmesin Batı. Kıza bitki çayı diye ev yapımı içki vermiş," demişti, korkusuz korkak Evren Korkmaz.
"Ben Doğu'ya da yaptım kaç kere bu karışımı. Ona niye bir şey olmadı?" Hâlâ kendini savunuyordu yönü şaşacısa yön.
"Olmadığını kim söyledi lan? Her içtiğimde sen de benimle beraber içtiğin için hatırlamaman normal. Neticede bünyen sarhoş olduğu anı kafasından silmeye programlı." Gözlerim beynimin algıladığı kadarıyla sonuna kadar açılmıştı.
"Sarhoş mu oldum ben şimdi?" Sorumu neden Arem'in gözlerinin içine bakıp sormuştum ki? Sanırım sarhoş olduğumu öğrendiği an oturduğu yerden kalkıp önümde dikilmeye başladığı için olabilirdi.
"Maalesef öyle görünüyor tanrıça."
Arem'in sesini duyunca tebessüm etmiştim.
"O zaman yaşasın veliaht."
"Ne yaşasın tanrıça?"
Kaşları çatılmıştı. Beni anlamak istiyordu. Kafasını yana doğru yatırmış ve gözlerime derin derin bakıyordu.
"Sarhoşluğum yaşasın."
"Neden?" Sesinde merak vardı.
"Ben sarhoş olunca çok gülerim veliaht. Ayık kafam buna izin vermez ama sarhoş kafam izin verir. Ben gülmeyi çok severim." Bunları söylerken bile gülüşüm yüzümden hiç eksik olmamıştı. Bunu engellemem mümkün değildi. Sarhoş bir insan olduğum için değil, gülmeyi özlediğim için gülüşlerime mâni olamamıştım. Olmakta istememiştim.
Arem, derince yutkunmuştu. Gözlerinde sarf ettiğim her kelimenin acısı vardı. Acı görünen bir şey değildi, ama ben görüyordum. Peki, Arem'in acısını nasıl bu kadar iyi görmüştüm? Onun canı yanmıştı. Onun canı benim için yanmıştı. Ben ise onun can acısını görmek istemiyordum. Çünkü görürsem, benim canım daha çok yanardı.
Diğerlerine bakmak istemiştim. Onların gözlerinde gördüklerimin beni şaşırtacağını hatta acıtacağını tahmin edememiştim. Hera Türkeş'i artık iyi tanıyorlardı. Onun hissettiğini, hissettikleri ile gördüğünü, dışardan bir robot gibi duran onların, duygularını çözebildiğimi artık çok iyi biliyorlardı. Hissetmek benim onlara karşı en büyük silahımdı. Aynı şekilde benim tarafımdan ifşalanmak da onların bana karşı olan en büyük savunmasızlığıydı.
İkizlere bakmıştım önce. İçlerinde en duygusal olan iki adamdı bunlar. İkizlerin biri diğerinin tam tersidir derler ya hani, bu söz onlar için geçerli değildi. Şimdi kalksam yerimden, gidip sarılsam o ikisine oturup ağlarlardı benim için. Bu iki sulu göze bakmak beni yoruyordu. Tam kalbimden yoruyordu hem de.
Gözlerimin bir sonraki durağı korkusuz korkak bir adam olmuştu. Evren Korkmaz. Anlayış vardı. Ben umursamazlık ve alay görürüm sanmış olsam da, gözleri beni anlıyormuş gibi bakıyordu. Empati yapıyor olmalıydı. Yoksa bana karşı bir merhameti olduğunu sanmıyordum. Ya da vardı, ama ben sanmıyordum.
Hazar Orhon ne alemdeydi acaba? En iyisi mi ona bakmaktı diye düşünmüştüm. Bakalım senin gözlerinde ne var dövmeli veliaht. Gözlerim onda durduğunda vücudum bir şok dalgasının kurbanı olmuştu. Yok artık. Hazar Orhon'un gözlerinde saf merhamet vardı. Hani şu en başından beri bana karşı olan nötrüllüğünü de kinini de asla gizlemekten çekinmeyen o veliaht, şimdi karşımda yine bir duyguyu dolu dolu yaşıyordu. Hem de bana karşı. Bunu o adamdan gerçekten beklemezdim.
Şok olma turumuzda sırada beni ağabeyim olma yolunda ilerleyen o adam karşılamıştı. Mert Aksel. Bir sulu gözde burada varmış meğerse. Gözlerinde iki şey vardı. Birinci duygu ondan beklediğim türdendi: Üzüntü. Benim için üzülüyordu. İkinci duygu suçluluktu. Bunu göz göze geldiğimizde gözlerini kaçırması, benim dışımda her yere bakmasından anlamıştım. Bu yedi adamın yedisi de her ne olursa olsun göz temasını kesmezlerdi. Sen ne yaptın da göz temasımıza dayanamayacak bir hâle geldin Mert. O göz temasını kesince ben de ona bakmayı kesmiştim.
Yolculuğumuzun son durağına gelmiştim. Durak ismi Puştlar Vadisi'ydi.
Can acısı, kalp ağrısı, üzüntü, keder, pişmanlık ne ararsam vardı Erdem'in gözlerinde. Meğer ne çok şey hissediyormuş bana karşı. Hoş, artık hissettikleri bana karşı mı acaba? Diye kafayı yiyeceğim üç veliaht'tan biri de oydu. İlk ikisi Arem ve Mert'i. Bu kervana yeni katılan üye, Erdem Eraslan'dı. Neticede artık onun içinde bana karşı mı? Yoksa, ben de gördüğüne karşı mı? Bu tavırları diye, kendimi yiyip bitireceğim sebebim vardı artık.
Bakışma turum bittiğinde ansızın sarılasım gelmişti. Kafam güzel belki ondan olabilirdi. Tüm o gözlerde gördüklerimden sonra Arem'e sarılasım gelmişti. Onun ilgisi yalan olabilirdi. Sevgisi bende gördüğüne ait olabilirdi ama sarılışı, öpüşü iyileştiriyordu. İyileşmek istiyordum. Arem bana sarılsın ve tüm derdim tasam bitsin istiyordum. Çok mu şey istiyordum?
Hep güçlü olamazdınız. Hep dimdik ayakta duramazdınız. Bazen düşerdiniz. Bazen de düştüğünüz yeri mesken bellerdiniz. Orada dinlenir, ayağa öyle kalkardınız. Ben Arem'e düşmüştüm. Onda dinlenmem ve ayağa daha güçlü bir şekilde kalkmam lazımdı.
Hâlâ karşımda ne yapacağını, ne yapması gerektiğini bilemeyen bir adam vardı. Öylece duruyordu karşımda. Öylece ve can acısı ile.
"Arem..."
"Söyle tanrıça." Kedi gibi çıkan sesim tebessüm etmesine neden olmuştu. Oturduğum tekli koltuktan kalkmadan, ellerimi ona doğru uzatmıştım. Havada asılı duran ellerimi sımsıkı tuttuğunda tekrar gülümsemiştim.
"Beni kucağına alır mısın?"
