Yeni Üyelik
29.
Bölüm

🎭 5 CANAVAR CANAVARI TANIR

@mavimsu_

 

 

 

 

 

Uyarı: Bu bölüm kan, vahşet, kesici aletler ve travma tetikleyici öğeler içermektedir. Yaşı küçük kişilerin uyarıyı dikkate alması ve de hassas kişilerin bölümü okumaması önerilir. Uyarıyı dikkate almayıp, etkilenenlerin sorumluluğu kabul edilmeyecektir.

 

 

 

 

 

 

 

 

(🎭)

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Sözü

 

 

 

 

 

 

 

 

Şu karşı ki dağlara kar yağdıkça, ölüm meleği gelip karşımda durmadıkça, zaman akıp, ruhum bedende durdukça;

 

 

 

 

 

 

 

aşkına şiir yazacağım.

 

 

 

 

 

 

 

Adına kitap.

H. G.

 

 

 

 

 

 

 

 

(🎭)

 

 

 

 

 

 

 

 

...2017...

 

 

 

 

 

 

Canavarın Doğuşu Adına Kadeh Kaldır.

 

 

 

 

 

 

On yedinci yaşım...En sevmediğim ikinci yaşım oldu. On dörtün ilk laneti, 2014 senesine vurmuştu. Anne yarım dediğim kadın Ayşen teyzem, Ayşen annem o gün benim doğum günümde ayyaşın biri tarafından tecavüze uğramış ve hatta bu iğrenç olaydan daha ağır olan başka bir şeyi beraberinde yaşamıştı. Hemşire Ayşen ve kocası üsteğmen Cengiz'in hiçbir zaman çocuğu olmamıştı. Çok isteseler de bu mümkün değildi çünkü Cengiz ağabey kısırdı.

 

 

 

 

 

 

Lanetli bir on dört Şubat, Ayşen teyzemin sonu olmuştu. Bu son, onun bir tecavüz sonucu hamile kalmasına neden olmuştu. Yaşadıklarının yükünü kaldıramayan bedeni, Cengiz ağabeyin gözü önünde içinde bebek var denilen karnını defalarca kez delerek intihar etmesi ile son bulmuştu.

 

 

 

 

 

 

Kayıtlara intihar olarak geçen vaka, bana göre intihar değil, cinnetti.

 

 

 

 

 

 

O günden sonra ben bitmiştim. Benim yüzümden demiştim. Benim yüzümden, benim doğum günümü kutlamak için çıktığı o gün yüzünden öldü demiştim. O gün aynı zamanda ben intikam demiştim.

 

 

 

 

 

 

Babam benim için her yerde o ayyaş herifi aramıştı. Ben 14 yaşıma yeni girmişken yaşanmıştı olay. Bildiğim tek şey ikinci kez annesiz kaldığımdı. Tecavüzün ne demek olduğunu az çok bilen Hera, ölümün ne demek olduğunu ondan çok daha iyi biliyordu. Ölüm demek gitmek ve bir daha hiç gelmemek demekti. Hera'nın anneleri ölür ve bir daha hiç gelmezlerdi.

 

 

 

 

 

 

Kamera kaydı yoktu. O leş herifin, ikinci annemin üzerine çulandığı yer izbe bir yerdi. Girişi de kör bir sokaktı, çıkışı da. Canından can gitmiş, Ayşen teyzem ona saldıran kişinin sıfatını anlatmadan canına kıymıştı. Elimizde delil namına hiçbir şey yoktu. Sapığın biri serbestti. Ve benim Ayşen'im ölmüştü.

 

 

 

 

 

 

Bunlar, babamın bana anlattığı kısımdı. Ben iyi değildim. Artık eski Hera yoktu. O cıvıl cıvıl, konuşkan etrafına neşe saçan kız yoktu. On dört yaşımın ilerisinde yaşanan bir tarihi hatırlamıştım.

 

 

 

 

 

 

Atilla Türkeş'in ayaklarıma kapandığı o yaşımı, nasıl hatırlamam.

 

 

 

 

 

 

"Konuş kızım konuş! Yalvarırım konuş. Sen benim hiç susmak bilmeyen kızım değil misin? Beni sesine hasret bırakma. Ben annene zaten hasret kalmışım. Şimdi onun hatırası yanı başımdayken ona da mı hasret kalayım?"

 

 

 

 

 

 

Bir akşam yemeğinde, babam dizlerime kapanmıştı. Ben çok konuşurdum. Tüm günümü ona anlatırdım. En ufak detayı bile atlamazdım. Babam dinlerdi beni. En ufak bir tepki vermese, soru sormasa da dinlerdi beni. Bana hiç sus dememişti. Ya da ben konuşurken o hiç başka bir yere bakmamıştı. O hep kızını dinlemişti. Şimdi kızı konuşmuyordu. Kızı, neredeyse bir yıldır eskisi gibi konuşmuyordu. Canına tak etmişti. Bedeni dizlerime kapanmıştı. Attila Tuğrul Türkeş, bu Dünya'da sadece kızına yalvarmıştı. O da konuşması içindi.

 

 

 

 

 

 

Şimdilerde on yedi yaşındayım. İnsanlar çok acımasızdı. Lakin on yedi ve on dört herkesden daha acımasızdı.

 

 

 

 

 

 

Eski mutlu kız yoktu. Eski cıvıl cıvıl kız yoktu. Eski Hera yoktu. Hera konuşurdu. Bu konuşmazdı. Hera güldürürdü. Bu gülmezdi.

 

 

 

 

 

 

Nasıl gülsündü zaten? O iğrenç herif hâlâ özgürken nasıl gülsündü? Hera gülecekti yine ama öncesinde hazırlıklı olmalıydı.

 

 

 

 

 

 

Hayatımın ilk mektubunu, o dönem almıştım ondan. Kim olduğunu bilmiyordum. O çok güçlü biri olmalıydı. Bir o kadar da varlıklıydı. Ne istersem yapacağını söylemişti.

 

 

 

 

 

 

Çalışma masamda ders çalışırken, uzun yıllardır olduğu gibi yine aklıma; elini kolunu sallayarak gezen o iğrenç yaratık gelmişti. Önümdeki kağıt parçalarından birini elime almış ve 'Keşke Ayşen teyzeme bunları yaşatan o iğrenç pisliği elime geçirebilseydim' yazmıştım.

 

 

 

 

 

Kağıdı masamın üstüne fırlatıp yatağıma gitmiştim. Uyku beni esiri hâline getirdiğinde, ona karşı koyamadan uyumuştum.

 

 

 

 

 

 

Ertesi sabah uyandığımda çalışma masamın dün bıraktığım gibi olmadığını gördüm. Üzerinde bir fazlalık vardı. Bu bir zarftı. Zarfın üstünde 'EMANETİM TÜRKEŞ'E' yazıyordu.

 

 

 

 

 

 

Gizem, gerilim! Pek sevdiğim şeyler değildi. Zarfı tuttuğum gibi "Bu ne? Kim gönderdi?" diye sorgulamadan içini açmıştım. Zarfın içindeki beyaz kağıtta şu yazıyordu:

 

 

 

 

 

 

"Sevgili emanetim Türkeş! Sana istediğin o adamı bulabilirim. Getirip önüne de koyabilirim. Polise de verebilirim. Sen hangisini istersen onu yapacağım."

 

 

 

 

 

 

Yaşadığım evde babam ve ben dışında kimse yoktu. Peki o hâlde elimde tuttuğum zarf, kim tarafından, üstelik benim odama konmuştu? Hayır, bu kişi babam olamazdı çünkü ne bu onun el yazısıydı, ne de babam böyle işlerle uğraşan bir adamdı. Birileri beni izliyordu. Kim beni niye izliyordu?

 

 

 

 

 

 

Okula geç kalmış olmasam, oturup o dakika tüm olanları saatlerce düşünebilirdim. Babam okula geç kalmamdan hoşlanmazdı. Dün gece olduğu gibi elime bir kağıt daha almıştım. Okula gitmeden önce, kim olduğunu bilmediğim ve bana tuhaf bir şekilde 'emanetim' diyen kişiye cevabımı yazmıştım. "Soru bir: Odamda gizli kamera mı var? Eğer öyleyse artık peşinde olduğum bir değil, iki sapık vardır. Soru iki: Kimsin? Soru üç: Emanetimden kastın ne? Ve son olarak, o sapığı polise değil, yapabiliyorsan bana ver."

 

 

 

 

 

 

Uzun ve yorucu bir okul gününün neredeyse tamamını, bir an önce eve gideceğim saatin gelmesi için dua ederek geçirmiştim. Sonunda kapının kilidine anahtarı sokup çevirdiğimde içime çok büyük bir heyecan duygusunun giriş yaptığını hissedebiliyordum. Babamın bu saatlerde evde olmadığından emin olarak odama doğru koşuşturmaya başladım. Odamın kapısını açıp gözümü başka hiçbir yere değdirmeden doğrudan çalışma masasına çevirdiğimde, üstünde yeni bir zarf olduğunu gördüm. Çığlık atmamak için kendimi zor tutmuştum.

 

 

 

 

 

 

Hiç vakit kaybetmeden oraya doğru hızlı adımlarım sayesinde saniyeler içinde varmıştım. Zarfı alıp, bir çırpıda açtığımda, içinden çıkan yeni mektup ile karşı karşıya gelmiştim.

