Yeni Üyelik
3.
Bölüm

🎭 2 ORMANIN DA GÖZÜ VARDIR

@mavimsu_

 

 

 

 

 

Hayatınız boyunca hep sevgiyle kalın, saygıyla kalın, aşkla kalın ve de kitabımı okumaya devam ederek kalın.

 

 

 

 

 

 

keyifli okumalar dilerim

 

 

 

 

 

 

(🎭)

 

 

 

 

 

 

Bölüm Sözü

 

 

 

 

 

 

Başlangıç sadece sonun başıdır.

 

 

 

 

 

Öyleyse her son bir başlangıçtır.

 

 

 

 

 

Her başlangıç bir sonda var olacaktır...

 

 

H.G. 

 

 

 

 

 

 

(🎭)

 

Odamın penceresinden dışarıyı izliyordum. Hava yağmurluydu. Bazı yağmur damlaları yere düşmek yerine pencereme düşmeyi tercih ediyordu. Bu kararlarına saygı duyuyordum. İstedikleri yere düşmekte hakları vardı. Herkes özgürdür. Yağmur damlaları bile. Kollarımı birbirine dolamış, izlemeye devam ediyordum bu özgür yağmur damlalarını.

 

Düşünüyordum, hem de birçok konu hakkında. Çok şey düşünüyordum. Ben derin düşüncelere, yağmur damları ise camıma düşmelere doyamamıştı. Öylesine bir anda takılıp kalmıştık. Kapım, öylesine bir anın içerisinden beni çıkarıp almak istercesine sesli açılmıştı. Kafamı pencereden alıyor, kapıya doğru çeviriyordum. Gelen bu koca evdeki benden başka yaşayan tek insandı. Hatta o sadece bu evdeki tek insan değil, hayatımdaki tek insan, tek akrabam, tek dayanağımdı. Bu adam benim babamdı. Sağ elinde bastonu, kapının girişinde durmuş, bana bakıyor, beni izliyordu.

 

Benim babam sözlerin adamı değildir. Gözlerin adamıdır. Çok konuşmazdı. Gözlerine bakınca anlaşılırdı, orada ne kıyametler kopup kopup durduğu. Yine kopuyordu kıyametler gözlerinde. Bu sefer ki farklıydı ama. Kopan kıyamet benim kıyametimdi. Elinde tuttuğu bastona kaymıştı gözlerim. Yıllardır sağ elinde dururdu o siyah baston. Pek bir süsü yoktu. Dümdüz siyah bastondu. Sadeliklerin adamıdır aynı zamanda benim peder. Öyle süslü şeyleri sevmez. Ben severim yalnız. Süsü severim sevmesine, ama süslü olmayı hiç beceremem. Orası da ayrı hikayeydi.

 

Devam ediyordum babamın elindeki bastona bakmaya. Babam da bana olan bakışlarını sürdürmeye devam ediyordu. Tahminimce iki taraf da çok konuşuyordu ama kafasının içinde. Çünkü ağzımız kilit vurulmuşçasına hiç açılmamıştı. Biz de böyle baba-kızdık işte. Derken bastonu tutan elini hareket ettirmişti. Bu bir uyarıydı. "Alış artık. Hayatımın bir parçası, bu olmadan doğru düzgün yürüyemez bile senin baban," demenin en kısa hâliydi aynı zamanda. Demesi kolaydı be baba. Sen benim gözümde gördün mü hiç kendini? Kimseye muhtaç olamazsın sen. Bir tahta parçası olmadan yürüyememekte neymiş?

 

"Beni takip et!"

 

Onca uzun bakışmanın sonunda babamın dudaklarından dökülen kelimeler bunlardı işte. Yine bir emir cümlesi. Bana da itaat etmek düşerdi. Onu takip etmiştim. Onun aksine odamın kapısını açık bırakmak yerine sakince örtmüştüm. Kapıyı kapattırken sakindim de bu sakinliğimi tüm gün koruyabilecek miydim? İşte orası bilinmeyen kısmıydı işin.

 

Üst kata bulunan odamdan aşağı kata gitmek için inmem gereken birkaç merdiven vardı. Babam tam da o merdivenlerin başında durmuş, önce benim inmemi bekliyordu. İnerken zorlanıyordu. Bu durum gayet normaldi. Ancak bu durumunu kızının görmesini istemiyordu. İşte burası anormaldi. Teker teker inmiştim merdivenleri. Babam gecikecekti sanırım. O inene kadar bende mutfağa gitmeye karar vermiştim. Susamıştım.

 

İçimin yangınını söndürmeye yeter miydi, bilinmese de üst raftan oldukça büyük bir bardak çıkarmıştım. Sonraki hamlem de musluğa uzanmak olmuştu. Kaç bardak su içmiştim hiç saymadım. Çok bardak olması lazımdı. İçim yanıyor ya hani, belki iyi gelirdi diye. Mutfaktan çıktığımda sevgili babacığım ve onun pek sevgili bastonu son basamaktan inmiş bulunmaktaydı. Bir yere gidecektik. Babam için önem teşkil eden bir yere. Benim bilmediğim bir yere. Yine itaat ettim onun isteğine, dediğini aynen yerine getirerek dış kapıya doğru yol almıştım.

 

Dış kapıyı açıp dışarı çıktıktan sonra havanın soğuğu içimin yangınına inat tir tir titretmişti beni. Saçlarım attığım her adımda sırılsıklam olma görevini yerine getiriyordu. Hayatta en sevmediğim şeylerden biri saçlarımın yağmurda ıslanmasıydı. Yağmur suyunun değdiği her saç telim iç içe girer ve bana günün sonunda her teli düğüm olmuş eziyetti düzeltmek kalırdı.

 

Tam olarak nereye kadar yürümem gerektiğini kestiremiyordum. Çok uzağa gitmeyecektik diye tahmin ediyordum. Babam arkamdan gelmesine ve son derece sessiz olmasına rağmen bana yön veriyordu. Bu nasıl oluyordu? Bunu artık bende bilmiyordum. Böylelikle sessizlik içindeki anlaşma şeklimiz garaja gelinceye kadar da devam etmişti. Çok geçmeden garajın kapağı yukarı şekilde hareketle açılmaya başlamıştı. Bunu yapan hemen arkamda duran babamdan başkası olamazdı. Garaj anahtarını kullanmıştı, anlaşılan.

 

Kapı tamamen açıldığında genellikle, hatta daha doğrusu çoğunlukla, benim kullandığım babama ait siyah jeep karşılamıştı bizi. Babama baktığımda onun gözlerinden anladığım şuydu: Aracı benim kullanmamı istiyordu. Babamın isteklerini harfiyen uygulayan tarafım yine gün yüzüne çıkmıştı. Çok vakit kaybetmeden ben sürücü koltuğunda, babam da yanımdaki koltukta yerini almıştı. Aracı çalıştırmadan önce son bir kez babama bakmıştım. Kemerimi takmamı işaret etmişti kafasıyla. Son derece düşünceli bir baba, ha! Kemeri taktıktan sonra aracı hiç vakit kaybetmeden çalıştırmıştım. Daha aracı çalıştıralı çok olmamıştı ki babam gideceğimiz adresi, belki de onu götürmemi istediği adresi navigasyona girmişti.

 

Az gittik! Uz gittik! Dere tepe düz gittik...

 

Yolculuğun sonunda geldiğimiz yer, Boğaz'ın en güzel yerlerinden biriydi: İstanbul Birinci Ordu Komutanlığı Karargahı. Bilinen diğer adı Selimiye Kışlası olan o muazzam yer. Herkes giremezdi buraya. Babam herkes değildi, ama kızı herkes idi. Anlaşılan o ki düşündüğümün çok üstünde dönen olaylarla karşı karşıya gelecektim.

 

Büyük altın rengi, üzerinde 'Birinci Ordu Komutanlığı' yazan giriş kapısından içeri girmiştik. Aracı kapıdaki askerlerden biri teslim almıştı. Gideceğimiz merkez binanın neresi olduğunu kestirmek zor olsa da hemen hemen her yerde üniformalı askerler görmek oldukça mümkündü. Burası büyük dikdörtgen şeklinde bir alandı ve bu dikdörtgen alan koca bir bina olarak tasarlanmıştı. Tam ortasında ise kocaman bir avlu bulunuyordu, aynı zamanda bahçeyi andıran büyükçe avluydu.

 

Binanın bazı alanları halka açıktı. Bunlar Florence Nightingale ve Selimiye Askeri Okulu Müzesi'ydi. Biz, halka açık olmayan kısımda, özel izinle girilebilen orduya ait alandaydık. Babam arkamdan yürüyordu, bende arkamdaki adam sayesinde yönümü buluyordum. Hâlen daha o koca avlunun içinde ilerliyorduk. Yol git git bitmiyordu. Manzara öylesine güzeldi ki, muhteşem olan yapıyı her açıdan izlemek beni büyülemişti.

 

Sonunda binanın büyük cam kapısından içeri girmiştik. Kapıdaki nöbetçi askerler babamı tanıyor olacak ki baş selamı vermişlerdi. Babamın verdiği komutla sol tarafa doğru ilerlemiştim. İçeri mimarisi dışarıdaki gibi muhteşemdi.

 

Genellikle ferah renklerden oluşan yerde bizi, uzun ve geniş koridorlar karşılıyordu, her koridorun sonunda ise sağa ve sola uzanan dönemeçli merdivenler vardı. Aynı zamanda koridor boyunca büyük, koyu tonlarda kapalı kapılarla karşılaşmak mümkündü. Her kapının önünde ikişer tane nöbetçi asker bulunuyordu. Yürüdüğümüz sol koridorun sonunda bizi asansör karşılamıştı. Babam bu sefer önce asansöre binen taraf oldu. Asansöre bindiğimizde üçüncü kat düğmesine bastı. Hâlen daha tek kelime etmemiz alışılagelmiş bir durumdu. Asansörden indikten sonra ilk çıkan ben olmuştum. Sağ koridordan ilerlememiz gerekiyordu, en azından babamın verdiği komut buydu.

 

Yürüdüm, yürüdüm ve yürümeye devam ettim. Tekrar bir asansörün önüne geldiğimizde durduk. Bu tuhaftı. İçinde bulunduğumuz kışla zaten üç katlıydı.

 

Asansörle gidebileceğimiz dört yer vardı: kuleler. Yedişer katlı olan dört kuleden ikisi halka açıktı: Florence Nightingale Müzesi ve Selimiye Askeri Müzesi. Bunlar kışlanın güneydoğusunda yer alıyordu, yani bizim tam tersi istikametimizde. Hatırladığım bilgiye dayanarak, ilk asansörden sonra yürüdüğümüz yolun bizi kulelerden birinin içine getirdiğini çözdüm. Vakit kaybetmeden babamla beraber asansöre bindim.

