Yeni Üyelik
24.
Bölüm

🎭 23 İKİ YÜZLÜ ADAM

@mavimsu_

 

 

 

 

 

 

 

 

Hayatınız boyunca hep sevgiyle kalın, saygıyla kalın, aşkla kalın ve de kitabımı okumaya devam ederek kalın.

 

 

 

 

 

 

 

 

Keyifli okumalar dilerim.

 

 

 

 

 

 

 

 

(🎭)

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Sözü

 

 

 

 

 

 

 

Zamanın gerisinde olanlar,

 

 

 

 

 

 

 

ilerisinde olacaklara daima tutsak

 

 

 

 

 

 

 

kalacaktır.

H.G.

 

 

 

 

 

 

 

(🎭)

 

 

 

 

 

Hayatımın çok uzun bir döneminde rahatıma düşkün olarak yaşam sürmüş bulundum. Dışarı mı çıkacağım? Hani benim taytım? Koşu mu yapacağım? Hani benim taytım? Sevgili pederim idman ayağına beni öteki tarafa götürüp getirecek mi? Nerde benim taytım? Uzun lafın kısası, babamdan eğitim alırken, (burada eğitim kelimesi dayak kelimesi ile birebir örtüşmektedir.) Bu vaziyet hâlinde bile rahattım der, taytımı giyerdim.

 

 

 

 

 

Peki şimdi sorarım kendime. Benim kendimle zorum neydi diye? Tayt yerine dar kot pantolon ile gelmeyi aklımın hangi köşesi kabul etmişti? Söylesinlerdi bana ismini, devre dışı bırakacaktım o köşeyi.

 

 

 

 

 

Lazer çizgileri bir aşağı bir yukarı uçuşuyordu. Sağ tarafta duvara sabitli dört lazer ışığının çıkış noktası olan başlık bulunuyordu. Sol tarafta yine dört adet başlık aynı aralıklar ile yerleştirilmişti. Dış sesin engin bilgileri ile bizi aydınlatması sonucu, burada bulunan cihazların bin mw cinsinden yakıcı lazerler olduğunu öğrenmiş bulunmuştuk. Mw ibaresi; Miliwatt anlamına geliyormuş. MW lazerin gücünün MegaWatt cinsinden hangi ölçüde olduğunu göstermeye yarıyormuş. Dış ses düşman falandı ama bilgili biriydi.

 

 

 

 

 

Bin megawatt gücünde olan kırmızı renkteki lazer ışınları deri ile temas ettiğinde deri üstünde olan naylon, polyester, asetat, akrilik, polar, sentetik gibi yapay kumaşları ve pamuk, ipek, denim, pazen, kenevir, keten, kadife, yün gibi doğal bütün kumaşları ayırt etmeksizin kumaşı da; o kumaşın gizlediği deriyi de dördüncü dereceden yakıyormuş. Dördüncü derece yanıklarda, tüm deri ile beraber altındaki kas dokusu da yandığı için daha fazla diken üstündeydim. Bu tip yanıklar genellikle siyah renklidir ve çok ağır yanıklardır. Büyük çoğunluğu ölüm ile sonuçlanırdı.

 

 

 

 

 

Olaya mantıklı bir gözle bakmanın vakti gelmişti. İçinde bulunduğum durum için oldukça güzel ve anlamlı bir söz biliyordum. 'İki ucu boklu deynek'. Lazer ışınları göz, boğaz, yüz gibi yerlerime temas ederse, ben zaten oracıkta ölmüş olacaktım. İşin ekstrası ise lazerle temasımın üzerinden on beş saniye gibi kısa bir süre geçtikten sonra patlayacak olma durumumuzun olmasıydı. İşte iki ucu boklu deynek dedikleri, böyle bir şeydi.

 

 

 

 

 

"Allah kısmet ederse, çirkin cadı bugün başlayacak inşallah." Egzersiz yapmam lazım demiştim onlara. Isınıyorum ayağına zaman kazanmaya çalışırken bir hayli vakit geçmiş olmalıydı. Puşt havlamaya başladığına göre aksi mümkün değildi. Kemik yok mu kemik?

 

 

 

 

 

"Güzelim, kendini zorlamasan mı? İlla sen yapmak zorunda değilsin."

 

 

 

 

 

Şu an onun pişmanlığını yaşıyordum. Keşke o kızıl görümcek ile fazla şekerden beyni şekerlenmiş olan sarı şeker de burada olsaydı. En azından fiziksel olarak benim kadar onlar da uygundu bu iş için. Kesinlikle onları yem ederdim. Hoş, korkusuz korkak Evren cinnet geçirirdi, biri nişanlısı, biri kız kardeşi olduğu için, ama olsundu. Neyse ki insanların duygularını umursama gibi bir huyum yoktu. Ah, ah, ne vardı o iki yılan türünü erkenden Türkiye'ye göndermişlerdi.

 

 

 

 

 

Son pişmanlık neye yarar. Her şeyin bedeli var. Buraya kadar.

 

 

 

 

 

"Boyun kaç, Mert senin."

 

 

 

 

 

"188, güzelim. Niye sordun?"

 

 

 

 

 

"Kilon kaç peki?"

 

 

 

 

 

"En son 86 diye hatırlıyorum. Tabii ki altmışından fazlası kas."

 

 

 

 

 

Bir elini yumruk yapıp pazularını gözüme sokmayana kadar laf sokasım yoktu benim.

 

 

 

 

 

"Sağ ve solda dörder tane olmak üzere toplamda sekiz tane hareketli lazer mekanizması var. Sağ tarafta bulunanlar üç saniyede bir yukarı çıkarken, sol tarafta bulunanlar dört saniyede bir aşağı iniyor. Bu da sol taraf için dört saniyenin üstüne çıkarsan ölürüz demekken, sağ taraf içinse üç saniyenin üstüne çıkarsan ölürüz demektir. Aynı anda hem üstten hem de alttan geçmen için iki saniyede bir hareket etmen lazım. Diyelim ki bunu becerebilecek kadar formundasın." Mert'e yandan bakış atmıştım. Baştan aşağı onu süzmüştüm. Kesinlikle formundaydı. "O zaman cihazların her yedi saniyede bir kez olmak üzere, aşağı gidenlerin tam ortaya geldiğinde yere temas etmek yerine tekrar üste çıktığı gerçeğini fark etmemişsin demektir. Bu ana denk gelirsen, kelimenin tam anlamıyla ortadan ikiye ayrılırsın." Gözlerim, kendini bir şey sanan adamların üstünde tek tek gezinmişti.

 

 

 

 

 

"Tekrar ediyorum, hiçbiriniz ne o aralarında 15 cm boşluklar olan lazerler arasından geçebilecek kadar incesiniz, ne de vücudunuzun iriliği nedeniyle benim kadar çevik olabilirsiniz. Bana gelirsek, bugün Türkiye Cumhuriyeti askeri olan kimseyi ölüme terk etmeyeceğim. Bana güvenmeyen, ben ölmek istemiyorum diyen çıkıp gidebilir. Bana fark etmez."

 

 

 

 

 

Bir işe kalkışmadan önce o işin bana karşı olan her türlü getirisini ve götürünü en ince ayrıntısına kadar araştırıp, kafamda tartardım. Benim için hayat bir gündü. O yüzden anı yaşamak planlı ve programlı olmaktan çok daha önemliydi. Ancak bazen bazı anlar bizi, plan ve program yapmaya mecbur bırakıyordu. Benim mecbur bırakıldığım bir işi yapıyor olmam demek, o işi doğduğu günden beri yapanından bile daha iyi olabileceğim hatta olduğum anlamına gelirdi.

 

 

 

 

 

Binbaşı Yavuz Yücel, elleri tavandan sarkan zincirlere bağlı olan o adam, bana gururlu gözler ile bakıyordu. Beni tanımıyordu. Benim de onu tanıdığım söylenemezdi. Onun gözlerinde yer edinen gurur, benim ülkem askerleri ile her daim ve her şartta gurur duymam ile aynı kapıya çıkıyordu. Bizler için hakkı ödenmeyecek adamlar olduklarını bildiğim için gururlu gözler ile bakmıştı binbaşı bana.

 

 

 

 

 

"Bir kez daha toplu bir şekilde bücür tarafından göt olduğumuza göre, kaldığımız yerden hayatta devam edebiliriz." Dövmeli telefon manyağı Hazar'ın sözlerini duyanda, yedi yirmi dört onlara laf sokuyorum sanardı.

 

 

 

 

 

"Bazen öyle bir yerde öyle bir cümle kuruyor ki, dahi olduğunu falan düşünmeye başlıyorum." Evren'in sözleri yanlıştı. Dahi olduğumu düşünmemeliydi, dahi olduğumu bilmeliydi.

 

 

 

 

 

"Dahi zaten." Arem'in sessizliğini bozmuş olması, herkesin bakışlarının ona doğru dönmesine neden olmuştu. Benim de.

 

 

 

 

 

"Cevabını kanıtlayacak hiçbir şey olmadan kesin konuşmasın sen kardeşim. Bu konuda olan kesinliğini neye borçluyuz?" Kalkan Timi'nin pek sevgili lideri komutan Yavuz'un sözleri herkesin merakını uyandırmıştı. Benim de.

 

 

 

 

 

"Cevabımı kesinleştirecek kanıtımın olmasına borçluyuz kardeşim."

 

 

 

 

 

"Nasıl yani?" diye daha fazla dayanamayarak sormuş bulunmuştum. Neyin kanıtından bahsediyordu kim bilir?

 

 

 

 

 

"Geçen yıl telefonuna gizli bir numaradan link gelmişti, hatırlıyor musun? Tanrıça. Hatta linki açmadan önce babana söylemiştin. O da ne kadar uğraşırsa uğraşsın bunu sana kimin attığını bulamadığı için güçlü bir dolandırıcı şebekesi sanıp mesajı silmeni istemişti."

 

 

 

 

 

Bahsettiği olayı hatırlıyordum. Babamın işinden dolayı bu tür gizli numaraları bulup tespit ettirme imkanı oldukça yüksekti. Buna rağmen bulamamışlardı.

 

 

 

 

 

"Evet, hatırlıyorum. Hatta dayanamayıp linke tıklamıştım da." Herkesin bana göz devirmesi sinir bozucu bir olaydı. Ne var kardeşim? Belki ben çok meraklı biriyim. Benim derdimin ceremesi sizi mi yaktı?

 

 

 

 

 

"O linkte ne çıkmıştı tanrıça?"

 

 

 

 

Biraz düşündükten sonra surat asarak konuşmuştum.

 

 

 

 

 

"Ne çıkacak ya? Saçma sapan bir IQ testiydi." Elimi havada sallayarak memnuniyetsizliğimi belli etmiştim.

 

 

 

 

 

"O test gibi onlarcasını çözmüşlüğüm vardır ama en azından onlar sonucu benimle de paylaşıyordu. O test benimle bunu paylaşmadı." Tüm memnuniyetsizliğim bundan kaynaklanıyordu.

 

 

 

 

 

"Çözerken harcadığım zamana yazık."

 

 

 

 

Öfkeyle nefes alıp verdiğimde aklıma gelen şey yüzünden tekrardan konuya girmiştim. Oldukça hızlı konuşuyordum. "Zaman demişken her soruyu çözmek için otuz saniyem olduğunu söylemiş miydim? Peki, koca harfler ile daha teste başlamadan önce testin sadece bir kere açılabileceğini, çıkarsam bir daha teste geri dönmeyeceğimi yazmalarına ne demeli?" Yine memnuniyetsizliğim yüzünden, yüzümü buruşturmuştum.

