@mavimsu_
|
Hayatınız boyunca hep sevgiyle kalın, saygıyla kalın, aşkla kalın ve de kitabımı okumaya devam ederek kalın.
Keyifli okumalar dilerim.
(🎭)
Bölüm Sözü
Yaran eksilmesin.
Yaran serinlesin.
Kardeşim, o yaran artık
serinlesin. H. G.
(🎭)
Derler ki, komadaki insanlar yarı uyku halinde, yarı rüya halindeyken geçmişlerine ait yaşadıkları anıları tekrar tekrar rüyalarında görerek en başından yeniden yaşarlar.
Bu bölüm, komadaki bir veliahtın geçmişine aittir.
08/02/2014
Zihnimin içindekilere ben bile yabancıyım. Sancılı anılar ve kirli bir geçmiş. Her ikisinin de var oluşu geçmişi yadırgamama ve de çabucak büyümüş olmama neden oldu. Yara kabuk tutmuyordu. Geçmişin küllü izleri yarama dokunuyordu. Kanayan yaralarımı saymaktan yorulan zihnim, yaramdan düşen kan damlalarını üşenmeden sayıyordu.
Kanım yerde kalmıştı ve bu kan sahibinin umrunda olmayacak kadar çoktu.
Çocuk olmayı bilmedim ve bilmedik. Çocuk nasıl olunur habersizdim. Ruhumda prangalar vardı. Çözmek istedikçe daha fazla sardılar etrafımı. Ben beni yitirdim. Ben bana öksüz kaldım. Yabancıyım her şeye. En çokta içimde yer edinen öfkeye. Oysa öfke yuva demek. Öfke benim için kuşun kanadı, balığın suyu ve de Adem'in Hava'sı kadar önemli.
Öfkesi bitenin hikayesi bitiyordu. Öyleyse ben yaşıyordum. Öfkem hâlâ çatısıyla başımda yuvam olarak kalmaya devam ediyordu.
Yuvam damarlarımda akan kandan bile daha yoğun. Beni yaşamaya mecbur kılan tek şey kuvvetli öfkemdi. Acizdim ona karşı. Yenilmiştim ona karşı. Öfkem var diye yaşadıkça, öfkem var diye ölmüştüm.
Kimeydi bu öfkem? Ne içindi bunca öfke? Anlamış değildim. Yakasım vardı yedi cihanı da sevesim yoktu artık.
Aile nedir bilmeden büyür geçer sandığım yıllarım kardeşlerim ile gelip geçmişti. Onlar bana ve ben onlara aile olmuştuk. Her biri benimle aynıydı. Bizler ne olduğu bilinmeyen, bir avuç çocuktuk.
Bizler veliahtlardık. Bir avuç kimsesiz.
Çalış, çalış ve de daha çok çalış. Nefes almaya vaktin kalmasın. Günde sadece dört saat uyuyabilirsin. Günün geriye kalan 20 saatini çalışarak geçireceksin. Öyle ki çoğu zaman yemek yerken bile eğitim alacaksın. Oyun falan yok! Sen yaşıtlarının oyun oynadığı yaşlarda üniversite profösörlerinin verdiği ödevleri eksiksiz yapacaksın. Düşünce dizi kanadı diye ağlayanlara selam olsun. Biz, çoğu kez aldığımız dövüş eğitimlerinden üçten az kemiğimiz kırıldı diye o gün kendimizi şanslı sayardık.
Normal bir çocuk ve veliaht çocuk arasında dağlar, denizler, okyanuslar vardı. Biz çocuk yaşımızda 30 yaşında birinin yapabileceği her şeyi, onlardan daha iyi yapmaya programlanmış makineler olarak yetişmiştik.
Ailemiz bizden vazgeçmişti. Sevgilerini ve ilgilerini eksiltmiş ve de hatta kesmişlerdi. Başarı denen şey öylesine büyük bir şeydi ki hırs ve azim dışında bir duyguya ev sahipliği yaparsak başarısız olma korkusuyla yüzleşiyorduk. Sevmiyor, sevilmiyorduk. Bir veliahtın birini sevmesi, ona değer vermesi ve onun tarafından sevilmesi yasaktı.
Veliahtlar sâdece ama sâdece birbirlerini sevebilirdi...
İşte en büyük kural buydu. Birbirimize karşı ar damarımız yoktu. Birbirimize alınmıyor, kırılmıyorduk. Çünkü bizi böyle yetiştirmişlerdi. Her birimiz ilgiye ve sevgiye aç, birini sevmenin nasıl olduğunu merak eden çocuklardık. Sevmek ve sevilmenin yasak olduğunu bilirdik. Bize birbirinizi sevin dendiği günden beri birbirimizi çok sevmiş ve de kardeşten öte aile olmuştuk. İlgi açlığımızı birbirimizle gidermiştik. Günün sonunda beraber olmadan yaşamayan ekip hâline gelmiştik.
Tıpkı ulu'ların istediği gibi.
Babalarımız , yani şu anki Ulu'lar bir adamın bombalı saldırısı sonucunda babalarını kaybetmişti. Onların babaları Ulu'ydu. Kendilerinin ise o tarihlerde Ulu olmasına henüz sıra vardı. Ancak bir gece ansızın büyük bir operasyon sonucu Baş Ulu haricinde tüm Ulu'lar öldürüldüğünde kendilerini bir anda veliaht konumundan alınıp, Ulu konumunda görmüşlerdi. O zamanlar ben ve kardeşlerim henüz veliaht olmanın ne demek olduğunu bilmeyen çocuklardık.
Bizler aslında Ulu ve Veliaht yapılandırmasının en şansız nesliydik.
Normal şartlarda Ulu 50 yaşlarındayken onun veliahtı 30 yaşlarında olurdu. Ancak Ulu'ların bir gece içinde gerçekleşen büyük katliamı sonucunda 30 yaşındaki veliahtları Ulu olduğunda, yeni Ulu'ların veliaht olacak oğulları henüz birçoğu 10 yaşında bile olmayan çocuklardı.
İşte o çocuklar bizlerdik. İşte o veliahtlar bizlerdik.
Yaşımızın küçüklüğü sebebiyle fazlasıyla ağır eğitiliyorduk. Bir an önce sektör hakkında her şeyi öğrenmeli ve bir veliaht olarak anında işlere el atmalıydık. Ulu'lar bizi çocuk yaşında koca koca adamlar yapmak için ellerinden geleni yapmışlardı.
Başarmışlardı.
Şu anki yaş aralığımız 17 ve 20 arasında değişiyordu. Artık çocuk sayılmazdık. Yine de üzerimize yüklenen sorumluluk nedeniyle hiçbir zaman çocuk olamamıştık. Şu an dönüp arkamıza baksak ve bugüne kadar ne yaşadık diye düşünsek, ağır bir eğitim süreci dışında bir şey göremezdik. Biz henüz hiç yaşamamıştık.
Bizden önceki Ulu'ların katlini gerçekleştiren kişi eski nesil bir veliahtı. Şu anki Baş Ulu Vural Soykamer'in oğlu Arzem Soykamer'di. Arzem, bizlerin dedesini öldürmüştü. Çok geçmeden kendisi de ölmüştü. O zamanlar babalarımız birer veliahtı. Arzem on'ların arkadaşıydı ve de arkadaşları babalarını öldürmüştü.
Ulu'lar işte bu yüzden aramızdaki kardeşlik bağına bu kadar düşkündü. Her birimiz Ulu ve Veliaht yapılandırmasına dâimâ sadık kalmak üzere eğitilmiştik. Başta birbirimiz olmak üzere onlara da ihanet etmeyecek şekilde bir bağ ile büyümüştük. Üzerimizde var olan bağ, her ne şartta ve gerekçe de olursa olsun birbirimize ihanet etmemize engel oluyordu.
Sanılanın aksine Veliahtlar Ulu'lardan değil, Ulu'lar veliahtlardan korkardı. Ulu'lar başa geçtikleri an başarı merdivenlerini tırmanmış ve de zirveye oturmuş olurlardı. Daha ötesi olmadığı için azim ve hırs duygularından arınırlardı. Ancak veliahtlar doğaları gereği birer başarı makinesiydi. Onların asıl hedefleri dâimâ Ulu olmak olmalıydı. Ulu'lar bunu bildiklerinden eğitimlerimizi artık bunlara göre şekilendirmişti.