 

 

 

 

 

 

"Sevgili emanetim Türkeş. Soru birin cevabı: Hayır, odanda kamera yok. Sadece seni görmek istedim ve odana geldim. Babanın bundan haberi yok. Soru iki: Ben senin kanından biriyim. Sen de benim kanımdan birisin. En azından kağıt üstünde gerçek bu. Ben seni bilirim, lakin sen beni şimdilik bilemeyeceksin. Soru üç: Sen bana, babanın emanetisin. Ve son olarak, o sapığı buldum güzel kızım. Haftaya bugün sana göndereceğim adrese gittiğinde onu orada bulacaksın. Benden babana bahsetme sakın!Yoksa Ayşen Hanım'ın hayatını mahveden o adam, tekrar özgür kalır. Kendine iyi bak ve yemeğini ye! Bir deri bir kemik kalmışsın zaten."

 

 

 

 

 

 

Kimdi bu kişi? Babam, beni ona emanet etmişse eğer, neden varlığını babamdan gizlememi istiyordu?

 

 

 

 

 

 

Bana kanımsın ve kanınım demişti. Yoksa babamın bir akrabası mıydı? Bu da kulağa pek mantıklı gelmiyordu. Babamın annesi, babası ve kız kardeşi, terör saldırısı sonucu öldürülmüştü. Babamın yine bir müddet ailesi olmuştu ama annem daha bebek yaşta yetiştirme yurduna verilmiş, kimsesiz biriymiş. Annem ve babamın yaşayan hiçbir akrabası yoktu. Bu durumda rahatlıkla söyleyebilirdim ki kanım kelimesi akrabalık anlamında değildi.

 

 

 

 

 

 

Babama şimdilik bu kişiyi anlatmayı es geçecektim. Öyle ya da böyle o sapık elindeyse bunu riske atamazdım. "Şimdilik kim olduğunu es geçiyorum. Bana göndereceğin adrese muhakkak geleceğim. O kişiye yapmak istediğim çok şey var. Ölüm sadece bir başlangıç... " Yazdığım notu masamın üstüne bırakmış ve ertesi günün olmasını beklemiştim. Çünkü biliyordum. Ben uyuyacaktım ve o gelecekti.

 

 

 

 

 

 

Ertesi gün uyanır uyanmaz gözlerimi çalışma masamın üstüne çevirmiştim. Bingo! Yeni bir zarf. Vakit harcamadan içindeki mektubu çıkarıp almıştım.

 

 

 

 

 

 

"Sevgili emanetim Türkeş. Son satırlarıma gitmeni istediğim günü, saati ve adresi yazacağım. Ödülün orda seni bekliyor olacaktır. Sen de ki karanlığı hissedebiliyorum güzel kızım. Çok kuvvetli, yoğun ve bir o kadarda derin bir karanlık. O yanını ne kadar baskılarsan, baskıla hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Bunu en iyi ben bilirim. Ruhu karanlığa itaat edenlerden değil, karanlığı ruhuna itaat ettirenlerdensin sen. Bizden birisin kısacası. İlk kurbanın için her şey hazır. Gittiğin yerde her türlü karanlık aleti sana temenni edeceğim. Yaptıklarından pişmanlık duyma. Ve peşinde olanlara her iki tarafını da göster kızım. Çünkü onların senden alacakları çok şey olacaktır. Benim emanetim ondan alınanların hesabını soracak kadar güçlüdür."

 

 

 

 

 

 

Kafam karışmıştı. Düşüncelerim arasında oyuklar vardı. Her birinin içinde farklı sorular vardı. Oyuklar çok fazla, sorular çok fazlaydı. Cevaplar, onlar yoktu. Cevabını düşünürsen bulabileceğin ve de cevabını düşünsen de bulamayacağın sorular arasında çok fark vardı. Birini düşünmek zihni geliştirirdi. Diğerini düşünmek zihni, can çekiştirirdi.

 

 

 

 

 

 

Karanlık? Ruh? Peşinde olanlar? Bizden birisin? Soruların cevabını düşünsem de bulmam mümkün değildi. Beynimin, can çekişmesini istemediğim için bunları düşünmeyi rafa kaldırmıştım.

 

 

 

 

 

 

Tıpkı dediği gibi son satırlarına bir adres eklemişti. Gün olarak bir hafta sonrasını belirlemişti. Saat 14:00'da orada olmalıymışım. O gün benim doğum günüme denk geliyordu. O gün yine lanetli bir on dört şubat günü olacağa benziyordu.

 

 

 

 

 

 

**14/02/2017

 

 

 

 

 

**Bir öğleden sonra...

 

 

 

 

 

**Yer:Issız bir uçurum kenarında, kimsesiz bir şerefsize ait olan o baraka...

 

 

 

 

 

 

Gelmiş olduğum yerin arkası orman, önü denize bakan bir uçurumdu. Demek o sefil hayatını deniz manzarasıyla ödüllendirdin ha! Bahsi geçen o adrese geldiğimde, bu harabe yeri görmüştüm. Kapının önüne geldiğimde, kapının üstünde bir not vardı. İçinde "Ödülün içeride seni bekliyor emanetim." yazıyordu.

 

 

 

 

 

 

Hiç vakit kaybetmedim. Kapıyı açıp içeri girdim. Gözlerim içeride ağır ağır gezindi. Yaşlı bir adam; elleri, kolları, ayağı ve ağzı bağlı bir şekilde bir sandalyeye oturuyordu. Bu o olmalıydı. Bu, ikinci annemi benden alan iğrenç herif olmalıydı.

 

 

 

 

 

 

Vücudumda gezinen değişimi hissetmek çok tuhaftı. Çok farklıydı. Daha önce hiç bu kadar öfke hissetmemiştim. İçimdeki öfke yakıcı değil, buz gibi bir öfkeydi. Vücudum buz gibiydi ama içim, ah o an içim, alev almıştı.

 

 

 

 

 

 

Belki özgürlüğümün son günü bugündü. Belki bu bir tuzaktı. Belki şu anda köşede bir kamera vardı ve her yaptığımı kayıt altına alacaktı. Peki, bu benim umurumda mıydı?

 

 

 

 

 

 

Yak Hera! Yok et Hera! Hayır, hayır, bu sen değilsin Hera! Bu hisler, bu öfke, bu sinir sana ait değil. O zaman şimdi geri çekil. Ve sen karanlık! Türkeş'in karşısında eğil.

 

 

 

 

 

 

Önce bir şeyden emin olmam gerekiyordu. Ayşen abla kendini öldürmeden önce kocası Cengiz ağabeye tek bir şey demişti. "Sol elinin baş parmağı yoktu." Ona o kadar kötü travmalar yaşatmıştı ki, aslında o parmak detayı yaşadığı şiddetin, aklından silememesine neden olduğu bir görüntü olmalıydı.

 

 

 

 

 

 

Bakalım sen de o var mı? Gözleri korkuyla bana bakan, üstü başı yırtık, şişko ve alkol kokan herifin; yanına doğru gittim. Oturduğu sandalyenin arkasına geçtiğimde gözlerim bağlı olan eline kaydı. Sol elinin baş parmağı yoktu! Kesinlikle oydu.

 

 

 

 

 

 

"Senin için bir şarkı buldum şişko! Dur bak söyleyeyim de sen de duy." Gözlerim hâlâ olmayan parmağının üzerinde geziniyordu.

 

 

 

 

 

 

"Şimdi düştün elime, seni gidi yavşakcık! Önceleri piç kurusuydun, Şimdi işler karışık."

 

 

 

 

 

 

Bir yandan şarkıyı tekrar tekrar söylüyor bir yandan da sağ taraftaki masanın üstündeki aletleri inceliyordum. Vay canına, burada her türlü mühimmat mevcuttu. Beni emanet alan kişinin de dediği gibi her türlü karanlık alet vardı. Acılı bir ölüm olacaktı sanırım. Çok kan akıtmamalıydım. Böylece daha çok oyun vaktimiz olurdu. Neticede oyun arkadaşım kan kaybından ölsün istemezdim.

 

 

 

 

 

 

Sanırım biraz hayal gücümü kullanabilirdim. Söz konusu işkence yöntemleri hakkında bilgi sahibi değildim. Doğaçlama gitmeye karar vermiştim. Elime; ucu sivri, yapısı keskin olan bir bıçak almıştım. Diğer elimde ise ip parçası vardı. Gel vatandaş gel! Batan geminin malları bunlar. Ne ararsan var.

 

 

 

 

 

 

Bıçağın keskin tarafını şerefsiz adamın çenesinin altına gelecek şekilde konumlandırmış, ip yardımıyla boynuna dolayıp düğüm atmıştım. Bu sayede kafasını hep dik tutmalıydı. Kafasının önüne düşmesi demek, çene altına saplanacak bir bıçak demekti. Ne o şişko? Gözlerindeki o korku da ne öyle? İşkence sırasında yerin rahat mı olacak sandın?

 

 

 

 

 

 

Korku dolu gözlerle bana bakıyordu. Tıpkı şey gibi mi bakıyorsun? Ayşen teyzem... Öfke! Öfke! Çok öfke! Çok fazla öfke!