 

 

 

 

 

"Zaten tüm soruları çözdükten sonra utanmadan beni testten dışarı atmıştı. Sonra bir de ne göreyim? Yok olmuş. Sanki gizli bir numara o linki bana hiç atmamış gibi yok olmuştu? Ah, gerçekten berbat bir testti. Müşteri memnuniyeti sıfırdı diyebilirim."

 

 

 

 

 

"Yalnız ben emir kuluydum Hera. Arem nasıl isterse testi öyle hazırlamıştım. Senin için hazırladığımı bile yeni öğrendim. Demek o dahi sendin ha?"

 

 

 

 

 

Duyduğum ses ile kafamı hızla sesin geldiği yere doğru çevirmiştim. Yön 1 ile göz göze geldiğimde kafamda şimşekler çakar olmuştu. Yönlerden Doğu, sözleriyle aydınlanmama neden olmuştu. Demek o linki, onlar göndermişti. O yüzden babam telefonumu en son İstanbul bilişim şubesine götürse de göndereni tespit edememişti. Karşılarında Dünya çapında teknoloji şirketleri olan Doğu Özkurt vardı. Daha doğrusu hacker Doğu Özkurt vardı.

 

 

 

 

 

"Sonucu bizimle de paylaşmaya ne dersiniz?" Erdem puştuna çok nadirde olsa katılıyordum.

 

 

 

 

 

"Entelekt Pro! Oluşturduğum yazılıma verdiğim ad buydu." Doğu'ya baktığımda kendiyle gurur duyan tarafını tetiklediğimizi anlamıştım. Geliyordu gelmekte olan ego bombardımanı.

 

 

 

 

 

"Çalışma şekli ve oluşum aşaması, amaç ve kapsam belirleme üzerine kurulu.

 

 

 

 

Entelekt Pro'nun amacı, kullanıcının zeka seviyesini belirlemek ve bunu doğru bir şekilde analiz etmektir. Test, karmaşık matematiksel problemleri, mantıksal bulmacaları ve kavramsal düşünmeyi gerektiren soruları içerecek şekilde tarafımca tasarlandı." Eliyle göğsüne vurup, kendini işaret ettiğinde nefretle bakmıştım ona. Resmen beni testi için deney faresi seçmişti.

 

 

 

 

 

"Güvenlik ağını ne düzeyde programladın?" Batı'nın sesini duyduğumda ikizini merakla dinlediğini görmüştüm. Teknoloji bu iki adam için her şey demekti.

 

 

 

 

 

"Tek kullanımlık güvenlik protokolü oluşturdum. Test, kullanıcı için tek kullanımlık olacak şekilde tasarlandı. Kullanıcı testi tamamladığında, testin sonuçları kaydedildi ve daha sonra tekrar erişilemez hâle getirildi. Bu, testin güvenliğini ve güvenilirliğini artırmaya yetti." Batı, Doğu'yu dikkatle dinlemişti. Söylenilen her şeyi o anlarken ben hiçbir şey anlamamaya devam etmiştim.

 

 

 

 

 

"Anladım. Böylece kullanıcının verdiği cevaplar, test sona erdikten sonra detaylı bir şekilde analiz edildi. Bu analiz, kullanıcının zeka seviyesini belirlediği için çeşitli ölçümler kullanılarak aktif hâle geldi. Kısaca sonuç kişiye özgü bir zeka profili oluşturmayı sağladı." Batı, Doğu'ya elini uzatmıştı. Çok geçmeden Doğu, Batı'nın elini tutmuştu. İki aptal sarışın el sıkışıp, kafa tokuşturmuştu.

 

 

 

 

 

"Tebrikler kardeşim. Mükemmel sistem yapmışsın."

 

 

 

 

 

"Eyvallah kardeşim."

 

 

 

 

 

"Sadede gelin artık gözünüzü seveyim."

 

 

 

 

Askerlerden birinin sesini duyduğumda ona hak verdiğim için kafamı aşağı yukarı sallamıştım.

 

 

 

 

 

"Özetle toplam otuz soru ekledim teste. Genel kültür, siyasi, coğrafik, tarihi olmakla beraber kişiyi fazlasıyla zorlayacak mantık soruları da koymuştum. Yetmedi sözel dil zekası, matematiksel zeka, görsel-uzaysal zeka, bedensel-kinestetik zeka, sosyal zeka, içsel zeka ve doğacı zeka tespitini yapmamı sağlayacak birçok soru daha sormuştum." Deney faresi olduğum hikaye bitmek bilmiyordu. Buradan Doğu'nun üzerine uçmamak için zor tutuyordum kendimi.

 

 

 

 

 

"Her soruyu en zor şekilde uyarlamamı bizzat Arem'den emir almıştım. Bu emir üzerine ben de soruları genelde yanıltıcı ve ikileme düşülmesini sağlayan bir dilde sormayı tercih ettim. Bu bile testin zorluk seviyesini %90 yaparken, aldığım bir sonraki emir sorulara süre koymam yönünde olunca, testin zorluk seviyesi artık %100'ü bile geçmişti." Doğu'nun bakışları bana kaydığında surat asarak bakmıştım ona.

 

 

 

 

 

"Hera linke tıkladığı zaman, bilgisayar ekranıma test aktif bilgisi gelmişti. Her doğru çözdüğü soru şoka uğramama neden oluyordu. İlk on beş soruyu yirmi saniyenin altında bir sürede tamamlaması bile ona hayran olmaya yeterdi. Her soruyu bir sonraki sorunun iki katı zor olarak ayarlamıştım. Karşımda bir dahi olduğundan emin olmuştum. Testin sonucu otuz sorudan yirmi sekiz doğru iki yanlış şeklinde olmuştu. IQ oranı 202."

 

 

 

 

Doğu'nun sözleriyle herkesin gözleri bana dönmüştü. Hepsine iğrenir gibi bakış atmıştım. Kesin nazar edeceklerdi.

 

 

 

 

 

"Arem'e ne kadar ısrar edersem edeyim bana bu dahinin ismini vermemişti. Hepimiz yıllardır seni tanıyoruz Hera. Ancak seninle en çok ilgilenen Arem'di. Benim zekaya zaafım vardır. Sanırım Arem'i şimdi daha iyi anlamış bulunmaktayım. Bu zaafımı en iyi bilenlerden biri de o. Eğer bana o kişinin sen olduğunu söyleseydi, zamanı gelmeden senin karşına çıkardım. Bunun için kendimi tutamazdım. Fakat o dahi ile, zaten tanışıyor olmak, ah işte bu benim için büyük bir şereftir."

 

 

 

 

Doğu'nun gözlerinde belirgin hayranlık vardı. Onu ilk kez bana soğuk değil de sıcak şekilde bakarken görmüştüm.

 

 

 

 

 

Mükemmel olduğumu her zaman bilmişimdir. Yanlız bu kadar mükemmel olduğum bana bile sürpriz olmuştu. Ben neymişim be?

 

 

 

 

 

"O iki soruyu da doğru yapardım da işte tam odaklanmadım. Yoksa 30'da 30, zor olmazdı benim için." İstemsizce saçımı savurmuştum. Hareketim egomun tavan yaptığının bir kanıtıydı. Hatta ne tavanı, egom şu an şaha kalkmıştı. İndire bilene aşk olsundu.

 

 

 

 

 

"Çok güzel. Zaten egosundan onu göremiyorduk, şimdi önümüzüde göremiyeceğiz. Tüm odayı kaplar birazdan egosu." Kıskanma puşt. Çalış senin de olsun derdim ama sen değil ki çalışmak, kendini yırtsan bile benim olduğum yerde ancak getirimi götürümü yaparsın.

 

 

 

 

 

"Ah puştcuğum, yanılıyorsun. Şayet eğer dediğin gibi egoist biri olsaydım sadece kendi dengim olan insanların yanında konuşurdum. Bu da sizin yanınızda dilsiz olmam demektir. Sesimi duyuyor olmanız bile yüce gönüllümün size bir lütfudur." Elimle her seferinde yaptığımı yapıp onu kışkışlamıştım.

 

 

 

 

 

"Kurduğu her kelime bizi gömerken kendini nasıl över nitelikte oluyor aklım almıyor." Hazar'a aklının alması için önce bir beyine sahip olması gerektiğini söylerdim ama beni tuttuğu gibi lazerlerin arasına atmasından korkuyordum. Oysa Hera Türkeş olmak, daima korkularının üzerine gitmek demekti.

 

 

 

 

 

"Aklının almaması çok normal-"

 

 

 

 

 

"Sakın devam edeyim deme bücür."

 

 

 

 

 

"Evet devam edeceğim." Kafamı sallayarak konuşmuştum. Yüzümden sırıtışım eksik olmamıştı.

 

 

 

 

 

"Seni lazerlerin arasına atmamı istiyorsan buyur devam et."

 

 

 

 

 

"Seni Arem'in şefkatli kollarına bırakmamı istiyorsan buyur tehdit et."

 

 

 

 

 

"1-0" Yönlerden Batı skoru yakinen takip ediyor olmalıydı.

 

 

 

 

 

"Arem'in olmadığı bir gün mutlaka gelir bücür."

 

 

 

 

 

"Arem'in kuyruğum gibi peşimde dolandığını varsayacak olursak, nah gelir." Arem'e bakmasam da kahkaha attığını duymuştum. Sözlerime hiçbir şartta ve gerekçede alınmıyordu.

 

 

 

 

 

"2-0" Katılıyorum Batı'cım. Bence de ikiye sıfır.

 

 

 

 

 

"Allah'ım sen sabrımı sınayanların sonu olmayayım diye aklıma mukayyet ol yarabbim." Eliyle yüzünü sıvazlayan Hazar'ı göz hapsine almıştım.

 

 

 

 

 

"Bak akıl dedin iyi hatırlattın. Senin bir beynin yok ki yüce Rabbim mukayyet olsun." Önce kafasını yukarı kaldırmıştı. Derin bir nefesi içine çektiğine şahit olmuştum. Sanırım sakinleşmeye çalışıyordu. İşe yaradı mı acaba?

 

 

 

 

 

"Gel lan buraya!" Yaramamış.

 

 

 

 

 

Üzerime atılan kızgın boğa yüzünden sağ tarafımda bulunan adamın yanına doğru tabanları yağlamıştım. Vallahi Arem'de olmasa hâlim haraptı benim.

 

 

 

 

 

Arem'in arkasına saklanmayı kendime asla yediremediğim için onu kendi arkama almıştım. En son bu sahneyi puşt ile yaşamıştık. Onun da ayarları ile oynadıktan sonra böyle üzerime atılmıştı. Üzülüyordum ben veliahtıma. Bir Dünya arkadaşı vardı ama hepsi sinir hastasıydı. Kesinlikle onlar hasta olduğu için tarih tekerrür etmişti. Yoksa benim onların ayarları ile oynadığım yoktu.

 

 

 

 

 

Veliahtım, onu kullanmamdan asla rahatsızlık duymayan gurursuz bir adam olduğu için kollarını etrafıma dolamıştı. Sanırım ben gurursuz seviyordum. Kızgın boğa yerinde kala kalmıştı. Ne oldu lan? En son burnundan duman çıkıyordu.

 

 

 

 

 

"Sakinim. Evet ben sakin bir adamım. Küçük bir kız çocuğu yüzünden cinnet geçirecek bir adam değilim. Çok sakinim." Çok zor. Çok fazla zordu. Dilimin ucuna gelenleri söylemek yerine yutuyor olmak çok zordu.