 

Ben düşüncelere dalmış olsam da, babamın kaçıncı kata basacağını merakla bekliyordum. Babam ise beni şaşırtan türden hareketler yapmıştı. Bir değil, birden fazla kez tuşlara bastı. Bastığı tuşlar sırasıyla 1-9-0-5 rakamlarıydı. Babamın tuşlara basmasının ardından asansörün üstünde bulunan yuvarlak top, kırmızı ışık yaymaya başladı. Ardından içeride bir robotik kadın sesi yankılandı.

 

"Son üye kuleye giriş yapmıştır" Sözleri ne anlama geliyordu? İşin rengi giderek değişiyordu. Hatta an itibariyle işin rengi kırmızıydı. Kan kırmızısı.

 

Asansörün kapısı her iki yandan da açıldığında bizi, dar bir koridor karşılamıştı. Koridor neredeyse karanlık olarak adlandırılabilecek türden az ışığa sahipti. Koridor boyunca uzanan her iki duvarın üst kısımlarında, eşit aralıklarla ve eşit yüksekliklerde tıpkı asansördeki gibi yuvarlak toplar bulunuyordu. Dar koridor, bu topların yaydığı kırmızı ışıklar ile aydınlanıyordu. Karanlık bir yeri kırmızı ışık ile ne kadar aydınlık yapabilirlerse, o kadar aydınlıktı içinde bulunduğumuz koridor.

 

Koridorun sonuna geldiğimizde karşımızda yine bir kapı ve kapının başında nöbet tutan iki adam vardı. Burası gerçekten de yoğun şekilde korunuyordu. Güvenlik üst düzeydeydi. Önümüzde duran adamlar sanırım asker değildi. Üzerlerindeki kıyafetler siyah takım elbiseydi.

 

Her ikisinin de ellerinde siyah deri eldivenler vardı. Adamların kapalı alanda taktıkları siyah gözlükler, içinde bulunduğumuz tuhaf atmosferi ispatlar nitelikteydi. Adamlar, kapıdaki askerler gibi babama baş selamı verdi. Babam da onların selamını karşılıksız bırakmadı. Artık beklenen an geliyordu. Adamlardan biri, nöbet tuttuğu kapıyı hemen yanında bulunan duvara sabitli kırmızı düğmeye basarak açtı.

 

Beni beklemeden giden babamın arkasından baka kalmıştım. Henüz içeriye tam olarak bakmamıştım. Açıkçası, içeri girdikten sonra neyle karşılaşacağımı kestirebilir miydim? Orası da hayli muammaydı. Derin bir nefes alıp verdim. Sol bileğimdeki siyah kol saatime baktığımda henüz saatin 10:26 olduğunu gördüm. Evden çıktığımızda ise saat daha dokuzdu.

 

Küçük adımlarla babamın arkasından içeri girdim. Adımlarım küçük, adımlarım yavaştı. Henüz kafam yerdeydi. Babamın odası gibi bir durumla karşılaşmamayı umut ediyordum. Beklentim yüksekti. Hoş, sevgili babamın odası daha sonra çıtayı yükseltmiş olsa da sorun teşkil etmekteydi. Son dakika sürprizlerine oldum olalı karşı çıkmışımdır. İçeri girdiğimde yavaş yavaş etrafa bakındım.

 

Totalde, babamla beraber on iki kişi vardı. Ortam kalabalıktı. İçerideki kişiler arasında askeri üniforma ile oturanlar olduğu gibi sivil kıyafetlerle oturanlar da vardı. Ben içeri girdiğimde sayımız on üçe çıktı. On üç, çoğu kişi için uğursuz sayılırdı. On üçün denk geldiği kişinin ben olması da başka bir uğursuzluk olsa gerekti.

 

Masada bulunan on iki kişinin dokuzu, ya babamla aynı yaştaydı ya da ondan daha yaşlıydı. Geriye kalan üç kişi ise benden büyük olsa da çok yaşlı olmamalıydı. Masada 11 erkek ve 1 kadın vardı. Kadın, az önce bahsettiğim genç grubun içinde yer alıyordu. Koca masada boş bir sandalye yoktu, hâlâ ayaktaydım. Yol git git bitmemişti. Yorulmuştum doğal olarak. Bari bir yer ayırsalardı da otursaydım.

 

Etrafıma göz gezdirdim. Duvarlara asılı her boydan ekran vardı. En büyüğü, tam karşımdaki ekrandı. Yuvarlak masa şövalyelerine baktım, onlar da bana bakıyordu tabii. Bir kişi hariç, o kişi de benim babamdı. Önündeki dosyalarla meşguldü. Tüm bu bakışmaların ardından birisi konuştu ve "havada bugün çok bozdu. Akşama kadar devam edecek diyolar yağmur." dedi.

 

Biraz geç fark ettim, bu atmosferle hiç alakası olmayan cümlenin benim dudaklarımdan döküldüğünü. Yuvarlak masa şövalyeleri anlamamış olmalı ki bana "ne dedi bu şimdi?" der gibi bakıyorlardı. Babam kafasını kaldırdı ve göz göze geldik. Kafasını iki yana salladı, sanki o da "kime çekti bu kız?" Dermişçesine bakıyordu gözlerime.

 

Kimsenin konuşası yoktu. Herkes gözlerini üzerime dikmişti. Acaba benim konuşmamı bekliyor olabilirler miydi? Yok canım, hiçbir şey bilmeyen biri, onlara ne anlatabilirdi ki? Peki hiçbir şey bilmeyen birinin bilmediği şeyi ona anlatacak olan kimdi? Belliydi, geleceğimi biliyorlardı. Hepsi bana, beni tanıyorlarmış gibi bakıyordu. Ortama yabancı kalan bir bendim.

 

Tahminim, hakkımda çok fazla şey bildikleri yönündeydi. Onlara beni anlatan ise babamdan başkası olamazdı. Ben artık birilerinin konuşmaya başlamasını umut ederken, babam bunu hissetmiş gibi konuşmaya başladı.

 

"Kansu, dosyalardaki bilgileri ekrana aktar."

 

Babamın sözleri üzerine, adının Kansu olduğunu öğrendiğim yuvarlak masa şövalyelerinin genç kesim üyesi, hemen ayağa kalktı. Oldukça uzunmuş, koyu tonlarda saçları ve simsiyah gözleri vardı. 20'lerinin sonlarındaydı. Yakışıklı ve dikkat çeken bir tipi vardı, ancak soğuktu. Tehlikeli bir soğukluk vardı onda. Sevdim.

 

Kansu'nun birkaç ayarlama yaptığında arkasındaki büyük ekranda "Ulular ve Veliahtlar" yazısı belirdi. Yuvarlak masanın genç üyesi Kansu, ilk kez o an bana hitaben konuştu.

 

"Hera, sana her şeyi en başından anlatacağız. Lütfen sadece sus ve dinle."

 

Tanrı aşkına, bu çocuk benim çok konuştuğumu biliyor mu? Bütün CV'imi bildikleri için adımı bilmesine şaşırmamıştım, ama karakteristik özelliğimi biliyor olması bana oldukça tuhaf gelmişti. Yoksa bu sadece öylesine bir uyarı mıydı? Nedense bunun öylesine olmadığını düşünüyordum. Sanki biri ona ötmüş gibiydi. Attila Türkeş gibi biri olmalıydı. Bir de bana ağzında bakla ıslanmaz derlerdi. Kızıyla hiç konuşmaz, fakat kızıyla ilgili çok iyi dedikodu yapar konuşunca. Babama çektiğim nasıl da belli.

 

Düşüncelerimden sıyrılıp, ekranda beliren altı tane orta yaşlı adamın yüzüne odaklandım.

Karşımda uzaktan çekilmiş birkaç yaşlı adamın fotoğrafı vardı. Yaşlı ve karizmatik görünüyorlardı. Büyük ihtimalle fotoğraflarının çekildiğinden haberleri yoktu. Altı adamın fotoğrafları ekranda çok fazla kalmamıştı. Çok geçmeden dev ekranda şu yazı belirmeye başladı: "Ulu Aileler Numara Altı: Aksel'ler."

 

Ayaktaki Kansu ile göz göze geldiğimde hızla konuya girmişti.

 

"Dünya çapında şirketleri var. Aksel holding zincirleri tekstil, ilaç, gıda ve aklına gelebilecek her türlü alanda üretim ve satış yapabilmekte." Kansu konuşurken ekranda bahsettiği şirketlerin görüntüleri eş zamanlı olarak gösteriliyordu. Ekran bir kez daha karardı. Yeniden aydınlandığında ise bu kez ekranda

 

"Ulu Aileler Numara Beş: Özkurt'lar" yazıyordu.

 

"Özkurt'lar, tıpkı Aksel'ler gibi dünya devi bir ailedir. Ancak Aksel'lerden farklı olarak, bütün şirket ve fabrikaları teknoloji üzerine faaliyet gösterir." Ekranda yine şirket ve fabrika görüntüleri vardı. Ekran bir kez daha karardı, yeniden aydınlandığında ise şu yazı belirdi:

 

"Ulu Aileler Numara Dört: Eraslan'lar."

 

Kansu, bana tanımadığım etmediğim aileleri anlatmaya meraklı olmalıydı lakin ben aynı meraka sahip değildim. "Eraslan'lar genellikle faaliyetlerini yatırım üzerine yaparlar. Finans sektörü en büyük başarıyı gösterdikleri alandır. Onları banka gibi düşünmek lazım. Oldukça paralı banka. Eğer çok zenginsen ve bu kadar parayı nereye koyacağını bilmiyorsan, o zaman Eraslan'lar Holdingler grubu seni bankalarında çok güzel ağırlayacaklardır." Eğer bir gün çok zengin olacak olursam, söylediklerini düşünerek hareket edecektim. Söz...

 

O her sustuğunda ekranda farklı yazılar beliriyordu."Ulu Aileler Numara Üç: Orhon'lar":

 

"Orhon şirketler grubu dünya turizminde markadır. Dudak uçuklatacak sayıda dünya'nın birçok yerinde oteller zincirine sahiplerdir. Olur da bu otellerden birinde tatil yapmak istersen, küçük bir serveti gözden çıkarman gerekir." Son dediğini komik bulduğum için güldüm. Arkasında dönüp duran resimlerdeki otellerin nasıl göründüğünden haberi yoktu sanırım.

 

"Cidden mi? Şu ekrandaki oteller için küçük bir serveti bırak sol böbreğimi gözden çıkarmam daha doğru olurdu." Kurduğum cümle herkesin ufak çaplı gülümsemesine neden oldu, babam hariç. O zaten hep hariç.