Sesim bu kez kediden ziyâde küçük çocukmuş gibi çıkıp gitmişti dudaklarımdan. Önce şaşıran veliaht, kısa süre içinde kendini toparlamıştı. Avuçları arasında duran ellerimi kendine doğru çektiğinde artık ayağıya kalkmak zorunda kalmıştım. Kafam hızlı kaldırışım yüzünden dönünce, yer ayaklarımın altından kayıp gitmişti. Bedenim anlık olarak yere doğru düşecekken veliaht, kollarını belime sarıp beni kendine çekmişti. Başım göğsünde yer edindiğinde kendimi evimde sanmıştım. Sadece sanmış olarak kalmalıydım. Burası benim evim değildi.
Arem, ses etmeden beni kucağına almıştı. Bir eli diz altımdan geçmiş, diğer eli sırtımı desteklemişti. Kucağına beni tam olarak aldığında kollarımı boynuna dolamıştım.
Başımı veliahtın omzunun gerisinden içeridekilere çevirdiğimde tebessüm etmiştim. Bize bakmamaya özen gösteriyorlardı.
"Ve siz beyler. Sizin için iyi geceler dilemeyeceğim. Çünkü siz benim size karşı olan her türlü iyi niyetimi kesin suistimal edersiniz." Sesimle beraber hepsinin yüzü bana doğru dönmüştü.
"Niye böyle dedin şimdi durup dururken, güzelim?" Mert toparlanmış olmalıydı.
"Şerefsizsiniz çünkü." Ben de toparlanmış olmalıydım. Veliahtımın gülüşünü duymuştum. Kardeşlerine laf sokmam hoşuna gidiyordu.
"Ben ikna oldum şahsen."
"Mükemmel ikna kabiliyeti var, bücürün, ondadır kardeşim." Hazar, Mert'e imâ ile göz kırptığında onu incelemiştim. Beynim arka planda yine çok hızlı çalışmaya başlamıştı. Hazar'ın imâsı aslında o fabrikada ağızlarından laf almayı başardığım ana yönelikti. Henüz sindirememiş olmalıydı.
"Hatırlattığın iyi oldu, dövmeli. Benim bir bilgisayar mevzusu vardı. En kısa zamanda iadesini talep ediyorum." Yiğit'e ait bilgisayarı geri istiyordum.
"Reddedildi." Hep bir ağızdan reddetmeleri çok ikonik olmuştu.
"Talebim gerçekleşmezse başınıza bela olurum. Her birinize ayrı ayrı kin güderim, hayatı size zindan ederim. Şimdi tekrar soruyorum. İsteğim kabul edildi mi?" Önce birbirlerine bakmışlardı. Durum değerlendirmesi yapıyorlardı anlaşılan.
"Kabul edildi." Hep bir ağızdan konuşmuş olmaları, asıl ikon olanın ben olduğum anlamına geliyordu.
Her şeye rağmen yine de Yiğit ve Ali'ye ait bilgisayarları olduğu gibi bana vermeyeceklerini biliyordum.
"Merak etmiyor musun hiç? Çirkin cadı. O bilgisayarın biz de ne işi olduğunu?" Erdem Eraslan. Namı değer puşt. Kendisi çok sinsi bir karakterdi. Belki de kurnaz, demeliydim onun için. Anlaşılan oydu ki yine kurnaz olan tarafı gün yüzüne çıkmıştı.
"Size güvenmeyi seçmiş olmam, size güvendiğim anlamına gelmez, Erdem. Yani hayır, merak etmiyorum çünkü gerçekler eninde sonunda ortaya çıkar."
Sarhoş olduğum için kelimeleri toparlamakta zorlanıyordum. Yavaş yavaş konuşmaya özen gösteriyordum. Arem'in kucağında olduğumdan veliahtın bedenin saniye saniye kasıldığını hissedebiliyordum.
"Ben de bunu anlamıyorum işte. Neden güvenmeyi seçtin?"
"Kes sesini Eraslan! Bir kez daha sana karşı gözüm dönsün istemiyorum. Beni bununla sınamaya kalkışma." Öfkeli sözler Arem'e aitti. Muhatabı ise Erdem'di. Puşt, yeşil gözlü veliahta cevap vermek yerine sırıtmaya başlamıştı. Yerinde iyice yayılmış, kollarını başının arkasında dolamıştı. Bunu yaparken gülüşü bir an olsun yüzünden silinmemişti.
"Tüm bu olaylardan ben yoruldum ama sen yorulmadın be kardeşim. Farkında mı değilsin? Yoksa bilmezlikten mi geliyorsun?"
"Şimdi sırası değil, Erdem. Şimdi patlamanın sırası değil. Eyvallah, çok tuttun içinde ama az daha dayan. Bir gün her şey bitecek." Hazar'ın Erdem'e yönelik sözleri olayı iyice körüklemişti. En azından benim açımdan körüklemişti.
Arem beni kucağından indirmeden yüzünü onlara doğru dönmüştü. Kaosu kaçırmak istemiyordum. Kafamı Arem'in omzundan ayırıp, Arem ile beraber veliahtlara çevirmiştim. Şu pozisyonda dururken çocuğu geçtim bebek gibi hissediyordum.
"Ne bitecek lan, ne bitecek! O da bunu istiyor zaten, kör müsün oğlum? Batı'ya o karışımı yapmasını söyleyenin o olduğuna adım kadar eminim. Çünkü görmek istiyor. Arem'in zekaya zaafı var ve Hera çok zeki. Hera'nın her şeyi öğrenirse vereceği tepkiyi görmek istiyor." Erdem konuştukça ben Arem'i incelemeye başlamıştım. Dişlerini sıkıyordu. Çenesi kasılmıştı. Alnında ince çizgiler oluşmuştu. Bakışları keskin ve sertti. Veliaht çok abartıyordu. Resmen şişkoymuşum gibi davranıyor, beni kucağında taşımakta zorlanıyordu. Erdem'in laflarına öfkelendiği falan yoktu. Yüzü beni taşımakta zorlandığından kasılmıştı. Tam tersi olsa bana ait olmaya evim, başıma yıkılırdı.
"Bunu riske atamazdı. O iksirin yan etkisi var. İçen, içtiği andan itibaren her şeyi ertesi gün unutmuş olur. Bunu bilmiyor musunuz? Hayır! Kesinlikle biliyorsunuz."
Çıldırmış gibi ayağı fırlayan Erdem'i daha önce böyle görmediğime yemin edebilirdim. Burada tam olarak ne oluyordu?
"Anlat o zaman sen de kardeşim. Bak tam karşında duruyor. Anlat ona. En başından beri senin iyiliğini düşünen bir tek bendim de! Hatta belki korkup kaçarsın diye senin üstüne bu yüzden bu kadar geldim de! Ama sen inat ettin de! Hadi durma söyle. Bak tam karşında, kollarımın arasında duruyor."
Arem'in kafasıyla Erdem'e beni göstererek söyledikleri tam olarak ne demek oluyordu? Kafam çok dağınıktı. Parçaları birleştiremiyordum. Lanet olası karışım zihnimi bulandırıyordu.