Ulu atandır, veliaht ise kardeşin. İhanet etme sakın! Kellesi alınır, her kalleşin.
"Dünya'dan Hazar'a! Alo! Duymuyor musun?" Omzumda hissettiğim el yüzünden gerilmiştim. Erdem'in sesini duyduğumda bakışlarımı zeminden alıp ona doğru çevirmiştim. Kaşlarımı çatıp ona baktığımda gülümsemişti.
"Yine nereye daldın?" Sorduğu soruyu daha yeni anladığım için gerilen omuzlarım aşağıya doğru düşmüştü. Gardımı her seferinde kuşanma huyumdan vazgeçemiyordum.
"Dalmışım." Kısaca kestirip attığım sırada Erdem bana cevap vermek için ağzını açmıştı fakat başarılı olamamıştı. İkimizin arasına biri girmiş ve de Erdem'in omzumda duran elinin düşmesine neden olmuştu.
"Bende dalacağım yakında az kaldı." Kansu'nun öfkeli sesini duyduğumuzda Erdem ile aynı anda konuşmuştuk.
"Kime?" Kansu ikimize saniyelik bakışlar atıp, burun kıvırmıştı.
"İkizlere." Yine tipik kardeş sendromları gün yüzüne çıkmış olmalıydı. Erdem de bende durumun çokta önem arz etmediğinin farkında olduğumuz için nedenini sormamıştık. Kansu ise nedenini sormadığımız hâlde nedenini anlatmaya başlamıştı.
"Kaç saattir yemek yesinler diye uğraşıyorum. Bilgisayar başından kalkmıyorlar. Bir o başa bir bu başa gittim geldim ağızlarına zorla soktum yemeği. Geç kaldıysam sebebi onlar." Hızlı hızlı konuşmaya başladığında derin nefes alıp vermiştim. İsyan eden bir adet Kansu hiç çekilmiyordu.
"Hayır Dünya'yı mı kurtarıyorlar o bilgisayar başında anlamam ki?"
"Teknik olarak Dünya'yı kurtarmasalar da sizin şirketleri kurtarıyorlar."
Erdem, Kansu'nun sözünü kestiğinde yandan ona doğru bakmıştım. Bırak isyan edip sussun! Ne diye araya kaynak yapıp konuyu uzatırsın. Erdem ona attığım sert bakışlara gülerek karşılık vermişti. Ben Kansu'nun çenesinden ne kadar rahatsızlık duyuyorsam Erdem'de onunla uğraşmayı o kadar seviyordu.
"Bak, bak! Babam gibi konuştu bu da. Oğlum küçücük çocuk bunlar ne anlarlar şirket CEO'su olmaktan. "
Kansu kardeşlerine çok düşkündü. Kendisi 15 yaşında ikizlerden daha ağır sorumluluklar almış biri olmasına rağmen onların çocuk olarak yaşamasını istiyordu. Ne vardı ki ikizler doğuştan dâhi olarak Dünya'ya gelmişlerdi. O iki yaramazın bilime karşı inanılmaz açlığı vardı. Özkurt teknoloji şirketlerinin başına çocuk yaşta geçecek kadar işlerinde ilgili ve de bilgililerdi. Kansu'nun isyanı bunaydı. Kardeşlerinin kendisi gibi olmasındansa hayatlarını yaşamasını istiyordu. İkizler ve Kansu arasında 4 yaş vardı. Yine de Kansu, ikizlere çoğu zaman annelik yapar işte tam da şu an olduğu gibi yemek yemiyorlar diye isyan ederdi.
"O iki çocuk, geçen ay 993-sb'yi ürettiler. O silah için geçen ay'dan beri sayısız sevkiyat gerçekleştirdik. Kabul et kardeşlerin bu iş için doğmuş." Evren'de konuya dahil olduğuna göre daha da susmaz Kansu.
"Alakası yok! Hem bir kere onlar... Onlar-" Kansu ne söylemesi gerektiğini bilmediği için saçmalamaya başlamıştı. "Onlar çok küçük." Hayır değillerdi. 15 yaş başka insanlar için küçük olabilirdi ama bizim için değildi.
"Sen 15 yaşında sevkiyat mallarını depodan çalmaya kalkan adamları yakalayıp mermi manyağı yaptın Kansu. Sen küçük değil miydin?"
Kansu'ya doğru bakıp sertçe konuştuğumda yutkunduğunu görmüştüm. İleri gittiğimin farkında olsam da artık onun kendine merhamet etmeyip kardeşlerine merhamet etmesine dayanamıyordum. Kansu kendini beğenmiş, kendi için ölüp biten, narsist biri olarak bilinirdi ama özünde değildi. Onun bu Dünya'da bir kendine eyvallah'ı yoktu. Bir kendine acıma duygusu yoktu.
Cevap vermediğini görünce derin nefes alıp vermiştim. Diğerleri bizi izliyordu. Elimi kaldırıp omzuna koyduğumda bakışları gözlerimde gezinmişti. "Allah'ın işsizi bir tanesinin üstüne 88 delik açtın." Sırıtarak konuştuğumda eski Kansu hızla geri gelmişti. Gözleri ışıldamıştı. Benim kardeşime de bu yakışırdı.
"En çok neyi merak ediyorum biliyor musunuz?" Evren konuştuğunda ikimiz de ona dönüp bakmıştık. Biz ona baktığımızda Evren tekrar konuştu:
"İmamın pamuğu hangi deliğe soktuğunu."
Hepimiz kahkaha attığımızda Kansu daha rahat olduğu için omzunda duran elimi geri çekmiştim.
"Bu kadar eğlendiğinizi görmek çok güzel. Sizin aksinize ben her an kalpten gidebilirim." Tanıdık bir başka sesi duyunca, yönümüzü sesin geldiği yöne doğru çevirmiştik. Mert önde Arem onun arkasında olmak suretiyle yanımıza doğru adımlıyorlardı.
Bugün ilk saha görevimizin ne olduğunu öğrenecektik. Daha çocuk yaşımızda aldığımız eğitimlerin bugün ne kadar etkili olmuş olduğunu öğrenecektik. Çıkacağımız görevin ne olduğunu, görevin içeriğini hiçbirimiz bilmiyorduk. Ulu'lar içeride toplantı gerçekleştiriyordu. Bizleri içeri almak yerine toplantı salonunun kapısının önüne dikmişlerdi. Biraz sonra hepimiz görevimizin ne olduğunu öğrenecektik.
Öyle alelade bir operasyon olmayacağına adım kadar emindim. Bizler veliahtlardık. Aldığımız eğitimlerin haddi hesabı yoktu. Sahip olduğumuz gücün sınırı yoktu. Kendimizi kanıtlayacağımız ilk görevin kolay bir görev olmayacağını bilsek ve buna hazırlıklı olsak da yine de içimizde endişe vardı.
Kaybetmeyeceğimizi biliyordum. Ancak ya birimizden birinin canı yanarsa, bir şey olursa o zaman ne yapardık? Bu çocuklar benim ailemdi. Benim onlardan başka kimsem yoktu. Onlara bir şey olması demek bana bir şey olması demekti. Varsın bana bir şey olsun ama onlara olmasın.
Fazla güçte gözüm yoktu, fazla makam mevki. Bunlar umurumda olan şeyler değil. Ben huzur isterdim, huzurlu olmak isterdim. Mesela, artık kabus görmek istemezdim ya da artık tek başıma uyumak istemezdim. Saçlarım hep dağınıktır. Saçlarıma ben dokunmak istemezdim. Böyle bir hayatı istemezdim. Yine de böyle bir hayatın içine doğmasam, kardeşlerime sahip olamayacağımı düşündüğümde, huzurumdan ödün verir, mutluluğumu kapı dışarı eder, onlarla acıya da, onlarla zorluğa da göğüs gererdim.
Kardeşlik her şeyden öte çünkü kardeşlik aileden öte.