 

 

 

 

 

 

Ağzındaki bezi çıkardım. Korku dolu gözler tek yetmiyordu. Korku dolu sesini de duymalıydım ondan.

 

 

 

 

 

 

"Ben yemin ederim çok pişmanım. Sarhoştum! Nefsimin kurbanı oldum. Lütfen bırak beni! Lütfen!" Demek seni bana getirenler neden geldiğini sana anlatmış! Tüh heyecanı kaçmıştı artık!

 

 

 

 

 

 

"Birle üç arasında bir rakam tut, şişko!"

 

 

 

 

 

 

"Lütfen bırak beni!" Derin derin nefes almıştım.

 

 

 

 

 

 

"O sikik çenen birle üç arasında bir rakam tutacak mı? Yoksa ben belanı sikeyim mi?" Nefes alırken, çenesinin altındaki bıçak yüzünden çok zorlanıyordu. Bu beni tatmin etmiyordu. Çok daha fazlası lazımdı bana. Çok çok daha fazlası!

 

 

 

 

 

 

"İki..." Üç harfli bir kelimeyi nasıl kekelemeyi başarmıştı, hayret doğrusu.

 

 

 

 

 

 

"Başlangıç için güzel seçim, şişko! Aferin sana. Gelelim şimdi seçtiğin rakamın neyi temsil ettiğine? İki senin için kulak demekti. Ya da kulaksızlık mı demeliydim?"

 

 

 

 

 

 

Ağlamaya başlamıştı. Ah, olan ondan önce benim kulağıma olmuştu. Sıra artık ondaydı. Sıra bu kez onundu. Kulak kesmek çok sıradandı. Hayal gücümün çok daha başka fikirleri vardı. Kesmeyeceğiz, yakacağız... Kulak kızartma! Kulağa oldukça medeni geliyordu.

 

 

 

 

 

 

Biraz zamanımı alsa da sonunda bant yardımı ile her iki kulağına bez yapıştırmayı başarmıştım. Tanrım, kesinlikle çok eğlenceli olacaktı. Nerde benim çakmağım? Masanın üstünde. Evet, evet masanın üstünde.

 

 

 

 

 

 

Bana ne olmuştu hiçbir fikrim yoktu.

 

 

 

 

 

 

Doğuştan psikopat olabilir miydim?

 

 

 

 

 

 

Şu an tam olarak ne düşünüyordum?

 

 

 

 

 

 

Ben, doğuştan bir psikopatım. Kimileri için korkutucu gelebilir bu gerçek, ama benim için sadece bir gerçeklik. Duyguları anlamak, empati kurmak veya vicdan sahibi olmak, benim için yabancı kavramlar. Hayatımda sürekli bir boşluk var, ancak bu beni rahatsız etmiyor. Çünkü benim için tek önemli olan şey, kontrol altında tuttuğum dünyamın içinde var olmak. İnsanlar benim gibi olmadıklarını söylerler, ama neyse ki ben de onlar gibi olmak zorunda değilim. Güçlüyüm, acımasızım ve en önemlisi, ben kendi kurallarımı belirliyorum.

 

 

 

 

 

 

Düşüncelerim artık böyleydi. Peki 'artık' olmadan önce nasıldı?

 

 

 

 

 

 

Psikopat mı? Hayır, ben ve o asla! Ben sadece hayatı eğlenceli ve biraz da çılgın bir şekilde yaşamayı seven biriyim. Duygularım var, empati kurabilirim ve tabii ki bir vicdanım var. Her şeyin altından kalkabilirim ve her zaman pozitif kalırım. Hayatımda neşe ve macera eksik olmaz. Kim demiş duygusuzum diye? Benim duygularım, en az diğer herkesinki kadar canlı ve renkli. Belki biraz fazla enerjik olabilirim, ama bu benim doğamın bir parçası. Hayatımda her zaman bir gülme krizi, bir macera ve yeni bir serüven bulunabilinir. Bana göre, hayatı ciddiye almak yerine, onun tadını çıkarmak daha önemli!

 

 

 

 

 

 

Dün bunları söyleyen Hera'ydı. Peki bugün tam tersini söyleyen kimdi? Canavar kimdi?

 

 

 

 

 

 

"Sevgili Emanetim TÜRKEŞ"

 

 

 

 

 

 

Canavar TÜRKEŞ!!!

 

 

 

 

 

 

"Acıdan bayılırsan kafan önüne düşer. Kafanı geri yasla, şişko. Neticede oyunun erken bitmesini istemeyiz." Dediklerimi korkuyor olsa da yapmaktan başka şansı olmayan şişko, kafasını geri yaslayıp ağlamaya kaldığı yerden devam etmişti. Benim kulaklarım, onun iğrenç sesi yüzünden daha çok hasar almıştı.

 

 

 

 

 

 

Elimdeki çakmak ile sırasıyla tutuşturduğum her iki bez parçası kısa süre içerisinde, acı dolu çığlıkların, kulağıma doluşmasına neden olmuştu. Bu işte henüz çok yeniydim. Yoksa şimdi şey yapardım, aa şey! Hani vardı ya! Kötücül gülüş...

 

 

 

 

 

 

Bütün kafanın komple yanmasını istemediğim için yangına körükle değil su ile gitmiş ve şişkonun deyim yerindeyse ateşini söndürmüştüm. Böyle söyleyince kulağa çok iğrenç gelmişti. Kulak deyince de şişkonun kulakları gelmişti aklıma. Artık yandı bitti, kül oldu olan kulakları. Acıdan bayılmış olması, ne üzücü. Oysa ki daha karnını doyuracaktım. Aç açına işkence mi çekilirdi?

 

 

 

 

 

 

Şuralarda bir yerde bir bardak gördüğüme emindim. Masanın yanına doğru adımladım. Pas tutmuş demir bir sürahi ve cam bir bardak duruyordu üzerinde. Masanın üstünde duvara sabitli tahta kırık dökük bir dolap vardı. Umarım istediğim şey buradadır. Dolabın kapağını, iki kulpundan tutup aynı anda açtım. İşte buradaydı. Ekmek sepeti.

 

 

 

 

 

 

Bir somun ekmeği alıp, el yardımıyla ortadan ikiye ayırdım. Sürahinin yanında duran cam bardağı elime alıp yere fırlattım. Tuzla buz olan cam parçalarını, elime dikkat ederek toplayıp ekmeğin içine koydum. Ekmek arası cam mı? Kulağa lezzetli geliyordu.

 

 

 

 

 

 

Paslı sürahi içindeki tüm suyu kafasından aşağı boşalttım. Senin de iyi ki bir kulağın yandı ha! Hemen de bayılmak için bahanen hazır. Kafasından aşağı döktüğüm su, uyanması için yeterli oldu. Uyanıp yüzünü mal mal bana doğru çevirip, karşısında beni gördüğünde şey yapmıştı! Ağlamıştı. Aman ya!

 

 

 

 

 

 

"Aç açına ölmeni istemiyorum. Bak! Seni kendi ellerimle beslemeye geldim, şişko. Aç bakayım ağzını. Cam geliyor! Yani uçak geliyor!" Bir bana bir elimdeki ekmeğe bakmıştı. Kafasını iki yanına doğru salladığında elimi taze yanmış kulağına gelişi güzel çarpmıştım. Acıyla haykırdığında ağzı açılmıştı. Ekmeği, var gücümle olabildiği kadar ağzından içeri itekledim. İlk başta onun için her şey kusursuz gitmişti. İlk başta tabii. Ağzındaki lokmaya attığı ilk diş darbesiyle gözleri kocaman olmuştu. Aa, birilerinin canı fena hâlde yanmış olmalıydı.

 

 

 

 

 

 

Ağzındaki parçayı tükürmek istiyordu. Bu her hâlinden belliydi. Fakat boynunun altında bulunan keskin bıçak, bunun önüne geçiyordu. Kafasını tavandan aşağı eğemiyor, dolayısıyla cam parçalarını tüküremiyordu. Nefes alıp verişi bile onun için zulümdü. Açık kalan ağzından kanlar boşalıyordu. Belki acırdım sana, acınacak bir yanın varsa.

 

 

 

 

 

 

O iğrenç nefsin, gencecik bir kadının sonu olmuştu. O kadın, benim hiç tatmadığım annelik duygusunu, anne olmak nedir zerre bilmese bile, bana tattıran kadındı. Sen ona saldırdın. Sen onun canını yaktın. Sen benden annemi aldın.

 

 

 

 

 

 

Bu dünyanın, benim annelerimle derdi neydi? Bu dünya, neden Hera'nın annesiz kalmasını bu kadar çok istiyordu? Saçımı yapmayı neden ben kendi kendime öğrenmiştim? Ya da yemek yapmayı bana neden internet öğretmişti? Büyümem için her gün bir bardak süt getirenim olmamıştı, ya da hasta olduğumda nane limon kaynatanım. Bu dünyanın, benimle alıp veremediği neydi?