"Bu doğru mu Arem? Gerçekten sırf ne yapacağını görmek için kızı sarhoş mu ettirdin?" Ayağı kalkan bir sonraki veliaht Mert'in sözleriyle ne yapacağımı bilmesem de bir şey yapmam gerektiğini biliyordum. Kolları arasından inmek için ayaklarımı kolunun üstünden hızla çekmiştim. Ani hareketim, düşeceğimi sandığı için beni kendine yaslamasına neden olmuştu. Ben ise ayaklarım yere temas eder etmez onun kolları arasından çıkmıştım. Arkama doğru iki adım yürümüş, aramızda mesafe açmıştım. Arem bana sadece bakmıştı. Sonra tekrar veliahtlara dönmüştü.
Kırılmıştım...
Bana ait olmayan evim, başıma yıkılmıştı...
Birbirlerini çok iyi tanıyan bu adamlar gözlerinden bile cevabı algılayabiliyor olmalıydı.
"Niye kızı sürekli deney faresi gibi kullanıyorsun lan sen?" Bu tepkiyi Mert verseydi böylesine şaşırmazdım. Ancak tepkinin asıl sahibi Hazar Orhon olunca şaşırıyordu insan.
"Ona bağlanmamanız gerektiğini en başından hepinize söylemiştim. Ama görüyorum ki aldığınız eğitimler bir sikime yaramamış. Kapılıp gitmişsiniz kıza."
Yeşil gözlü veliaht... Sen ne yaptın? Sen bana ne yaptın?
Bir şey var bir şey. Ruhumun gerisinde ağlara takıldı bir şey. Gök gürledi, yağmur yağdı ve ah! Etti o şey. Acıdı.
Ulan var ya çok acıdı. Meğer tanrıçaların da canı acırmış. Hem de onlara tanrıça diye seslenen, ilk kez böyle seslenmediği zaman acırmış.
"Ölmesine izin vermeyeceğim. Duydun mu beni Kamer? Her ne olursa olsun ben bu kızın ölmesine izin vermeyeceğim." Erdem... Neden böyle yapıyorsunuz? Senin bana öfke kusman, Arem'in de bana kalkan olması gerekirdi. Şimdi niye tam tersi olmuştu her şey?
Şimdi niye böyle olmuştu?
Hoş, ne olduysa bana olmuştu.
"Onu öldüreceğimi mi düşünüyorsunuz?" Bu saatten sonra ben senin için her şeyi düşünüyorum veliaht. Onlar ölümümün senin elinden olacağını düşünmüş çok mu?
"Ölürse senin oyunların yüzünden ölecek." Demişti Hazar.
"Ölmesine izin vermeyeceğim." Diye tekrar kendini yenilemişti Erdem.
Ben ise öyle suspus kalmıştım.
Bir tanrıça gibi değil bir zavallı gibi kalmıştım.
"Peki ya o seni öldürürse?" En sakin veliaht sözü devir almıştı. Doğu ve Batı çoktan ayağı kalkmışlardı. Biri Arem'i, biri Erdem'i tutuyordu. Konuşan veliaht benim gibi olay boyunca hiç konuşmayan veliahtı. Evren Korkmaz.
"Açık konuş Evren. Ne düşünüyorsun?" Hazar haklı Evren. Ne düşünüyorsun?
"Sonumuzu düşünüyorum kardeşim. Korkarım ki nice devletlerin yapamadığını bu küçük kız yapacak. Bizi bitirecek. Oyunun ortaya çıkması demek, hamle sırasının ona geçeceği demek ve bu yürüyen zeka, bize zerre acımayacaktır." Evren'in gözleri üzerimde geziniyordu. Olduğu yerde oturmuş ve bacak bacak üstüne atmıştı. Beni gözünde çok büyütüyordu.
Tanrıça olsam belki söylediklerinde haklı olabilirdi. Onları bitirebilirdim. Lakin ben tanrıça değildim. Olsaydım çok şey değiştirdi de işte, değildim.
Değilmişim...
"Oyun benim istediğim şekilde bitsin eline silahı verip bizi bitirmesini bizzat ben söyleyeceğim ona." Demişti Arem.
"Ya bitmezse? Ya oyununu çözersem? Yarın unutacağım her şeyi belki ama ya hissedersem veliaht? O zaman ne olacak?" Uzun zaman sonra ilk kez konuşmuştum. Göz temasımızı Arem'in bana dönüp bakmasıyla yeniden sağlamıştık. Her kim olursan ol bilirsin sen beni Arem. Hislere önem verdiğimi bilirsin. Hissettiğim an biteceksin.
"Görmediğin bir şeyi hissedemezsin Türkeş." Tanrıça değil. İsmim bile değil. Soyadımla hitap etmişti bana.
Bana ait olmayan evim, yıkıldığı hâlde yıkmaya devam ediyordu.
"Ya görürsem veliaht."
"Hatırlamıyor olacaksın."
Bir an için şüpheye düşmüştü. Kafasını iki yanına doğru salladığında şüphesinin gelip geçtiğini görmüştüm.
"O zaman ben de ters giden bir şeylerin olduğunu ispatlarım kendime." Bana beni anlamaya çalışan gözlerle bakmıştı, bir kez daha.
Zihnimi bulandıran o çay... Onu içip bitirmiştim. Bardağı ise cam sephanın üstüne gelişigüzel koymuştum. Bardak hâlâ orada duruyordu. Saniyelerimi almıştı. Sadece saniyeler. Yerimden fırlamam, bardağı elime almam, bardağı yere fırlatıp kırmam, kimsenin bana hamle yapmasına fırsat tanımadan elime aldığım keskin cam parçasını boğazıma yaslamam ve bir saniye düşünmeden boğazımda derin bir acı hissetmem; sadece saniyeler sürmüştü.
Arem bana doğru atılan ilk kişiydi. Gözlerinde saf korku ve endişe vardı. Önce elimde tuttuğum cam parçasını hızla çekip almıştı elimden. Sonra boğazıma eliyle baskı yapmış, akan kanı engellemeye çalışmıştı.
Bir intihar girişimi değildi benimkisi. Bir intikam girişimiydi. Yarın hiçbir şey hatırlamıyor oluşumu bana: çok içtin diyerek, açıklayabilirlerdi. Ancak her ne anlatırlarsa anlatsınlar, Hera Türkeş boğazındaki acıyı hissettiği an gerçeklerin peşine düşecekti.
Bayılıp Arem'in kollarına düşmeden önce duyduğum son sözler Evren Korkmaz'a ait olmuştu. "Tam olarak bundan bahsediyordum işte kardeşim. Umarım merakın giderilmiştir. Yürüyen zeka'yı an itibariyle aktif hâle getirdin. Tanrı sonumuzu hayır etsin çünkü Tanrıça sonumuz olmaya geliyor..."
Oysa ben tanrıça falan değildim. Ben Türkeş'in ta kendisiydim...
*
Bakıyordum. Aynadaki yansımama bakıyordum. Öylece boğazımdaki keskin yara izine bakıyordum. Yansımamı inceliyordum. Uyanır uyanmaz banyoya koşmuştum. Kendimi hiç olmadığım kadar öfkeli hissediyordum. Hatırlamıyordum. Allah kahretsin ki ben hiçbir şey hatırlamıyordum. Hatırlamamak beni öfkelendiriyordu. Öfkeli Hera çok fazla gün yüzüne çıkmazdı. Lakin çıkarsa gün yüzünde olan herkesi karanlığa boğardı.