Gökyüzü kadar mavidir kardeşlik, su kadar berraktır. Toprak kadar bereketlidir ve acı kadar gerçektir. Dost olur, aile olur, sırdaş olur, kardeşten her şey olur. Kardeş olmadan hiçbir şey olmaz. Adım atarsın, boşa atarsın. Yanında kimse yoksa, attığın adımın anlamı olmaz. Yanında ailen yoksa otur oturduğun yerde. Yürümek için anlam lazım.
"Nerede kaldınız siz?" Erdem ikisine bakıp isyan ederek konuştuğunda, Arem her zaman olduğu gibi sessiz kalmakla yetinmişti.
"Melisa, Arem'i salmamıştır bunu gören Mert'e ikisini yalnız bırakamamıştır. Her zamanki şeyler." Kansu, Erdem'in omuzuna iki kez üst üste vurup Arem ve Mert'i işaret ederek konuştuğunda Mert hemen olaya el atmıştı.
"İkisini yalnız bırakamamak demeyelim de Arem'i bekledim diyelim." Mert Melisa konusunda çok hassas bir abiydi. Kız kardeşi küçükken ölümcül bir hastalık geçirmişti. O günden bugüne ona karşı çok evhamlıydı. Arem'e güveni tam olsa da yine de Melisa'yı gözünün önünden ayırmaz, yaşının küçük olduğunu savunur ve Arem'le çok fazla yakınlaşmasına izin vermezdi. Muhtemelen yine aynı senaryo gerçekleştiği için geç kalmışlardı.
"Arem kardeşim." Kansu, Arem'in yanına doğru adımladığında Arem'in derin nefes alıp verdiğine şahit olmuştum. Kansu'nun çok konuşkan olması karakteri gereği tahammül edebildiği bir şey değildi. Bu beni güldürecek gibi olmuştu.
Arem daima sessiz bir adam olmuştu. Çok konuşmayı sevmezdi. Aynı şekilde çok konuşan insanları da sevmezdi. Kansu ise çok konuşkan ve çoğu zaman zevzekliği yüzünden bizi güldürmeyi başaran biriydi. Onun şakalarına biz gülsek de Arem'i daha önce hiç gülerken görmemiştim. Arem'in çok konuşan insanlara karşı tavrı hayatı boyunca değişmeyeceğe benziyordu.
"Mert ile akraba olmak istediğinden emin misin? Adam kardeşini yakında zarar görmesin diye kafese kapatacağa benziyor." Arem bir Mert'e bir de hemen yanında duran Kansu'ya bakmıştı. Konuşmak yerine kafasını aşağı yukarı sallamıştı. Baş veliaht, Melisa konusunda aldığı karardan emindi.
Bu konuda ben emin olamıyordum. Arem, Melisa'ya değer verirdi ve onu dâimâ korurdu. En az Mert kadar zarar görmemesi için etrafında dört dönerdi. Fakat yine de onun gözlerinin içine baktığımda aşk göremiyordum. Aşkın ne demek olduğunu en iyi ben bilirdim, aşık olan adamın nasıl biri olacağını ve neye dönüşeceğini en iyi ben bilirdim. Çünkü ben aynaya her baktığımda aşktan yüreği yanan o adamı görürdüm, ne vardı ki kardeşimin gözlerine baktığımda aynaya baktığım adamı göremiyordum. Arem'in gözlerinde sevgiyi görsem de aşka dair tek bir şey göremiyordum.
"Yazık. Acıdım yemin ederim." Kansu'nun, Arem'e acıyan gözlerle baktığını gören Mert duruma bir kez daha el atmış ve Kansu'yla sanki kazanabilecekmiş gibi laf dalaşına girmişti. İkisinin arasındaki laf dalaşını dinlemek istemediği her hâlinden belli olan Arem ise onların yanından ayrılıp benim yanıma doğru gelmişti.
"Nasılsın?" Arem'in sesini duyunca ona doğru dönüp bakmıştım. Bana karşı kendini suçlu hissediyordu. Oysa onun bir suçu olmadığını çok iyi biliyordum. Arem bizi kaybetmekten korkardı. Onun bu hayatta korktuğu tek şey kardeşlerini kaybetmek olabilirdi. Onu çok iyi anlıyordum. Aynı şey benim için de geçerliydi.
"İyi sayılır. Bir an önce şu görevi tamamlayalım istiyorum." Görevden bahsedince gözlerini benden ayırıp, arkamda duran büyük toplantı kapısına çevirmişti. Ulu'lar uzun zamandır içerideydi. Henüz ne içerden çıkan olmuştu ne de bizi içeriye çağıran. Arem'in gözleri tekrar üzerime döndüğünde kafasını ağır ağır aşağı yukarı sallamıştı.
"Halledemeyeceğimiz bir şey olacağını sanmam." Baş Veliaht olarak kendisi ekibine fazlasıyla güvenirdi. İçimizde en rahat olan oydu. Her şeyin üstesinden geleceğimize inandığı için her şeyin üstesinden gelebiliyorduk.
"Öyle ama çıtayı fazlasıyla yukarı çıkaracaklarına eminim." İlk görevimizin kolay olmayacağını hepimiz biliyorduk. Zorluk düzeyi her şeyin çok üstünde olacaktı.
"İyi ya işte gider kafamızı dağıtırız." Onun umursamayan tavrına gülmüştüm. İmâ ettiği iki şey vardı: Birincisi gider eğlenir ve kafamızı dağıtırızdı. İkincisi kafamızı dağıtırlardı. İkinci anlamdaki dağıtmak asla mecaz değildi.
"Lan, azcık Evren'den örnek al. Hazar adamın kardeşinin etrafında dört dönüyor. Evren ne yapıyor? Hiçbir şey. Evren gibi geniş abi olmak zor değil." Kansu'nun yüksek tonlu sesini duyunca Arem ile eş zamanlı olarak oraya doğru dönmüştük. Dilinin ayarı yoktu bu çocuğun.
"Höst lan!" Evren'in insancıl uyarısı üzerine derin nefes alıp verdim. Arem bana bakıp omuz silkmişti. Onun bu hareketinin özünde bir anlamı vardı. Biraz sonra burada geçecek olan hiçbir konuşmayı ben kafaya takmayacağım, yaptığımın aynısını yap ve sen de kafaya takma. Onun yaptığının aynısını yapmıştım. Omuz silkinmiştim.
"Ne höstü? Hazar, gülpembe aşağı gülpembe yukarı yapmıyor mu?" Yapıyordum.
"Yapıyor." Aynısını dedim ama içimden. Aynısı dedim ama yüreğimden.
"Sen ne yapıyorsun?" Sâdece izliyordu.
"İzliyorum." Aynısını dedim ama içimden. Bu kez yüreğimin konuyla alakası yoktu.
"Ee işte bu genişliktir." Evren, Kansu'ya bakıp ya sabır çekmişti. Adı Kansu değil Kanser olmalıydı bu çocuğun. Hepimizi kanser ediyordu.
"Ne alakası var? Lara, Mert'in kardeşinin aksine kendini koruyabilecek kadar güçlü diye şey yapmıyorum ben."
Evren'in zor durumda olduğunu görünce gülümsemiştim. Yalan söylemiyordu. Veliahtlar yalan söylediğinde yakalanırdı. Sadece kendisi gibi veliaht olanlara yakalanırdı. Evren yalan söylemiyordu. Doğruyu söylemek istemiyordu. İkisi arasında fark vardı ve bunu sadece Veliaht olanlar anlardı.
Evren kız kardeşini benden kıskanmıyordu çünkü kız kardeşinin kalbi bana ait değildi. Bunu bilmesi onun abilik duygularına engel oluyordu.
Ben bilirdim zaten gerçekleri. Geçen seneden beri bilirdim. Artık daha iyi bilirdim.
Çok içmişti gülün pembesi. Daha 16 yaşındaydı ne diye o kadar içmişti anlamamıştım. Güçlü olsun, kendini ezdirmesin diye onu hep yanımızda gezdirmiştik. Bizimle geze geze bize benzemişti. Bana uzak olunca özlüyordum. Bana uzak olmasın diye eğitiyordum. Çünkü seviyordum. Çünkü sevilmeyecek gibi değildi.