 

 

 

 

 

 

İlk regl olduğum gün korkudan ölmüştüm. Yatağım kanda kalmıştı. Ve lanet olsun ki, ben regl olmak neydi? Zerre bilmiyordum. Babam askerdi ve biz lojmanda kalırdık. O gece, diğer gecelerde olduğu gibi, tek başıma uyuyordum. Bir ıslaklık hissetmiştim önce. Yavaş yavaş uyanıp ışığı açmıştım. Elimi pijamama götürdüğümde gerçekten bir ıslaklık vardı. Hafif bir sancı bedenimi ara ara yoklamıştı.

 

 

 

 

 

 

Odamın ışığını açıp aynanın karşısına geçtiğimde attığım çığlığı dün gibi hatırlıyordum. Ben! Ben! Vuruldum sanmıştım. Yemin ederim, biri beni silahla ya da onun benzeri bir şeyle vurdu sanmıştım. Salona koşup ev telefonunu aldığım gibi ezberimdeki numarayı aramıştım. Zavallı babam gece gece çok korkmuştu. Ona aynen şöyle söylemiştim:

 

 

 

 

 

 

"Baba, koş! Teröristler evimizi basmış, beni de uyurken vurmuşlar. Ölmeden kurtar beni!"

 

 

 

 

 

 

Sesim ağladığım için boğuktu. Bir de buna karın ağrısı eklenince, adam gerçekten ölmek üzereyim sanmıştı. Babam gelene kadar salak ben, elimle karnıma bastırdım. Belki, dedim, kanamam durur ve babam gelene kadar ölmem.

 

 

 

 

 

 

Babam gelince her şey ortaya çıkmıştı. Çok korkmuştu. Hem de öyle böyle değil! Nefes nefese kalmıştı. O ve yanındaki bir düzine asker bir anda bütün eve doluşmuştu. Ne olduğunu ilk başta anlamayan babam, bedenimi kontrol ettiğinde derin bir nefesi içine çekmişti. Anlamıştı ne olduğunu. Rahatlamıştı. Ben ise hâlâ ölmek istemiyorum diye ağlıyordum.

 

 

 

 

 

 

Beni kucağına alıp, diğer askerleri evden kovmuştu. Oturma odasında, koltuklardan birine oturup; benimle hayatının en zor konuşmasını yapmıştı. Henüz on yaşındaydım. Regl dönemim normalden çok daha erken başlamıştı.

 

 

 

 

 

 

"Doğruyu söyle! Benden kurtulmak istiyorsun değil mi?"

 

 

 

 

 

Burnumu çekip ağlamaya devam etmiştim.

 

 

 

 

 

 

"O ne biçim laf Hera!"

 

 

 

 

 

 

"O zaman neden beni doktora götürmüyorsun? Bak, senin düşmanların benim kanımı akıtıyor. Ama sen hiçbir şey yapmıyorsun. Öleyim mi ben?"

 

 

 

 

 

 

O gün babam bana hiç kızmamıştı. O da biliyordu çünkü, eğer annem olsaydı... Neyse, bu cümlenin devamını getirmeye gerek yok. Zaten bir annem de yok!

 

 

 

 

 

 

"Bugün buraya benim düşmanlarım gelmedi Hera."

 

 

 

 

 

 

"Ne demek gelmedi baba! Ben burada canımın derdindeyim, sen hâlâ şaka yapıyorsun."

 

 

 

 

 

 

"Hera!"

 

 

 

 

 

 

"Efendim?"

 

 

 

 

 

 

"Ben daha önce sana hiç şaka yaptım mı kızım?"

 

 

 

 

 

 

Kucağında, başımı göğsüne yasladığım asker üniformalı bu adam bana hiç şaka yapmamıştı. Böyle bir şeyi hatırlamıyordum.

 

 

 

 

 

 

"Hayır!"

 

 

 

 

 

 

"O zaman şimdi..."

 

 

 

 

 

 

"Şimdi de yapmıyorsun."

 

 

 

 

 

 

"Tabii ki yapmıyorum. Benim kızım ölümüyor."

 

 

 

 

 

Hiçbir şey anlamamıştım. O zaman neden kan akıyordu benden?

 

 

 

 

 

 

"Ama kan var!"

 

 

 

 

 

 

Sesimin soru sorar bir tonda çıktığını hatırlıyordum. Tekrar koca bir nefesi içine çekmişti babam. Daha çok neyi? Nasıl yapması gerektiğini bilmiyor gibiydi.

 

 

 

 

 

 

"Bak şimdi güzel kızım. Babayı iyi dinle. Her zaman bir kızım olsun istemiştim. Ve sen geldin hayatıma. İyi ki de geldin. Sana karşı olan zaafım her şeyin üstünde. Ama senin bilmen gereken bir şey var."

 

 

 

 

 

 

Kafamı ne gibi bir şey dercesine sallamıştım.

 

 

 

 

 

 

"Okulda size özel bölgelerinizin neresi olduğunu anlatmıştı değil mi öğretmeniniz?"

 

 

 

 

 

 

"Evet baba! Hatta buralara bizden başka hiç kimse dokunamazmış. Bu yasakmış. Öğretmenim, eğer biri bunu yaparsa hemen güvendiğiniz bir büyüğünüze bunu anlatın demişti." Babam kafasını aşağı yukarı sallamıştı.

 

 

 

 

 

 

"Hı! işte senin kanayan yerin aslında bu özel bölgen kızım."

 

 

 

 

 

Konuşurken benim dışımda her yere bakıyordu. Hayır, babamı tanımasam utandı derdim.

 

 

 

 

 

 

"Ne demek orası kanıyor baba! Ve ben buna rağmen ölmeyecek miyim? Doğruyu söyle, çok az ömrüm kaldı değil mi?" Korku dolu sesim, babamı isyan ettirmeyi başarmıştı.

 

 

 

 

 

 

"Hera! Kes artık ağlamayı."

 

 

 

 

 

 

Babama daha çok sokulmuştum. Ne vardı ki, böyle bir anı çok sık yaşamıyorduk. Ölmeden önce, son anlarımı en sevdiğim insanın yanında geçirmek istiyordum. Babamın yanında.

 

 

 

 

 

 

"Bak kızım, bu çok normal bir şey. Ve ölümcül değil! Her ay böyle kanamaların olur. Bu yıllarca böyle devam eder."

 

 

 

 

 

Şoktan açtığım gözlerimi tekrar ona dikmiştim.

 

 

 

 

 

 

"Ne demek her ay? Ne demek yıllarca? Musluk muyum ben baba? O kadar kan nasıl çıksın benden?"

 

 

 

 

 

 

Bir eliyle burun kemerini sıkan babam illallah etti edecekti. "En iyisi mi ben Ayşen Teyzeni çağırayım. O seve seve ilgilenir seninle. Gecenin bir yarısı olsa da."

 

 

 

 

 

 

Tıpkı babamın dediği gibi olmuştu. Ayşen teyzem hemen gelmişti. Hatta hiç gocunmamış, defalarca kendisini rahatsız ettiği için mahçup olduğunu söyleyen babama, "Ne zahmeti Attila ağabey, bu kız benim elimde büyüdü sayılır. Ben gelmeyeceğim de kim gelecek?" Demişti.

 

 

 

 

 

 

O gün benim için bir anne vazifesi görmüştü Ayşen teyzem. Bana her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatmıştı. Üzerimi değiştirmemi söylemiş, kendiyle birlikte getirdiği pedin nasıl kullanılacağını öğretmiş, yatağımın çarşafını değiştirip beni, tekrar yatağıma yatırmıştı. Karnım ağırdığı için sıcak su torbasını kasıklarıma yerleştirmiş, üzerimi sıkı sıkı örtüp uyumamı beklemişti. O gün için en son hatırladığım şey Ayşen teyzemin kokusunu yakından hissetmem ve kafamın üstüne bir öpücük kondurulmasıydı. "İyi uykular güzel kızım." O da beni kızı olarak görüyordu.

 

 

 

 

 

 

Daldığım derin düşünceler içinden, eskisinden bile daha sinirli bir hâlde uyanıp, ağlamaya devam eden adama doğru döndüm.

 

 

 

 

 

 

Masanın üstünde konumlandırılmış yeni bir oyuncağa ihtiyacım vardı. Kerpeten gibi. Bir parmağı olmayan adamın hiç yoktan dokuz parmağı vardı. Bu da dokuz tırnak demekti. Bağlı olan ellerinin arkasına gitmiştim. Elimde kerpetenim vardı...

 

 

 

 

 

 

"Bir varmış ama artık bir yokmuş.( Acı bir haykırış.) İkinci gitmiş, yedisi kalmış.( Feryat ve figan. ) Altı demiş biri, üstü demiş öteki. Bir elin beş parmağı bir ise, dörten geri saymak en güzeli. (Yüksek sesli çığlık.) Üç dedik, ikiye geldik. İkiyi çektik, birlendik. Bir de gitti te-miz-len-dik. (Son tırnak yere düştü.) Artık tırnak kesmeye gerek yok, (üstün başım sapık kanı içinde.) Hem tırnak, tırnak dediğimiz şey nedir be şişko? Ben senin için mapus yatmayı göze almışım."

 

 

 

 

 

 

Durup dururken şiir yazma huyumu ne zaman bırakırdım acaba? Hoş, şiir devam ederken tırnaklar da eş zamanlı çekilmişti. Hâliyle şiir bitince tırnak da bitmişti. En eğlenceli yanı ise, bir tırnağı çektiğimde acıdan bayılıyor olmasıydı. Ben diğerini çekince bu kez de acıdan ayılıyordu. Bir ayılıp bir bayılarak bu ana kadar geldin be şişko.