Aynada kendimle ilk yüzleştiğim zaman sertçe yutkunmuştum. Boğazımda sargı vardı.
Elimi yüzümü yıkayıp dolapta bulduğum ilk yardım çantası sayesinde acıyan yeri tam olarak görmek için sargı bandını kaldırmıştım. Derin yara izini görünce küfür edip, sargıyı yenilemiştim. Sormam gereken bir hesap vardı. Çırasını yakacağım yedi tane adam vardı. Eğer düşündüğüm şey olduysa bu kez gerçekten kendimi zapt edemezdim.
Kapıyı bir hışımla açıp, odanın içine öfkeyle daldım. Hiçbir şey olmamış gibi yatak başlığına sırtını yaslayan adamın yanına doğru adımladım. Bir de utanmadan yanımda uyumuştu. Uyandığımda can ağrısı bir yana dursun kollarından sıyrılacağım diye canım çıkmıştı. Dizleri üzerine koyduğu bilgisayarı geldiğimi anlayınca kapatıp komodinin üstüne bırakmıştı. Normal şartlarda ağzımı açıp gözümü yumam gerekirken üst kısmında hiçbir şey olmayan adamı görünce yutkunmuştum. Haksız rekabetten nefret ediyordum.
Beni olduğum yerde durduran şey onun üstsüz bedeni değildi. Lotus çiçeği dövmesiydi.
Kalbinin tam üstüne yapılmıştı. Kalbinin tam üstünde açmış olan o lotus çiçeği dövmesi beni olduğum yerde durdurmaya yetmişti. Orta boyutlu, detaylarıyla işlenmiş dövme, sanki gerçek bir çiçekten fırlamış gibi duruyordu. Yapraklarının nazik kıvrımları, taç yapısının zarif detayları, sanki bir sanat eseri gibiydi... Sanki Melisa Aksel gibiydi...
Gözleri bana döndüğünde konuşan ilk o olmuştu. "Yine neden bu kadar öfkelendin?" Yine derken? Sinirli biri miydim ben şimdi? Yaptığı imâ beni daha çok sinirlendirmişti.
"Senin üstünde niye bir şey yok veliaht? Ben seni bu şekilde görmek zorunda mıyım?" Sesimin, öfkemi yansıtığına emindim.
"Sıcak çünkü." Yüzüme doğru bir oflamadığı kalmıştı. Sanki sinirlendiğim konunun kayda değer bir konu olmadığını düşünüyordu. Bir çarpacaktım ağzına, Allah'ına kavuşacaktı en son.
"Öyle mi dersin?" Sırıtmıştı. Sırıtan tarafın şimdilik o olması hiçbir şeyi değiştirmezdi. Birazdan nasıl olsa sırıtan taraf ben olurdum.
"Öyle tanrıça." Bir an için kalbimin acıyla kasıldığını hissettim. Tanrıça... Normalde duymak hoşuma giderdi. Şimdi ne diye kötü hissettirmişti ki?
"Beni bilirsin veliaht. Ben her zaman kadın erkek eşitliğini savunmuşumdur." Gözlerime yine, beni anlamaya çalışır gibi bakıyordu.
"Tam olarak dediklerinden çıkarmam gereken sonucu çok merak ediyorum." Gözlerine baktığımda gerçekten meraklı bir hâl içerisine girdiğini anlayabilmiştim.
"Yani veliaht, söz konusu olan eşitlik bir tek benim için olmamalı. Bu sana haksızlık olurdu." Rahat rahat konuşmuştum. Kelimeleri tane tane söyleyip, üzerine vurgu yapmıştım. Kısa süre sonra âniden tişörtümün eteklerini tuttuğum gibi boğazıma dikkat ederek üzerimden çıkarmıştım. Ah ah zavallı babacığım sırf laf sokmak uğruna bunu yaptığımı görseydi kesin annemin yanına giderdi. Ya da o tarafa beni de gönderebilirdi.
Üstümde siyah sütyenimle tek başıma kalmıştım. Benim de kendi çapımda kaslarım vardı. Fiziğim güzeldi, bunu kimse inkar edemezdi, ben de etmezdim. Veliahtın kendisi de etmemeliydi. Arem'in tepkisini ölçmek için ona baktığımda, gözlerini üzerimden bir an olsun ayırmadığını görmüştüm. Cesaretim onu şaşırtmış olabilirdi, ama karşısında dikilişim ruhunu teslim ediyor olmasına neden olmuştu. Benimle veliaht, benimle uğraşamazsın.
"Sen, tanrıça sen!!! Çok çok güzelsin." Bana bilmediğim bir şey söyle, veliaht. Belki o zaman etkilersin beni.
"Ağzını kapa ağzını." Kahkaha atıp yataktan çıkmıştı. Kurdun yanında kuzu olmasaydık bari. Hızlı adımları tam karşımda durduğunda yüzüme düşen saç tellerimi kulağımın arkasına doğru itmişti. Bunu yaparken yüzümü okşamayı da es geçmemişti. Bir eli hızla sırtımda yer edinmişti. Bel oyuğumu okşayarak yukarı doğru çıkan eli omuz hizamda durmuştu. Kalbim hızlı hızlı atmaya başladığında içimden tonla küfür etmiştim. Temas sevmezdim. Ancak geri adım atmayı da sevmezdim. Uzaklaşan o olmalıydı. Tekmemi gelişi güzel diz kapağına geçirince geri giden istediğim üzere o olmuştu.
"Hayırdır! Bana bu kadar yaklaşma hakkını kimden aldın?" Utanmaz ırz düşmanı gülmeye devam ediyordu. Onun hakkında fark ettiğim bir şey varsa, o da ona karşı koymamdan daima zevk aldığıydı.
"Tutamadım kendimi tanrıça. Bağışla beni lütfen." Sırıtarak sarf ettiği sözleri pişman olmadığının, aksine dalga geçtiğinin göstergesiydi. Utanmaz adam bir de elini teslim olur gibi havaya kaldırmıştı. Kesinlikle dalga geçiyordu.
"Bana dokunamazsın, veliaht. Ancak ben istersem dokunabilirsin. Ben dokunulmaktan hoşlanmam." Bu adam neden sürekli öfkemi harlıyordu?
"İnan bana, bu dediğini ben ve yamultuğun diz kapağım çok iyi anladık, güzelim." Çok mu hızlı vurmuştum acaba? Eğer öyleyse bir daha ki ne iki katı hızlı vururdum. Üçüncüsünün olması imkansız olurdu şayet artık bir bacağı olmazdı. Oldukça mantıklıydı aslında.
"Nerde kalmıştık en son." Konuyu değiştirmek için çaba gösteriyordum.
"Kadın ve erkek eşitliği diyorduk, tanrıça." Kısa süre durmuştu. Gözleri karın bölgemde gezdiğinde derin nefes alıp vermiştim. "Bu arada karın kasların güzelmiş." Hâlâ utanmadan beni baştan aşağı süzen adamın konuyu değiştirme çabalarıma kesinlikle katkısı olmuyordu.