Ekip olarak Kamer'de oturuyorduk. Kamer'in üst katında hep beraberdik. Birdenbire kapı açıldı ve içeri o girdi. Sapsarı saçları dağılmıştı. Masmavi gözleri çok içtiği için kanlanmıştı. Yine de çok güzeldi. Zaten o hep güzeldi. Pembe güldü işte. Kendine has ve kendine özeldi.
Her ne olursa olsun, onun yanı hep benim yanımdı. Her zaman benim yanımda otururdu. Onu buna ben mecbur bırakmıştım. Benim yanım dışında başka bir yerde oturursa kavga çıkardığımdan hep yanımda oturmak zorunda kalmıştı. Yine benim yanıma gelir sandım. Gelmedi. O gün benim yanıma gelmedi. Zar zor yürüye yürüye kardeşimin yanına doğru gitti...
Tam karşısında durdu Arem'in. O güzel ağzı, onun için atan kalbimi orada ezdi geçti hatta un ufak etti. "Ben artık Gülpembe olmak istemiyorum. Ben artık Lotus Çiçeği olmak istiyorum..."
Nefes alamamıştım o gün. Aldığım nefesten tat alamamıştım. Anılar acıtırdı ve acılar hatırlandıkça daha çok acıtırdı. Gülpembe olmak istemiyordu, çünkü ona "Gülpembe" dediğim için Arem'in ona yaklaşmadığını düşünüyordu. Oysa kardeşim için durum bundan çok daha farklıydı. Onun için sevmek ve sevmemek işte bütün mesele buydu. Gül'ün pembesine göre durum bundan ibaret değildi, gülün pembesi kendi aşkının önündeki engel olarak beni görüyordu.
Melisa tam bir lotus çiçeğiydi. Lotus çiçeği, su üzerinde büyüyüp kirli ve çamurlu ortamda bile tertemiz ve güzel kalabilen bir çiçektir. Arem onun sahip olduğu özelliklerinden dolayı bazen ona böyle seslenirdi. Gülün pembesi ise Gülpembe olmanın çok dışındaydı. Gülün pembesi demek aşk demekti. Sevgi demekti ve romantizm demekti. Bunların hiçbiri onda olmadığı hâlde ben en çok ona yakıştırdım pembe gülü.
O kendine yakıştıramadı pembe gülü...
Onun bana karşı bir şey hissetmediğini iyi bilirdim. Yine ben, sevdiğimin kimi sevdiğini de çok iyi bilirdim. Gözünün üstündeki kirpik sayısını bilen ben, yürek yangını mı bilmeyecektim? Yüreğinde kim var bilecek kadar iyi sevmiştim...
Ben sanmıştım ki öyle ya da böyle Gülpembe olmak ona iyi gelirdi. Öyle ya da böyle umut her zaman var sandım. Umut her zaman var olsa da geçen seneden bu yana yoktu. Ben gülün pembesine Gülpembe demeyi bırakmıştım. Dilim böyle istemişti ama gönlüme sormasınlardı. Gönlüme artık sormasınlardu. Aklı olan sormazdı.
O günü yaktım geçtim. Gülpembe çok sarhoştu sabahına beni yakıp geçtiğini hatırlamadı. Hâlâ daha bilmez. Lakin kardeşim Arem, o günden bugüne hep kendini suçlamıştı. Bende pembe gülü o günden sonra özgür bırakmıştım. Arem de o günden sonra hep yanıma gelip nasıl olduğumu sormaya başlamıştı.
Pembe gülüm solmuş gibiydim. Ya da başka deyişle idare ederdim.
Herkesin gözünün üzerimde olduğunu hissedebiliyordum. Onlar başkası değildi. Yaramı onlardan gizlediğim yoktu. Hoş istesem de gizleyemezdim. Biz birbirimizin ciğerini bilirdik. Kimseden çıt çıkmıyordu. Beni üzdüklerini düşünüyor olmalılardı. Onlar beni üzemezdi. Onlara sıra gelinceye kadar ben zaten paramparça olmuştum.
Büyük kapının üzerindeki panelden işaret zili sesi duyulmaya başladığında herkes gibi ben de kafamı toplantı salonunun kapısına doğru çevirmiştim. Kapının hemen üzerinde yer alan kırmızı bölgeden hem ışık çıkıyor hem de ses çıkıyordu; bu uluların Veliahtları içeri çağırdı anlamına geliyordu. Görevimizin ne olduğu kesinleşmiş olmalıydı, bizi içeri çağırıyorlardı, bize görevimizin ne olduğunu söyleyeceklerdi.
Hepimiz önce birbirimize peşi sıra baş veliaht'a bakmıştık. Arem bize her zamanki tavrıyla karşılık vermişti, umursamazca. En önden o kapıya doğru adımlamıştı, onu gerisinde bizler takip ediyorduk. Heyecan var mıydı? Belki biraz. Korku var mıydı? Hayır, asla. Bir veliaht korkuyorsa, o zaman çoktan kaybetmiş demektir. Veliahtlar kazanamayacağı için korkmazdı, veliahtlar kaybetme ihtimalinden korkarlardı.
Büyük kapı açıldı, içeride bizi bekleyenlere. Her birimiz emin adımlarla ilerledik, adımlarımız bizi onlara doğru götürdü, adımlarımız bizi savaşa doğru götürdü.
Savaş kapıdaydı. Bizler prensler olarak savaşı kazanırsak, tahtın bir sonraki varisi olacağımızın altına afilli imzalar atmış olacaktık. Kalemler çekilsin, kağıtlar kuşansın, savaş kazanmak için başlasın.
10/02/2014 Amerika Washington D.C.
"Yani var ya, bir şey söylemeyeyim söylemeyeyim diyorum ama yok ebesinin amı artık." Derin nefes alıp vermiştim, susmuyordu, susturamıyorduk, yol boyunca aynı şeyleri söyleyip durmuştu, isyanı aynıydı, sözler değişiyor fakat konuşan kişi hiç değişmiyordu.
"Böyle görev mi olur?" Görevin zorluğu hakkında hepimiz hemfikirdik ama her ne olursa olsun batı balık yan giderdi, bir kere vermişlerdi bu görevi. Artık inkar edemez, isyan edemezdik, bizden istenilen her neyse onu yapmak zorundaydık, söylenmek bize hiçbir şey kazandırmazdı. Aksine söylenmeye devam ederse, söylenmesi ekipten bir kişinin eksilmesine neden olacaktı.
"Babama bak bir de altan altan sırıtıyor, duydunuz değil mi ne dediğini?" Çok iyi duymuştuk ulular, kelimenin tam anlamıyla, bizimle dalga geçmişti, her biri seçtikleri görevini zorluğundan tatmindi, böyle bir görevi bize verdikleri an isyan edemeyeceğimizi, buna hakkımızın olmadığını çok iyi bilirlerdi, sınırlarımızı zorlamaktan hiç çekinmemiş, her biri, her birimizle tek tek alay etmişti.
"Amerika'nın kaderi sizin elinizde. Gözümün içine baka baka dalga geçti benimle ya." Kansu'nun babası ile arası çok iyiydi, haliyle en çok alay edilen veliahtta olmuştu, Kenan Özkurt, oğluyla ve ona verdiği görevle alay etmekten hiç geri kalmamıştı.
Siyah büyük bir minibüsün içinde koltuklara yayılmış, istediğimiz saatin gelmesini bekliyorduk. Biz önümüzdeki dosyalarla ilgilenip, binanın koordinat haritasını ezberlemeye çalışırken, Kansu kafamızın etini şişirmekten geri kalmıyordu. Amerika için büyük bir gündü bugün burada, Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılmıştı.
ABD'nin federal başkanlık seçimlerinin merkezi, Washington, DC'deydik. Veliahtlar olarak aldığımız görev tam olarak Amerika'nın kaderini belirliyordu. Hatta kaderinin içinden geçiyorduk.
İki aday vardı.
Biri Cumhuriyetçi Parti'den, Tim Rooney idi. Diğeri Demokrat Parti'nin adayı Barkat Olama'ydı.
2010 yılında yapılan seçimde Barkat Olama ilk kez Cumhurbaşkanı olmuştu. Şimdi bir kez daha, 2014 seçimlerinde adaydı. Ulu ve Veliaht yapılandırması için Amerika çok önemli ülkelerden biriydi. Sahip olduğumuz gücün yanında yer alıyorlardı.