 

 

 

 

 

 

Düşünüyorum. Öyleyse varım diyorum. Hayır! Bu kez öyle demiyorum. Bu kez başka bir şey diyorum. Daha diyorum, mesela. Daha fazla, çok çok daha fazla! Ama ne? Ama şey! Şey...

 

 

 

 

 

 

Milano Katedrali'ndeki Saint Barthelmy heykelini görmüştüm bir keresinde. İlk bakışta üzerinde bir örtü olduğunu sanmıştım. Öyküsünü öğrenip, dikkatli bir şekilde heykeli incelediğimde her şey anlam kazanmıştı. Gördüğüm şeyin aslında örtü değil de Aziz Barthelemew'in derisi olduğunu anlamış ve heykelden ürkmüştüm.

 

 

 

 

 

 

Flaying (deri yüzme), en acımasız işkence ve infazların başında gelir. 13. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar Çin ve İngiltere'de en popüler işkence türlerinden biri olmuştur. Tarihi ise çok daha eskiye dayanır ve hâlâ uygulandığı düşünülmektedir. Hâlâ uygulandığının düşünülmesi çok doğruydu. Çok fazla doğruydu. Daha fazla işkenceyi şişko bedeni kaldırmazdı. Son bir vuruş. Son bir darbe. Son bir acımasızlık. Sonra, sonrası zaten kimin umrunda.

 

 

 

 

 

 

İki sivri bıçak. Biri darbe açmak için, diğeri darbeyi yaymak için. Son olarak küçük ince bir hortum bulmuştum. Yan tarafta bu küçük kulübe içerisinde bulunan bir musluk vardı. Musluğun ağzında uzun ince bir hortum görmüştüm. Hortumu bıçak yardımıyla, yaklaşık olarak kol boyumun yarısı uzunluğunda kesmiştim. Bu kadarı iş görürdü.

 

 

 

 

 

 

Şişko kurbanımın kendisi şu an için baygın pozisyondaydı. Senin için ölmek var, şişko. Ama benim için asla çıktığım yoldan geri dönmek yok. İçimdeki bu yoğun öfke hissiyatı buna bir sebep olabilirdi. Hazırsan başlıyoruz, şişko! Çok hareket etmemeye çalış. Ölü birinin derisini yüzmek eğlenceli olmayacaktır.

 

 

 

 

 

 

İlk kesik çene altına. İki parmak boyutunda. Sanırım bu bile seni uykundan edecek bir acıydı ha, şişko? Baksana, şimdiden gözlerin korkudan iri iri açıldı bile.

 

 

 

 

 

 

Benim acıma duyguma ne olmuştu zerre bilmiyorum. Bildiğim tek şey, dişe diş, kana kan istediğimdi. Canıma can istiyordum ben. Ölen anne yarımın canına onu benden alanın canını istiyordum. Alacaktım da. Yemin ederim ki alacaktım.

 

 

 

 

 

 

Bıçağımın sivri başını, açtığım kesik içinden alt katmana inmeden içeri doğru itmeye başlamıştım. Zar dokuya zarar vermek istemiyordum. Senin canın acıyor diye böyle ağlıyorsun, şişko. Peki ya ben? Benim nerem acıyordu? Benim ruhum acıyordu. Kimsesiz ruhum acıyordu. Neden biliyor musun şişko? Çünkü utanırlardı. Toprak altına giren o iki kadın şu hâlimi görse benden utanırlardı. Ben onlar gibi temiz bir ruha sahip değilmişim. Benim kirli ruhum utanıyordu. Ve utanmak gözlerimden yaşları sicim sicim akıtıyordu.

 

 

 

 

 

 

Cebime tıkıştırdığım hortumu, bıçak ile iyice boşluk açtığım deri altına itmiştim. Artık bıçağın yerini hortum parçası almıştı. Derin bir nefes almış ve hortumun benim tarafımda olan başına var gücümle üflemiştim. Son nefesimi verir gibi. Canı çok acımıştı, şişkonun. Acıdan bugün bilmem kaçıncı kez bayılmıştı. Umrumda değilsin, şişko. Tıpkı kimsenin umurunda olmadığım gibi.

 

 

 

 

 

 

Üflediğim hava, basınç etkisi yaratmış ve daha fazla bir deri tabakasının etten ayrılmasına neden olmuştu. Tabii, bu da şişkonun acıdan ayılmasına sonra yine bayılmasına ek ilave olmuştu. Ellerimde kan vardı. Burnuma kan kokusu geliyordu. Yoğun bir kan gölü oluşmuştu, şişkonun üstünde. Kan boğazına doğru akıyordu. Ellerim kırmızıydı. Bunun midemi bulandırması gerekirdi. Tanrı aşkına, Hera! Profesyonel bir seri katilmişiz gibi davranmayı kes artık!

 

 

 

 

 

 

Hayır, biz profesyonel bir katil değiliz, Hera! Biz potansiyel bir katiliz.

 

 

 

 

 

 

Ve bu çok daha korkunç. Çünkü profesyonel olmak için eğitim almak gerekirdi. Ama potansiyelik doğuştan gelirdi. Biz bir profesyonel kadar korkutucuyuz, Hera. Çünkü biz katil olmadık. Katil zaten bizdik...

 

 

 

 

 

 

Hortumu geri çekmiş yerine, bıçağı koymuştum. Yine etin üstünden milim milim yarık açarak, bıçağın yerini hortumuma emanet etmiş ve ona var gücümle üflemiştim.

 

 

 

 

 

 

Bugün on dört Şubat'tı. Böyle bir günde, ben çocuk yaşımdayken, acıdan kıvranan şişko, anne yarımını benden almıştı. Ve yine bir on dört Şubat günü, ben on yedi yaşıma girerken bu şişko hayatının son anlarını geride bırakmıştı. En az üç saatimi almıştı. En az üç saattir bir deri yüzüyordum. Son darbemi vurup tüm deriyi yüzden ayırmadan önce, şişkonun kendisi zaten son nefesini vermişti.

 

 

 

 

 

 

Hera Türkeş, doğduğu günün lanetine bir kez daha uğramış ve bu kez bugünü bir katil olarak bitirmişti. Her taraf kan olmuştu. Çok kan vardı. Ha bir de, iki elimde sıkı sıkı tuttuğum bir insan yüzü. İnsan demeye bin şahit ister bir insanın yüzü.

 

 

 

 

 

 

Şişkoya son bir kez baktım. Onun yüzündeki korkunç manzarayı yakaladım. Yüzü, kanla kaplıydı, açık bir yarık gibi açılmış gibiydi; derisi yüzünden ayrılmıştı. Kan, yüzünün her yerinden damlıyor ve yerde kırmızı bir göl oluşturuyordu. Deri, etten ayrılmış ve parçalanmıştı. Açıkta kalan kaslar ve kemikler gözle görülür hâle gelmişti. Midemin içinde bir sıkışma hissettim ve başımı çevirerek bu korkunç görüntüden uzaklaşmaya çalıştım.

 

 

 

 

 

 

Oysa o görüntü benim eserimdi.

 

 

 

 

 

 

Hayatım boyunca her zaman küllü sevmişimdir. Artık hayatım bitmişti. Bunun için pişmanlık duymak yerine, karanlığa aç olan ruhumu doyurduğum için kendimle gurur duyuyorum. Küllerimden doğmuş gibi hissetmem, benim normal olmadığımın bir ispatıydı aslında. Normal olmamak ilk kez güzeldi. İsterdim normal olmak. İsterdim olmak normal. Ama normal olmam, anormal. Benim normal olmam, anormal. Bana göre değil bu normlar. Bir hataymış benim doğmam. Benim normal olmam, anormal. Benim normal olmam, anormal.

 

 

 

 

 

 

Ellerimi iyice yıkamış ve kandan kurtulmuştum. Burası tahtadan yapılma bir yerdi. Yanıp kül olması, kolay olurdu. Geride iz bırakmak istemediğim için değil, o şişko herifin toprağın altına girecek temiz bir bedeni olmadığı için yakmıştım, küçük kulübeyi ve içindeki ölmüş şişko bedeni. Burası, içindekilerle beraber külle dönecekti. Ben de artık her on dört Şubat'ta bu uçurumun başına gelecektim.

 

 

 

 

 

 

İnsanlar, bu uçurumun başına doğduğum güne lanet etmek için geldiğimi sanarken, ben on metre kadar gerimdeki yandığı için külle dönmüş olan o yer yüzünden gelecektim buraya. Asıl amacım, katiliğime lanet etmek olacaktı. Doğduğum güne lanet etmeyi bırakalı uzun zaman olmuştu.

 

 

 

 

 

 

Eve vardığımda, tüm gün babamı beklemiştim. İçimde tutmayacaktım. Ne olacaksa olsundu. Ben kendimi tanıyamaz olmuştum zaten. Varsın babam da kızını tanıyamaz olsundu. Bundan kötü ne olabilirdi ki? Babam geldiğinde, ona olanları hiç vakit kaybetmeden tek tek anlatmıştım. Hem de hiç düşünmeden. Durmadan, duraklamadan. İnanmamıştı bana. Ben ona yaptığım her şeyi anlatırken, o bana zerre inanmamıştı.