"Güzel olan sadece kaslarım mı, veliaht?" Madem sabrımı sınıyordu, o zaman sabrını sınama vakti bana geçmiş demektir.
Gözleri, sesimi duyar duymaz anında gözlerime dönmüştü.
"Ne yapmaya çalıştığını görebiliyorum, tanrıça. Yapma." Onu kışkırtmak istiyordum. Kışkırsın ve ne kadar isterse istesin bana dokunamasın istiyordum. Durumu hızla çakması haksızlıktı.
"Ama niye böyle dedin ki şimdi? Senin üstünde hiçbir şey yok. Benim ise sütyenim var. Ne yapalım biliyor musun? Nasıl ki sen böyle rahat rahat gezebiliyorsan, ben de öyle gezebilmeliyim. Sence de kadın ve erkek bu sayede daha çok eşit olmaz mı?" Gözlerini kısarak gözlerime daha detaylıca bakmıştı. Kısa bir müddet sadece izlemişti. Mimik oynatmadan onu izlemiştim.
"Evet dersem yaparsın ve ben sadece bakmakla kalırım değil mi?" Koyun her nerede olursa olsun can derdinde olurdu. Veliaht ise her nerede olursa olsun karı kız derdinde olurdu. Derdin kadar başına taş düşsündü.
"Aynen öyle kalırsın, veliaht." Derince aldığı nefesi içine çekip, gözlerini kapatmıştı.
"Mesaj alındı, tanrıça. Bir daha senin yapamadığın hiçbir şeyi yapmayacağım." Bunu söylerken yatağın üstünde duran tişörtünü alıp, üstüne geçirmesi çok yerinde olmuştu. Giy dersem inat edip giymezdi. O dövmeye daha fazla tahammülüm yoktu. Kaslarını görmek seyirlik zevk olabilirdi, veliaht ama o dövme hayatım boyunca görmek istediğim bir şey değildi. Asla olmayacaktı.
Arem odadan çıkmış, beni kahvaltıya beklediklerini söylemeyi de ihmal etmemişti. Üzerimi Melisa'ya ait olmadığından emin olduğum kıyafetlerle değiştirmiştim. Arem bunları benim için aldırmıştı. Karşımda bana bir yıl yetecek kadar kıyafet vardı. Para yanlış kişilerin elindeydi. Her an birinin üzerine atlayıp onu parçalama ihtimalim yüksek olduğu için rahat kıyafetler giymek istemiştim.
Gri eşofman ve gri crop giymiştim.
Boğazımdaki sargıyı gördükçe deliriyordum. O kahvaltıyı başlarına yıkma fikri, sakın çıkma aklımdan. Saçımı dağınık bir topuz yapıp hazır olduğumdan emin olduktan sonra odadan çıkmıştım. Merdivenleri üçer beşer inip yemek odasının önünde durmuştum. Hiçbirini umursamadan doğrudan dikdörtgen masanın etrafını turlayıp hepsinin dikkatini üzerime çekmiştim. Ben gelmeden yemeyeceklerdi anlaşılan. Hoş, ben geldikten sonra yiyebilecekler miydi? Orası da muamma.
"Bu sabah uyandığımda başımda feci bir ağrı vardı. Bunun sebebi ne?"
"İçmiş olman, Hera'cığım." Batı'nın tatlı tebessümü eşliğinde sarf ettiği sözlerine sadece bakmakla yetinmiştim.
"Öyle mi? Dün geceye dair nerdeyse hiçbir şey hatırlamamam da bu sebeple o haldeyse, Batı'cım."
"Büyük ihtimalle öyle." Demişti Doğu, hemen yanındaki ikizine destek çıkıyordu.
"Sana benim hakkımda küçük bir bilgi vereyim, Doğu'cum. Ben damacana ile içsem bile sarhoş olur ama asla geceyi unutmam." Doğu gözlerini benden kaçırmıyordu. Eğitimli bir çocuktu. Gözlerini kaçırırsa açık verirdi. Bunu biliyor olması, açık vermediği anlamına gelmiyordu. Odaya ilk girdiğimde gözlerini 10 saniyeden daha uzun süre hiç kırpmadan açık tutabiliyordu. Ben konuşmaya başladığım andan itibaren bu sayı 10 saniyenin altına düşmüştü. Açık bir cepte.
"Sana yaptığım karışım yüzündendir." Bana yaptığın karışım yüzünden olduğunu biliyorum, Batı Özkurt. Dün geceye dair hatırladığım tek şey o lanet içeceği kafama diktiğimdi.
"Bana bitki çayı dedin. Hiçbir şey hatırlamamana neden olacak türden bitki çayı desen içmezdim. Bu kısmı niye es geçtin?" Sesimin tonu, boğazımda bir kazan varmış da orada öfke kaynatıyormuşum niteliğinde sertti.
"Sabah sabah sorguda mıyız, bücür?"
"Sorgudasınız, Hazar! İtirazın mı var?" Gözlerini üzerime dikmiş, kaşlarını çatmıştı. Korkmadım, Hazar. Senden korkmadım. Ve korkun, Hazar. Benden korkun.
"Ucu bana dokunmasında ne yaparsan yap." Vazgeçmişti. İnat etmiyordu. Neden?
"Ucu sana dokunursa da ne istersem yapacağıma emin olabilirsin." Derin bir nefes alıp vermişti. Sakin olmaya çalışıyordu. Ben de sakin olmaya çalışıyordum. Söz konusu bu sabah için ikimizden sadece biri sakin kalacaktı. Diğeri ise sadece sakin kalmaya çalışacaktı.
"Cevap ver Batı! Bana bu detaydan niye bahsetmedin." Yönümü sessiz kalan Hazar yüzünden sessiz kalmaması gereken yön ikiye yani Batı'ya çevirmiştim. Batı susmaktan vazgeçmiyordu. Onun vazgeçemediği durumu beni çıldırtıyordu.
"Ben istemedim söylemesini tanrıça." Bir taşın altından da sen çıkma be veliaht.
"Neden?" Baş köşede oturan adamla göz göze gelmiştim.
"O içeceğin tek kötü yanı hafıza kaybı. Onun dışında faydaları çok. Sana iyi gelen şeyleri sevmeme gibi bir huyun var. Son zamanlarda çok şey yaşadın ve o içecek sinirlerine iyi gelecekti." Beynimde katliam yapma planlarının biri gidiyor diğeri geliyordu, adam bana sinirlerine iyi gelecekti diyordu. Gelememiş efendim. İyi falan gelmeyi bırak, bizzat kendisi gelememiş.
"Bana yan etkilerini bilmediğim bir şeyi, sana iyi gelecekti diye bir daha sakın içirme veliaht." Kafasını tebessüm ederek aşağı yukarı sallamıştı. Hâlâ işin dalgasındaydı.
"Sen nasıl istersen tanrıça." Onunla daha fazla muhatap olmak istemiyordum. Nedenini tam olarak anlayamasam da içimde ona karşı bariz bir öfke vardı. Ben Arem'i yok etmek istiyordum. Peki ben böyle bir şeyi niye istiyordum?