Ulular, yapmış oldukları araştırmalar doğrultusunda, yeni aday Tim Rooney'nin, yapılandırmamızdan haz etmediğini öğrenmişti. Eğer iktidara o geçerse, bu bizim için fazlasıyla sıkıntılı bir döneme gireceğimiz anlamına geliyordu. Oysa eski aday Barkat Olama, yapılandırmamıza fazlasıyla hayrandı. Gücümüzün yanında duruyor, desteğini eksiltmiyordu.
Seçim öncesi yapılan anket sonuçlarına bakacak olursak, 2014 seçimlerinde Barkat'ın hiç şansı yoktu. Ulu'ların bize verdikleri ilk görev, işte tam olarak buydu.
2014 Amerika Cumhurbaşkanlığı seçiminde kazanmasını istediğimiz adayı, ister yasal olarak, ister illegal olarak, her nasıl olursa olsun, Cumhurbaşkanı yapacaktık.
Ulular bazen fazla dudak uçuklatıyordu. Hayal güçleri genişti ve vermiş oldukları görev, tahmin ettiğimin de çok üstündeydi.
Seçim sonuçlarını çalacaktık, seçim sonuçlarını değiştirecektik, seçim sonuçlarına sızacaktık, seçim sonuçlarını hackleyecektik; ve bunu yaptığımız ülke, vatandaşı olduğumuz bir ülke bile değildi. Dünyanın en güçlü ülkelerinden birinde, demokrasinin içinden geçecektik.
Başarırsak, uluların gözünde prensler olarak artık tahta ilerleyen dönemlerde sahip olmak için hak kazanmış olacaktık. Başaramazsak, umarım Amerika Devleti tarafından idam edilirdik; ulu'ların eline düşmekten kat kat iyiydi.
"Kansu, çeneni kapat ve ikizlerin ne alemde onu söyle. Uzaktan halledebilecekler mi?" Karşımda oturan Erdem, hemen yanında oturan Kansu'yu sertçe uyandırdığında, bakışlarımı kısa süreliğine önümdeki bilgisayar ekranından alıp onlara çevirmiş, sonra tekrar ekrandaki işime geri dönmüştüm.
"Hem, çeneni kapat diyorsun, hem de konuş diyorsun. Birlikte yola çıktığım şu arkadaşlarımın zekasına bakın. Yol bize girmese iyidir." Erdem çenesini sıkmaya başladığında, Kansu, onu ufaktan ufağa sinirlendirdiğinin farkına varmıştı. Gözlerim onlarda olmasa da, Kansu'nun Erdem'e istediğini vermesi bile, Erdem'den dayak yememek için ona istediğini verdiği anlamına geliyordu.
"Kardeşlerim, bu görevi başarmak için oldukça yetenekli ve hazırlıklılar. İlk olarak, teknik yetenekleri ve bilgisayar donanımları oldukça güçlü. Güçlü şifreleme algoritmalarını kırmak ve güvenlik duvarlarını aşmak için gereken bilgi ve beceriye sahipler. Ayrıca, Amerika'nın seçim sistemi hakkında detaylı bir istihbarat topladık. Sistemdeki zayıf noktaları belirlemek ve güvenlik açıklarını bulmak için gerekli bilgiye Özkurt teknoloji şirketleri olarak sahibiz. Bu bilgiyi kullanarak, hedeflerimize ulaşmak için en etkili planı ikizlerle beraber oluşturduk.
Kardeşlerim, güvenlik duvarlarını aşmak ve sistemlere sızmak için çeşitli yöntemler kullanacaklar. Phishing saldırıları, kötü amaçlı yazılım kullanımı ve güvenlik açıklarının istismarı gibi yöntemlerle Amerika'nın seçim sistemine sızacaklar. Bunun yanı sıra, gizli iletişim kanalları kullanarak iletişimlerini koruyacaklar. Güvenli şifreleme protokolleri, VPN ve Tor gibi araçlar kullanarak izlenmemek için dikkatli bir şekilde iletişim kuracaklar.
Sonuç olarak, hacker veletlerim bu görevi başarmak için gereken bilgiye, yeteneğe ve donanıma sahipler. Hazırlıklıyız ve görevlerini başarıyla tamamlayacaklarından eminiz."
Kansu, kardeşlerini öve öve bitiremezdi. Onun için ikizlerin yeri çok ayrıydı; ne olur, ne olmaz diye onları bizimle beraber Amerika'ya getirmemiş, bütün teknolojik imkanları ve bütün uzman ekibini onların önüne sererek Türkiye'den bize destek olmalarını sağlamıştı. Biz binaya içeriden sızarken, dışarıdan bize yardımcı olacak ve bizi bütün dış etmenlerden koruyacaklardı. Henüz 15 yaşında iki tane çocuğun böylesine dahi olması, Kansu'nun göğsünü geriyor, onu fazlasıyla gururlandırıyordu.
"Çok doğru abicim, nasıl da güzel anlattın."
"Sus lan velet."
Kulaklıklardan Doğu'nun sesini duyduğumuzda, Kansu hemen lafı çocuğunu ağzına tıkmıştı. İkizlerin sesini duymak istemiyordu, görev esnasında onlarla muhatap olmanın kendisini yumuşattığını ve odağını şaşırmasına engel olduğunu düşünüyordu.
"Doğu, anlat bakalım ulu'lar Amerika'yı neden gözden çıkarmak istemiyor?" Evren konuştuğunda, bakışlarımı kısa süreliğine ona çevirmiştim. Kafasını elinde tuttuğu dosyadan kaldırmadan konuşmuştu, muhtemelen eski seçim sonuçlarını inceliyordu. Çok geçmeden kulaklıklarımıza Doğu'nun sesi doluşmuştu.
"Öncelikle, Amerika'nın finansal desteği, bizim için kesinlikle önemli bir faktördür. Bu desteğin sağladığı finansal kaynaklar sayesinde, Ulu ve Veliaht Yapılandırması'nın askeri araştırma, geliştirme ve üretim faaliyetleri çok daha etkin bir şekilde sürdürülebilmektedir. Bu da, yeni teknolojilerin keşfedilmesi ve yenilikçi silah sistemlerinin geliştirilmesi için önemli bir fırsat sunmaktadır.
Ayrıca, Amerika'nın politik koruma ve dokunulmazlık sağlaması da bizim için büyük bir avantajdır. Yapılanmamız, uluslararası alanda faaliyet gösterirken yasal veya diplomatik sorunlarla karşılaşma riskini azaltmaktadır. Amerika'nın desteğiyle, yapılanmamızın politik çıkarları daha etkin bir şekilde korunabilmektedir."
Doğu, kısa süreliğine sustuğunda, onun suskunluğunun yerini ikizi Batı'nın sesi doldurdu. Bir yandan konuşuyor olsalar da, kulaklıklarımıza klavye tuşlarının sesi de geliyordu. Muhtemelen Doğu, önemli bir şey bulduğundan susmuş, onun yerini Batı devralmıştı. Bir yandan bizimle konuşuyor bir yandan bilgisayarlardan hazırlıklarını tamamlıyorlardı.
"Teknoloji transferi ve inovasyon da Amerika'nın desteğiyle elde edilen bir başka önemli avantajımızdır. Amerika'nın teknolojik bilgi birikimi ve kaynakları, Ulu ve Veliaht Yapılandırması'nın askeri kapasitesini ve rekabet gücünü artırmak için kullandığımız bir şey. Bu sayede yapılanma, en son teknolojiye sahip silah sistemlerini geliştirerek avantaj elde edebilmektedir. İstihbarat ve bilgi paylaşımı da Amerika'nın desteğiyle sağlanan bir diğer önemli avantaj olabilir. Amerika'nın istihbarat ağı ve kaynakları, yapılanmamız için stratejik hedeflerini belirleme ve rakiplerine karşı hazırlıklı olma konusunda büyük bir yardım sağlamaktadır. Bu sayede yapılanma, uluslararası alanda daha etkin bir şekilde hareket edebilmektedir.