 

 

 

 

 

"Sen gerçekten çok yaramaz bir kadınsın tanrıça." Kulağıma doğru sadece benim duyabileceğim tonda konuşan adamın, sıcak nefesini hissedince içim üpermişti. Dibime kadar girmese olmuyordu zaten.

 

 

 

 

 

"Çocuk muyum ben? Yaramaz ne ya?"

 

 

 

 

 

"Değil misin? Çocuk." Belimin etrafına doladığı kolunu sıkıp beni bedenine tam olarak yapıştırdığında, karnım gıdıklandığı için gülmüştüm.

 

 

 

 

 

"Değilim tabii ki. Yaşım almış başını gidiyor benim." Gülüşüm yüzümden eksik olmamıştı. Kafasını omzumdan aşağı çıkarıp, gözlerini gözlerime dikmişti. O da gülüyordu.

 

 

 

 

 

"Nereye gidiyor?"

 

 

 

 

 

"Asıl bu konuşma nereye gidiyor?" Gülüşümü yüzümden silip, ciddi durmaya çalışmıştım.

 

 

 

 

 

"Bilmem. Genelde seninle konuşunca aklım başımda olmuyor." Hazar da akıl demişti değil mi? Sonra ben kendimi tutamamıştım. O da çıldırmıştı. Acaba Arem'de çıldırır mıydı? Denemekten zarar gelmezdi.

 

 

 

 

 

"Akıl demişken sen-"

 

 

 

 

 

"Devamını getirirsen seni öperim." Her türlü fırsat, itinayla değerlendirilir. Arem en azından kurnazdı.

 

 

 

 

 

"İyi tamam sustum." Veliaht her şeye rağmen kafamın üstüne öpücük bırakma fırsatından ödün vermemişti. İki dakika yanaşsak üçüncü dakika öpüyordu. Kendime not: Arem Barkın Soykamer bir ırz düşmanıdır. Gerekirse onu öldürebiliriz. Gerekirse tabii.

 

 

 

 

 

"Sohbetinizi bölmeyi hiç istemezdim ama en son lazer diyorduk." Yavuz Komutan haklıydı. En son lazer diyorduk. Ayva diyorduk. Yemişiz diyorduk. Daha neler neler diyorduk da TDK yaş kısıtlaması getirir diye çekiniyorduk.

 

 

 

 

 

"Evet Baylar ve-" Gözlerim etrafı taradığında dişi namına benden başka bir kişiyi bile görememişti. Bu da küçük bir ara verdiğim cümleyi değiştirerek kullanmamı sağlamıştı. "Yine Baylar. Görmüş olduğunuz bu muhteşem varlığa hepinizin muhtaç olduğunun ben de farkındayım. Yalvarmanıza, ayaklarıma kapanmanıza hiç gerek yok. Sizi kurtaracağımdan emin olabilirsiniz. Hadi şimdi çekilin de ablanız kurtarsın sizi." Hepsini it kışkışlarcasına kışkışlayıp, sırıtarak yanlarından geçmiştim.

 

 

 

 

 

"Ablaya bak! 1.50 boyunda."

 

 

 

 

Gözlerim hızla dövmeli herife kaymıştı.

 

 

 

 

 

"Yanlız o 1.68 olacak Hazar'cım."

 

 

 

 

 

"Hâlâ bücürsün." Sırıtışını bozmayan Hazar'ın siyah gözlerine tüm siyahlığımla karşılık vermiştim.

 

 

 

 

 

"Boyum kısa değil ancak uzun olup olmaması da benim elimde olan bir şey değil. Şimdi çekil önümden de bu değerli şahsiyet kıçınızı kurtarsın."

 

 

 

 

 

Kendini bir halt sanan Hazar bozuntusunun önünden geçip giderken bana sadece gülerek bakmıştı. En büyüğünden en küçüğüne kadar tüm veliahtların dalga konusuydum.

 

 

 

 

 

Lazerlerin başladığı noktaya hızlı adımlarım sayesinde gelmiştim. Tek bir adım atmam demek artık lazerlerin içlerinde olduğum anlamına gelirdi. "Sana bir şey olması demek, çok değil on beş saniye sonra benim de ölmem demek. Kendini tehlikeye atmana ilk ve son defa ses etmiyorum tanrıça." Arkamdan herkesin duyabileceği tonda bağıran adamın derdi öteki tarafta da beni rahat bırakmamaktı anlaşılan. Yanlız unuttuğu bir şey vardı. Lotus çiçeği...Öteki tarafta lotus çiçeği varken tanrıça'yı isteyeceğini sanmıyordum.

 

 

 

 

 

Derin bir nefesi içime çekmiştim. Yapmam gereken şeyler listesi dengemi korumak, hızlı ve çevik olmak, zaman kontrolünü iyi sağlamaktan ibaretti. İlk çizgi sağ tarafta bulunan bölmeden çıkıp sol tarafa doğru gidiyordu. Üç saniye içerisinde yukarı çıkıp yine üç saniye içerisinde aşağı iniyordu. Çizginin tam yukarı çıkmasını beklemeliydim. Yukarı çıktığı anda üç saniye içinde altından geçmeliydim. Kendime güveniyordum. Ben bunu yapardım. Yapmak zorundaydım.

 

 

 

 

 

Çizgi tam üst noktaya çıktığı an olağanca bir hızla altından geçmeyi başarmıştım. İçinde bulunduğum şu dakikadan itibaren önüm ve arkam yaklanırsam sobe olmama neden olacak yakıcı ışıklar ile çevriliydi. İki çizgi arasında bulunan boşluk 15 cm ya vardı ya da yoktu. Alanın küçük olması yüzünden rahat rahat nefes bile alamıyordum.

 

 

 

 

 

"Beyler bir oyun oynamaya var mısınız?"

 

 

 

 

 

"Yanlışlıkla lazerle temas ederse, kabak gibi ortadan ikiye ayrılıp hepimizi de patlatacak. Hâlâ oyun derdinde."

 

 

 

 

 

Yönlerden Batı haklı olabilirdi ancak ben Hera Türkeş'tim. Bugün burada öle de bilirdik ölmeyedebilirdik. İkinci ihtimalin varlığı birinci ihtimalin varlığı kadar gerçekti. Bu durumda herkesin ölüm psikolojisi içinde olduğunu rahatlıkla söyleyebilirdim. Bu psikoloji içindelerken ağızlarından laf almayı başarırsam bu benim için ilerleyen süreçte artı olabilirdi. En azından ölmezsek edindiğim bilgilerin işime yarayacağından emindim. Yaşadığım hayatta kendimden başka kimseye güvenemezdim. Sözüm vardı. Buna babam da dahildi.

 

 

 

 

 

"Sadece odaklanmam gerek, Batı. Ölümle burun buruna vaziyetteyim. Ne kadar çabalarsam çabalayayım, sadece ölme ihtimaline odaklanıyor aklım. Bu durumda hepimizi havaya uçurabilirim. Odağımın başka bir konuya geçiş yapması lazım. Tabii ölmek istiyorsanız eğer, ona bir şey diyemem."

 

 

 

 

 

Yalandan nefret eden biri nasıl bu kadar sağlam yalan söyleyebilirdi? Var olan özelliğimi çoğu zaman benim de aklım almıyordu. Tuhaf bir şekilde bu iş için doğmuş gibiydim. Az önce kurduğum cümle o kadar yerinde olmuştu ki, asıl amacımı bilmesem, ben bile inanacaktım dediğime.

 

 

 

 

 

"Nasıl bir oyunmuş bakalım bu güzelim." Sırtım onlara dönüktü. Yüzlerini göremiyordum. Seslerinden konuşanı çıkarmam mümkündü. Hem seslerinden çıkaramasaydım bile, sözlerinden çıkaracağıma emindim. Mert, güzelim diye seslendirdi. Hazar, bücür diye. Erdem, çirkin cadı derdi. Evren sadece adımı kullanır Hera derdi. Arem tanrıça derdi. Doğu ve Batı ise adımla seslenmek yerine salak saçma konuşurdu.

 

 

 

 

 

Şimdi düşününce benim içinde hepsinin lakabı vardı. Mert benim için ona sinirlendiğim anlarda şerefsiz Mert oluyordu. Erdem zaten her daim puştu. Evren Korkmaz, korkusuz korkaktı. Doğu ve Batı'da yönlerdi. Hazar dövmeli telefon manyağıydı. Arem ise veliahtımdı.

 

 

 

 

 

"Patlama ihtimalimiz var. Geberip gitmeden önce hepimiz birbirimize karşı hiç olmadığımız kadar dürüst olalım. Kısacası, küçük büyük demeyelim, tüm sırları açığa çıkaralım." Sol taraftan gelen lazer ışını dört saniye sonra yerden yukarı doğru çıkacaktı. Bir-iki-üç-dört. Şimdi! Altından hızla geçmiştim. Kaldı geriye altı ışın.

 

 

 

 

 

"Biz her zaman birbirimize karşı küçük büyük fark etmez, her konuda dürüst olmuşuzdur çirkin cadı. Ha, senin anlatmak istediğin bir şey varsa bilemeyeceğiz orayı." Anlatmak istediğim bir şey yok Erdem. Merak ettiğim bir şey var. Oyunun ortaya çıkışı da benim merakımı gidermek amacından ötürüydü.

 

 

 

 

 

"Yiğit Kanıt... Onu tanıyor musunuz?"

 

 

 

 

Irak'a yolumuz düşüp, beraberinde İtalya'ya geldiğimiz andan itibaren bunu düşünüyordum. Düşünmeyi en çok reddettiğim konuların başında geldiği hâlde düşünüyordum.

 

 

 

 

 

Kimseden çıt çıkmamıştı. Herkes susmuştu. Yüzlerinin aldığı ifadeyi merak ediyordum. İçinde bulunduğum durum buna engeldi. Arem...En çok da senin yüzünün aldığı ifadeyi merak ediyorum. Kafam çok karışıktı. Bu karışıklığı bugün burada bitireceğiz beyler.

 

 

 

 

 

"Tanıyoruz. Senin tanıdığın herkesi biz de tanıyoruz." Demişti Mert. Peki neden? Neden yardım etmediniz? Çok mu kötü kalpliydiniz?

 

 

 

 

 

"Yani üniversitenin ilk senesi tanıştığım o adamı tanıyordunuz. O zaman o adamın öldüğünü de biliyorsunuz demek ki." Yine bir sessizlik olmuştu. Kısa süre sonra bir ses derin sessizliği yıkıp geçmişti.

 

 

 

 

 

"Yiğit Kanıt. Okuduğu bölüm yazılım. Doğum tarihi 13/03/1996, ölüm tarihi 15/05/2020. Ölüm sebebi trafik kazası. Seninle yakınlık seviyesi eski sevgililik."

 

 

 

 

 

İlk zamanlar Doğu ve Batı'nın yüzlerini birbirinden ayıramazdım. Şimdi ise konuşanın Batı olduğunu sesinden hemen çıkarmıştım.

 

 

 

 

 

"Doğru. Eski sevgilim... Trafik kazasından dolayı hayatını kaybetmişti."

 

 

 

 

 

"Neden bunu merak ettin?" Veliahtımın kafamda dönen tilkileri görmesi için yüzümü görmesine gerek yoktu. O her zaman kafamın içindekini görür ve duyardı. Tıpkı benim onu görüp duyduğum gibi. Üzgünüm yeşil gözlü adam. Senin kollarında kendimi güvende hissediyor olmam sana güvendiğim anlamına gelmiyor.