"Üç kişi şüpheli listemde. Evren Korkmaz. Hazar Orhon. Erdem Eraslan. Hanginiz? Boğazımda ki kesiğin sebebi hanginiz?" İçlerinden biri beni öldürmeye çalışmıştı. İçlerinden biri bana zarar vermişti. Bana dokunananın canına dokunurdum ben. Bu ne cüretti böyle?
"Neden bizi suçladın ki şimdi?" Evren Korkmaz... Senden nefret ediyorum. Bunu belirtesim gelmişti. Ve benim nefret ettiğim insan bana karşı laubali bir tavır takınamazdı.
"Biraz daha öyle sırıtmaya devam edersen bunun sorumlusu olarak seni göreceğim ve Türkiye'ye döndüğüm ilk an aynısını hem çok sevgili nişanlına hem de pek sevgili kız kardeşinin boynuna nakış edeceğim." Bir kadına asla böyle bir şey yapmazdım. Yine de bunu bu herifin bilmesine gerek yoktu. An itibarıyla gözleri sinirden koyulaşmış, mavi gözleri sinirin elli tonunu almıştı. Amacıma ulaştıysam demek ki.
"Hele bir dene bunu o zaman seni elimden Arem bile alamaz." Kahkaha atmıştım. Boğazım acımış olsa da kahkahama engel olamamıştım.
"Bunu yapan sensen, değil topunuz, yedi ceddiniz de gelse onları benim elimden kimse alamaz. " Sözlerim biter bitmez elimle masaya hızla vurmuştum. Sinirliydim. Öfkeliydim. Yıkardım ve geçerdim. Hepsinin gözünde bariz bir şaşırma vardı. Öfkemin boyutu onlara da süpriz olmuştu.
"Bana karşı oyun mu oynamak istiyorsunuz? Tamam oynayın. Beni bir şeylere alet mi etmek istiyorsunuz o zaman durmayın ve edin. Hepsini çözerim, hepsini anlarım ama sakın!" Elimle hepsine tek tek parmak sallamıştım. Çok bile dayanmıştım ben kendini bir şey sanan şu veliaht bozuntularına. "Sakın bana dürüst ayakları çizmeyin. Hele ki hayatınız yalan olmuşken." Bu bir tehdit değildi. Bu geç kalınmış bir uyarıydı. Ben onları uyarmıştım. Bu saatten sonra uyarımı dikkatte almazlarsa canlarını okurdum.
"Sakin ol güzelim. Bak bağırdığın için yaran açıldı. Sargın kan oldu." Yerinden kalkmak için yeltenen Mert'in sözleri ile canımın yandığının yeni yeni farkına varıyordum.
"Otur yerine Mert Aksel. Yanıma. bana bunu yapanın kim olduğunu öğrenmeden hiçbiriniz yaklaşmayacaksınız." Sözlerim, onu yerine oturtmaya yetmişti. Benden korktuğu için değil, daha fazla bağırmamı istemediği için oturmuştu.
"Son kez soruyorum. Bana bunu hanginiz yaptı."
"Ben yaptım." Gözlerim anında konuşan kişiyi bulmuştu. Sonunda beklediğim itiraf gelmişti. Yapanın beni şaşırtmayan biri olması ne hoştu. Erdem Eraslan. Namı değer puşt...
"Neden?" Sesimde bariz bir kırgınlık vardı. Bıçak izi fazla uzun ve fazla derindi. Benden nefret ediyor olmasına ses etmezdim. Benden, beni öldürmek isteyecek kadar nefret etmiş olmasına kırılırdım. Kırıldığımı ise çok istesem de gizleyemezdim. Gözlerinde saniyelik olsa da acı görmüştüm. Erdem'in canı acımış olmalıydı. Neden? Öldürmek istedi ve sonra pişman mı oldu yani?
"Kafan güzeldi çirkin cadı. Bana zaaflarımdan geldin. Gözümün döndüğü doğrudur ama merak etme, seni öldürmek istemedim. Eğer isteseydim bunu şah damarının tam tersi yönünü keserek yapmazdım." Gözleri sargının olduğu yere kaymıştı. Boynumda duran gözleri oraya nefretle bakmıştı. Şah damarın, derken kelimenin üzerine baskı yapmış olması gözümden kaçmamıştı.
"Zaaflar öyle mi? Dur tahmin edeyim konu yine Melisa Aksel." Artık sıkılmıştım. Sürekli, her kapının ardında ölmüş ve gitmiş o kadın vardı.
"O konuya girdikçe sen zararlı çıkarsın. Sana tavsiyem girme. Çünkü buradaki kimse için, bir Melisa Aksel etmezsin."
Doğu'nun içtiği su boğazında kalmıştı. Erdem'e öksürüklerinin ardından şokla bakıyordu.
Ağır konuşuyorsun Erdem. Doğruları konuşuyorsun Erdem! Ağır olan da bu doğrular değil mi? Teşekkürler Erdem...
Hiçbir doğru en büyük yanlış olan benim, canımı böylesine çok yakamazdı. Erdem'in sesiyle ortam buz kesmişti. Onların ortamı, benimse kalbim buz kesmişti.
"Madem öyle, o zaman ne sikime götümün dibinden ayrılmıyorsunuz? Madem gözünüzde bir o etmiyorum, o zaman benim gözümün gördüğü her yerde ne işiniz var?"
Öfkemi kustukça kusuyordum. Beni kırdıkça kırıyorlardı. Toparlanmak istiyordum. Kendime gelmek istiyordum ama her seferinde birinin eline düşüyordum. Bedenimi duvardan duvara vuruyorlardı. Gerçeklerin ağırlığını omzuma yüklüyorlar ve beni sevilmeyen yerlerimden acımasızca vuruyorlardı.
"Çünkü.."
"Çünküsünü sen değil ben söyleyeceğim Eraslan. Çünkü bir amacınız var. Çünkü beni kullanıyorsunuz. Çünkü benim bilmediğim işler çeviriyorsunuz ve eğer ben öğrenirsem oyun biter." Konuşma artık be adam! Görmüyor musun? Konuştukça acıyor kalbim. Çok yaralı o zaten. Ben yaşayayım diye göğsümün içinde atan hâline kıyamıyorum. Siz nasıl kıyıyorsunuz?
"Bu kadar kafanda kurmak seni yormuyor mu bücür? Bir bize bak, bir de kendine. Tanrı aşkına kendini ne sanıyorsun ki, seni oyunlarımıza alet edebilecek kadar önemsediğimizi düşünüyorsun."
Hiçbiri beni umursamıyordu . Ne Hazar'ı ne Erdem'i... Umursamıyorlar bizi küçük kalbim. Hem, sen ne diye onları umursuyorsun? Senin derdin sana yetmedi mi? Bizim derdimiz bize yetmez mi?
"Adın Hazar. Soyadın Orhon. 19 nisan, 1995 doğumlusun. Veliahtlar içinde Kamer'in en büyük rakibi olan veliaht sensin. Orhon'ların Ulusu, yani senin baban ve Kamerlerin Ulusu yani Arem'in dedesi ezeli müttefikliğin aksine ezeli rakiplerdir. Bu yüzden veliahtları da rakiptir. Lakin Hazar Orhon Baş veliaht olmayı tek bir hatası yüzünden Kamer'e kaptırmıştır. Öfke kontrolü olmayan tek veliaht olması onun suçu değildi. Merhaba sinir hastası." Hazar, ben konuştukça oturduğu yerden gerilmişti. Sertçe yutkunduğuna şahit olmuştum. Gözleri giderek kısılıyordu. Masanın üstünde duran dövme kaplı kolunun damarları belirginleşmişti. Elini yumruk yapmış öylece beni izliyordu.