 

Ekranda "Ulu Aileler Numara İki: Korkmaz'lar" yazdığında, Kansu konuşmaya devam etmeden önce boğazını temizledi. Çok konuştuğu için yorulmuş olmalıydı. Ben de çok fazla ayakta durduğum için yorulmuştum. Kendisini anlayabiliyordum.

 

"Korkmaz'ların faaliyet gösterdiği yoğunluktaki alan, sanayi ve ulaşımdır. Uçak fabrikaları, oto-galeri fabrikaları, motor sanayisi üretimi; üretim ve satış gösterdikleri alanlardan bazılarıdır." Kansu'nun susması ile eş zamanlı olarak değişen yazıyı içimden bağırırcasına okumuştum.

 

"ULULAR İKTİDARI AİLE NUMARA BİR: Soykamer'ler."

 

"Soykamer'ler, şu ana kadar saymış olduğum bütün bu finans, ulaşım, sanayi, turizm, teknoloji, ilaç, gıda, tekstil gibi alanları aynı anda bünyesinde bulundururlar. Bu da onları fazlasıyla güçlü bir aile yapar ve dünya statüsünde adları bir hayli nam yapmış köklü şirketler ve fabrikaların sahipleri kılar. Köklü ve kapsamlı olan aile, aslında birçok ülkenin bel kemiğidir, çünkü satış ve üretim yaptığı, hatta bizzat şirketini ve fabrikasını o topraklar üzerine kurduğu ülkelerde bir anda üretimlerini ve bütün faaliyetlerini durdurmaları demek, o ülkenin ekonomisinde büyük sansasyonlara neden olabilirler demektir." Artık sıkılmaya başladığım için daha en başından sadece susup onu dinlememi istemiş olsa da bunu yapmayacaktım.

 

"Her şey iyi hoş güzel de işinde gücünde adam bunlar ne diye dedikolarını yapıyoruz?" Masadakiler bana karşı çok sessizdiler, benim de onları takıyor olduğum pek söylenemezdi. Adını bilmediğim şu sarışın kız bile bildiğin muşmula surattı. İnsan bari hemcinsim der tepki verir ama nerde. Bunlar bildiğin surat asmaya gelmişti buraya. Ancak sevgili beni bilgilendirmekle görevli Kansu Beyler, söylediklerime diğerlerinin aksine gülüp açıklama yapmaya koyulmuştu bile. Centilmen adamın hâli de başka oluyordu doğrusu.

 

"Bu ailelerin dedikodusunu yapıyoruz çünkü, Hera, bu adamların asıl işi silahlar."

Kaşlarım benden bağımsız çatıldığında, o durmaksızın konuşmaya devam etmişti.

 

"Hatta daha fazlası, savaş uçakları, savaş araçları, füzeler, kara mayınlar, el bombaları, uzak namlulu küçük büyük her türlü silah, gemi donanması, kimyasal silahlar ve daha niceleri üretim alanları arasında bulunmakta. Onlar dünya pazarında büyük tezgaha sahip. Buradan kazandıkları paranın miktarını şöyle özetliyim sana; az önce sana saydığım şirketlerin üzerinden elde ettikleri gelirin en az yüz katı biçiminde."

 

Ağzımın 'o' şeklini aldığı doğrudur. Kendimi toparlamak için biraz beklemiştim. Şahsiyetime yeterli süre tanıdığımda derin nefes alıp tek seferde konuşmuştum.

 

"Bütün anlatıklarından çıkaracağım sonuç adamların silah mafyası olduğudur. Fakat tam olarak bu konun sizinle hatta düzeltiyorum benimle ilgisi ne? Hani adamlar mafya, bende normal yurdum insanıyım ya ondan sormuş bulunuyorum." Sert çıkışmıştım. Hislerim arkamızdan bir şeyler çevrildiğini söylüyordu. Sert çıkışmayıp ne yapacaktım?

 

"Sabret, her şeyi anlatacaklar sana," demişti babam tüm gün boyunca ilk kez benimle konuşarak. Sabrederdim ben de o zaman ya da hiç olmazsa sabrediyormuş gibi yapardım, babacığım. Yeter ki sen iste.

 

Kansu, önündeki bilgisayardan birkaç tuşa daha bastıktan sonra dev ekranda bir kez daha okumam için bir yazı belirmişti: "VELİAHTLAR." Onunla göz göze geldiğimde az önceki sert çıkışımı hiç umursamadığını görmüştüm. Narsist!

 

"Veliahtlar, tahtın varisleridir. Uluların ölmesi ya da artık sektörde faaliyet gösteremeyecek duruma gelmesi, onların tahtın yeni sahipleri olacağı anlamına gelir. Ayrıca varisler, Uluların bütün ayak işlerini yaparlar. İşi birinci elden öğrenmeleri temel şarttır. Çünkü Uluların yaptığı tek şey, 'bu ülkeye bunu satalım, şu ülkeye şunu satalım' toplantılarıdır. Kısacası her varis, kendi ulusunun eli ayağıdır. Ayrıca dip not olarak geçmekte fayda var diye düşünüyorum, şimdiye kadar hiçbir Ulu yaşlılıktan öldüğü için tahta varisi geçmedi, Hera."

 

Buradan anladığım şey, Ulu olmalarının öldürülmedikleri anlamına gelmediğiydi. Kanuni kadar zenginsen eğer, düşmanın da bol keseden gelirdi. Son derece basit mantıktı. Çok geçmemişti ki ekranda bir erkek belirmişti. Ululara göre Veliahtlar sanırım genç oluyordu. Doğal olarak. Kumral bir çocuktu, keskin yüz hatları ve kirli sakalları vardı. Fit vücudu olması ona ayrı hava katmıştı.

 

"Gördüğün bu kişi altıncı Ulu beyi Dündar Aksel'in oğlu, daha doğrusu veliahtı, Mert Aksel'dir. 26/05/1996 doğumlu. Kimya mühendisidir. Kimyasal silah üretimi yapar. Kan zehirleyici gazlar, yakıcı gazlar, kimyasal bombalar ve daha niceleri bu veliahtın yönetimi altında. Ayrıca, tarafımızca biyolojik soykırımlara neden olabilecek güçteki silahlara sahip olduğu haberini alalı çok olmadı." O değilde ayakta durmaktan sırtım ağırmaya başlamıştı benim. Bomba falan umrum dışıydı.

 

Ekran her seferinde olduğu gibi yine değiştiğinde gözlerime başka birini hatta birilerini sunmuştu. İki sarışın çocuktu bunlar. Birbirlerine çok benziyorlardı. Fotoğraftan ikisini birbirinden ayırmak bir hayli zordu. Kansu tekrar konuşmaya başlamıştı.

 

"Ulu Bey Kenan Özkurt'un veliaht ikizleri Doğu Özkurt ve Batı Özkurt. 13/03/1998 doğumlular. Henüz babalarından sonra Ululuk mertebesine hangisinin oturacağı kesin değil. Onları sana şöyle özetliyeyim: Onlar çok zeki. Hatta biz onlara dahi ikizler deriz." Onları anlatırken gülümsüyordu. Bu gözümden kaçmamıştı.

 

"Siz kimsiniz?" diye sormuştum ben de. Sorduğum soruya cevap vermek yerine tekrar konuya dönmüştü. Bu hareketi gözümden düşmesi için yeterliydi. Centilmen dediğimiz 24 saat yaşamıyordu çok şükür.

 

"Sana Özkurt'ların teknoloji şirketleri olduğunu söylemiştim değil mi Hera?" Kafamı evet anlamında aşağı yukarı salladım.

 

"Teknoloji şirketleri müşterilerinin genel talep ve ihtiyaçlarına bağlı olarak geliştirdikleri stratejiler doğrultusunda bir takım teknolojik ürünler üretirler. Özkurt şirketler grubu teknoloji şirketidir diyince aklına çay kahve makinesi tasarlayan şirketler gelmesin. Onlar daha çok mikroelektronik bilgisayar, iletişim araçları, makine-robot tasarımları ve yaratılımları, uzay araçları gibi yüksek teknolojik aletler üretirler. Yine bu iki Veliaht aynı zamanda teknolojik silah üretiminde de fazlasıyla yeteneklidirler. Bunlara örnek verecek olursak, makineli silah, uçak savar, füze ve kendi projeleri olan uzun namlulu, lazer tespitli, tasarım harikası, dünyanın en çok satanlarından olan silahlar listesinin %80'i ve daha birçok teknolojik silah iki kardeşin yönetimine ait diyebiliriz. Ayrıca ikizler hangi ülkeye ne tür silahların satılıp satılmadığı ile ilgili stratejileri yürüten kişilerdirler de." İkizlerin üçüzü olasılım vardı şu an. İkisine karşı ilk bakışta sempati duymuştum.

 

Ekranda bir kez daha yakışıklı bir bey çıkmıştı. Bunlarında hepsi yakışıklıydı, hangisini beğeneceğimi şaşırıp duruyordum sürekli.

 

"Ulu Bey Engin Eraslan'ın Veliahtı Erdem Eraslan. 15/08/1993 doğumlu. Eraslan'lar olayın finans kısmıdır. Elde edilen bütün paralar onların bankalarında saklanır. Ama aynı zamanda silah bankaları da vardır. İşte üretilen yeni silahlar Eraslan silah bankalarında müşteriler tarafından yatırım ortaklığı yapılarak tutulur.Sana olayı daha iyi anlayacağın şekilde anlatmak istiyorum Hera." Kesinlikle isabet olurdu. Şayet daha fazla hiçbir şey anlamadığım hâlde anlamış gibi yapmaya devam edemezdim. Onay vermek için kafamı aşağı yukarı salladığımda, konuya hızla giriş yapmıştı.

 

"Veliahtlar tarafından üretilen her çeşit silah, Uluların belirlediği ülkelere belirli oranda gönderilir. Ardından bu ülkeler, bu silahları kendi ülkelerinde bulunan Eraslan'lar silah bankasında parasını saklar gibi saklar. Kısacası üretilen silahlar üstüne dünya kadar alınan paralara rağmen onlardan çıkmaz. Şimdi ne kadar güçlü olduklarını eminim ki daha iyi anlamışsındır." Tabii canım, o kadar iyi anladım ki seni, bu uğurda yanan beyin devrelerimi gözden çıkarmakta hiç zorlanmadım hatta.

 

Ekranla tekrar kesişen gözlerim esmer bir çocuk karşılamıştı. Ayrıca fotoğraftan anladığım kadarıyla fazlasıyla dövmeye de sahip olduğunu idrak etmişti.

 

"Görmüş olduğun bu kişi, Aytekin Ulu Bey'in Veliahtı Hazar Orhon. 19/10/1996 doğumlu . Sana Orhon'ların turizm devi olduğunu anlatmıştım. Peki, yer altında bu büyük oteller ne için kullanılıyor? dersen, kısaca onu da şöyle anlatırım." Yok demem sen rahat ol, demeye kalmadan adam devam etmişti. Arkasından motor vardı mübarek susmayı bilememişti.