 

 

 

 

 

"Batı'nın da dediği gibi, Yiğit yazılım mühendisiydi. Ölmeden önce hastanede bana evinde bulunan bilgisayarı almamı, ardından kaydettiği dosyalar içerisinde adımın yazılı olduğu dosyayı bulmamı istemişti. Konuşmaya bile hâli olmamasına rağmen çok fazla ısrar etmişti. Onu bırakıp gitmek zorunda kalmıştım. Koştur koştur evine gidip bilgisayarı aldım ancak içinde şifre vardı. Şifrenin ne olduğunu hiçbir zaman öğrenemedim. Hastaneye tekrar vardığımda Yiğit ölmüştü. Birçok teknoloji uzmanına götürmüş olsam da şifreyi kıramadılar. Kırabileceğini söyleyenlerde içindeki tüm bilgiler silinmeden açamayız dediler. Acaba ikizler bunu kırabilirler mi? diye merak ettim. İçindekilere zarar vermeden tabi."

 

 

 

 

 

"İyide bilgisayar sen de değil ki?"

 

 

 

 

 

"Sus lan sikik. Ağzından laf almaya çalışıyor kız." Hazar bu saatten sonra yönleri istediği kadar ikaz etsindi. Ben çoktan cevabımı almıştım. Ben çoktan emin olmuştum. Oltaya gelmeniz sizin aptalığınız yüzünden değil, benim en doğru zaman da en doğru stratejiyi yapmam yüzündendi.

 

 

 

 

 

"Doğru diyorsun yön, bilgisayar bende değil. Çünkü eve gittiğimde siz benden çok daha önce almıştınız onu."

 

 

 

 

Asıl oyun şimdi başlamıştı. Yiğit'in, Yiğit olarak hayatına devam ettiği o son konuşmamızda bana:

 

 

 

 

 

"Çok büyük bir oyun oynayacaklar sana. Ne yaparsan yap ama kimseye güvenme. Ne olursa olsun kendinden başka nefes alan tek bir canlıya bile güvenme. Unutma bana bunu yapanlar sana acımayacaklardır. Ölüler zamanı gelince yatıkları mezardan kalkacaklar Hera. Korkarım ki bu hikayede kurban sensin. Bir ölü uğruna kurban edileceksin. Kaç kurtar kendini. Almak istedikleri bir intikam var. Bu hikayenin bir kilit ismi sensen, diğer kilit ismi ise sana benzeyen o kız. Sana anlattıkları hiçbir şeye inanma. İnanmış gibi oyna sadece." Demişti.

 

 

 

 

 

Seninle anlaştığımız gibi en başından ikimiz de oyun oynadık. Bütün bu masalı yazan biz değildik. Hem bize masal değil, tarih yazmak yakışırdı.

 

 

 

 

 

"Aklını önündekilere ver tanrıça. Işığa çarparsan, ağzımızdan laf almanın sana bir faydası kalmaz." Keskin buz gibi sert ses tonuyla konuşan kişi Arem'den başkası değildi. Bana karşı öfke, tutku, şefkat hangi duygu içinde olursa olsun hep tanrıça diye seslenirdi. Ben o an hissettiği duygunun ne olduğunu sesinin tonuna göre anlardım. Şimdi hiç olmadığı kadar öfkeliydi. En başından beri anlattıklarının hiçbirine inanmadığımı öğrenmiş olmanın öfkesindeydi.

 

 

 

 

 

Yiğit bana bir kız var sana çok benziyor demişti. O kızın intikamını almak isteyenler var, bunun için seni kullanacaklar demişti. Gözlerim sımsıkı kapanmıştı. Geçmişte yaşanılan tüm anılar canlanmıştı.

 

 

 

 

 

TARİH: 2020 senesi içinde geçen herhangi bir dönem.

 

 

 

 

 

Fazlasıyla sinirliydim son zamanlarda. Uzun zamandır üzerinde kafa patlatığım olaylar ile iç içeydim. Yıllardır peşimde olan adamlar vardı. Beni takip eden adamlar. Çıktığım yere peşimden gelirlerdi. Gittiğim yere peşimden gelirlerdi. İşin tuhaf yanı ise onları fark ettiğimin farkında bile değillerdi. Ben öyle uygun görmüştüm. Kim olduklarını bilmeden atağa geçmem aleyhime olurdu.

 

 

 

 

 

Annemin ölümü üzerimde birçok psikolojik hastalığın filizlenmesine neden olmuştu. Bir patlama sonucu şehit düşen annem için hep önlem alınsa yaşar mıydı diye düşünür dururdum. Bu yüzden hayatım diken üstündeydi. O adamları tam olarak böyle fark etmiştim.

 

 

 

 

 

Bir yere giderken her zaman yanımda üç adet cam bardak taşırdım. Şu anda bile çantamda üç adet cam bardak mevcuttu. Evim dışında hiçbir yerde kendimi güvende hissedemiyordum. Sürekli tuhaf bir şekilde üzerimde beni izleyen gözler mi? var diye bir his uyanıyordu.

 

 

 

 

 

Özellikle kafe tarzı bir yere gittiğimde bu his çok daha şiddetli oluyordu. Aklıma gelen fikir sayesinde artık çantamda üç adet bardak taşımaya başlamıştım. Kiminle buluşursam buluşayım masaya üç adet cam bardak koyardım. Biri sağ tarafıma, biri sol tarafıma, biri de tam karşıma olmak üzere üç cam bardak.

 

 

 

 

 

Soranlara bu benim totemim, gün içinde bol şanslı olmamı sağlıyor diye yalan söylüyordum. Söylediğim yalan yüzünden başım çok ağırmıştı doğrusu. Okulda adım büyücüye, cadıya çıkmıştı.

 

 

 

 

Cam bardaklar benim için bir totemden ziyade ayna görevi görüyorlardı. Birinin sürekli beni izlediğine şahit olursam takip edildiğime emin olacaktım artık.

 

 

 

 

 

Şayet üzerimde göz hissettiğimde kafamı kaldırıp etrafı yoklardım. Bu bir işe yaramıyor olmalıydı. Her kim veya kimler beni takip ediyorsa refleksleri sağlam, tecrübeli kişiler olmalıydılar. Ben kafamı kaldırdığım an ya onları göremeyeceğim bir yere geçiyorlardı ya da başka bir iş ile uğraşan sıradan bir vatandaş hâline bürünüyorlardı.

 

 

 

 

 

Emin olduğum tek şey varlıklarıydı. Beni takip eden insanların varlığıydı. Emindim bundan. Hayır, onları görmemiştim. Onları hissediyordum. Ve eğer Hera Türkeş hissetmişse aksi mümkün bile değildi.

 

 

 

 

 

Her zamanki gibi bir kafeye gitmiş çantamdan bardakları çıkarıp sağımı, solumu ve arkamı yansımalarından görebilecek şekilde konumlandırmıştım. Önceleri sürekli kafamı çevirip etrafı yoklardım. Beni takip edenler cam bardakları yansıma görevi gördükleri için kullandığımı anlamasınlar diye yine ara ara kafamı kaldırıp etrafıma bakış atar, olanı biteni gözlemlerdim.

 

 

 

 

 

İşi biraz fazla abartmış olabilirdim. Bardakları masaya yerleştirmeden önce çantamdan çıkardığım her bardağı bir tur kafamın üstünde çevirip öyle yerine koyuyordum. Tüm bardakları yerleştirdikten sonra gözlerimi kapatıp orta parmaklarımı baş parmaklarımın üstüne koyarak totem işareti yapıyordum. Sanki dua ediyormuş gibi bir de ağzımı oynattığım için insanların beni gerçekten büyü yapıyor sanmalarına şaşmamalıydı.

 

 

 

 

 

Bardak totemi sayesinde etrafımda gerçekten beni takip eden adamlar olduğunun farkına varmıştım.

 

 

 

 

 

Üç grup şeklinde toplamda on iki adam aralıklarla beni takip ediyordu. Kişileri tespit etmek için bir ay boyunca nerdeyse her gün kafeye gitmiştim. Zavalı babacığım bana para yetiştiremiyordu. Toplam on iki adam tarafından takip ediliyordum. Her gün için bu on iki kişi içinden dört adam geliyordu. A günü gördüğüm dört kişiyi B günü göremezdim. Kalan sekiz kişi içinden diğer dörtlü grup gelirdi. C günü ise son dörtlü gelirdi. Ancak D günü A günü gelenleri yine görmezdim. Bu kez A, B ve C günlerinin karışımı olan bir grup D günü gelirdi. Oldukça üzerine çalışılmış sistemleri vardı. Dolayısıyla onların varlığını hissediyor ama bir türlü kanıt bulamıyordum. Nedeni açık bir şekilde ortadaydı: Bir gün gördüklerimi ertesi gün görmüyordum. Bardakları bir yansıma olarak kullandıktan sonra yine tek tek bütün sistemlerini çözmem, uzun zaman almıştı. Tam olarak hepsini tespit ettiğimde aradan baya zaman geçtiğine şahit olmuştum.

 

 

 

 

 

Babama anlatamazdım. Bunun için birçok haklı sebebim vardı. Benim stratejik veya analiz yeteneğim, adı her neyse, babamdan bana geçmişti. Eğer o adamların peşimde olduğunu ben biliyorsam, babamın bilmeme gibi bir ihtimali yoktu. Adım gibi emindim Attila Tuğrul Türkeş, kızını takip eden adamların varlığından haberdardı. Bu elimi kolumu bağlıyor olsa da, babamın beni bile isteye ateşe atmayacağını bildiğim için tedirginliğim geçiyordu.

 

 

 

 

 

İkinci ise özetle şöyleydi: Babam istemiyordu. Annemin nasıl öldüğünü, kim tarafından öldürüldüğünü araştırmamı ve bilmemi kesinlikle istemiyordu. Bunu açık açık bana söylemiyordu. Bunu bana gösteriyordu. Ne zaman bu konu hakkında araştırma yapmak için kolları sıvasam önüme bir bariyer çıkıyordu. En basit örnek ile annemin ismini İnternet üzerinden aratığımda karşıma beyaz bir ekranın çıkıyor olmasıydı. Ekranda "Cihazınızın siteye girişi TSK tarafından engellenmiştir." yazıyordu.

 

 

 

 

 

Her şeyin üst üste geldiği o günün akşamını etmiştim. Eve geldiğimde köşeye fırlattığım çantamdan telefonumun çaldığını belirten o sesi duymuştum. Buna çok fazla şaşırmıştım. Çünkü telefonum zaten elimdeydi. Çantamda ki kimindi o zaman?

 

 

 

 

 

Babam evde yoktu. Genelde gece yarısından önce gelmezdi eve. Saat daha akşam yediydi. Temkinli adımlar ile yere fırlattığım çantamın yanına gidip, elime almıştım. Israrla çalmaya devam eden zil sesi yüzünden sinirlenmeye başlamıştım. Elimi, çantanın fermuarına atıp yavaş yavaş açmıştım. Gözüme ilk çarpan bilmem kaç sayfalık gördükçe midemin bulandığı kitaplarımdı.

 

 

 

 

 

Telefon altlarda olmalıydı. Elimi çantadan içeri daldırıp telefonu bulmaya çalıştığım süre içerisinde ses kesilmişti. Sonra tekrar çalmaya devam etmişti. Sonunda elime gelen buz gibi cisimle aradığımı bulduğuma emin olmuştum. Çantadan elimi çıkardığımda eski model akıllı telefonla bakışmaya başlamıştım.

 

 

 

 

 

Çalmaya devam eden telefon ekranında isim yerinde 'AÇ' yazıyordu. "OÇ'ta yazabilirdi şimdi. Bence hâlime şükür etmeliydim.

 

 

 

 

 

Telefonu açsam mı? Açmasam mı? diye hiç düşünmeden direk açmıştım. "Hattın diğer ucunda bulunan şahsiyet çok merak ediyorum acaba telefonunu çantama nasıl düşürdün."