"Ne o? Şaşırdın bakıyorum. Sen de haklısın. Neticede bana sizi anlatsınlar diye devletin önüne koyduğunuz dosyalarda böyle bir bilgi yazmıyordu değil mi? Uzun lafın kısası, beni sakın hafife alma Orhon. Çünkü kim olduğunuzu bilmiyor oluşum, kim olduğumu bildiğiniz anlamına gelmez."
Herkesin, istisnasız herkesin yüzünde saklayamadıkları, saklamaya da çalışmadıkları bariz bir şaşkınlık vardı. Yiğit ve diğerleri ile zamanında veliahtlar hakkında tıpkı Hazar'ın herkesten gizlediği sinir hastalığı gibi birçok şeyi öğrenmiştik. Artık kozları devreye sokma zamanı gelmişti. Beni kolay lokma olarak görmelerini istemiyordum. Beni öyle gördükçe, üzerime oyunlar oynamaya devam edeceklerdi.
Kalbimi ağlatmaya devam edeceklerdi...
Hazar Orhon bir hışımla yerinden fırlamıştı. Belindeki silahı çıkartıp, namluyu bana doğrulttuğunda yaptığım tek şey göz devirmek olmuştu. Gerçekten ne kadar eğitim görürse görsün bu adam sinirlerine hakim olamıyordu. Herkes sadece şaşırırken onun silah çekmesi bu yüzdendi. Sahip olduğu beyin ile Arem gibi bir adama nasıl rakip olmuştu, akıl alır gibi değildi.
"Kimsin sen?" Namlunun ucunda ben varken eli tetikte olan kişiden daha yaratıcı bir soru duymayı tercih ederdim. Hazar'ın bana silah çekmesiyle bütün veliahtlar ayağa kalkmıştı. İşin garip yanı, herkesin belindeki silah artık elindeydi. Hayır, hayır bütün namlular bana doğru değildi.
Tarihte ilk kez, bana karşı silah doğrultan veliaht Hazar Orhon olmuştu. Hazar bana silah çekince Arem ve Mert önüme atılmış, beni arkalarına almıştı. İkisinin de ellerinde silah vardı. Silahlar Hazar'a doğrultulmuştu. Hazar'a silah çeken Arem'e Erdem, Mert'e ise Evren silah doğrultmuştu. Doğu ve Batı - ah, onlar...Onların durumu benden daha beterdi. Arada kalmış, ikisi de bedenlerini birbirlerine sıkmasınlar diye silahların önüne atmıştı.
Burada gördüklerim yine beynimin benden izinsiz çalışmasına ve analiz ettiği durumun sonucunu önüme sermesine neden olmuştu. Arem ve Mert bitirim ikiliydi. Hazar, Erdem ve Evren ise üç silahşörlerdi. Batı ve Doğu'da tutunamayanlardı. Arada kaldıkları için taraf tutunamayanlar. Beynim odacıklarından birine şöyle bir not kaydetmişti: Veliahtlar bir bütün gibi gözükseler de, kendi aralarında ayrılır. Bütünü hedef alma çünkü bu sadece bir şaşırtmacadır. Parçaları ele al! Parçalar bütünü oluşturur. Ve eğer parça yoksa, bütün parçalandı demektir.
"Yahu delirdiniz mi siz? Birbirinize silah çekmekte ne demek oluyor?"
"İkizim haklı. Ulular bu hâlinizi görürse, kıyameti koparırlar." Tutunamayan yönlerde, bugünkü konumuz ağır dramdı.
"Onları şu üçlüye söyle Doğu. Hatta onlara sadece Uluları değil, ne zamandan beri kadına silah çektiklerini de sor." Mert'in öfkeli sesi beni yerimden sendeletmişti. Sonra tekrar yerime geçmiştim. Beni hedef almış üç kişi varken, kurşunların açık hedefi olmak istediğimi sanmıyordum. Ölecekse Arem ve Mert ölsündü.
"Doğu asıl sen, şu iki adama ne zamandan beridir hainleri koruduklarını sor." Evren de konuştuğuna göre şöyle güzel bir laf sokma seansı yapabilirdim.
"Öncelikle Bay korkusuz korkak, hain dediğiniz kişi ben olamam, çünkü ben sizin yakınınız veya güvendiğiniz biri değilim. Önümüzde ki bir ömür boyunca da olmayı düşünmüyorum. Sizin hakkınızda bildiklerim sadece benim güvencem. Neticede boynumda bir kesik izi olduğunu görmezden gelemezsiniz. Etrafımda senelerdir it sürüsü gibi dolanan sizlerken, ben hakkınız da bir şeyler öğrendim diyede artistlik yapmayın bir zahmet. Ayrıca Arem'in yerinde olsaydım bu saatten sonra Elena'yı size nah verirdim."
"Elena'yı bu işe karıştırma." Diye öfkeyle bağıran Evren'i göremesem de göz devirmiştim. Bir kamyon dolusu laf etmiştim ama adam sadece kızıl görümceğe takılı kalmıştı.
"Ebenizi karıştırmadığıma dua edin siz."
"Kızım bir dur Allah için ya! Yangına körükle gitme." Mert'in kafasını bana doğru uzatıp fısıldaması, beni baş koyduğum yolumdan asla alı koyamazdı.
"Ağabeylerim artık silahları indirseniz mi?"
"Benim güvenliğim ne olacak Batı?"
Diye isyan etmiştim. Yüzümü göremeyip, varlığımı unutmasınlar diye sürekli konuşuyordum.
"Hera'cım benim ya! Kıyamam, sen kendini güvende hissetmiyor musun?"
Doğu'nun alaylı sesine gülmüştüm.
"Yok hissediyorum da işime gelmiyor. Oğlum üç tane ağabeyinin silahının hedefi benim lan! Ne güvenliği." Sesim, laflarımın sonuna doğru hiddetlenmişti.
"Henüz hedefimde değilsin Hera Türkeş! Ama şu iki, sözde kardeşim önünden çıktığı gibi beynini dağıtacağım senin." Hazar Orhon bazen gerçekten kaşınıyordu. Onun istikrarlı bir şekilde durmadan kaşınması sonucunda ben de onu kaşıyordum. Ondan sonrada ben suçlu oluyordum. Tıpkı şu anda olduğu gibi.
"Sene? İşte geçen sene değil miydi Hazar?"
"Ne saçmalıyorsun yine?" Diye yüzünü göremesem de öfkeli sesini duyduğum adam konuşmuştu.
"Neyden bahsedeceğim canım? Şeyi diyordum. Hani Rio de Janeiro'da tanıştığın, Latin güzeli sevgilin vardı ya o. Hani şu adı Riley olan ve nerden baksan dört yıl süren sevgililik döneminizi nişanlanmaya karar vererek bitirdiğiniz ilişkinizden bahsediyorum. Hoş zaten çok uzun sürmemişti nişanlılığınız. Kız seni öfke problemlerin yüzünden terk etmişti. Yanlız bana soracak olursan bu hikayenin en can alıcı noktası, seni terk edip Fransa'da tanıştığı ilk adamla evlenmesidir kızın."