Son olarak, Amerika'nın lobici faaliyetler ve diplomatik baskı konusunda desteği, yapılanmanın uluslararası alandaki etkisini artırmaktadır. "
Batı sustuğunda, hepimiz kafamızı içine düştüğümüz şeylerden alarak birbirimize çevirdik. Şimdi ulu'ların Amerika'yı neden gözden çıkarmadığı anlaşılmış olmuştu. Yapılandırma olarak bizim müttefik olduğumuz ülkelere sağladığımız çıkarlar fazlasıyla mevcuttu; ulu'lar Amerika'yı gözden çıkarmak istemiyordu. Çünkü kendilerinin Amerika'dan elde ettikleri birçok çıkar vardı.
"Hazırsanız başlıyoruz, beyler." Baş Veliaht'ın sesini hepimize duyurduğunda, uzun zaman sonra ilk kez sesini duyduğumuz için ona bakmıştık. Arkasındaki koltuğa yaslanmış, gözlerini tek tek hepimizin üzerinde gezdirmişti. Her zaman olduğu gibi yine kendinden son derece emindi, yine fazlasıyla umursamazdı.
Yakalanırsak, buradan çıkışımız yoktu; yakalanırsak, buradan çıkışımız olsa bile ulu'ların bağışlaması mümkün değildi; yakalanırsak henüz daha birçoğumuz 20'sinde bile değilken, hayattan kopup gidecek, belki çok daha fazlasını yaşayacaktık. Yine de o bunları umursamıyordu. O bize güveniyordu, o bize daima inanıyordu, başaracağımızı biliyordu. Bizler veliahtlar olarak ondan güç alırdık. Onun kendine olan inancı ve bize olan güveni her birimizin içine su serpiyordu. Kazanacaktık, çünkü daha önce hiç kaybetmemiştik.
"Her ne olursa olsun, hakkınızı helal edin. İçeride başımıza ne geleceği kesin değil, ihtimaller dahilinde her şey mümkün." Mert, belki de ekip içerisinde en duygusal olanımızdı. Korkusu yoktu, olaylardan kaçan biri de değildi, sadece ihtimaller dahilinde konuştuğu zaman duygusal olurdu. Onun duygusuz bakan gözleri sadece bizim görebileceğimiz bir hâle bürünmüştü. Onunla göz göze geldiğimde bana burukça tebessüm etmişti, tebessümüne tebessümümle karşılık vermiştim.
"Ağlama Mert, beni de ağlatacaksın." Kansu ve onun şebekliği bir kez daha gün yüzüne çıktığında ses tonunu değiştirerek Mert'i alaya alması, onu içine düştüğü duygusal ortamdan çekip almış, Kansu'ya sertçe bakmasına neden olmuştu.
"Ya ne olur, bunu içeride bırakalım, elimize fırsat geçmişken kendimizle geri götürmeyelim." Mert, Kansu'ya bakıp sertçe konuştuğunda, Kansu kahkaha atmıştı.
"Ben olmadan bir hiç olduğunuz için talebin reddedildi."
"Sen olmadan hiç değiliz, sen olmadan kafamız ağrımıyor, çok konuşup başımızın etini şişiren biri yok, sinir katsayımız tavan yapmıyor, günümüz sakinlikle geçiyor. Mert'in talebini tarafımca onayladım, gitti." Erdem, Kansu'yu sinirlendirmeyi her zaman sevmiştir, öyleyse birbirlerine sataştıkları anın içerisine girmiştik... Gazamız mübarek olsundu.
"İkizler, hayırsız veletler, abinizi savunsanız, ulan abimizi içeride bırakırsanız, buradan çıkışınızı engelleriz desenize, lan." Kansu, bir elini kulağına götürmüş, kulaklık aracılığıyla ikizleri haşlamaya başlamıştı, nasıl yapıyordu anlamasam da, günün sonunda hep lafı kardeşlerine getiriyor, çoğu zaman çocukları azarlıyordu.
"Şimdi, sayın diğer abilerim, Kansu abiciğim ortadan kalktığında, biz gün içerisinde istediğimiz kadar bilgisayarlarımızın başında oturabilir miyiz?" Batı'nın sesini duyduğumuzda, Kansu haricinde hepimiz sırıtmaya başlamıştık, ikizlerin karakteri tam olarak böyleydi işte, her zaman kendi çıkarları.
"Bilgisayarı kendinize monte edip 3. böbrek olarak kullanmanız bile mümkündür." Evren, olaya direk el attığında, hepimiz onay mırıltısı çıkarmıştık, hâliyle Kansu ağzının için de küfür savurup duruyordu.
"Ee oldu o zaman, ikizimle beraber, biz de abimin Amerika'da bırakılışını onaylıyoruz." Doğu, Batı'nın ardından konuştuğunda, minibüsün içine kahkahalarımız doldurmuştu.
"Ben bir ülkeme geri döneyim, kendime yeni kardeş tasarlamazsam, bana da Kansu demesinler." İkizlere laf atan Kansu'nun aslında ikizlerden farkı yoktu, en az ikizler kadar teknoloji hastası biriydi.
"Hatta, erkek kardeşe ne hacet, sanki sürüyle olanların hayrını mı gördük, kız kardeş tasarlayacağım lan, yapay falan olur ama sizden iyi olacağı kesin." İkizlerle beraber veliahtlar olarak bizler de Kansu tarafından laf yediğimize göre, hayatımıza kaldığımız yerden devam edebilirdik.
"Aaa abi!" Batı'nın tuhaf çıkan sesini duyduğumuzda, Kansu yaslandığı yerden hızla doğrulmuştu, elini tekrar kulaklığına atıp kaşlarını çatarak konuşmuştu.
"Ne oldu, bir şey mi oldu, iyi misiniz?"
"Yok, bir şey olmadı, hani sen kız kardeş tasarlayacağım dedin ya, biz senden önce tasarlamış olabiliriz." Kansu ile beraber hepimiz aynı anda kaş çatmıştık, ikizleri anlamak bazen gerçekten zorlaşabiliyordu, giderek Kansu'ya kardeşleri konusunda hak vermeye başlamıştım.
"O ne demek lan?" Erdem, Kansu'dan önce merakını dile getirmişti.
"Baş veliahtımızın orman üzerinde oluşturduğu Kamer bölgesi için yüksek güvenlik oluşturduk. Arem abi orada yaşamak istediğinden, güvenlik düzeyini arttırmamız gerekti. Evini merkezden uzakta bir yere inşa ettirdiğinden, ekstra önlem almamız gerekti. Biz de bütün sistemi hava ve kara kontrolünü yapabilecek, evin bütün giriş ve çıkışlarına hakimiyet sağlayabilecek bir yapay zeka programı oluşturduk, ve kendisini bir kız olarak tasarladık."
Kansu, oturduğu yerden derin nefes alıp burun kıvırtmış ardından tekrar yerine yaslanmıştı.
"İsim de verdiniz mi bari?"
"Verdik." İkizler aynı anda konuşmuştu.
"Ne koydunuz adını?"
"Akıllı Liderlik İleri Cihaz Entegrasyonu."
"Hay sizin koyacağınız isime..." Mert haklı olarak söylendiğinde ikizler hızla savunmaya geçiş yapmıştı.
"Baş harflerinin kısaltılmışı ALİCE oluyor. Siz bizim kadar zeki olmadığınız için kesin unutursunuz diye Alice denildiği zaman da cevap vermesi üzerine programladık, merak etmeyin." Batı tarafından hakaret yiyen bünyem daha fazla bu zırvalığa ne kadar tahammül ederdi hiç bilmiyordum. 15 yaşındaki velet kendisi kadar zeki olamayacağımızı alen beyan imâ etmişti.
"Ben Kansu'ya kızıyorum falan ama adam haklı. Şu ikisine ben tahammül edemiyorum. Eve gidince kurtuluyorum, bu zavallı ne yapsın? Eve gidince de gördüğü yüz yine ikisine ait oluyor. Yazık lan çocuğa." Evren, Kansu'ya bakıp konuştuğunda, minibüsün içinde aniden bir ses duyulmaya başlamıştı. Kansu yine kendine has tavrını ortaya koymuş ve cevabı bize müzik eşliğinde vermişti:
"Efkar benim öteki adım. Kor, kor. Azgın yangınlarda can evim ciğerim yanıyor. Zor, çok zor. Ne çektiğimi bir ben bir Allah biliyor."