 

 

 

 

 

 

Sadece bir ara gözlerimin içine bakmıştı. Bir ara göz göze gelmiştik sadece. İşte o an gözlerimde her ne gördüyse yere kapaklanır gibi olmuştu. Eli kalbine gittiğinde, elim kalbime gitmişti.

 

 

 

 

 

 

"Ne yaptın kızım sen?" demişti. İnanmıştı katil oluşuma. Sarılmıştım babama. "Katil oldum ben baba," demiştim. Beni bir bebekmişim gibi sarmalamıştı. Beraber ağlamıştık. Babam bana ağlamıştı, ben ona layık olmayışıma.

 

 

 

 

 

 

"Ben birini öldürmeye teşebbüs etmekten ziyade onu öldürdüm. Hadi! Hadi, polise gidelim."

 

 

 

 

 

 

İzin vermemişti babam. "Böyle bir şeyi yapmayacağız. Bu asla olmayacak, benim kızım bir pislik yüzünden yıllarca hapis yatamaz. Ölürüm de izin vermem buna." Attila Tuğrul Türkeş, bir babadan çok daha fazlası olsa da devletin bekası her şeyden önce gelirdi onun için. Bugün ise o günlerden biri değildi. Benim babam sevgisini hissettirmese de, koruduğunu çok güzel hissettiriyordu.

 

 

 

 

 

 

O gece babamdan bir canavar tarafım olduğu lafını ilk kez duyacaktım. Ama bu son olmayacaktı. Babam bunu bana ilerleyen zamanlarda birçok kez söyleyecekti. Ve ben de her seferinde kırılacaktım. Ne yazık ki o bunun farkında bile olmayacaktı.

 

 

 

 

 

 

Ona aldığım mektupları göstermiştim. Verdiği cevap ikimizi de derin düşüncelere boğmuştu. "Bu el yazısını nerde görsem tanırım. Bu onun el yazısı. Ama bu imkansız. Çünkü, çünkü o yaşamıyor. Öldü. Ölmüştü..." Sesi yaşadığı şaşkınlığı sonuna kadar hissettiriyordu.

 

 

 

 

 

 

"Kim baba? Kimden bahsediyorsun?" Gözlerinin hedefine gözlerimi almıştı.

 

 

 

 

 

 

"Halan Hera. Halandan bahsediyorum. Kız kardeşimden. Zeynep Sevde Türkeş'ten." Babamın, annesi, babası ve kız kardeşi; babamın evde olmadığı bir gecede büyük babam Cihan Türkeş'in terörle mücadele başsavcısı olması durumundan edindiği düşmanlar tarafından öldürülmüştü. Ne demek oluyordu şimdi?

 

 

 

 

 

 

"Ben senin kanından biriyim. Sen de benim kanımdan birisin." Yazıyordu o mektuplarda. Bu demek oluyordu ki kan bağı akrabalık anlamına geliyordu.

 

 

 

 

 

O günden sonra babamla birkaç gün evde kalmam kararını almıştık. Babamın bu süreçte, benim ona tarif ettiğim uçurum kenarına gittiğine ve orada kül olmuş cesedin, küllerini dahi yok ettiğine emindim.

 

 

 

 

 

 

Babam eve geldiğinde o mektuplardan kendisinin de aldığını söylemişti. Onun bilmesi gereken bir şeye ulaşması için göreve çıkması üst merciler tarafından istenecekti. Mektubu yazan kişi söylemişti bunu. El yazısı artık farklıydı.

 

 

 

 

 

 

İşin en ilginç yanı tam olarak buydu. Babam bahsi geçen o göreve gitmiş ve orada gazi olmuştu. Bacağının topalama durumu söz konusu olduğu için artık malulen emekli olmuştu. Bütün ailesini kaybettiği o eve o günden sonra taşınmıştık. Ardından babam beni bilmediğim bir kıyamete elinden geldiğince hazırlamaya başlamıştı. Ben ise halam olması ihtimali yüksek olan o kişiden uzun zaman sonra bir mektup daha alacaktım.

 

 

 

 

 

 

O tarihlerde Yiğit adında biriyle tanışmıştım. Ulular ve Veliahtlar adında bir yapılanmanın peşimde olduğunu söylemişti Yiğit. 2017'den sonra ilk kez 2020'de Yiğit'i tanıdıktan sonra mektup almıştım.

 

 

 

 

 

 

"Sevgili emanetim Türkeş. Lafı fazla uzatmayacağım, Yiğit ve ekibini sana ben gönderdim. Onlara güvenebilirsin. Lakin maalesef babana bu durumu anlatmaman gerekiyor. Onun bir seçim yapması gerekti. Terazinin bir kefesinde senin hayatın vardı. Ama baban o kefeyi seçmedi. Bunu beklersen kendi gözlerinle göreceksin. Bana ne zaman ihtiyaç duyarsan, o gün babanla beraber kaldığınız o evin bahçesindeki çınar ağacına, bir çentik at. Atığın çentiği fark edeceğime ve nerede olursan ol sana yardım edeceğime söz veriyorum. Karanlık seninle olsun. Beraber aydınlığa hüküm etmek dileğiyle hoşça kal."

 

 

 

 

 

 

Babama Yiğit ve bir kez daha aldığım bu mektup olayından bahsetmemiştim. Babama güvenmediğim için değil, hislerime güvendiğim için bunu yapmıştım. Zaten aradan geçen belli zaman dilimi sonrası, babamın çıktığı o gizemli görevde Melisa Aksel'in gizli tutulan yüzüne ulaştığına ve beni Devletin eline silah olarak vereceğine şahit olacaktım.

 

 

 

 

 

 

Hikâyenin sonunda nasıl olduysa, içine düştüğüm hikayede beni korumaya çalışan tek kişi gizemli mektup arkadaşım olarak kalmıştı. Ve bu mektup arkadaşım, her şeyden haberdar olan biriydi. Veliahtlardan, bir kadın ile aramızdaki benzerlikten, babamın beni kurban verdiğinden ve çok daha fazlasından haberi vardı. Kimdi bilmiyordum. Bildiğim tek şey, onun benden istediği şeydi.

 

 

 

 

 

 

Türkeş tarafım. Bunu anlamamak için aptal olmak gerekirdi. O benden karanlığıma teslim olmamı istiyordu. Lakin onun da bildiği bir şey vardı. O da Türkeş'in ortaya çıkması, öfkemin ortaya çıkmasıyla başlayıp, öfkem bitince gideceği gerçeğiydi. Böyle olmasını istemiyordu. O, benim daima Türkeş olmamı istiyordu. Zaten bu yüzden beni Veliahtların eline sorgusuz sualsiz bırakmıştı.

 

 

 

 

 

 

Hera Türkeş olarak veliahtlara zerre güvenmiyordum. Neden mi? Çünkü koca bir oyun oynanıyordu bana karşı. Bu oyun öyle bir oyundu ki sonunda mektup arkadaşımın istediği şey olacaktı. Türkeş gelecekti. Ve bu kez gitmeyecekti. Mektup arkadaşım bu oyunu biliyor ama bana anlatmıyordu. Çünkü o, Türkeş'in karanlık tarafının onun tarafına sorgusuz sualsiz geçmesini istiyordu. Onun da dediği gibi! Karanlığımızın bir gün bütün aydınlığa hüküm etmesi dileğiyle...

 

*

 

 

 

 

 

 

 

 

Günümüz...

 

 

 

 

 

 

Kafamı yasladığım koltuk başlığından ayırmıştım. Oldukça uzun süredir, geçmişimin arasında geziniyordum. Uzun yıllardır her şey üst üste geliyordu. Parçalar yavaş yavaş oturuyordu. Anılar, onları düşündükçe canımı acıtıyordu.

 

 

 

 

 

 

Yan tarafımda oturan Arem Barkın Soykamer'in ağzı ile burnunun yerini değiştirsem ne olurdu sanki? Parası çok şerefsizin. Nasıl olsa yenisini yaptırırdı.

 

 

 

 

 

 

"Demek o gün oradaydın." Soğuktu sesim.

 

 

 

 

 

 

"Teknik olarak evet!" Keskindi cevabı.

 

 

 

 

 

 

"Tekniğini sikerim senin veliaht!" Elimi sertçe direksiyona vurmuştum. Elini teslim olur gibi havaya kaldırmıştı. Bu daha çok bu kadarını beklemiyordum demekti.

 

 

 

 

 

 

"Sen her küfür ettiğinde çok şaşırıyorum tanrıça?"

 

 

 

 

 

 

"Aa, öyle mi? Ben de nasıl olur da sana her baktığımda küfür edesim geliyor diye kendi kendime şaşırıyordum." Sırıtmıştı. Bu sırıtışı biliyordum. Geliyordu gelmekte olan. Öfkeliydim. Ona karşı çok öfkeli, çok kırgındım. Ben canavarın kendisiydim. O ise canavarın seyircisiydi. Laubali davranması beni deli ediyordu. O konuşmadan, ben hiddetle onun adını haykırmıştım.

 

 

 

 

 

 

"Arem Barkın Soykamer!"