 

"Müşterileri bağlayan, ortaklıkları yürüten, toplantıları düzenleyen kişi bu Veliaht. Öyle ortaklık deyince aklına normal insanlar gelmesin. Genelde ortaklık kurdukları ülkelerin Cumhurbaşkanlarını ağırlar otellerinde. Senin anlayacağın ekip içinde yurt dışına en çok gidip gelen kişi aynı zamanda kendisi oluyor."

Millet hayatını yaşıyordu. Ne işler başarıyordu biz de ancak dedikodusunu döndürelimdi zaten.

 

Ekran bir kez daha karardı ve aydınlandı. Bu cümleyi kurmaktan iç sesime gına gelmişti. Yine karşımda iki yüz belirmişti. Biri kız biri erkekti. Kız olanın sarı saçları, burdan bakılınca bile fark edilen mavi gözleri vardı. Güzel kızdı. Erkek olana kaydı gözlerim hemen ardından. Yüz yapısı olarak birbirlerini andırıyorlardı. Onun da kız olan gibi mavi gözleri vardı. Ne var? Benim de gözlerim ela, hiç kıskanmadım.

 

"İzzet Korkmaz'ın çocukları Lara Korkmaz ve Evren Korkmaz. Kız kardeş 18/03/1997 doğumlu. Ağabeyi 09/09/1992 doğumlu. Ekibin en yaşlısına Evren diyebiliriz." Adam benden daha genç duruyordu. Ah, nasıl unuturum onunla sen bir misin? Adam zengin Hera, tabii ki o daha genç duracak.

 

"Korkmazlar sanayi ile uğraşırlar demiştik. Yolcu uçakları, oto-sanayi araçları, gemiler ve daha birçok buna benzer taşıtları üreten fabrikaları var. Ancak aynı zamanda savaş uçakları, insansız hava araçları, yüksek donanmalı deniz altı ve gemi tasarlayıp üreten fabrikaları da var. Kısacası Korkmaz'ların sağladığı gelir dudak uçuklatacak cinsten." Zengin değildi bunlar. Hatta bunların yanında zengin bile fakir kalırdı.

 

"Korkmaz'ların Veliahtı Evren'dir. Ancak kız kardeşi Lara da bu işlerle en az bir Veliaht kadar içli dışlıdır. Oldukça tuhaf değil mi?"

Soru bana soruldu diye cevabı ben vermek zorunda mıydım? İşin gücün yoksa laf sok Hera.

 

"Tuhaf olan şey kadın olması mı?" Geliyor gelmekte olan benim feminist damarı. Kansu kaşlarını çatmıştı. Kızmış mıydı? Ayakta olan benken kızmak onun haddine değildi.

 

"Hayır, tabii ki. Saydığım isimler için güç kadar aileleri de önemli. Genelde ailenin diğer fertleri işlerle uğraşmaz. Onları bu tehlike çemberinden uzak tutarlar."

Onu sorgulayan bakışlarım alaylı bir hâl almıştı.

 

"İkizler de iki kişi."

Benim dilimde 'ateistler bunu da açıklasın' demekti.

 

"Evet öyle ama onların durumu farklı. Onlar da veliahtın kim olduğu kesin değil. Korkmaz'lar da ise veliaht Evren."

Koskoca salon gibi odada 13 kişiydik ama tüm dedikoduyu iki kişi döndürüyorduk. Diğerlerinin burada ne işi varsa boş boş oturuyorlardı, hepsi çıt çıkarmadan. Oturmak demişken ben hâlâ ayaktaydım.

 

"Kafanda soru işareti kalmadıysa devam etmek istiyorum." Omuz silkmiştim. Söylediklerinin hiçbirini hatırlamıyordum.

 

"Tabii, buyrun, oldukça heyecanlı gidiyor zaten şimdiye kadar." Sözlerim Kansu'yu gülümsetmişti.

 

"Son ve en büyük aileye geldik. Soykamer'lere."

 

O anda ekranda bir yüz belirmişti. Daha önce gördüğüm bir yüzdü. Bu oydu. Babamın benden intikam almamı istediği çocuk. Hepsi yakışıklı olsa da, kendisi başka bir düzeyde yakışıklıydı. Eh, benimkini bulmuştuk anlaşılan.

 

"Veliaht Arem Barkın Soykamer. Ailesi Uluların başındaki ailedir. Dolayısıyla hem Veliaht hem de lider konumundadır. Zamanı geldiğinde bütün aileleri yönetecek olan da odur. Kendisi hakkında ne kadar araştırsak da dişli bilgilere ulaşamıyoruz. Ancak şöyle bir durum söz konusu ki, bu seni fazlasıyla ilgilendiriyor." Beni ilgilendiriyor. Hem de fazlasıyla. Peki, bundan şeyin haberi var mı? Benim.

 

"Arem'in Büyük dedesi Vural Soykamer, iktidardayken kimin tarafından yapıldığı bilinmeyen silahlı saldırıda ağır yaralanmıştı. Tarih bundan yirmi sene öncesine ait. Yıl 2002'ydi. Vural'ın ağır yaralanması sonucunda aynı tarihlerde Ankara'da ki hava üssünde bombalı saldırılar gerçekleşti. O tarihlerde 542 askerimiz ve polisimizi bombalı saldırılar sonucunda şehit verdik." Acıyla karışık nefes alıp vermiştim. Hikayenin beni ilgilendiren kısmını az buçuk tahmin edebiliyordum. Bahsettiği bombalı saldırıyı daha çocuk yaşımdayken öğrenmiştim.

 

"Dönemin uluları; Ulu Bey Sühan Aksel, Ulu Bey Aziz Korkmaz, Ulu Bey Yücel Eraslan, Ulu Bey Galip Orhon, Ulu Bey Özkan Özkurt, yine bombalı saldırı sonucunda hayatlarını kaybettiler. Baş Ulu Vural Soykamer'e bambaşka bir suikast düzenlendi. O geçirmiş olduğu silahlı saldırıcı sonucunda hayatta kalmayı başaran tek Ulu'ydu. Her Ulu'nun kendi veliahtı vardır ve bir ulu ölürse yerine Veliahtı geçer demiştik. " Kansu bana daha çok söylediklerimi hatırlıyor musun? Tarzında imâ da bulunmuştu. Sesinin tonundan bunu gayet iyi anlamıştım. Ona kafa sallayarak cevap verdiğimde kaldığı yerden konuşmasına devam etmişti.

 

"Ulu'lar ölünce veliahtları Ulu konumuna geçti. Sühan Aksel'in yerini Dündar Aksel aldı. Aziz Korkmaz'ın yerini İzzet Korkmaz aldı. Yücel Eraslan yerini Engin Eraslan'a bıraktı. Özkan Özkurt'un tahtına oğlu Kenan Özkurt oturdu. Galip Orhon'dan sonra Ulu koltuğuna oturan kişi Aytekin Orhon oldu."

Kansu'nun sözlerinden çıkardığım sonuç bu yapılandırmanın tamamen saltanat üzerine kurulu olduğuydu.

 

"Eski Ulu'lar öldü. Veliaht olanlar Ulu koltuğuna oturdu ancak bir şey eksik kaldı."

Kansu 'nun sözünü hızla keserek konuşmuştum.

 

"Veliahtlar."

Kansu kafasını aşağı yukarı sallayarak beni onaylamıştı.

 

"Aynen öyle. Artık düzen tamamen değişmişti. 60'lı yaşlarındaki ulular ölmüş yerlerine 30'lu yaşlarındaki yeni ulular gelmişti. 30'lu yaşlarındaki uluların ise oğulları yeni veliahtlar olacaktı. Yani yeni veliahtlar aslında henüz daha çocukken o koltuğa oturtuldu. Hazar, Evren, Erdem, Doğu-Batı, Mert, Arem; az önce ekranda gördüğün tüm veliahtlar hayatlarında ilk kez Veliaht olduklarında 4 ile 10 yaşları arasındaydılar."

 

Kansu'nun sert sesi içimi ürpertmişti.

Öyle bir konuşuyordu ki sanki Veliaht olmak çok kötü bir şeydi.

 

"Vural Soykamer silahlı saldırıdan kurtulduğunda tekrar Baş Ulu koltuğuna oturdu. Vural'ın iki oğlu vardı. Diğer veliahtlar babaları öldüğü için Ulu olmuştu fakat Vural ölmediği için onun oğlu olan veliahtı, hâlâ Veliaht olarak kalmaya devam edecekti.

Tabii eğer senaryo başka şekilde yazılmış olsaydı. " Kaşlarım yine ve yeniden hayretle çatılmıştı. Ben nasıl bir şeyin içine düşmüştüm böyle? Anlattığı hikaye giderek korkunç olmaya başlamıştı.

 

"Arem Barkın Soykamer, Vural Soykamer'in 8 yaşından beri veliahtıdır. Vural'ın torunundan önceki veliahtı ise oğlu Arzem Soykamer'dir.

Vural'a süikast düzenleyen, Ulu'ları yok eden ve de 542 askeri şehit eden kişi, Arem Barkın Soykamer'in amcası ve de aynı zamanda eski veliaht olarak bilinen Arzem Soykamer'dir." Kansu, gözlerimin içine anlayamadığım şekilde bakıyordu. Son bir şey daha söyleyecekti ve o son söylediği şey beni tam kalbimden vuracaktı. Bakışlarındaki anlam bundan ibaretti.

 

"O, 542 şehit askerden biri de senin annen GÜL TÜRKEŞ'ti."

 

Yerimde sendelemiştim o an. Biliyordum. Konun benimle bağlantısının annem olduğunu gayet iyi biliyordum.

 

Ne vardı ki ne kokusunu ne de yüzünü hatırlamadığım kadının sadece ismini duymak bile beni yerimde sarsmaya yetmişti. Derin derin nefes almıştım. Hissediyordum. Babamın gözleri üzerimdeydi. Eğer düşmek istemiyorsam o gözlere bakmamalıydım. Düşmekten korktuğum için değil, babama karşı zayıf düşmek istemediğim içindi. Kendimi toparladığıma emin olduğum yeterli süreden sonra Kansu'ya döndüm. O da kendimi toparlamam için bana süre tanımış olacak ki sessizce benden gelecek tepkiyi bekliyordu.

 

Henüz konuşasım yoktu, ancak konuşursa onu dinlerdim. Bunun bilincinde olarak kafamı aşağı yukarı salladım. Hareketim devam etmesi için yeterli olmuştu.

 

"Şimdiki veliahtımız Arem'in amcası Arzem Soykamer bu olaylardan sonra çok geçmeden bir gece ölü olarak bulundu."