Bu kez var ya, bu kez... Bu kez sonuna kadar haklıydı...
...
"Tekrar ediyorum, kimseyi öldürmüyoruz. Anladınız mı beyler? İçeri sızıyoruz, ikizlerin sisteme ulaşmalarını sağlayacak virüsleri bilgisayarlara bulaştırıp kimseye yakalanmadan binayı terk ediyoruz."
Her birimizin kulağındaki kulaklıktan Baş Veliaht'ın uyarı dolu sesi çıkmıştı. Saatlerdir seçimlerin ülke genelinde tamamlanmasını bekliyorduk. Sandıklar kapatıldığı andan itibaren seçim sonuçlarının derlenip toplandığı binaya girmiştik. Seçimden dolayı burası fazlasıyla üst düzey güvenlikteydi. Henüz binanın arka bahçesindeydik. Her birimiz bir ağacın arkasında saklanarak içeriye gireceğimiz zamanı bekliyorduk.
Oy kullanma süresinin sona ermesinin ardından, oy sayımı başlardı. Seçim kurulları veya ilgili kurumlar, toplanan oy pusulalarını sayarlar ve sonuçları ilan ederlerdi. Bu süreç genellikle birkaç gün sürebilir, özellikle yakın seçimlerde veya posta yoluyla yapılan oyların sayımında dahil edildiğinde süreç uzayabilirdi.
Sonuç itibarıyla, biz seçim sonuçlarını hackleyerek ana binada toplanıp halka sunulacak olan oylamanın farklı bir versiyonunu ortaya koyacaktık. İkizlerin sistemi bu konuda elverişli olmak üzere üretilmişti. Binayı ele geçirmeyi başarırsak, ikizlerin oy sonuçlarına ulaşması çok kolay olacaktı. Bazı bölgelerde halkı yanıltmak için farklı bir sistem kullanacaktık. Bizim adayımız fark atarak değil, rakibi olan adayla kafa kafaya gittiği yerlerde az bir farkla kazanmış olarak halka lanse edilecekti. Böylelikle aradaki uçukluk kopacağı için rakip adayın fanları şüphe duyamayacaktı.
"Diyelim ki biri beni öldürmek üzere. O zaman da öldürmeyeyim mi?" Kulaklığımdan Kansu'nun sesini duyduğumda derin nefes alıp vermiştim. Başladı yine bizim mesai.
"Çok çok zor durumda kalmadığın sürece öldürme, kardeşim." Arem ona cevap verdiği hâlde, Kansu durmamıştı.
"Diyelim ki çok çok zor durumda kaldım. O zaman ne olacak?"
"Öyle bir durum yaşandığında yapacak bir şey olmadığı için, geber Kansu!" Erdem isyan ederek tekrar Kansu'ya laf soktuğunda, hangi ağacın arkasında saklandığını bilsem, saklandığı ağacın mermi manyağı yapacağım Kansu kahkaha atmıştı.
"Sizin şu geberirsem arkamdan ağlamayacakmış gibi konuşmalarınız beni gerçekten çok eğlendiriyor."
Gözlerimi sımsıkı kapatıp açmıştım. Hiçbiri ölmeyecekti. Hiçbirinin öldüğünü görmek istemiyordum. Birinden birinin ölmesi, demek yaşamamam için sebep demekti. Onlar ölmemeliydi. Gerekirse ben ölürdüm, ama onlardan biri bile ölmeyecekti. Öleceklerse de ben onu görmeyecektim.
"Kapa çeneni." Uzun zaman sonra ilk kez konuşmuş, ilk kez sesimi onlara duyurmuştum. Görev esnasında da olsak, hiçbiri ölümü çağırmamalıydı. Hislerim beni hiçbir zaman yanıltmazdı. Bugün için içim rahattı, sanki şans bizden yana olacağı benziyordu. Yine de tedbiri elden bırakmamak gerekiyordu. Her ne kadar daha önce hissettiğim hiçbir konuda yanıldığım görülmemiş olsa da, yine de görev esnasında ölümü anmayacaklardı.
"Sen kızma şampiyon. Sonra güzel yüzüm hasar görüyor." Kansu'nun kulaklık vasıtasıyla bana duyurduğu sesi öfkemi gram azaltmamıştı.
"Şimdiye kadar onlarca kez sistem için penetrasyon yaptık. Gerçeği için sabırsızlanıyorum." Doğu'nun kulaklık ucundan gelen heyecanlı sesini duymak ortam içinde yer alan gerginliği biraz olsun azaltmıştı.
"Evet evet kesinlikle öyle şimdiye kadar birçok kez yapay ortamlarda virüsler aracılığıyla yapay sistemleri çökerttik orjinali çocuk oyuncağı olacak." Batı'nın sesini duyduğumda Kansu yine lafa atlamıştı
"Biri şu veledime zaten çocuk olduğunu söyleyebilir mi?" Batı homurdanmıştı.
"Arem artık başlayabilir miyiz?" Öfke nedensizdi. Nedeni olmayandı. Yavaş yavaş geliyordu. Hissediyordum. Bir an önce başlamalı ve öfke kusmalıydım.
"Henüz değil, biraz daha sabret" Beni görmeyeceklerini bildiğim hâlde yaslandığım ağacın arkasında başımı aşağı yukarı sallamıştım
Etraf karanlıktı, ışıklar binanın ön tarafına denk geliyordu, bize olan uzaklıklarına rağmen kalabalık insan grubunun seslerini duyuyorduk. Henüz 17 yaşındaydım, yine de kendimi fazlasıyla yaşlı hissediyordum. Üzerimde yaşlı birinin huysuzluğu vardı, her şey bir an önce bitsin, bir an önce hallolsun istiyordum. Kendimi sevesim yoktu, hiç sevilmeyeni sevesim gelmiyordu.
Kırasım geliyordu, yıkasım geliyordu, yok edesim geliyordu, sevesim gelmiyordu. Beni hiç sevmedikleri kadar, onu çok sevdiğim biri vardı, o da beni sevmiyordu. O beni sevse, belki hallolurdu bir şeyler, ama o da olmuyordu, olanlar olmayanlara çarpıyordu ve sonunda ne olduysa bana oluyordu.
Sonra bir yerlerde o vardı, o hep bir yerlerde vardı, "anne" derlerdi onun adına, yeryüzüne melek diye inen kadınların adıydı, anne. Sarı saçları cennetin ışığından gelirdi, mavi gözleri denizlere okyanuslara inat olmak için vardı. Anne, anne olalı hiç bu kadar güzel olmamıştı.
Düşesim var, yemin ederim, düşesim var, boylu boyunca yatasım ve oradan hiç kalkmayasım var. Yedi cihana sığacak kadar acım, içime sığmayacak kadar çok derdim var. Yorgunum ve koşasım var, ciğerime nefes alasım ama o nefesi içimde tutasım var. Zihnimin bana bir hayat borcu var.
Düşündükçe aklını yiyen bana birilerinin hayat borcu var, acıdan sızlayan kalp kemiklerim var. Kimsenin bana karşı kalbi yok ama benim kalbimin kemikleri var, acıya gebe kalan kalbimin kemikleri parça parça olmak için var, rüzgarın değdiği saçımın okşanası var, göz pınarımda takılı kalmış acının yaş olup yere düşesi var.
Benim bir derdim var.
Benim derdimin bile bana garezi var.
Uykularım var, kabus giymiş üzerine. Çocukluğum var, kravat takmış boynuna. Aklım var, pili bitmiş saat misali durdu duracak. Sesler var, susmuyor ve susmayacak, acısı bitmiyor hayatın ve benim 20 olmadan ölesim var.
Benim artık sövesim var...
"Hazar! Duy beni. Buradayım. Hazar, aç gözünü. Kardeşim, aç." Beynimin içinden gelmiyor ses. Gözlerimi hızla açtım, tam karşımda duruyordu baş veliaht... Yerini terk etmişti. Kim bilir ne zamandır kendimde değildim. Gözlerinde endişe vardı. Endişesi banaydı. Omuzlarımı tutup sarsan kişi de o olmalıydı. Kendime gelince bırakmıştı.