 

 

 

 

 

"Düşürmedim. Bizzat ben koydum." Tok bir erkek sesi duyunca irkilmeden edememiştim.

 

 

 

 

 

"Saadete gelecek misin? Kim olduğunu ve benden ne istediğini söyle bakalım?"

 

 

 

 

Canım sıkılıyordu. Hayatım oldukça uzun zamandır aynı monotonlukta ilerliyordu. Aksiyon ayağıma gelmişti ve bu çok eğlenceliydi.

 

 

 

 

 

"Peşinde olan adamlar var. Seni onlardan korumayı teklif ediyorum. Kanıt olarak..."

 

 

 

 

 

"Gerek yok. Takip edildiğimi biliyorum." Önce sessizlik oldu, belki de sindirmesi gerekiyordu.

 

 

 

 

 

"Sandığımdan çok daha zekisin demek ki." Hattın diğer ucundaki kişinin beni göremeyeceğini bilsem de göz devirmiştim.

 

 

 

 

 

"Benim ne kadar zeki olduğumu boş verip kim olduğunu söyleyecek misin?"

 

 

 

 

Sesim sertti. Eğleniyor olsam da öfkem giderek gün yüzüne çıkıyordu. Türkeş işini sağlama almak istiyor olmalıydı.

 

 

 

 

 

"Ben Yiğit... Yiğit Kanıt... Seninle ortak bir yanı olan o adamım."

 

 

 

 

 

"Neymiş ortak noktamız Yiğit Kanıt?" Yine bir sessizlik oldu, derin bir nefes alıp verdiğini işittim.

 

 

 

 

 

"Şehit... Şehit olan sevdiklerimiz. Bizim ortak noktamız bu, Hera Türkeş."

 

 

 

 

 

Annem. Benim güzel annem. Bütün derdim, bütün kederim olan canım annem. Her kapıyı senin içimdeki hasretin için açıyordum. Açtığım her kapının sonunda beni ne bekliyordu bilmiyordum. Ben yine de açıyordum. Andım olsun, annecim. En büyük andım bu olsun ki seni benden alanlardan çok şey almak istiyorum. Alabileceğimi bilmesem de almak istiyorum.

 

 

 

 

 

"Sanırım yüz yüze konuşmamız daha iyi olacaktır." Demişti bir kez daha Yiğit Kanıt. Kendinden emin birine benziyordu. Düşüncelerim ona cevap vermemi geciktirdiğinde o bir kez daha konuşmuştu. "Yanlız bir sorunumuz var."

 

 

 

 

 

"Dur tahmin edeyim. Beni takip eden adamların bundan haberinin olmaması gerek. Öyle değil mi?" Sözünü kesip tahminimi sunduğumda onay mırıltısı çıkarmıştı.

 

 

 

 

 

"Teknik olarak evet. Fakat bu mümkün değil çünkü telefonunda takip cihazı var." Derin bir nefesi içime çekmiştim. Hayır! Hayır, kesinlikle küfür etmeyecektim.

 

 

 

 

 

"Kim bunlar? Ve benden ne istiyorlar?"

 

 

 

 

 

"Sana bütün bildiklerimi anlatacağıma söz veriyorum."

 

 

 

 

 

"Takip ediliyorsam zor biraz. Telefonum beni hayatta bağlayan organım gibidir. Eğer telefonsuz dışarı çıkarsam, ki o zamanda evimin etrafında nöbet tutanlar muhakkak vardır, bir şeyler peşinde olduğumu anlayacaklardır."

 

 

 

 

Beynim yine detayın detayına girmeye başlamıştı. Sorgulamıyor, sâdece düşünüyordu. Olayı derinlemesine gözden geçiriyor, açık bıraktığım her kapıyı kilitliyordu.

 

 

 

 

 

"Telefon yasağı olan bir kafe var, oranın adresini atacağım sana. Girişte telefonu kasaya koymanı istiyorlar. Amaçları teknoloji bağımlılarının sosyalleşmesini engelleyen faktörleri ortadan kaldırmak. Sen de telefon bağımlısı olduğuna göre bence oldukça ideal mekan seçimi. Nereye gittiğimizi bilmelerini engelleyemeyiz. En azından dinlenme ihtimallerini ortadan kaldıralım."

 

 

 

 

Demek hem takip cihazı hem de dinlenme cihazı vardı telefonumda. Allah'tan diğer odada bırakmıştım telefonumu. Tanımadığım Yiğit Kanıt ile olan konuşmadan haberdar olamazlardı.

 

 

 

 

Şimdilik.

 

 

 

 

 

"İyi diyorsun, hoş diyorsun ama bir şeyi atlıyorsun."

 

 

 

 

 

"Neymiş bakalım o atladığım yer?"

 

 

 

 

 

"Ben seni tanımıyorum. Daha tanıdıklarına güvenmeyen ben sana mümkün değil ki güvensin. O yüzden bahsettiğin o kafeye ben gelmiyorum. Sen benim istediğim yere geliyorsun." Önce ses vermemişti. Sanırım düşünmesi gereken bir konuydu.

 

 

 

 

 

"Hay hay. Nasıl istersen, öyle olsun bakalım. Nerede buluşuyoruz?" Durumu yadırgamadı. Doğrudan kabul etti. Güvenimi kazanmak istiyordu.

 

 

 

 

 

"Yeni açılan kütüphaneyi duydun mu? Fatih'teki."

 

 

 

 

 

"Hani şu konuşarak sohbet edilme yeri olup, her türlü teknolojik aletin yasak olduğu kütüphane mi?"

 

 

 

 

 

"Aynen öyle. Orada buluşuyoruz. Saat kaçta peki?"

 

 

 

 

 

"Sana kaç uygun." Teknik olarak sabahın köründe babam tarafından uykumdan uyandırıldığım için bana hiç fark etmezdi.

 

 

 

 

 

"Sabahın körü senin için uygun mu?"

 

 

 

 

 

"Nasıl yani?" Sorduğu soru beni anlamadığını gösteriyordu. Zamanla alışacaktı artık, yapacak bir şey yoktu.

 

 

 

 

 

"Öğlene yakın gelirim ben."

 

 

 

 

 

"Tamam olur o zaman. Ha, az kalsın söylemeyi unutuyordum, yarın seni gördüğümüde klasik bir Türk dizi sahnesi gerçekleştirmemiz gerekiyor."

 

 

 

 

 

"Nasıl yani?" Bu kez anlamayan taraf ben olmuştum. Neyse, zamanla alışırdık artık.

 

 

 

 

 

"Hayatına bodoslama giremem Hera. Bunu hemen anlarlar. Sen beni yüz olarak bilmiyorsun, ama ben seni tanıyorum. Yarın ikimiz de ders çalışmak için o kütüphaneyi tercih eden iki öğrenci olacağız. Ben bir şekilde seni takip edenlere yanlışlıkla çarpıştık izlenimini vereceğim. Bu şekilde orada tanışıp içeride sohbet etmeye devam edeceğiz. Herkesin başına gelebilecek bir olay olduğu için dikkat çekmeyeceğiz."

 

 

 

 

 

Oldukça mantıklı konuşmuştu. Katılıyordum. Birden hayatıma girmesi her anımı takip edenlerin şüphelenmesine neden olurdu. "Çok klişe olmasına rağmen iş görür. Anlaştık o hâlde. Yarın buluşalım bakalım."

 

 

 

 

 

"Yarın görüşürüz, Hera Türkeş."

 

 

 

 

 

"Umarım kötü biri değilsindir, Yiğit Kanıt." Son sözü her zaman ben söylemeliydim. Telefonu yüzüne hızla kapatmamda ki nedenim bu olsa gerekti.

 

*

 

 

 

 

 

Ertesi gün sevgili babacığım ile geçen dolu dolu bir sabah işkencesi sonrası, babam her zaman olduğu gibi çıkıp gitmişti. Onun gitmesinin ardından kendime karışık tost yapıp magazin programı izlemeye başlamıştım.

 

 

 

 

 

"Şok! Şok! Şok! Murat Dalkılıç, Merve Boluğur'dan Eylül 2017'de boşandıktan hemen sonra Hande Erçel ile aşk yaşamaya başlamıştı. 3 yıl devam eden ilişki, geçen yaz sona erdi. Erçel'in adı şimdilerde Kerem Bürsin'le anılıyor."

 

 

 

 

 

Televizyondaki magazin programları sayesinde epeyce oyalandığıma emin olduktan sonra artık hazırlanmaya başlamam gerektiğini biliyordum. Günlük giyebileceğim tarzda kot pantolon ve kırmızı triko kazak kombinlemiştim. Hava bugün çok soğuk olmadığı için üzerime ceket namına hiçbir şey almamıştım. Sırt çantamın içine sözde çalışkan bir öğrenci olduğum için kitaplarımı da yerleştirip yola çıkmıştım.

 

 

 

 

 

Yarım saat süren yolculuğun ardından takip edildiğimi bildiğimden yine her zaman olduğu gibi tetikteydim. Biri bana silahını doğrultursa kurşundan daha hızlı hareket edeceğime karşı kendime güvenim tamdı.

 

 

 

 

 

Kütüphanenin önüne gelmiştim. Henüz bahçesinde ilerliyordum. Birinin gelip Feriha'ya çarpan Emir gibi bana çarpması lazımdı. Bunu biliyordum. Zaten bu yüzden mümkün olduğunca telefona gömülmüş olarak ilerliyordum. Bu sayede beni takip edenlerde kaza ile çarpıştık hissiyatı uyandıracaktık.

 

 

 

 

 

Birini bekliyor gibi görünmemek için etrafa değil yola bakıyordum. Sıklıkla telefonumu kontrol etmeyi de ihmal etmiyordum. Böyle ilerlerken birinin bana omuz atmasıyla, kuş olup gökyüzüne uçmuştum. "Düşmanına mı vuruyon mübarek?" diye geçirmiştim içimden. Al yere sakız gibi yapıştık işte. Mutlu musun?

 

 

 

 

 

Ben yerden kalkmakla meşgulken biri yanıma çömelip ellerimi tutmuştu. Göz göze gelmiştik. Tahminim bu kişinin Yiğit olduğu yönündeydi. Böylesine yakışıklı olması beni şaşırtmıştı. Kara kaşlı olsa da renkli gözlü bir çocuktu. Kaslı olduğunu söyleyemem, ama sıskada değildi, normal ve formundaydı.

 

 

 

 

 

"Ah lütfen kusura bakmayın, sizi göremedim, iyi misiniz?" diye sordu. İşin yoksa gel de oscarlık oyunculuk sergile şimdi. Peşimdeki adamlar beni uzun zamandır takip ediyordu. Böyle bir durumda adamın amel defterini kapatacak kadar sinirleneceğimi benden daha iyi bildiklerine emindim.

 

 

 

 

 

"Niye? Kör müsünüz siz beyefendi?" Demiştim önce. Şaşırmıştı, böyle bir tepki beklemiyordu anlaşılan.

 

 

 

 

 

"Yok, hayır. Yani, şey, sanırım bugün biraz dalgındım, tekrar kusura bakmayın lütfen." Elini ensesine atıp, kaşımıştı. Utanmıştı. Hayır, rol yapmıştı.

 

 

 

 

 

"Bakarım kardeşim. Kusura bakarım. Amele sümüğü gibi yere yapışan sen değilsin neticede."

 

 

 

 

 

"Yanlız bu iğrençti," diye fısıldayan adamın Yiğit olduğundan artık emin olmuştum. Zaten telefonda konuştuğum ses tonu ile birebir örtüşen sesi vardı.