Sözlerimin sonuna doğru kahkaha atmak istemiştim. Yapamamıştım. Canım acımıştı ve acısı kolumdaydı.
Bir el ateş sesi duymuştum. Sonrasında kolumda keskin bir sızı. Bir gün şu çenem sonum olacaktı ama hadi hayırlısı. Arem'in önümde kalkan görevi gören vücudu olmasına rağmen, Hazar şerefsizi milim farkıyla dışarda kalan kolumu ıskalamadan yarmayı başarmıştı. Kurşun içeri girmesede deriyi keskince sıyırarak yoluna devam etmiş ve arkamdaki kolona isabet etmişti.
Vücudumda iki yara vardı. Biri boynumdaydı ve faili meçhuldu. Erdem'in yaptığına hâlâ tam olarak inanmıyordum. Diğeri sağ kolumdaydı ve bu yarayı orada açan Hazar Orhon'du.
"Arem Barkın Soykamer. Sağ kolunda, omzunun yaklaşık olarak beş parmak aşağısında kardeşinin ben de açtığı yaranın aynısını onda açmanı istiyorum. Yapmam dersen ben yaparım. Şimdi yapmam, ama bir gün elbet ki yaparım. Ve sen o gün geldiğinde keşke Hera'yı dinleseydim de kısasa kısas yapsaydım demekle kalırsın."
Arem çoktan silahını indirmiş, yüzünü bana çevirmişti. Kolumda bir acı vardı. Aynı zamanda kendimi çok zorladığım için kanayan bir boynumda vardı. Lakin yüzümde mimik oynamıyordu. Arem içinse durum tam tersiydi. Gözlerinde saf endişe ve telaş vardı. Orman yeşili gözler kanayan kolum ve kanayan boynum arasında mekik dokuyordu. Ne yapacağını bilmiyordu. Bugün tarihe şu şekilde geçmeliydi: Veliahtlar içerisindeki en iyi varisinin de bazen bilemeyeceği şeyler olabiliyordu.
"Lan sen kimsin? Aklınca bizimle oyun mu oynuyorsun?" Hazar Orhon, baş düşmanım olmak için önüne sunduğum o koltuğa oturmuştu. Onu çok güzel ağırlayacaktım o koltukta. Bundan kimsenin şüphesi olmasındı.
"Suratıma bu şekilde bakmak yerine bir cevap vermeye ne dersin veliaht?" Hâlâ sadece endişeli gözlerle kanayan yerlerime bakıyordu. Mert bile ondan daha hareketliydi. Mesela ikizler onu tutmak için şu anda bile delicesine efor sarf etmiş olmasa, Hazar'ı gözü döndüğü için öldürmüş olabilirdi. Arem, Mert gibi değildi. O her ne olursa olsun hiçbir kardeşine kıyamazdı. Transa girmişti veliaht. Sanki beni duymuyordu. Travması falan tetiklendi diyeceğim ama ne travması diyeceklerdi? Bu adamın hayatı Lotus çiçeği olmuşken ne travması olabilirdi?
"Beni duyduğunu biliyorum Kamer. Üçten geriye doğru sayacağım. Geri sayım bittikten sonra istediğimi yapmanın tarafımca bir anlamı kalmayacaktır." Sesim ruhsuzdu. Bakışlarımda öyle. Lakin içimde bir canlılık vardı. Kuvvetle muhtemel bu canlılık öfkeme aitti. Öfkem, fiziksel acılarımın bile çok ilerisindeydi.
Hâlâ şoku üzerinden zerre atamayan veliaht yüzünden, geri sayıma başlama kararı almıştım.
"Üç! İki! Bir! Sıfır!"
Gözleri sonunda kanayan yerlerimden ayrılıp, asıl kanayan yerime, gözlerime denk gelmişti. Elinde tuttuğu silahın yavaş yavaş kalktığına şahitlik etmiştim. Çok değil gözlerini gözlerimden sâdece iki saniyeliğine ayırması ile silahı ateş etmesi bir olmuştu. Veliahtların her biri, birer keskin nişancıydı. Arem'in, saniyeler içinde Hazar'ın kolunda ben de açtığı yaranın aynısını aynı yere açmış olması; öyle herkesin harcı değildi. Yine aynı şekilde Hazar'ın, milim dışarda kalan koluma, silahının izini bırakması; keskin nişancı olmasının nimetti idi.
İstediğim olunca ona bakmıştım. O zaten bana bakıyordu.
Hazar ile göz göze gelmiştim. İkimizde de aynı yara vardı. Lakin kazanan taraf bendim. Bunun o da farkındaydı. Benden aldığı gözlerini Arem'e çevirmişti. Baktı baktı ve sustu. Kafasını iki yanına doğru sallayıp hiçbir şey dememişti. Arkasını dönüp çekip gitmişti. O kafa sallamanın bir anlamı vardı. Lakin ben onun hikayesini bilmiyordum.
Gittiği yol boyunca fayansa kolundan akan kanın izini bırakmıştı. Keskin kan kokusu burun direğimi sızlatıyordu. Onun ve benim kanım birbirine karışmıştı. Biz kan kardeşi olmak yerine kan düşmanı olmuştuk.
Hazar'ın gidişi ile peşinden çok oyalanmadan Evren Korkmaz gitmişti. Erdem'in gözlerini üzerimde hissediyordum. Bakışlarına sessiz kalmak olmazdı. Gözlerimin odağına onu almıştım. Gülümsüyordu. Hayır, kardeşlerinin birbirine düştüğüne sevindiğini sanmıyordum. Bu adamın gülüşü bana yönelikti. Şey, gülüşüydü bu "Aferin."
"Boynun için neden kısasa kısas istemedin Arem'den?" Demişti Erdem bana hitaben.
"Çünkü boynuma bunu yapanın faili meçhul."
"Boynuna onu ben yaptım, çirkin cadı."
"Sen yapmadın." Tebessüm etmişti. Rahatladın sanırım puşt.
"Nasıl bu kadar eminsin?" Merak ediyorsun sanırım puşt.
"Arem'in bana karşı olan tutumu, sence beni öldürmek isteyen sen olsaydın, karşıma sıfır zarar ile çıkmana neden olur muydu?" Doğru söylüyordum. Arem'in, Erdem'e beni öldürmeye çalıştıktan sonra zarar vermemesi mümkün değildi.
"Arem bana verebileceği en büyük zararı verdi bile, Hera. Biz fiziksel acıları umursamayız. Arem bana ikinci kez aynı acıyı yaşattı. En büyük acımı." Hazar ve Evren'in peşinden gitmeden önce son sözlerini sarf etmişti Erdem. Çekip gittiğinde, boğazımın acısına rağmen peşinden bağırmıştım.
"Neymiş o ikinci kez yaşadığın acı?" Yüzünü bana dönmeden cevap vermişti.
"Sensin. Benden seni aldı çirkin cadı."
(🎭) |
0% |