 

 

 

 

 

Kafamı ona doğru çevirip, isminin üzerine tek tek vurgu yaparak konuşmuştum.

 

 

 

 

 

 

"Canımı çok fazla sıkıyorsun veliaht. Şimdi bana neden hapis yatmadığımı söyle." Gözlerini gözlerimden ayırmadan konuşmuştu.

 

 

 

 

 

 

"Biz niye yatmıyorsak o sebeple!"

 

 

 

 

 

 

"Ben sizden biri değilim!" Bu kez tehlikeli bir gülüş belirtmişti yüzünde. Çok çok tehlikeli hem de.

 

 

 

 

 

 

"Doğru dedin tanrıça. Sen bizden biri değilsin. Çünkü sen doğrudan bensin." Başladı yine benim mesai. İşim gücüm yok, artık cevabını bulana kadar bu sözün, ne anlam ifade ettiği üzerinde kafa patlatacaktım. Öylesine söylemediğine emindim.

 

 

 

 

 

 

"Gün gelecek ve sizden kurtulup eski sıradan yaşantıma geri döneceğim." Omuzlarını silkmişti. Kafasını önüne dönüp, cevabını bana öyle vermişti.

 

 

 

 

 

 

"O gün gelene kadar en ufak zararı bile almaman için elimden gelen her şeyi yapacağım." Demişti, hayatım boyunca sözleri ile beni en çok yaralayan adam.

 

*

 

 

 

 

 

 

Yarışın başlayacağı alana doğru gelmiştik. Araçlar yan yana dizilmişti. Toplam on araç vardı. Birinin sürücü koltuğunda ben oturuyordum. Birinde Hazar Orhon vardı. Bir diğerinde annemin katilinin oğlu, aynı zamanda Arem'in kuzeni olan Lerzan vardı. Son olarak bir araç kalmıştı sürücü koltuğunda, tanıdığım biri oturan. Onda da Mert vardı. Diğer araç sahiplerini tanımıyordum.

 

 

 

 

 

 

Yanımda oturan karaktersiz adamın söylediğine göre Mert, böyle olaylara katılan biri değilmiş. Ancak Hazar'ın ve Lerzan'ın bana acımayacağını bildiği için yarışa oynamak için değil beni korumak için dahil olmuş. 'Sen niye dahil oldun?' diye sorduğumda ise "çünkü yanında ben olduğum sürece aracı patlatamazlar. Buna cesaret edemezler." Demişti. Patlatmak mı? Hadi canım, her şey serbest demişlerdi ama bu kadarı da olamazdı herhalde.

 

 

 

 

 

 

Sağımda Lerzan'ın aracı vardı. Solumda ise Hazar'ın. Yarış başladığı gibi sağ ve soldan kıstıracaklardı. Buna adım kadar emindim. "Bu pist Doğu ve Batı'nın sanat eseri. Her yıl onlar tüm yarış yolunu düzenlerler. Yolda bizi bekleyen birçok şey olabilir. İkizlerin hayal gücü çok derindir."

 

 

 

 

 

 

İşimiz Doğu ve Batı'ya kaldıysa vay bizim hâlimize. Bunlar o yarış alanına neler neler koymuşlardır. "Parkur trafiğe açık mı?"

 

 

 

 

 

 

"Hayır, tabii ki! Kimsenin hayatını riske atmayız. Trafiğe kapalı alandayız. Emin ol böylesi daha eğlenceli oluyor." En azından trafiğe açık bir alanda kimsenin canı riske girmezdi. Bizden başka tabii. Özellikle benden başka.

 

 

 

 

 

 

"Veliaht!!!"

 

 

 

 

 

 

"Efendim tanrıça!"

 

 

 

 

 

 

"Ben kaybetmeyi sevmem biliyorsun, değil mi?"

 

 

 

 

 

 

"Bunu en iyi bilenlerden biri benim."

 

 

 

 

 

Ona bakmıştım ve bana bakmıştı.

 

 

 

 

 

 

"Yarış hakkında bilgi sahibisin. Yardımcı pilot sensin. Ve sen bana yardım etmek zorundasın." Yine sinsi bir sırıtış peydah olmuştu dudaklarında.

 

 

 

 

 

 

"Yenilmene izin vermeyeceğim tanrıça. Sana söz veriyorum."

 

 

 

 

 

 

"Senin sözüne güvenmek şey gibi bir şey veliaht: Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete." Yandan bakış atmıştım ona. Önümü tekrar camdan dışarı döndüğümde konuşmuştum. "En azından bu kez o kıyamete sen de geleceksin."

 

 

 

 

 

 

"Sen nereye, ben oraya tanrıça." Bunu söylemene gerek yoktu veliaht. Ben zaten senin, hayatımın uzun bir döneminde nereye gittiysem, orada olduğuna emin olmuştum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

!Geçmişten Bir Anı!

 

 

 

 

 

 

İki adam yan yana oturmuş ve şaşkınlıktan dona kalmıştı. Bunu beklemiyorlardı. Hayır, böyle bir şeyi ikisi de beklemiyordu. Önlerindeki ekrana yansıyan görüntülerin her bir anını saniyesi saniyesine izlemişlerdi.

 

 

 

 

 

 

Çok farklıydı bu kız. Lanet olası keskin bir zekası olması plan kurmalarını zaten yeterince zorlaştırıyordu. Her ne olursa olsun anlayacaktı. Ona karşı kurulan her oyunu çözüyordu. Üst düzey bir zekaya sahipti. Yetmezmiş gibi bir de öfke kontrol sorunları vardı.

 

 

 

 

 

 

Sinir krizi geçiren birini görmeye yakın arkadaşlarından dolayı alışıklardı. Ancak kız, arkadaşlarından farklı öfkeliydi. Bunun ikisi de farkındaydı. Her şeyin fazlası daima zarardı. Zekanın fazlası da zarardı. Ve bu kızın fazla olan zekasının ona sağladığı en büyük zarar karanlıktı. Karanlık bir tarafı vardı. Karanlık, öfke anında ortaya çıkıyordu. Kız bir canavardı.

 

 

 

 

 

 

Arem Barkın Soykamer, uzun zamandır peşinde olduğu kızı yedi yirmi dört izletiyor, her adımını biliyordu. Kamer'in keskin bir zekası vardı. Onun A ve B diye iki planı olmazdı. Çünkü onun A planı daima B planı ile bağlantılı olurdu.

 

 

 

 

 

 

Kamer, Hera'nın peşine taktığı adamlarına özel yapım bir saat vermişti. Doğu ve Batı'nın ürünü olan bu saat'in nabız durduğu an sinyal gönderme özelliği vardı. Kamer, tanrıçasının peşine taktığı adamlar öldüğü an, bunu saniyesinde öğrenebilecekti. Bu da düşmanlarının asla tahmin edemeyeceği bir şeydi.

 

 

 

 

 

 

Bugün sevdiği kadının ölüm yıl dönümüydü. Bugününü, tamamen Lotus Çiçeğine ayırmalıydı. Fakat telefonuna gelen sinyal, uzun zaman sonra ilk kez bir duyguyu ona ikinci kez yaşamıştı. Kaybetme duygusunu. Bugün günlerden o gündü. Ve bugün ondan bir şeyler almayı severdi.

 

 

 

 

 

 

Hera'nın telefonundan yerini tespit etmesi çok kolay olmuştu. Uydu bağlantısı kendisinin bir araçta seyir hâlinde olduğunu göstermişti. Henüz şirketten çıkmamış olması ve bütün adamları ile beraber teknolojinin nimetlerinden Hera adına faydalanmaları ne güzeldi.

 

 

 

 

 

 

Çalışanlarına ikinci bir emri veren Kamer, tabii ki bu kez Hera'nın içinde bulunduğu aracın araştırılmasını istemişti. Ekipler İstanbul Trafik Şubesinin güvenlik kodunu kırarak bütün kamera kayıtlarına giriş hakkı kazanmıştı. Aracın plakası tespit edilmiş ve Kamer'e sunulan rapor doğrultusunda bunun bir taksi olduğu öğrenilmişti.

 

 

 

 

 

 

Aracın sehir hâlinde olduğu yol, an ve an kamera kayıtlarından takip ediliyordu. Çoktan sayısızca Kamer adamı, aracın peşine düşmüştü. Araç siyah filmle kaplı camlara sahipti. Bu da Kamer'i korkutuyordu. Tanrıça'sı o aracın içinde tehlikede olabilirdi.

 

 

 

 

 

 

Hera'nın telefonuna giriş yapmışlardı. Ancak araç içinde çıt çıkmıyordu. Yaşayıp yaşamadığı meçhuldü. Bir şey yapması gerekti.

 

 

 

 

 

 

"Aracın radyo sistemine derhal giriş yapın. İçerdekilerin sesini duymak istiyorum. Hemen." Çalışanlar ne olduğunu zerre anlamasalar da denilen her şeyi yapıyorlardı. Şayet patronları her zaman kibar bir iş adamı olmuştu. Şimdi ise öfkesi uzun süredir uykuda olan büyük bir volkanın patlaması gibiydi. Bilmedikleri tek şey, şu anda Kamer ile karşı karşıya olduklarıydı.