 

 

 

 

 

"Çıkma rolden."

 

 

 

 

 

Kafasını aşağı yukarı salladı ve çömeldiği yerden yukarı kalkarak elini uzattı. Buna rağmen onu görmezden gelerek düştüğüm yerden kalkıp üstümü başımı temizledim.

 

 

 

 

 

"İyi misiniz?" diye sordu tekrardan.

 

 

 

 

 

"Değilim," dedim.

 

 

 

 

 

Elini ensesine doğru götürüp kafasının arkasını yeniden kaşıdı. Yüzünde utangaç ve mahçup bir ifade vardı. Gören biri, beni iki metre öteye tek bir omuz hareketi ile o fırlatmadı sanabilirdi.

 

 

 

 

 

"Lütfen kusura bakmayın, tekrar tekrar özür dilerim." Yüzüne boş boş bakmıştım.

 

 

 

 

 

"Tamam affettim kardeşim. Hadi çekil şimdi önümden. Daha bir Dünya not çıkarmam gereken konu var."

 

 

 

 

 

Onu umursamıyormuş gibi yanından geçip gitmek üzereydim. Tamamen doğaçlama oynuyordum. Bu şekilde izleyenlere olayın kurgu olmasını anlama imkanı tanımıyordum. Yanımdakinin aklı varsa ne yapmaya çalıştığımı anlardı zaten.

 

 

 

 

 

Hızla geçip gitmeyi hedeflerken kolumdan tutmuştu. En azından beyni çalışıyordu.

 

 

 

 

 

"Adınız nedir acaba?" diye sordu.

 

 

 

 

 

"Bundan size nedir? Acaba?" diye karşılık verdim.

 

 

 

 

 

"Sadece merak," diye ısrar etti.

 

 

 

 

 

"Fazla merak gö.." Eliyle sus işareti yaptı. Ağız tadıyla burada hakarette edemiyorduk kimseye.

 

 

 

 

 

"Allah için sadece adını söyle," diye yalvardı.

 

 

 

 

 

"Nedenini anlamadım, söylersem ne olacak?" diye sordum.

 

 

 

 

 

"Bırakacağım," dedi.

 

 

 

 

 

"Söz mü?" diye sordum.

 

 

 

 

 

"Söz," dedi.

 

 

 

 

 

"Sen de hiç verdiği sözleri tutan bir tip yok," diye mırıldandım.

 

 

 

 

 

"Denemeden bilemeyeceğiz."

 

 

 

 

 

"İyi tamam. Adım Hera. Hera Türkeş."

 

 

 

 

Birkaç saniye süren sessizliğin ardından nihayet konuştu.

 

 

 

 

 

"Söylenişi kulağa çok güzel gelen bir telaffuzu var. Kim koyduysa ismini çok iyi bir seçim yapmış." İsmimi kim koyduysa? Annem koymuştu adımı. Uzun değildi. Kısaydı. Dört harften oluşuyordu. Hatırası vardı ama. Mitoloji hayranı olan bir kadının kızına başka bir isim koyması düşünülemezdi.

 

 

 

 

 

"Evet, öyle. Tınısı güzeldir. Başka bir şey yoksa gidiyorum. Hoşça kal. Ha tabii mümkünse kimseye yanlışlıkla çarpıp Allah katına göndermeden kal." İmâ yapmasam olmazdı. Çatlardım. İlla son sözü de ben söyleyektim, en ağır lafı da. Ben de böyle biriydim işte, yapacak bir şey yoktu.

 

 

 

 

 

Kütüphanenin giriş kapısına doğru ilerlemiştim. Hemen arkamdan gelen adım sesleri, Yiğit'in de benimle aynı istikamette doğru yürüdüğünü gösteriyordu. Aksi mümkün değildi. Bugün çok yeni bilgiler öğrenecektim. Belki çok daha fazlasını öğrenmek isteyecektim, belki de daha fazlasını öğrenmeye mecalim kalmayacaktı. İster öyle olsun ister böyle olsun fark etmezdi. Bana bu saatten sonra hiçbir şey fark etmezdi. Ha eğer damarım atarsa fark ederdi. Karşımdaki düşmanlarım için çok şey fark ederdi.

 

 

 

 

 

Güvenlik kontrolünden geçmek için öğrenci kimliklerimizi göstermiştik. Burada bulunan küçük kapaklı dolaplar vardı. Dolaplardan birini kalacağınız saatte göre kiralayıp bütün elektronik eşyalarınızı orada bırakmanız gerekiyordu.

 

 

 

 

 

İçerisi fazlasıyla büyüktü. Kütüphanenin bir takım alanları vardı. Sadece nefes alabileceğimiz, çıtınızın bile çıkmaması gereken bir yerde vardı, hem konuşup hem ders çalışacağımız genellikle gruplar hâlinde oturan insanların olduğu yerlerde. Ben işte tam olarak bu alana doğru yol almıştım.

 

 

 

 

 

En köşede deri koltukların olduğu alana gitmiştim. Burası diğer masalara daha uzaktaydı. Çantamı kucağıma alıp içinden buraya ders çalışmaya gelmiş öğrenci izlenimini vermek için bütün materyallerimi çıkarmıştım. Aynen çok çalışkanım falan, yani.

 

 

 

 

 

Çok geçmeden karşımda bir hareketlilik hissettim. Kimin geldiğini bildiğim için şaşırmadım. Şaşırmış gibi yapmıştım. Gelen kişi Yiğit Kanıt'tan başkası değildi.

 

 

 

 

 

"Sözünün eri olmadığını öğrenmiş olduk."

 

 

 

 

 

"Sözle bir alakası yok."

 

 

 

 

 

"O zaman neden buradasın?"

 

 

 

 

 

"Tanışmak için."

 

 

 

 

 

"Sordun mu?"

 

 

 

 

 

"Efendim?"

 

 

 

 

 

"Tanışmak istiyor musun diye bana sordun mu?"

 

 

 

 

 

"Sormadım."

 

 

 

 

 

"Onun ben de farkındayım."

 

 

 

 

 

"Tanışmıyoruz o hâlde."

 

 

 

 

 

"Yok, tanışıyoruz. Niye tanışmayalım?" Beni anlamadığını suratıma bön bön bakmasından da anlayabiliyordum. Salak bu çocuk, yemin ederim ya.

 

 

 

 

 

"Ama sen az önce 'sordun mu?' dediğinde tanışmak istemiyorsun sandım."

 

 

 

 

Yüzünde küçük çocuklar gibi masum ifade oluşmuştu.

 

 

 

 

 

"Sorsan belki isteyecektim."

 

 

 

 

 

"Değişiksin."

 

 

 

 

Bu bir hakaretse içinden geçerim senin. Onu bil.

 

 

 

 

 

"Ne manada?"

 

 

 

 

 

"Ya çok zekisin ya da çok tuhaf. Konuşurken insanlar üzerinde otorite kurmaya bayılıyor olmalısın. Karşındakinin seni, senin karşındakini tanımana gerek yok. Sen üstünlük taslamayı seviyorsun. En zeki insanın bile senin yanında bir şansı olmadığına eminim. Ne biliyim, sanki onu manipüle edip senin daha zeki olduğunu ona söyletmen, sadece saniyelerini alırmış gibi."

 

 

 

 

 

Övmek için övmüyordu. Hatta bu bir övgü konuşması da değildi. Analiz yeteneği fazlasıyla varmış gibi görünüyordu. Yiğit bende ne gördüyse onu söylemişti. Yalan değildi. Doğrusu neyse oydu.

 

 

 

 

 

"Altını dolduramayacağım hiçbir harekette bulunmam. Eğer bir gün benden daha iyisini görürsem susarım. Hoş, hiç sanmıyorum göreceğime ama olsun."

 

 

 

 

 

Gülmüştü. Gülüşü güzel adamlardandı. Gamzeleri ise ben bu gülüşün imzasıyım der gibiydi. İlginçti. Etkileyiciydi. Etkileyici olması ilginçti zaten.

 

 

 

 

 

"Konuya girelim mi artık?"

 

 

 

 

 

"Etrafın güvenli olduğundan emin misin?"

 

 

 

 

 

"Evet. Arkamızdaki masadalar. Benim sırtım onlara dönük, senin de önünü ben kapatıyorum. Ağız okumaları mümkün değil."

 

 

 

 

 

"Güzel. O hâlde başla bakalım Yiğit Kanıt. Beni nereden buldun?"

 

 

 

 

 

Derin bir nefesi içine çekti. Anlaşılan o ki uzun bir sohbet olacaktı.

 

 

 

 

 

"Kamer operasyonunu biliyor musun?"

 

 

 

 

Kamer ne demekti? İlk kez duymuştum.

 

 

 

 

 

"Konu annemin de içinde olduğu şehitleri kapsıyorsa, o konuyu araştırma iznim yok."

 

 

 

 

Yiğit, anladığını belli ederek kafasını aşağı yukarı salladı.

 

 

 

 

 

"En başından anlatıyorum o zaman."

 

 

 

 

Onay mırıltısı çıkararak karşılık vermiştim.

 

 

 

 

 

"Ben Yiğit Kanıt. Tim-4 üyelerinden biriyim. Toplam üye sayımız dört. Grubumuz içindeki herkes, yüksek donanımlı bilgisayar uzmanı ve yazılımcılardan oluşur. Bir nevi siyah şapkalıyız."

 

 

 

 

 

"Siyah şapkalılarda nedir?" Yiğit, sorumun duyar duymaz anında cevaplamıştı.

 

 

 

 

 

"İki çeşit hacker vardır: Whitehat ve Blackhat. Whitehat hackerler genellikle buldukları açıkları ilgili birimlere ileterek kapatmalarını sağlar ve bir kuruma bağlı olarak çalışabilir. Blackhat hackerler ise kötü hackerler olarak bilinir." Soğukça gülmüştüm. Bakışlarıma kötülük ev sahipliği yapıyordu. Emindim. Acaba Türkeş'mi geliyordu?

 

 

 

 

 

"Kötü bir grubun üyesi olacağımı sana düşündürten şey nedir?" Kötü grup üyesi benim yaptığımı yapıp, soğukça tebessüm etmişti.

 

 

 

 

"İntikam istiyor oluşun."

 

 

 

 

İşin rengi eğer ben konuyu anlamıyorsam gerçekten ciddileşti demektir.

 

 

 

 

 

"Devam et bakalım. İstediğim intikam neymiş benim?"

 

 

 

 

Kafasını yine peki anlamında sallamıştı.

 

 

 

 

 

"Üye bir! Ali Aran. Masa başı elemanıdır. Bilgisayar uzmanı ve yazılım programcısıdır. Giremediği güvenlik ağı, kıramadığı şifre kalkanı, açık bulamadığı kod yoktur.

 

 

 

 

 

Üye iki. Zahir İpek. Yine masa başı elemanı. Analiz uzmanı. Parçaları birleştiren odur. Çıktığımız görevlerde ince noktayı bulur. Planı ona göre uyarlar ya da yenisini yazar.

 

 

 

 

 

Üye üç. Afra Yalman. Saha elemanı. Görevlere genelikle onunla beraber çıkarız. Görev dediğim genellikle siber yollardan ulaşamadığımız bilgisayarlara dokunarak ulaşmaktır. Sanırım buna halk arasında hırsızlık diyolar." Yaptığı açıklama beni korkutmak yerine yeniden güldürmüştü. Onlar gerçekten de kötü çocuklardı.

 

 

 

 

 

"Ben yani Yiğit Kanıt. Tim-4 lideriyim."