 

Edinmiş olduğum yeni bilgi içimi rahatlatmaya yeter miydi? Bilmiyordum. Yine de biraz da olsa huzur doldurmuştu içime. Keşke öldüren kişiyi bulabilseydim. Annemin katili olan ve onca askeri şehit eden o şerefsiz Arzem pisliğini öldürdüğü için ona teşekkür edebilseydim.

 

"Ağır yaralı olan Vural Soykamer, yani Arem'in dedesi, uyandığında büyük oğlunun yaptığından şüphelenilen birçok olay yetmezmiş gibi, bir de kimin yaptığı bilinmeyen şekilde oğlunun öldürüldüğünü öğrenmişti. Kendini toparlaması çok uzun sürmemişti. Tekrar masanın başına geçmişti. Bu kez kendisinden sonra yerine gelecek kişi yaşayan tek evladı olan yani Arem'in babası Azer Soykamer'di. Yalnız kimsenin beklemediği bir şey yaptı Azer Soykamer." Kansu, hikayenin bu kısmını anlatırken olayı yaşıyormuş gibiydi. Dişlerini sıkmış elini yumruk yapmıştı.

 

"Azer, veliaht olmak istemediğini, bu işlere girmeyeceğini, sonun ağabeyi gibi olmasından korktuğunu söyledi. Ailesini de alıp yurt dışına gitti. Bir daha dönmemek üzere. Tek bir kişi eksik gitti. Üç çocuğundan ortanca, henüz o tarihlerde sekiz yaşında çocuk olan oğlu Arem'i, 'Kendilerini rahat bıraksın, diye babasının eline al, senin veliahtın artık bu çocuk' diye bırakıp çekip gitti."

 

Duyduklarım ile olduğum yerde kaskatı kesilmiştim. Ulan, ne vicdansız babalar vardı. Söz veriyorum baba, gün içinde benimle sadece üç beş kelime konuşuyorsun diye bir daha sana ilgisiz baba demeyeceğim. Ha bir de çok sert bakışların var diye senin taklidini arkandan artık asla yapmayacağım.

 

Sohbet giderek koyulaştığında Kansu, konuşmaya ara vermeden devam etmişti. Tabii, ben de onu ara vermeden ve ayakta dikilerek dinlemeye devam etmiştim.

 

"Arem sekiz yaşından on sekiz yaşına kadar ne annesini ne babasını ne de kardeşlerini hiç görmeden büyük babası tarafından ağır şekilde veliaht olmak için eğitilerek yaşadı. On sekiz yaşına geldiğinde kalbinin iki santim yanından silahlı saldırı sonucunda ağır yaralanarak vuruldu. Tahmin edersin ki velihatların çok düşmanı var, Hera. Genelde bütün işleri onlar yaptığı için ve uluların masadaki soylarının devamını onlar sağladığı için düşmanlar hep onları hedef alır." Çok şükür o kadarını düşünebilecek akla sahiptim.

 

"Arem'in durumu çok kritikti. İtalya'da sakin bir hayat sürüp oğullarını ise kanlı hayata bırakıp giden ailesi durumun haberini alınca, gelmeyeceğiz dedikleri topraklara geri dönmüşlerdi. İşte bundan sonra tam olarak ne oldu, kimse tarafından bilinmiyor. Arem o gün ölmedi. Hatta şu an yirmi yedi yaşında. Uyandığında ailesini yanı başında buldu. Hani şu onu on yıldır arayıp sormayan ailesini."

 

Sanırım bunun için üzülmem gerek, diyordum şu anda kendi kendime. Sonra diyordum ki, onun amcası senin anneni öldürdü, ne diye üzülüyorsun onun için? Çok geçmeden bir ses daha yankılanıyordu içimde. Hayır, aptal, o zamanlarda o daha bir çocuktu... Ah, Tanrım, sanırım şizofrendim. Gözlerim dalıp gittiği yerden kalkıp Kansu'nun gözlerinde durduğunda, merak ettiğim soruyu sormuştum.

 

"Bütün hikayeyi anlatığın için teşekkür ederim, ancak tahmin edersin ki benim merak ettiklerim bunlar değil. Ben daha çok olayın sizinle ve benimle ilgisini merak ediyorum. Benden istediğiniz bir şey var, bu açık ve bariz bir şekilde ortada. Ama sizin yapamadığınız neyi yapabilirim ki ben? İntikam diyecekseniz eğer, o zaman evet, annem öldü, ama onu öldürdüğünüzü söylediğiniz adamın şu an hayatta olmadığını da bizzat siz söylediniz. Benim bu hikayede ki rolüm tam olarak ne?"

 

Sabahtan beri ilk kez bu kadar uzun konuşmuştum. Kurduğum her cümlenin haklılık payının yüksek olmasından emin olmak ise ayrı bir gururdu benim için.

 

"Bahsi geçen hikayede senin rolün çok büyük. Sen kilit isimisin hikayenin. Şayet sen ona çok benziyorsun, kızım." Kaşlarımı çatmama neden olan sözleri sarf eden kişi babam olmuş olsa da hâlâ hiçbir şey anlamayan bendim.

 

"Kime benziyorum?" diye sormuştum, ben de çok beklemeden. Fazla merak fazla meraktı. Ötesi yoktu.

 

"Arem on sekiz yaşında vurulduğunda tek başına değildi. Onunla beraber bir kişi daha vurulmuştu. Bu kişi onun sevgilisiydi, kızım. Melisa Aksel. veliahtlardan Mert Aksel'in kız kardeşi. O gün Melisa öldü, kızım. Sen ise o kıza kaderin cilvesi olacak kadar çok benziyorsun."

 

Birine ikizi kadar çok mu benziyordum? Ne yani bu dünyada benden bir tane daha mı vardı? Dünyanın kendisi bile buna inanmazdı.

 

"Birincisi ben ona değil, o bana benziyordur. İkincisi, benziyor olmamız neyi ifade ediyor?" Lütfen beni ateşe atma, baba. Çünkü biliyorsun, sen istersen ateşe de atlarım, ateş olup herkesi de yakarım. Bunu bana yapma, beni harcama...

 

Benim babama sorduğum soruyu masada, hiç konuşmayan tayfadan biri olarak oturan o kız cevapladı.

 

"Çünkü Hera! Velihatlar çok büyük bir işin peşinde. Bu işin sonucunda ülkemizin hatta dünyanın akıbeti ne olur? Bilmiyoruz. Belki de bir kez daha birçok askerimizi, polisimizi şehit vereceğiz. Birçok çocuk senin yaşadığın kaderi yaşayacak. Ve maalesef ki biz onları durduracak kadar güçlü değiliz. Arkalarında çok güçlü bağlantılarının olduğu ülkeler var. Ama bunu sen yapabilirsin. Onu durdurabilirsin." Kimi durdurmamı istiyordu bunlar? Kafam iyiden iyiye karışır olmuştu.

 

"Arem'in Melisa'ya olan sevgisi çok büyüktü, onu kaybettikten sonra canavara dönüştü desek yeridir. Sen ona kaybettiği sevgilisi olarak gideceksin. Ardından onu durdurabilmemize yarayan bütün bilgileri bize vereceksin."

 

O susunca, "Kısacası, onu kendine aşık edeceksin. Unutma, Hera, zaafı olan zafiyet gösterir," demişti Kansu. Gerçekten mi? Beni bir dünya mafyanın içine muhbir olarak mı göndereceklerdi? Onlara bu durumda söyleyeceğim şeyler çok açıktı.

 

"Bakın, her şeyi anlarım, ama hâlen birinizin ayakta çok durdun, gel şöyle otur dememesini anlamam. Vallahi ayaklarım koptu. İnsafsız mısınız siz?"

 

Ben yine bildikleri gibiydim. Hatta sözlerimden dolayı 'ne dedi bu' bakışlarına ve 'sen adam olmasın' bakışlarına maruz kalmıştım bile.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İçinde grinin her tonunun bulunduğu odamda yine düşünmekle meşguldüm. Saçma sapan şeyleri düşünüyor olmak en azından düşündükçe delireceğim şeylerden beni uzak tuttuyordu. Çok geçmeden gözlerim odamda turlamaya başladı. Gri dolabım, gri çalışma ve makyaj masam, hatta gri duvarlarımı tek tek tarıyordu gözlerim. Sanki her gün onları görmüyormuş gibiydiler. Gri benim en sevdiğim renklerden biriydi. 'Ben beyaz değilim, beyaz gibi pürüzsüz ve temiz değilim ama onun gibi olmak istiyorum.' derdi sanki.

 

 

 

Çıkmam lazımdı kök saldığım yataktan. Üstümü giymeliydim. Dışarıda beni düşmanları için yem yapmak isteyen bir takım insanlar vardı. Onlara ben yem olmak için çok hazırım diyebilmeliydim. Peki gerçekten hazır mıydım?

 

 

 

Saate bakasım geliyordu birden. İçimdeki bu dürtüye itaat edip kafamı yatağımın ucundaki çekmecenin üstüne konumlandırılmış saate doğru çevirdim. Henüz saat sabahın yedisiydi. Ekim ayının 8'i olmalıydı ayrıca bugünün tarihi. Bu bilgiyi kafamın içine not ettim.

 

 

Çıplak ayaklarım sıcak yataktan soğuk zeminle buluşunca bütün vücudum titremelerin avucuna bırakmıştı kendini. Örtünmeyi sevmezdi ayaklarım. Hep çıplak dolaşırlardı. O zaman üşütsünler de akılları ayaklarına gelsindi.

 

 

 

İlk istikametim odamın içinde bulunan banyom olmuştu. Banyodaki tüm işlerimi halletmem toplamda en fazla on dakika sürmüştür diye tahmin ediyordum. Orada işim bitince hemen yatağımın sağ yanında bulunan beyaz özentisi gri renkli dolabımdan siyah dar kot pantolon çıkarmıştım. Çok geçmeden giyinmiş olduğum siyah ve dar kot pantolonu siyah ve dar bir kazakla kombinlemeyi tercih ettim. Bugün de çok siyah oldum, biraz da renkli giyineyim diye düşünürken bu kez de üzerime siyah kot ceketimi geçirdim. Bu da benim kararlılık seviyemdi işte, ne yaparsın.

 

 

 

Aynanın karşısına geçmiş, tüm yaşadıklarımı ve olacak olanları düşünüyordum. Düşünüyorum, öyleyse varım diyorum. 'Nereye varsın Hera? Sen şimdi var olmayan birinin yerini varlığınla doldurmaya gitmiyor musun?' Bu var olmak mıdır, yoksa yoktan var etmeye çalışmak mı?