 

 

 

 

 

 

Dakikalar içerisinde aracın radyo sistemine giriş yapıldı haberi gelmişti. "Candan Erçetin - Annem şarkısını açın radyoda hemen." Hera ona annesini hatırlatan her şeye sert bir tepki verirdi. Patronlarının kafayı sıyırdığını düşünen insanlar buna rağmen istenileni yapmışlardı. Şarkının daha ilk saniyelerinde, Hera'nın telefonuna giriş yapan sistem, ses tespit sinyali vermişti. Bu Hera'nın sesiydi.

 

 

 

 

 

 

"Lütfen şarkıyı kapatır mısınız? Hemen."

 

 

 

 

 

 

"Vallahi nasıl açıldı ben de bilmiyorum kızım. Dur kapatayım hemen." Aracın sürücüsünden, çalıştığı duraktaki herkesin yaşı, adı, sanı, çoluğu çocuğu, memleketi, evinin adresi her türlü kişisel bilgileri bulunmuştu. Şöför kendi hâlinde, sıradan bir taksi şoförüydü.

 

 

 

 

 

 

Her şey normal görünüyordu. İki şey dışında. Birincisi taksi'nin şehir dışına çıkmasının nedeninin meçhul olmasıydı. İkincisi ise Hera'nın peşine taktığı adamlarının öldürülmüş olmasıydı. Sanki demişti Kamer! Sanki biri Hera'yı bir yere gönderdi ve bundan haberimin olmamasını değil de çok sonra haberimin olmasını istiyor gibi.

 

 

 

 

 

 

O an kendiyle gurur duymuştu. Eğer o adamların koluna öyle bir saat takmamış olsaydı, gerçekten kaybeden taraf o olmuş olacaktı. Adamların öldüğünü çok sonradan fark edecekti. Bu da kaybettiği zaman, iş işten geçti demekti. Kamer'in yenildiği dünya üzerinde görülmüş şey değildi.

 

 

 

 

 

 

Bundan sonrası için, Hera'nın güvenliğini sağlamasını istediği yeni ekipten her şeyi kamera altına almasını ve canlı bir şekilde ona ulaştırmalarını istemişti. Oturduğu yerden kalkıp, Hera'nın yanına bizzat kendisi gitmek istese de bunu yapamazdı. Hem adamları Hera'ya ondan daha yakındı, dolayısıyla şimdi yola çıkarsa arada ki mesafeyi ancak bir saate kapatırdı ve bu da iş işten geçmiş demek olurdu. Hem de o küçük kız için bu kadar korkmuşken onun yanına gitmesi demek kendisine engel olamaması ve onu kolları arasına alması demekti. Her şey, uzun zamandır ilmek ilmek işkemişken, vaktinden önce mümkün olduğunca uzak tutuyordu kendini ondan. Dayanamaz ve karşısına çıkar diye kendini frenliyordu.

 

 

 

 

 

 

Bütün herkesi odasından çıkarmıştı. Artık onlara ihtiyacı yoktu. Masasının başına geçmiş, Tanrıça'sının arkasında onları takip eden araçlardan birinde ki adamın kamerasından her şeyi izliyordu.

 

 

 

 

 

 

Araç, bir uçurum kenarında durmuştu. Hera'nın inmesiyle geri gitmişti. Kendi adamları uçurumun ormanlık alanında olduğu için görünmüyordu. Her şeyi kayıt altına alan adam, sessiz adımlarıyla Hera'nın girdiği küçük tahta kulübeye doğru yürümeye başlamıştı. Bu esnada Kamer'in odasına kapıyı çalma gereksimi bile duymayan biri girmişti. Bunu yapmaya bu dünyadaki cesaret edecek tek kişiler kardeşleriydi.

 

 

 

 

 

 

Gelen kişi Evren Korkmaz'dı. İşlerle ilgili bir şeyi Kamer'e anlatmak için buraya gelen Evren, şirket boyu çalışanların patronları hakkında kafayı yemiş olmalı laflarına kulak misafiri olmuştu. Birini köşeye çekip ne olduğunu anlatmasını emir ettiğinde duyduklarından sonra nerdeyse koşarak kardeşinin odasına gelmişti. O küçük kıza bir şey olması demek, bu kez Kamer'i sonsuza kadar kaybedecekleri anlamına geliyordu. Arem Barkın Soykamer'in kendisi kabullenemese de kardeşleri onun, küçük kıza bağlandığının gayet farkındalardı. İkinci kez aynı acıyı yaşarsa, Arem'in kafasına sıkacağına dair korkuları vardı.

 

 

 

 

 

 

İki adam suspus bir şekilde bilgisayar ekranını izliyorlardı. Arem kulübenin penceresinden içeriyi çeken görüntüleri, Evren ile beraber izlerken içeride gördükleri adam ile şok olmuşlardı. Bu adamı tanıyorlardı. Şimdi o adamın sırası değildi. Kamer, Hera için o adama dokunmamıştı. Çünkü zamanı geldiğinde Hera'yı yanına alacak ve onu o adama kendisi götürecekti. Öldür derse öldürecek, polise ver derse polise verecekti. Ama katiyen Hera'nın o adama dokunmasına izin vermeyecekti. Hera hep temizdi ve daima öyle kalmalıydı.

 

 

 

 

 

 

Bu adamı kim bulmuştu? Kim Hera'yı buraya göndermişti? Adamlarını kim öldürmüştü? Biri planlarını bozuyordu. Onun kim olduğunu bulması gerekiyordu. Lakin şu anki önceliği Tanrıça'sıydı.

 

 

 

 

 

 

Evren kardeşine "Onu öldürmeye gelmiş. Adamlara söyle de engel olsunlar." Demişti. Kamer reddetmişti. Gözlerini görmüştü Hera'nın. Sadece kurbanına odaklanan o gözlerin, aksi takdirde sağ tarafında ki pencerede onu kayıt altına alan adamı fark etmemesi imkansızdı.

 

 

 

 

 

 

Aksi takdirde ne miydi? Aksi takdirde olan her şey Kamer'di.

 

 

 

 

 

 

Nasıl ki baş veliahtın Arem ve Kamer diye iki tarafı varsa, o küçük kızında aynı şekilde iki tarafı olduğuna artık emin olmuştu. Kamer, Hera'da kendini görmüştü ve Kamer bu benzerliğin boyutunu merak etmişti. Tanrıça bana ne kadar benziyor? Sorusunun cevabı onu hayrete düşürecekti.

 

 

 

 

 

 

Yakmıştı... Ağzından kanlar akıtmıştı... Tek tek tırnaklarını çekmişti... Bunlar yetmemiş, dersini yüzmüştü. İşini o kadar iyi ve soğuk kanlı bir şekilde yapıyordu ki, onu tanımasa profesyonel bir seri katil olduğunu düşünecekti. Hera Türkeş'in karanlık yanı Kamer'in karanlık yanının tıpatıp aynısıydı.

 

 

 

 

 

 

İki benzer karanlık, karşı karşıya geldiğinde biri diğerinden üstün olamazdı. Benzerliğin ötekinden üstünlüğü yoktu. Bu savaşı, aydınlık yanı üstün olan kazanacaktı. Aydınlık yan, temiz duyguların olduğu yan değildi. Aydınlık yan sivri zeka demekti. Karanlık yan ise karanlığa mesken tutmuş bir zeka anlamına geliyordu. Karanlık zeka birbirinin aynısı olacak kadar korkutucuydu. Peki ya sivri zeka?

 

 

 

 

 

 

Kamer ve Türkeş karşı karşıya geldiğinde, taş üstünde taş, baş üstünde baş kalmayacaktı...

 

 

 

 

 

 

"Kamera kaydını sil ve bu olaya şahit olan tüm adamlarını bana bırak. Ben onlara gerekeni yaparım. Kız, kulübeyi yakmış olsa da orada muhakkak ceset kalıntıları kalacaktır. Onu da ben hâllederim. Hem zaten..."

 

 

 

 

 

 

"Diğer iki dediğini hâlet kardeşim. Ama kamera kaydı silinmeyecek." Kamer uzun süredir ekrandan izlediği kadından gözlerini sonunda almıştı. Evren şaşırmıştı. Kardeşinin ne demek istediğini anlamamıştı.

 

 

 

 

 

 

"Ne demek silinmeyecek Arem. Kızı hapislerde çürütmek gibi bir hayalin mi var lan?" Kamer gülümsemişti. İşte ilk sivri zeka hamlesi o gün Kamer'den gelmişti.

 

 

 

 

 

 

"Hayır! Hapislerde çürümesi işime gelmez. Hem tanrıça öyle bir yerde yaşayamayacak kadar değerli. Buna izin vermem. Kamera kaydını silmeyeceğiz çünkü çok işime yarayacak. Öyle ki uzun zamandır aradığım fırsatı ayağıma getirmiş oldu." Kamer'in hamlesi çok acımasızcaydı.

 

 

 

 

 

 

Kamer, o kamera görüntüleri sayesinde birini test etmek istiyordu. Biri Hera'yı koruyormuş gibi yapıyordu. Kamer o kişinin sevgisinden bir türlü emin olamıyordu. Tanrıça o kişiyle gerçekten güvende miydi yoksa değil miydi? Kamera kaydı ona bunun cevabını verecekti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(🎭)

 

Loading...
0%