 

 

 

 

Çapkınca sırıtıp göz kırptığında yüzümü buruşturmuştum. "Ekibin bütün üyelerini bulan bendim."

 

 

 

 

Ben var ya ben, bir gıdım bir şey anladıysam ne olaydım.

 

 

 

 

 

"Bu gruba güvenmem için beni nasıl ikna edeceksin."

 

 

 

 

 

Gözlerinin içi parladığına yemin edebilirim. Onu terslemediğim için çok mutlu olmuştu. Kardeşim ben hayatım boyunca hep böyle bir aksiyon yaşamak istemiştim. Şimdi ne diye tersiliyeyim seni?

 

 

 

 

 

"Bu grupta ki birçok kişi hayatında en sevdiği insanları kaybetti. Hem de aynı sebeplerden ötürü."

 

 

 

 

Ben annemi kaybetmiştim. Acaba onlar kimi kaybetmişti?

 

 

 

 

 

"En başından bahsettiğin Kamer operasyonu sanırım tam olarak bu konu ile alakalı."

 

 

 

 

Kafasını bir kez daha beni onaylamak için aşağı yukarı sallamıştı.

 

 

 

 

 

"Kamer operasyonu, Soykamer ailesinden gelir. Dünya'nın en zengin ve en güçlü ailesi olarak bilinen Soykamerlerin başında bulunan kişi ailenin dedesi Vural Soykamer'dir. Baş Ulu odur. Vural'ın torunu Barkın Soykamer ise baş veliahttır."

 

 

 

 

Kaşlarım çatıldığında daha ben ağzımı açmadan o konuşmaya devam etmişti.

 

 

 

 

 

"Ulu ve Veliaht bir tür yapılanmadır. Dünyanın önde gelen silah şirketlerini bünyesinde barındıran ailelerin tamamıdır. Yönetimin başında olanlara ulu, ululardan sonra tahta geçenlere veliahtlar denir." Sözlerini zihnimin arka planına tek tek not ediyordum. Mutlaka lazım olacak gibi görünüyordu.

 

 

 

 

 

"Henüz bu adamların, sevdiklerimizin ölümü ile olan ilişkisini anlamış sayılmam." Sözünü kesip merak ettiğim noktayı masaya yatırmıştım.

 

 

 

 

 

"Sabır edersen oraya geleceğim şimdi."

 

 

 

 

Sadece göz devirmiştim. Refleks olarak kafamı sağ tarafa çevirince gördüğüm şey ile yutkunmadım dersem yalan olurdu. Güvenlik kamerası. Tam da bizim masaya doğru bakıyordu. Siktir! siktir! siktir!

 

 

 

 

 

"Bahsettiğin adamlar bu kadar güçlüler ve benim peşimdelerse, burada bulunan güvenlik kameralarına da hayli hayli ulaşırlar. Tam karşımızdakine ulaşırlarsa eğer ağız okumaları içimizden geçmeleri için yeterli olacaktır."

 

 

 

 

 

Gözlerinde anlam veremediğim bir duygu geçmişti. Gurur. Benim isyan ederek kurduğum sözler, onun benle gurur duymasını sağlamıştı.

 

 

 

 

 

"Merak etme. Bizimkiler çoktan sistemi ele geçirmişlerdir. Karşı tarafa şu an giden tek bilgi o kameranın bozuk olduğu yönündedir." Gözleri gözlerimi hedef aldığında, bedenini masa üzerinde ilerleterek çok daha yakınıma girmişti. Hareketi yüzünden bedenim gerilmişti. Yakınlık sevmezdim. "Hem emin olduğum bir diğer olay şu an seninkinin peşine taktığı adamlardan, senin yanında bir erkek olduğunu öğrendiği an yolla çıkmış olmasıdır. Seni aşırı derecede kıskandığını söyleyebilirim. O gelmeden sana her şeyi anlatsam iyi olacak."

 

 

 

 

 

Benimki mi? Kaşlarım çatılmış, yüzüm buruşmuştu. Benimki de kimdi?

 

 

 

 

 

"Benim ki kimmiş?"

 

 

 

 

 

"Baş veliaht. Barkın Soykamer."

 

 

 

 

 

"Yakışıklı mı bari?" Sözlerim, bu tepkiyi vermemi beklemeyen Yiğit'in şaşırmasına neden olmuştu.

 

 

 

 

 

"Gerçekten mi? Merak ettiğin tek şey tehlikede olup olmadığın değilken adamın yakışıklı olup olmaması mı?"

 

 

 

 

Masada onun yaptığı gibi eğildikten sonra konuşmuştum. Yüzümüz birbirine çok yakındı.

 

 

 

 

 

"Adam zengin. Adam güçlü. Bir de yakışıklıysa kendimi tehlikede değil şanslı sayarım." Lafım biter bitmez omzundan itirmiştim onu. Ani temasım bedeninin geriye savrulmasına neden olmuştu. Aramıza yeniden mesafe koyduğumda, omuzlarımı dikleştirip tekrar yerime yaslanmıştım.

 

 

 

 

 

"Sen gerçekten delisin."

 

 

 

 

Evet aynen ondanım. Ben sustuğumda Yiğit tekrar konuşmuştu.

 

 

 

 

 

"Barkın senin peşinde. Uzun uğraşlar sonucu bunu anladık. Onların bizi tespit etmesi sonumuz olabilir. Çok uzun zaman sürse de onlara yakalanmadan sana ulaşmayı başardık." Kaşları aniden çatıldığında gözlerim yüzünde dolaşmıştı. Ters giden bir şeyler vardı. "Hazırsan sana şok olacağın bir şeyden bahsetmek istiyorum. Duyduktan sonra nefes almayı bile unutabilirsin."

 

 

 

 

 

Çok heyecanlanmıştım. Sakinim. Sakinim. Sakin falan değilim. Bedenimi yerinde iyice dikleştirmiştim Ellerimi kapatıp açtığımda gözlerim tekrar ona doğru dönmüştü.

 

 

 

 

 

"Hazırım. Gönder gelsin." Kafasıyla beni onaylamıştı.

 

 

 

 

 

"Veliahtların sistemlerine erişmemiz mümkün bile değildi. İkiz veliahtların güvenlik kalkanı eşi benzeri olmayacak güçte sağlam. Bırak kırmayı yanlışlıkla denk gelsen bile saniyeler içinde sen onlara zarar veremezken onlar senin bütün sistemini ele geçirebiliyorlar. Biz de senin hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak için seni araştırmaya çalıştık. Bunu yaparken babanın bilgisayarına ulaşıp, ona çaktırmadan içinde küçük çaplı bir gezintiye çıkmış olabiliriz."

 

 

 

 

Gözleri tekrar tuhaf bir hâl aldığında boğazımın kuruduğunu hissetmiştim.

 

 

 

 

 

"Bunu söylemek benim için çok zor ama baban..."

 

 

 

 

 

"Sus sus. Sakın tek kelime daha etme. Babamın müstehcen kanallara üye olduğunu bilmek istemiyorum."

 

 

 

 

Önce ne dediğimi anlamamıştı. Kafası karışmış gibi yüzüme bakmıştı. Anladığında ise kahkahayı patlatıvermişti.

 

 

 

 

 

"Hayır, çok daha kötüsü." Hâlâ daha gülüyordu.

 

 

 

 

 

"Daha kötüsü olacağını sanmıyorum ama neyse devam et sen." Omuz silkmiştim. Üstümden yük kalkmıştı.

 

 

 

 

 

"Baban senin için çok endişeleniyor Hera. Endişelenmekte oldukça haklı. Kızı Barkın Soykamer'in ölen sevgilisi Melisa Aksel'e inanılmaz derecede benziyor. Baban sırf bu bilgiyi öğrenmek için bir bacağını feda etti." Sözlerini beyin süzgecimden geçiriyordum. Bir şeyler anlamakta zorlanacağım kadar karmaşıktı.

 

 

 

 

 

"Öğrendikten sonra seni gözlemlemeye başladı. İşte o an beyninden vurulmuşa döndü. Çünkü Attila Türkeş'in, yani babanın aklında, Barkın seni fark etmeden bir yolunu bulup seni saklamak vardı. Fakat gördüğü şey Barkın'ın senin varlığından çoktan haberdar olduğu yönündeydi. Bir gün Barkın'ın seni yanına alacağını biliyordu. Bunu durdurması imkansızdı. Bunu kimse durduramaz Hera. Barkın zamanı geldiğinde seni yanına alacaktır. Baban bunu bildiği için seni eğitmeye başladı. Elinden gelen tek şey buydu. En azından kendini savunabilecek kadar güçlü olmanı istiyordu."

 

 

 

 

 

Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Bu nasıl olurdu? Böyle bir şeyin var olma ihtimali bile milyarda birken bu neden benim başıma gelmişti?

 

 

 

 

 

"Bütün anlattıklarına neden inanayım?" Sesim soğuktu. Kesinlikle o bir deliydi ve benimle dalga geçiyordu.

 

 

 

 

 

"Seni takip eden adamların peşinde olduğunu bildiğin kadar babanın da bunun farkında olduğunu bildiğine eminim. Peki sence baban buna niye göz yumuyor? Hemen söyleyeyim. Çünkü sessiz kalkmaktan başka çaresi yok."

 

 

 

 

 

Gözlerimi ondan kaçırmıştım. Boğazımda bir yumru oluşmuştu. Yutkunuyor olsam da aşağıya inmiyordu.

 

 

 

 

Haklıydı. Haklı olduğunu biliyordum. Sadece inkar ediyordum. Sanki inkar edersem tüm gerçekler yok olacakmış gibi.

 

 

 

 

 

"Barkın Soykamer'in annemin ölümü ile ilgisi var mı?"

 

 

 

 

 

"Onun olmasa da amcasının var."

 

 

 

 

 

"Daha detaylı anlat."

 

 

 

 

Bir kez daha kafa sallamıştı.

 

 

 

 

 

"Vural Soykamer, Barkın'ın dedesidir demiştik hatırlarsan."

 

 

 

 

Kafamı evet anlamında sallamıştım.

 

 

 

 

 

"Vural Soykamer silahlı bir saldırı sonucu yaralanmıştı. O zamanlar veliahtı Barkın değil, en büyük oğlu Arzem Soykamer'di. Babası canı ile cebeleşirken bütün güç Arzem'e geçmişti. Neden yaptı bilinmez ama Arzem şerefsizi ülkenin birçok yerinde bombalı saldırılar gerçekleştirdi. Bu saldırılar sonucu birçok insanımız şehit oldu. Onlardan birileri de bizim sevdiklerimizdi Hera."

 

 

 

 

 

Benim güzel annem. Bak kızının başına bela olmuş bir adam var ve o adam senin sonunu getiren o şerefsiz ile aynı kanı taşıyor. Söylesene anne, kızlar annelerinin kaderini gerçekten yaşar mı?

 

 

 

 

 

"Arzem, terör eylemleri üzerine çok geçmeden ölü olarak bulundu."

 

 

 

 

Çok değildi ama içim az da olsa rahat etmişti.

 

 

 

 

 

"Arzem'in ölümünden kısa bir süre geçtikten sonra babası Vural Soykamer yavaş yavaş toparlanmaya başladı. Hem oğlu hem veliahtı olan Arzem ölmüştü. Yeni bir veliahtta ihtiyaçı vardı. Herkes küçük oğlu Azer'in veliaht olmasını beklerken, Azer kimsenin beklemediği bir şey yaptı. Büyük oğlu Barkın'nı henüz daha çocuk olmasına rağmen babasına 'Senin veliahtın ben değil, artık oğlum' diyerek verdi ve arkasına bakmadan çekip gitti. Azer veliaht olarak eğitilmemişti. Büyük çocuk ağabeyi olduğu için bu yaşam şekline o değil ağabeyi alışkındı. Tabii ağabeyinin ölümü herkes gibi ona da sürpriz olmuştu. Ölümden korktuğu için oğlunu ölümlerin arasına atan bir baba olmayı seçti Azer Soykamer."