 

 

 

Yansımama kayıyordu gözlerim. Saçlarıma dikkat kesiliyordum. Saçlarım uzun, siyah ve altlarından dalga dalgaydı. Saçımın tamamını boyatma cesareti gösteremediğim için sadece bazı tutamları griydi. Bu grilik ne yalan söyleyeyim yakışıyordu bana. Güzel olana her şey yakışırdı zaten. Böyle kalsın, diyordum saçlarım için. Onların açık kalması adına onay veriyordum. Hem saçlarımı toplasam ne olacak ki? Zaten ben kafamın içini toparlamayı beceremiyordum.

 

 

 

Çıkmam lazım boş evden. Duvarlar beni boğuyordu. Babam yok. Uzun zamandır da gelmiyor eve. Dünde gelmedi, ondan önceki günde. Babam hayattaydı fakat sanırım artık hayatımda olmayacaktı. Dün ders çıkışı eve gelirken siyah minibüs tarzı bir araba kesmişti önümü. İçinden takım elbiseli adam çıkıp, bana şu an elimde tuttuğum akıllı telefonu uzatmıştı. "Yarın sabah en geç saat sekizde sana verdiğim bu telefonu aç ve içinde kayıtlı olan numaraya 0-5-0-2 şeklinde mesaj at." Bazen bazı şeyleri sorgulamamak gerekirdi. Belki de şu an dış kapının önünde karşı tarafın bana cevap yazmasını bekliyor oluşum bu yüzdendi.

 

 

 

Henüz mesajı göndereli çok olmamıştı. Zaten ben attığım mesajın süresini daha hesaplayamamışken kime ait olduğunu bilmediğim bir numaranın sahibi bana bilmediğim bir adresin konumunu atmıştı. Yine nereye gidecektim kim bilir? Gittiğim adreste beni neler bekliyordu? İşte en büyük bilinmezliğimin sahibi olan soru... Siyah jeep'ime binmiştim. Kendimi yollara teslim ede ede ilerliyordum bilinmezliğe doğru. Tek başıma araba sürerken yapmayı en sevdiğim şey son ses müzik dinlemekti. Resmen stres atmak için birebir çözümlerden biridir.

 

 

 

Arabamın içinde tekrar tekrar dinlediğim şarkı 'Ceg'in Normal' şarkısından başkası değildi. Bu şarkının sözlerinde kendimi buluyordum. Sözlerde hayat vardı. Sözlerde yaşanmışlıklar vardı. Sözlerde yaşacaklarımın ağırlığı vardı. "İsterdim normal olmak. İsterdim olmak normal. Ama normal olmam anormal. Benim normal olmam anormal."

 

 

 

Yaklaşık olarak bir saatlik süren yolculuğun ardından geldiğim yer yapı olarak muhteşem türden yapılardandı. Hatta buraya yapı demek haksızlık olurdu. Deyim yerindeyse burası modern yapılanmanın sanat eseri niteliği taşıyan saray yavrusuydu. 'İstanbul Milli İstihbarat Teşkilatı Hizmet Binası.'

 

 

 

Bir kez daha anlamıştım kabul ettiğim görevin ne denli büyük iş olduğunu. Bundan bir hafta önce İstanbul Ordu Komutanlığı'ndaydım. Şimdi ise MİT'e misafir olacakmış gibi görünüyordum. Saydığım bu iki yerde her insanın giremeyeceği yerler arasında bulunuyordu. Ben ise buraya girebiliyordum çünkü ölmüş ve gitmiş bir kadından torpiliydim.

 

 

 

MİT'in Türkiye'deki ana karargahı Başkent Ankara'daki Kale adındaki binasıdır. İstanbul, İzmir, Diyarbakır gibi büyük bölgelerde inşa edilmiş üstler de vardı. Anladığım kadarıyla, biz Ankara'daki merkez binaya bağlı olan yapılardan birinde faaliyet gösterecektik. Ankara merkez binasına bağlı İstanbul Üstü'nde bulunma sebebim tam olarak bu olmalıydı.

 

 

 

Hizmet binaları azımsanmayacak ölçüde teknolojik yapıdaydı. Öyle ki şu an karşımda duran yatay mimaride dikdörtgen şeklinde tasarlanan yapı, maksimum güvenliği sağlayacak şekilde her türlü kara ve hava bombardımanına karşı koyabilecek güçteydi. Nerdeyse tek katlı ev yüksekliğinde olan giriş kapısının önünde beklerken arabadan indiğimi gördüğü an beni beklediğini tahmin ettiğim adamın biri gelmişti yanıma. Çok geçmeden kendisini takip etmemi söyleyen takım elbiseli kaba saba adamla beraber büyük kapıdan içeri girmiştik. Aracımın teslimini yine burada bulunan adamlardan biri almıştı.

 

 

 

Takip ettiğim uzun, sert ve takım elbiseli adamla ilerlemiş olduğumuz alan için devasa kelimesini kullanmak eksik kalırdı. Buranın başını görüyordum ancak sonunu kestiremiyordum. İçerisi oldukça kalabalıktı. Kadınlı erkekli ciddi giyinen ve birbirleriyle muhatap olmayan insanlarla doluşmuştu dört bir yanım. Tüm odağını işine veren giriş kısımdaki bilgilendirme bölgelerinde dosyalara gömülmüş insanlar mevcuttu. Adını bile bilmediğim garip adamla giriş salonundan dümdüz ilerleyerek ana salonla bağlantılı koridorlardan birine giriş yapmıştık. Beyaz renginin çok fazla kullanıldığı göz alıcı yapının içinde bulunduğumuz koridorda yine beyaz renginin vermiş olduğu ferahlığı içinde barındırıyordu.

 

 

 

Çok geçmemişti ki bir asansörün önünde durmamış olalım. Hemen önümde bulunan asansör şimdiye kadar hiç rastlamadığım türden bir özelliğe sahipti. Baştan aşağı camdan oluşuyordu. Oldukça güzel bir görüntüydü. Tuhaf adam önce benim geçmem için eliyle asansörü işaret etmişti. Ah tuhaf olabilirim ama centilmenim de diyorsunuz yani. Tuhaf ama aynı zamanda centilmen olan bey, bana asansörün görünüşü gibi çalışma sisteminin de diğer asansörlerden farklı olduğunu yine tek hareketiyle istemeden de olsa göstermişti. Burada parmak okuyucu vardı. Yani bu asansörün çalışmasını istiyorsanız o zaman önce buna izninizin olduğunu ona kanıtlamalıydınız.

 

 

 

Yanımdaki bey sağ el baş parmağını sisteme okutuktan sonra parmak izi bölümü yeşil yanarak bizi onaylamıştı. Okutma işleminin ardından yine sağ tarafta olan cam duvarda dokunmatik tuşlar ortaya çıkmıştı. Gördüğüm tuşlar gidebileceğimiz katlara aitti. Tuhaf adam sekizinci kata basmıştı.

 

 

 

Asansörün hareket etmeye başlamasıyla çıktığımız katları camın arkasından görmek inanılmazdı. Özellikle de geçtiğimiz katlardaki insan yoğunluğunu görmek beni bir hayli şaşırtıyordu. Tanrı aşkına buranın personel nüfusu kaç? İki bin falan mı?

 

 

 

Sonunda asansör ineceğimiz katta durmuştu. Sekizinci kat koridorunda sağ tarafa doğru yol almıştık. Centilmen bey önde bana yolu gösteriyordu. Bu kat diğer katlara oranla daha sakindi. Centilmen bey siyah çerçeveli kırmızı kapının önüne gelince durdu. Kapı, bana görünüş olarak sinema salonlarının kapısını andırmıştı. Tek bir farkla: kapının kilit kısmında açmak için kol yoktu. Aksine, kilit sistemi dokunmatik şifre paneliydi. Aman sanki devlet sırrı vardı arkasında. Gerçekten mi Hera? Kapıyı bırak, bina komple devlet sırlarının güvence altına alınması ve korunması için yapıldı.

 

 

 

Beni buraya kadar getirmekle mükellef olan yanımdaki bey, kapının şifresini tuşlayınca kilit sistemi devre dışı bırakılmıştı. Kapı iki yandan hareketle açıldı. Kapının açılmasının ardından yanımdaki adam ilk kez konuştu. Tabii bende ilk kez sesini duydum. "Hera Hanım, toplantı salonu koridor boyunca dümdüz ilerlerseniz karşınıza çıkan ilk kapı olacaktır. Sizi orada bekliyorlar."

 

 

 

Kafamı sallayıp, beni buralara kadar getiren adama teşekkür dahi etmeden hızla içeri girmiştim. Karşımda yine geçen seferki gibi bir görüntü vardı. Dar karanlık koridor ve o koridoru aydınlatmak için neden bu rengi seçtiklerini bir türlü anlayamadığım kırmızı toplardan olan ışıklandırma. Bu seferki toplar duvara değil tavana asılıydı. Aman ne büyük fark. Yaklaşık olarak 25 ile 30 adımdan sonra karşıma yine yine ve yeniden bir kapı çıkınca durmuştum.

 

 

 

İyi haber, bu seferki kapının açmak için basit bir kulpu vardı. Kötü haber, o kulpu çevirecek istek ve hevesin bende esamesi bile yoktu.

 

 

 

Daha fazla oyalanmanın benim için faydası yoktu. Hatta ne kadar çabuk, o kadar hızlı bitişe varmak demekti. Sahip olduğum düşünceden hareketle kapıyı çalmaya gerek duymadan kulpu çevirip içeri girdim. Kalabalık bir ortam görmeyi bekliyordum, geçen seferki gibi ancak karşımda sadece üç kişi vardı. Bunlar yuvarlak masa şövalyelerinin genç kesim üyeleriydi.

 

 

 

İçlerinden sadece birini tanıyordum. Daha doğrusu adını biliyordum: "Kansu". İçeri girdiğim ilk an göz göze gelmiştik. Beni gördüğü an gülümsemişti. Gülüşüne karşılık vermek isterdim ama kusura bakmasındı. Adım adım ölüme gitmekle meşguldüm. Bu yolda etrafıma gülücük saçamayacak kadar asabiydim.

 

 

 

İçerisi geniş bir toplantı salonuydu. Dikdörtgen, yaklaşık yirmi kişilik masa, salonun ortasında yer alıyordu. Tanımadığım üç kişi ise arkalarını dönmüş bedenlerini, cam duvara dayamışlardı. Her biri birer ekranın karşısındaydı. Sarışın kız ve biri kumral, biri esmer iki erkeklerdi.

 

 

 

Yanlarına gitmek için adımlarımı ileriye doğru attım. Onlar da efendilerine itaat ederek onlara yaklaşmama izin verdiler. Yanlarına vardığımda Kansu bana elini uzatıp nasıl olduğumu sormuştu. Ben de karşılık olarak "çok iyiyim hatta bugün bence ölmek için harika bir gün." demiştim. Sözlerim onun daha çok gülmesine ve kafasını iki yanına sallamasına neden olmuştu. Oysa ben espiri yapmamıştım.