"Nasılsın?"
"Yaşıyor gibi." Gülümsedi. Nadir de olsa gülümserdi. Çok nadir olsa da...
"Ölesin, yoksa sorun yok." Gülümsedim. İmâ ettiği şey zihnimin içini gördüğü yönündeydi, o hep görürdü her birimizin zihnini, aklımızdan geçenleri aklından geçenler kadar iyi bilirdi.
"Başaramadım. Yine hakim olamadım kendime." Etrafına baktı, gözleri ikimizi gizleyen ağacın arkasından dışarıyı izlemekle oyalandı. Benim zihnimin içinde dönüp duran acı beni hep böyle güçsüz ve başarısız kılardı.
"Sana göre güç nedir?" Gözlerimin içine umursamazca bakmıştı, umrunda olduğu hâlde umursamazca bakmıştı, umrunda olmasa gelmezdi.
"Hiç yenilmemek." Kafasını yana doğru eğdi, bir elini çıkarıp omzuma yerleştirdi.
"Daha önce hiç yenilmedin." Kafamı hayır anlamında hızlı hızlı salladım.
"Az önce yenildiğim için bu hâldeydim." Kafasını dikleştirdi, gözleri karanlığa rağmen kısıldı.
"Sana göre yenilgi nedir?"
"Zayıflık." Baktı, baktı ve sonra...
"Yaralar var Hazar, sende gördüğüm tek şey bu...Yara, yara ve daha çok yara. Ha bir de hiç bitmeyen öfken var." Diğer elini kaldırıp diğer omzuma koydu. Gözlerimi açık tutmakta zorlanıyordum. O beni yine görmüştü. O hep görendi. "Sende görmediğim tek şey zayıflık, yarası olan zayıf olsaydı ölürdü Hazar, yaşıyorsan hâlâ umut vardır."
Sertçe yutkundum. Yumruklarımı ve dişlerimi sıktım. "Yaram iyileşmek yerine yavaş yavaş öldürüyorsa, hâlâ güçlü sayılır mıyım?" Konuşmakta zorlanan yanıma inat olsun diye dile gelmiştim. Omzumda duran eli yavaş yavaş aşağıya indi, bir eli tam kalbimin üstüne geldi, kalbimin acıyla çarptığını avuç içinde hissetti, acımı gördü, acımı görmesi beni utandırmadı.
"Yaran eksilmesin. Yaran serinlesin. Kardeşim, o yaran artık serinlesin." Omzumda duran elini yavaşça çekti, kalbimde duran elini ondan bile yavaşça çekti, sonra yanımdan hızla ayrıldı, diğer ağaçların arasından karanlığın arasında kayboldu.
Her zaman ne olduysa az önce de olan şey aslında oydu. Yaram yandı ve sonra yaram serinledi. Kardeşim acıyan kalbime hep böyle yetişirdi, eğer bir gün acı kalbimi hedef aldığında Arem ona yetişemeyecek olursa artık umut yok demekti ve ölüm tam o anda gelirdi.
Gelecekti...
"Herkes hazırsa başlıyoruz." Kendimi toparlanmış hissediyordum. Hazırdım.
Ve önce fren sesi: asfalta iz bırakan kamyonun yanan lastik sesi. Son olarak, ters devrilip düşen kamyonun çıkardığı büyük ses. Binanın ön tarafında trafik kazası gerçekleşmişti. Kısa süre sonra ön taraf caddesine ait yardım sesleri duyulmaya başlamıştı. Caddenin o kısmı uzun süre trafiğe kapalı kalacağı benziyordu. Yüksek sesten dolayı görevliler ve korumalar panik yapıp yerlerini terk etmişti. Hepsi ne olduğunu öğrenmek için arka bahçeyi kimsesiz bırakmıştı. Oldukça hızlı şekilde binaya giriş yapmak zorundaydık. Önemli bir tehlikenin olmadığını, sadece kaza olduğunu fark ettikleri an tekrar görev yerlerine geri döneceklerdi.
"Ben önden gidiyorum." Kansu'yu hepimiz onayladığımızda, arkasına gizlendiğim ağaçtan bedenimi ayırmıştım.
Akşam karanlığı çökmüşken, yalnızca sokak lambalarının loş ışıklarıyla aydınlanan bahçede ağır ağır ilerliyorduk. Ellerimizden ne olur ne olmaz diye duran silahlarımızla ilerliyorduk. Etrafı kontrol ederek atıyordum adımlarımı. Önümde, gökyüzüne doğru yükselen devasa bir yapı belirdi. Federal yönetim binası...
Arka bahçe kapısına ulaştığımda, sessizlik etrafımızı sarmalıyordu. Devasa duvarlar arasında dolaşırken, binanın görkemli silueti gökyüzüne yükselirken, gölgeler arasında gizleniyor gibi görünüyorduk. Mermer sütunlar, gece ışığında hafifçe parlıyor, neoklasik detaylar göz alıcı bir şekilde beliriyordu. Binanın ciddi ve güçlü bir görüntüsü olduğu aşikardı.
"Kapıdan giriyorum." En önden ilerleyen Kansu'yu sırasıyla Mert, ben, Evren ve en son Arem takip ediyordu.
"Kilit sistemi var. Panel kart okumak istiyor. Personel kartı." Kansu, kulaklığına dokunarak konuştuğunda, konuştuğu kişinin aslında bizler değil de ikizler olduğunun farkındaydık.
"Anlaşıldı. Binanın tüm kamera kayıtlarını hackledik. Arka bahçeyi terk eden görevlilerden birinin tespiti için bana 10 saniye verin."
1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9...
"Tamamdır. Joseph Johnson. Yüz tespiti yapıldı, kimlik bilgilerine sızmam için 20 saniyenizi daha alacağım." Batı konuştuğunda, silahımı indirmiştim. Havada asılı tutmaktan kolum ağrımıştı. Kısa süre sonra Batı konuştu.
"Kimlik tespiti yapıldı, kimlik üzerinden görevli kartına ulaşıldı. Kopyalanan kart bilgilerini alarak QR kodu oluşturmam için 50 saniye."
"Daha hızlı olun, adamlar yerlerine her an geri gelebilir." Mert, kulaklığına basıp konuştuğunda, ister istemez ona hak verirken bulmuştum kendimi. Adamlar gelirse eğer, ortalık kan gölüne dönerdi.
"Kamera kaydından kontrol ediyorum. Henüz atağa geçen kimse olmadı, etraf temiz." Batı ve Doğu'nun her ne olursa olsun tedbiri elden bırakmadıklarını görmek hepimizi gülümsetmişti. Bazı zamanlar, biz mi veliaht olmak için o kadar eğitim aldık, yoksa onlar mı, aldı belli değildi.
"Tamamdır. Personel kartı niteliğindeki kodu, panel sistemine okutabilirsiniz." Kansu, Doğu'dan aldığı komut üzerine telefonunu çıkarmış ve kameraya kısa süre sonra kodu okutmuştu. Hepimizin içi rahattı, hepimiz Doğu ve Batı'nın işi hallettiğinin bilincindeydik. İkizler "Tamam" diyorsa, tamamdır.
Kapı onay işareti çıkarıp açıldığında, ikizler aynı anda konuştu:
"Üç kişi."
"Ne üç kişisi?" Kulaklığıma konuştuğumda, Doğu bana cevap vermişti.
"Ortalama 15 saniye içinde 3 kişi sizinle göz teması kuracak kadar yakınınızda olacak. Hemen içeri girin."
"Oğlum, hani kameralardan kontrol ediyordunuz? Şimdi mi söylenilir lan bu?" Evren isyan ettiğinde, hepimiz tek tek etrafı kontrol ederek içeri girmekle meşguldük.
"Panik yapmayın diye söylemedik abi, hepsi sizi sevdiğimizden." Oturdukları yerden sinir krizi geçirelim diye ellerinden geleni yapıyorlardı. Hayır, işimizi görmeseler katlanılacak gibi değillerdi.
(🎭)
PART İKİ BUGÜNÜN DEVAMINDA GELECEK. LÜTFEN OY VE YORUM YAPMAYI İHMAL ETMEYİN ❤ |
0% |