 

 

 

 

 

Barkın için üzüldüğümü söyleyemezdim. Yine de hayat onun için kolay olmamış gibi görünüyordu. Bunu kabul etmek lazımdı.

 

 

 

 

 

"Hikayenin devamında Barkın çocuk yaşından itibaren veliaht olmak için eğitim aldı. On sekiz yaşına geldiğindeyse herkesin korkulu rüyası olmuştu. Ulular tarihte ilk kez bir veliahtın zekası ve gücünden hem korkar hem de gurur duyar olmuştu. Lakin Barkın henüz yeteri kadar güçlü ve yeteri kadar acımasız değildi. O olaydan sonra."

 

 

 

 

 

"Hangi olay?" Tekrar sözünü kesmiştim.

 

 

 

 

 

"Sana çok benzeyen sevgilisi öldükten sonra. O günden sonra baş veliaht bir canavara dönüştü desek yeridir." Yeniden yutkunma hissiyatı tüm bedenimi ele geçirmişti.

 

 

 

 

 

"Ve şimdi o canavar beni istiyor öyle mi?"

 

 

 

 

Kafasını sallamıştı.

 

 

 

 

 

"Maalesef. Biz seni ondan koruyacağımıza söz veriyoruz."

 

 

 

 

Dosta korku, düşmana güven veriyorsunuz mübarek.

 

 

 

 

 

"Size nasıl güveneceğim ben?"

 

 

 

 

 

"Bak Hera. Devlet onlara karşı değil. Onlarla iş birlik içindedir. Devletten onlara, onlardan devlete zarar gelmez. O yüzden seni korumaları için devleten ümit besleme. Biz onları bitirmek, yok etmek istiyoruz. Sen bizim bu konuda en büyük silahımızsın. Barkın biterse hepsi biter ve Barkın'ı sadece sen bitirebilirsin. Bu hikayede sana kimse acımayacaktır. Herkesin hedefi sen olacaksın çünkü Barkın'ı bitirmek isteyen onlarca düşmanı var. Biz ise sevdiklerimizin intikamını almak istiyoruz. Onlarca şehidimizin canı sadece bir can olmamalı. Biz, tüm veliahtların canını istiyoruz."

 

*

 

 

 

 

 

O gün böyle geçip gitmişti. İlk başta Yiğit ile olan etkileşimim, zamanla Yiğit'in, beni tüm grupla tanıştırması ile devam etmişti. Peşimde olan adamlara bir şey çaktırmamak için dışarıya arkadaş grubu izlenimi vermeye gayret gösteriyorduk.

 

 

 

 

 

Mümkün oldukça veliahtların arasına sızmadan önce bana ders vermeye çalışıyorlardı. Teknolojiden iyi anlayan bir ekip ile çalıştığım için veliahtlar tarafından üzerimize yerleştirilen her takip cihazı ve dinleme cihazından haberdardık. Ona göre hareket ediyorduk.

 

 

 

 

 

Yiğit ile diğerlerine göre daha yakındım. O ve Zahir ağabey inanılmaz bir analiz yeteneğine sahipti. İşte bu benim en büyük silahımdı. Veliahtlar birer profesyonel olduğu için beni kolayca kandırabilirdi. Doğuştan gelen manipülasyon yeteneğime bu iki adam sayesinde artık üstün analiz yeteneği de eklenmişti. Bunlar benim en büyük artımdı.

 

 

 

 

 

Etrafımızda olan insanlara Yiğit ile sevgiliymiş izlenimi veriyorduk. Böylece Barkın denen o veliaht kudurdukça kuduracak ve planlarını daha erken bir zamana alarak karşıma çıkacaktı.

 

 

 

 

 

İşlerin istediğimiz gibi gitmesi için çok uğraşmıştık. Kazanan ben olabilirdim. Oysa, oysa gitmedi... İşler istediğim gibi gitmemişti.

 

 

 

 

 

Ali Aran. Grubun en deneyimli hacker üyesi uzun uğraşlar sonucunda koordineli ve oldukça güçlü bir yazılım oluşturmayı başarmıştı. Öyle ki bu yazılım sadece bir dakika sürecek bir şans elde etmelerine neden olmuştu. Bir dakika da iki bilgisayar. Kendileri gibi bilgisayar uzmanı olan ikizlerin yaptıkları bütün işleri kayıt altına aldıkları o dosyalara ulaşmaları demek, bizim bu savaşta en az on adım önlerine geçeceğimiz demekti.

 

 

 

 

 

Olmadı. İşler ne iyi gitti, ne de yolunda gitti.

 

 

 

 

 

Ali ve Yiğit bize söylemeden bir gece kolları sıvamıştı. Bir dakika içinde sistemi aktif etmeli, öğrenebildikleri her şeyi öğrenip süre dolmadan etkileşimi kapatmalılardı. Bu bir dakika, ikizlerin güvenlik ağını bloke edecek güçte bir yazılım sonucu kazanılmış bir süreydi. Öyle ki eğer her şey istenildiği gibi gitseydi, ikizlerin bundan haberi bile olmayacaktı.

 

 

 

 

 

Doğu ve Batı denilen ikizlerin üstün zekasını ilk o zaman görmüştüm. Öyle bir ağ protokollu oluşturmuşlardı ki, sistemi kıran sadece kırdığını sanmakla kalıyordu. Tabii bir deşifre oluyorlardı. Kendi bilgisayar kameraları iş üzerindeyken, onların yüzlerinin fotoğrafını çekip kimlik tespiti yapıp bütün bilgileri ikizlerin önüne seriyordu. Bilgisayara ulaşan ikizler yer tespitini de kolaylıkla sağlıyabiliyorlardı.

 

 

 

 

 

Özetle bir bilgisayarınız vardı diyelim. Onunla birinin sonunu getirmek istiyordunuz ama karşınızdaki adamlar öyle bir virüs oluşturmuş ki, onların sistemine dokunduğunuz an siz daha ne olduğunu anlamadan virüs bilgisayarınıza bulaşıp hem içindeki tüm bilgileri sizden silip efendilerine ulaştırıyor, hem de bilgisayarınız tarafından saniyeler içinde çekilen fotoğrafınız sayesinde kimlik tespitiniz yapılıp kim olduğunuzu düşmanınızın öğrenmesini sağlıyordu. Kısacası, size karşı kurulan bir tuzak var ve siz bu tuzağa kazandığınızı sanarak düşüyordunuz.

 

 

 

 

 

Zahir abi, Ali ve Yiğit'in şüpheli hareketlerinden bir işler peşinde olduğunu anlamıştı. Ali'nin evine gittiğinde ise her şey için çok geçti. Veliahtlar tarafından gönderilen adamlar çoktan evi basmış ve iki arkadaşımızı hayattan koparmıştı. Evdeki bütün elektronik cihazları da beraberlerinde götürmüşlerdi. İki kişi ölmüştü. Daha doğrusu, veliahtlar iki kişi sanıyordu. Zahir ağabey eve gittiğinde Ali çoktan ölmüştü, ancak Yiğit'in tuhaf bir totemi vardı.

 

 

 

 

 

İş başındayken Yiğit ona şans getirdiğine inandığı için her zaman çelik yelek giyerdi. Bu totemi onun en büyük şansı olmuştu. Yiğit ölmemişti. Öldü sanılıyordu sadece. Ekibin bütün planlarını, stratejilerini oluşturan kişi Zahir ağabeydi. Ali'yi zaten kaybeden Zahir ağabeyin bir şey yapması gerekti. Öyle ya da böyle, veliahtların Yiğit'ten haberi vardı. Yaşadığını öğrenmeleri an meselesiydi.

 

 

 

 

 

Plan kurucumuz Zahir ağabey, şeytanın aklına gelmez bir plan kurmuştu. Bu çok meşakkatli bir plan olsa da, tim-4 siyah şapkalı hackerlardan oluşan bir çeteydi. Yüzleri tespit edilemeyen bir suç çetesi. Gelir kaynakları fazlasıyla vardı. Genellikle kötü işlere bulaşmış, benim tabirimle mafya sayılacak adamların banka kasalarını soymaları ile bilinirlerdi.

 

 

 

 

 

İşte Yiğit'in yaşaması için o gün bütün hayatı bu şekilde oluşan plan üzerine değiştirilmişti. Zahir ağabey önce onu hastane kayıtlarına son anda yetiştirilmiş hasta olarak göstermişti. Hastane kayıtları daha sonrasında bunu medyaya trafik kazası olarak gösterecekti. Bahsi geçen şey yine veliahtların yaptığı bir şeydi.

 

 

 

 

 

Veliahtlar atağa geçmesin diye çok geçmeden ölüm haberi hastaneye, oradan da veliahtlara ulaşmıştı. Ali ve Yiğit'in cenaze töreni yapılmıştı. Ali'den dolayı hepimizin canı acıyordu ama Yiğit'in ölmemiş olması tek mutluluk kaynağımızdı.

 

 

 

 

 

Bir gerçek bir sahte cenaze töreninin ardından Yiğit kaçak yollar ile önce deniz üzerinden Yunanistan'a ulaştırılmıştı. Oradan da Amerika'ya geçmesini sağlamıştık. Bu durumda Yiğit'in önünde iki seçim hakkı vardı. Ya hayatı boyunca kaçak yaşayacaktı. Ya da yüz nakli olup yeni bir isimi ile Ali'nin intikamını alacaktı. Veliahtlar Yiğit'i deşifre etmişken ölmediğini bilmeleri, onun sonu olurdu.

 

 

 

 

 

Yiğit'in seçimi intikamdan yana olmuştu. Tam bir yıl görememiştik onu. Bir yıl sonra yeni bir kimlik ve kişilikle Türkiye'ye geri dönmüştü.

 

*

 

 

 

 

 

Gözlerimi tekrar açmıştım. Lazerlerin arasında canlanan geçmişin tozlu izleri, üzerimde lekeler bırakmıştı.

 

 

 

 

Yiğit Kanıt...

 

 

 

 

 

Aslına bakılırsa veliahtlar Yiğit'i yüz olarak zaten tanıyordu. Hem de yeni yüzüne rağmen tanıyordu. Sadece hikayesini bilmiyorlardı. Kalkan Timi'nin lideri Komutan Yavuz, Yiğit Kanıt'ın ta kendisiydi. Şu anda arkamda duran iki ekip vardı. Veliahtların lideri Arem Barkın'dı. Askerlerin lideri ise Yavuz'du. Hayır askerlerin lideri Yiğit'i. Asker ekibinin lideri olan o adamla ben uzun zaman önce tanışmıştım.

 

 

 

 

 

Unutmayın! Hera Türkeş her zaman sağ gösterir ama asla sol vurmaz. Neden mi? Çünkü siz, onun size vurduğunun bile farkında olamazsınız...

 

 

 

 

 

(🎭)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(🎭 'KÜLDEN ELBİSEM-birincinin ikincisi' ADLI KİTABIN SONUNA GELDİNİZ! 🎭)

 

 

 

 

 

 

 

 

(🎭 'KÜLDEN ELBİSEM- solan çiçekler

 

 

 

 

 

 

 

ADLI, SERİNİN DEVAM KİTABINDA GÖRÜŞMEK ÜZERE.🎭)

 

 

 

Loading...
0%