 

 

 

Kansu kendisine yakışanı yapıp diğer iki kişiyi tanıtma işine koyulmuştu. Erkek olanın adı Atlas, kız olanın adı ise Almina idi.

 

 

 

Bugün burada toplanmıştık çünkü bu gece şu sonumu bizzat getireceğinden emin olduğum veliaht ile tanışacaktım. Daha doğrusu beni görmesi, tanışmak istemesi için yeterli olacaktı, çünkü ben onun ölen sevgilisinin birebir aynısı gibiymişim falan.

 

 

 

Bunları duymak ölen kızı merak etmeme neden olmuştu. Daha doğrusu, "bu bana benzeyen hadsiz, koskoca Dünya'da benzeyecek başka birini bulamadı mı?" diye çığırmama neden olmuştu. Kansu bana kızın resimlerini göstermişti. Gerçekten aramızdaki benzerlik beni bile şaşırtmıştı. Hatta Kansu'ya onunla aramızda bir akrabalık bağının olup olmadığını sormuştum. Gerçi akraba isek, onlar zenginlerken ben neden fakirdim, orası ayrı meseleydi. Kader bu ya annemi bir adam öldürüyordu ve ben o adamın yeğeninin ölen sevgilisine tıpatıp benziyordum.

 

 

 

Ölen sevgili Melisa Aksel ile aramızdaki tek fark, saç ve göz renklerimizdi. Benim gözlerim ela, onunkiler siyahtı. Benim saçlarım siyah, onunkiler ise zengin sarısıydı. Bir de ten rengi farkımız vardı. Kesinlikle ben daha güzeldim. Aksini iddia eden, edemezdi.

 

 

 

Kansu ve diğer iki kişi, Melisa'nın kim olduğunu uzun süre araştırsalar da bulamamışlardı. Kız bundan dokuz sene önce, on yedi yaşındayken ölmüştü. Ölenin Aksel ailesinin kızı olmasından, kızın ölüm sebebinin Arem'in sevgilisi olmasına kadar hiçbir şeyi ilk başlarda bilmiyorlarmış. Bildikleri tek şey veliaht ve yanındaki bir kişi daha vuruldu bilgisiymiş.

 

 

 

Kansu ve diğerleri bir tek fotoğraf bile bulamamışlar. İşte bu aileler bu denli güçlüymüş. Devletten bile bir şeyleri gizleyebilecek kadar.

 

 

 

Melisa'nın öldüğü tarihte ben henüz on üç yaşında bir çocuktum. Sevgili şu an nerde olduğundan bir haber olduğum babam, veliaht'ın sevgilisinin ölmesinin üzerinden dört yıl geçmişken mafya bozuntusu ailelerin peşine düşmüş. Yine bu aileler ile bağlantılı çıktığı gizli görev sonucu Melisa'ya dair bir takım bilgilere ulaşmıştı. Melisa'nın, Aksel'lerin kızı olduğu ve aynı zamanda Arem'in sevgilisi olduğu gibi bir takım bilgilere.

 

 

 

Ancak onu asıl şaşırtan şey Melisa'nın fotoğraflarıymış. Çünkü gördüğü kızla kendi öz kızı arasında inanılmaz benzerlik varmış. Öz kızı o tarihlerde zaten ölen kızın vurulduğu yaştaymış. İşte o gece babam hem bacağını hem de öz kızını bu uğurda kurban vermiş.

 

 

 

Babamın malulen emekli olması gibi bir durum söz konusu dahi değilmiş. Babam beni eğitmek, aynı zamanda büyük aileler operasyonunu birinci elden yönetmek için gizli göreve çıkmış. Onlardan anladığım kadarıyla babamın emriyle beş yıldır beni takip ediyorlarmış. Bu sayede zamanı gelmeden bahsi geçen ailelerden biri ile tesadüf eseri karşı karşıya gelmem sürekli engellenmiş.

 

 

 

Hikaye bununla sınırlı kalmamıştı. Mesela artık görev boyunca babamı görmemem gerekiyormuş. Çünkü ben artık Hera Türkeş değil, Hera Uysal'mışım. Bir soy isim, bir insana ancak bu kadar uyum sağlardı zaten.

 

 

 

Annem ve babam Ziya Uysal ve Zehra Uysal, İtalya'da emekliliklerinin tadını çıkarırken ben Türkiye'deki sevgili ağabeyim olan Kansu Uysal ile beraber yaşıyormuşum. Babam olan Ziya Uysal emekli bakandı. Bu gece ağabeyimin de davetli olduğu nişan töreni vardı. Arem Soykamer'in kız kardeşi Elena Soykamer ile velihatlardan Evren Korkmaz nişanlanıyordu. Tabii bende bu nişana abim Kansu ile gidecek ve Arem'in gözüne gözüne sokacaktım kendimi.

 

 

 

Nişan akşam sekizdeydi. O saate kadar bütün merak ettiklerimi bir bir öğreniyordum onlardan. Açık vermemek için hayatımda minimum değişiklik yapmaya çalışmışlar. Kısacası uyum sağlamam gereken şeyler yeni soyadım, yeni ailem ve Atilla Tuğrul Türkeş'in hayatımda hiç olmaması gibi basit şeylerdi. Çok basit şeylerdi. Çok.

 

 

 

Uzun sürmeyen sohbetin ardından artık adının Almina olduğunu öğrendiğim sarışın kız beni geceye hazırlayabilsin diye binadan ayrılma vaktimiz gelmişti. Almina'nın sürdüğü araç şehrin en ünlü kuaförlerinden birinin önünde durmuştu. Sarı hanımefendi kendine yakışanı yapıp, yol boyunca tek kelime etmemişti benimle. Kuaförden içeri girmek üzereyken peşimden gelmişti. Arka tarafta birkaç poşet vardı. Onları elime tutuşturmuştu.

 

 

 

"Bunların içinde gece giyeceğin kıyafet, ayakkabı, çanta falan hepsi mevcut. Akşam Kansu seni almaya gelecek." Oh çok güzel, bedenimden tut ayak numarama kadar her şeyimi biliyorlardı. Poşetleri aldığım gibi kuaförden içeri girmiştim. İçerideki çalışanlar sanırım beni bekliyorlardı. Beni gördükleri gibi iki kişi kolumdan tutup koltuklardan birine oturtmuştu. Hızlıyız.

 

 

 

Kimsenin aklına bana ne tür bir şey istediğimi sormak gelmiyordu sanırım. Özellikle kafamın üstünde ellerini kavgaya hazırlar gibi belinde birleştiren, saçının önünü maviye boyatmış bebek suratlı genç erkek için, fikrim önem teşkil etmiyor gibiydi. Tanrım, resmen adamdan sayılmıyordum.

 

 

 

"Saçı ensede toplamak bunun yüzüne gitmez. Çok makyajı da yüzü kaldırmaz."

 

 

Bir şeyden değildi ama haklı diye sesimizi de çıkaramıyorduk.

 

 

 

"Doğaçlama dalıyorum saça."

 

 

Kaşlarımı çatmıştım.

 

 

 

"Dalmak mı?"

 

 

Aynadaki yansımama tip tip baktı.

 

 

 

"Mecazdan da anlamıyor soğuk nevale."

 

 

Kalbim kırıldı toplayasım da gelmiyordu.

 

 

 

"Ha, bir de soğuk nevale."

 

 

Öfkelenmek istemiyordum. Ama kalbim kırılmıştı artık ne yapalım?

 

 

 

"Bebeğim, sen niye şaşırdın ki buna. Hayatın boyunca sana kimse 'kız sen ne sıcak kanlısın' dedi mi?"

 

 

Düşünür gibi yaptım. Gülümseyip öyle cevap verdim.

 

 

 

"Yoğğğ demedi."

 

 

Ağzımı gere gere konuştuğumda gülmüştü...

 

 

 

"Yani haklıyım."

 

 

Bilmiş bilmiş konuştuğunda gülmüştüm...

 

 

 

"Yani daha fazla uzatırsan sen saçıma dalmadan ben sana dalarım." Yutkunmuştu. Korktu sanırım.

 

 

 

"Dalmak mı?"

 

 

 

Gün içinde en çok burada gülmüştüm. Çocuk sayesinde tüm gerginliğim az da olsa gitmişti. "Sanırım mecazdan anlamayan bir tek ben değilim."

 

 

 

Kahkaha atıp "alemsin şekerim" demez mi? Allah'ım, nedir benim senin şu salak kullarından çektiğim.

 

*

 

 

 

Kuaföre geldiğim saat öğleden sonraya denk geliyordu. Şu anda ise saat sekizi on geçeyi gösteriyordu. Sonuç gerçekten harikaydı. Bu kadarını ben de beklemiyordum.

 

 

 

Üzerimde canlı tonlarda kırmızı gece elbisesi vardı. Yere kadar uzanıp derin yırtmaça sahip ince, ip askılı çok klas bir elbiseydi. Saçlarım için açık bırakılıp doğal dalgalar verilmesine karar kılınmıştı. Bu kararı şu saçının önü mavi olan deli çocuk vermişti. Yoksa benim ne haddimeydi.

 

 

 

Ayaklarımdaki ayakkabılara resmen aşık olmuştum. İp bağlanmalı şekilde bileklerimin üstüne kadar gelen ve iplerin üstü taşlarla donatılmış sanat eseri niteliğinde ayakkabılardı.

 

 

 

Yüzümde ağır tonda makyaj yoktu. Genellikle kahve tonları kullanılmıştı gözlerimde, ancak makyajın can alıcı noktası dudaklarıma yapılmıştı. Kan kırmızısı ruj kullanılmıştı. Şu kadarını söyleyeyim, bugün bu kızdan bir tek Baş Veliaht etkilenmeyecikti. Hoş o da zaten benden ben olduğum için etkilenmeyecekti.

 

 

Çalışanlardan biri dışarıda beni bekleyen aracın olduğunu söyleyince artık gitme vaktimin geldiğini anlamıştım. Kuaför kapısından dışarı çıktığımda Kansu'yu siyah bir BMW'nin önünde üzerinde ona çok yakıştığını itiraf etmem gereken siyah takım elbisesi ile beni bekler vaziyetteyken görmüştüm. Göz göze geldiğimizde beni beğendiğini her hâlinden belli etmekte sakınca duymamıştı. Hatta deyim yerindeyse göz bebekleri parladı bile diyebilirdim. Kendine gel, biz kardeşiz seninle. Yanına ulaştığımda kendi etrafımda bir tur dönüp nasıl olduğumu sormuştum. Aldığım cevap kısa ve özdü:

 

 

 

"BÜYÜLEYİCİ."

 

 

 

Araç boyu seyahat ederken Kansu ile insanlara anlatacağımız hikayeyi tekrarladık. Ben Hera Uysal! 22 yaşındayım. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi üçüncü sınıf öğrencisiyim. İki kardeşiz. Annem ve babam emekliliklerinin yurt dışında tadını çıkarmak istedikleri için iki yıldır ülke dışında. Ağabeyimle beraber İstanbul'da yaşıyorum. Gibi gibi devam eden sıkıcı bir hikaye...

 

 

 

Giderek yaklaşıyorduk beni bekleyen hazin sona. Nişan töreninin olacağı saraya nihayet gelmiştik. Araçtan inince bizi vale karşılamıştı. Kansu aracın anahtarını valeye vermişti. Hemen ardından bana kolunu uzatmıştı. Ben de çok sorgulamadan sevgili ağabeyim Kansu'nun koluna girmiştim. Nişan töreni saat sekizdeydi; biz yolla çıktığımızda saat sekizi çoktan geçiyordu. Biraz geç kalmıştık. Bu da aynı zamanda bütün ekip komple şu an içeride demek oluyordu.

 

 

 

Sarayın etrafı yoğun güvenlik çemberine alınmıştı. Dışarıda eminim ki 100'den fazla koruma vardı. İçerdekileri düşünemiyordum bile. Girişteki güvenliğe içeri davetli olduğumuzu göstermek için davetiyemizi göstermiştik. Tanrım, çok heyecanlıydım. Neden böyle oldum birden bire? Ah, sanırım ölmek istemiyordum. Henüz daha çok genç ve güzeldim- yani, ölmek için.

 

 

 

Kansu ile salona ulaşmak adına büyük alanda kol kola yürüyorduk. Kendisi bana birkaç taktik vermişti. Bunlardan en önemlisi 'içerdekiler seni görünce sana kitlenip kalacaklardır. İşte bu yaşandığında bunların farkında değilmiş gibi davranma; aksine, bunlar neden bana bakıyor? Deyip onlara aynı bakışlarla karşılık ver. Unutma, onları tanımıyorsun ve tanımadığın insanlar sana bakıyor olacak içeride. Farkında olmamış gibi davranman bu durumda ahmaklık olur. Adamlar dünya piyasasını yönetiyor. Seni çakmaları kolay olur. Sakın açık verme!' sözleriydi.

 

 

 

Gerçekten haklıydı. Bunu kulağıma küpe yapacağım şeyler arasına listelediğimden emin olabilirsin, abicim.

 

 

 

Büyük ve ihtişamlı kapının tam önünde duruyorduk. Hem Kansu hem de kendim bana sakin ol komutlarını veriyorduk. Sakin nasıl olunurdu onu bile unutmuştum? Sanırım biraz daha heyecan yapmam demek nereden nefes alınır onu bile unutacağım demekti.

 

 

 

Biz geldiğimizde kapının önündeki adamlar, büyük kapıyı her iki yandan tutarak açmışlardı. Böylece durmakta olan ayaklarımız tekrar harekete geçmişti. Salona inmek için devasa ve süslü bir merdiveni inmeniz gerekiyordu. Biz nişana baya geç kalmıştık. Ya da geç gitmemiz daha uygundu. Resmen kendimi baloya son dakika yetişen kül kedisi gibi hissediyordum. Tek fark, o beyaz atlı prensine ben ise katilime doğru gidiyordum.

 

 

 

Kapının açılması ile devasa kalabalık bize dönmüştü. Buradan onları göremiyordum. Merdivenleri Kansu'nun da desteği sayesinde inmiştik. Nereye gidecektik bilmiyordum. Kansu durunca dururdum herhalde. Çok ilerlememiştik ki bir kırılma sesi duydum. Cam kırılması. Kafamı refleks olarak sesin geldiği yöne çevirdiğimde onu gördüm. Onunla göz göze geldim. Katilimle ilk kez orada göz göze geldim...

 

 

 

Çok ani olmuştu. Çok ani bakışmıştık. Çok ani kırılmıştı. Bahsettiğim son şey bile bardak olamazdı.

 

 

 

O nasıl bir bakıştı? Gözlerinde acı vardı. Gözlerinde ıstırap vardı. Gözlerinde özlem vardı. Onun gözlerinde bitmemiş bir aşk vardı. O aşkın sahibi ben değildim. Bana çok benzeyen o kadındı. Ben bu benzerlikten faydalanıyordum sadece.

 

 

 

Gözlerim yere doğru kaydı. Yerde, bir kadehten geriye kalan cam parçaları ve kırmızı sıvı gördüm. Şarap olması lazımdı o kırmızı sıvının. Beni görünce mi düştü elinden? O kadar mı şaşırdın Arem? O kadar mı sevdin? Gözlerim durmuyordu yerinde. Lakin tekrar ona bakacak cesaretleri de yoktu. Etrafa bakıyorlardı bu seferde. Onun etrafındakileri tarıyorlardı. Sonra birinde daha duruyordu gözlerim. En az onun kadar betbah olmuş birinde.

 

 

 

Bana benzeyen kızın ağabeyinde. Mert Aksel'de. Dayanamıyordum o gözlere bakmayı sürdürmeye. Zaten Kansu tekrar yürüyor o yürüyünce bende yürüyordum. Arkamda bir Dünya yıkılmış adam bırakarak öylece yürüyordum. Kansu ile masalardan birine geçmiştik. Bana sakin olmamı söylüyordu. Sakinim diye yalan söylüyordum ona.

 

 

 

Yalancı! Yalancı! Bana kimse inanmaz.

 

 

Sahi gerçekten de inanmaz mıydı?

 

 

 

Telefonumu çıkarıyordum çantamdan. Onunla oynuyordum. Uzun zamandır konuşmadığım arkadaşım Afra'ya yazıyordum hâlini hatırını merak etmiştim ondan. Ya da üzerimde olduğundan emin olduğum gözlere tekrar bakacak cesareti kendimde bulamıyordum belki de ondan. Ya da diğerlerine haber versin diye yazmıştım ona. Belki de ikili oynamak istiyordum. Evet, evet kesinlikle ondan...

 

 

 

Derken Kansu'nun dedikleri geliyor aklıma 'Dikkat çekmek istemiyorsan sana baktıklarının farkında olduğunu onlara göster.'

 

 

 

Kafamı kaldırıyorum telefonumdan, önce Kansu'ya bakıyorum yanına gelen tanımadığım adamlarla konuşmaktaydı. Hadi kızım diyorum yaparsın sen. Kafamı üzerimde olduğunu hissetiğim gözlere çeviriyorum. İlk onun gözlerinde duruyor gözlerim. Canı yanıyor belli ama hâlâ çok şaşkın sanki rüyaymış gibi.

 

 

 

Bu bir rüya değil Arem. Bu bir kabus. Lütfen erken uyan bu kabustan benim aşka saygım var seni aşkından vurmak istemem. Diğer yıkılan adama kayıyor gözlerim hemen ardından. O daha çok hareketli. Buraya gelmek istiyor belli ama ikizler tutuyor onu. Gözlerim onun gözlerinde duruyor saniyelik olarak. İkizlerin ellerinde deli fişek gibi duran o adam, ona baktığım an yerinde öylesine değil ölmemişcesine sendeliyor.

 

 

 

İnan bana benim de canım senin ki kadar yanıyor. Ben kardeş nedir bilmiyorum? Bir abim olmadı hiç. Ama sen belli ki çok düşkünsün kardeşine. Hani şu benzediğim, hani şu ölen kardeşine... Etrafımda geziniyor gözlerim. Melisa'yı tanıyanlar şok içinde. Belli oluyor hâl ve hareketlerinden. Veliahtların geri kalanı hatta gözümün ısırdığı birkaç Ulu bile alamıyor gözlerini üzerimden.

 

 

 

Bir tanesi daha var işte o yaralıyor beni en derin şekilde. Mert'in babası bana baktıkça içli içli ağlayan bir kadının saçlarını okşuyordu. Melisa sanırım gelir gelmez anneni ağlatmış bulundum. Ben annelik ne onu bilmiyorum. Beni sırf bunun için affetseniz olmaz mı... Dayanamıyordum siz de yarattığım yıkımı görmeye. Dayanamıyordum. En çok da sana dayanamıyordum Arem. Çek artık gözlerini üzerimden! Yalvarırım çek. Ben senin sevdiğin kadın değilim be adam. Bakma öyle...

 

 

 

Telefonuma arama gelmiş gibi yapıyordum. Ardından hızla salonu çepeçevre saran büyük balkonlardan birine giriyordum. Telefon hâlâ kulağımda duruyordu. Etraf buz gibiydi, burada benden başka kimse yoktu. Kansu az önce yaptığıma ne derdi? Acaba, hiç bilmiyordum. Zerre kadar önemsemiyordum. Ben o insanların arasına karışamam diyordum kendi kendime. Artık her şey için çok geçti. Gözler kalbin aynasıdır derler, bu gece gördüğüm tüm gözler hayatım boyunca peşimi bırakmayacaktı...

 

 

 

Gözler kalbin aynası ise aynalar çatlamaya başlasa iyi olacaktı. Şayet Hera, onlar da kırılmadık kalp bırakmayacaktı.

 

 

 

Arkamdan gelen adım seslerini duymuştum. Hem de aniden. Arkamı dönecek gücü ise bulamıyordum benliğimde. Sonra çok geçmeden ensemde bir nefes hissettim. Buz gibi havadan daha çok titreti verdi beni enseme değen o sıcak nefes. Ah! Keşke gelen Kansu olsaydı. Ama değildi. Biliyordum, gelen onlardan biriydi. Bu koku Kansu'nun kokusu değildi. Bu çok daha güzel bir kokuydu.

 

 

 

"Hava çok soğuk, üşüteceksin."

 

 

Arkamı dönmüştüm. İşte böylece ayna ilk darbesini almıştı.

 

 

İlk kırık hayırlı uğurlu olsundu...

 

 

 

Çok şey söylemek istiyorsun değil mi? Ama şimdilik benim için bunu bile duymak yetmişti. Canım yanıyor, canını yakmam gerekiyor, affet beni olur mu? Hem zaten canım şimdiden yandıysa işimiz var demektir onunla...

 

 

 

Onu çok daha fazla bekletmemek adına göz göze geliyordum kendisiyle.

 

 

Bana bir yabancıya bakar gibi bakmıyordu. Aksine çok başkaydı o bakışları. Anlatsam anlatamazdım, söylesem anlayamazlardı o bakışları. Ben sana, bana böyle bakmayı kes dememiş miydim? Arem...

 

 

 

 

 

 

(🎭)

Loading...
0%