@mavimsu_
|
Hayatınız boyunca hep sevgiyle kalın, saygıyla kalın, aşkla kalın ve de kitabımı okumaya devam ederek kalın.
Keyifli okumalar dilerim.
(🎭)
Bölüm Sözü
Bir adamın varlığı tüm iyikiler olmuştu.
Aynı adamın yokluğu tüm keşkeler olmuştu.
İyi ki varsın.
Keşke var olsaydın.
H. G.
(🎭)
Hayat benden çok şey almıştı. Benden çaldıklarını anlatacağım, bana yaptıklarından yakınacağım kimsem kalmamıştı. Bu hayat benden onları bile almıştı. Bir kez daha yaşamak istemiyordum. Annem gitmişti... Şimdi babam da giderse ben de giderdim. Onların yanına değil belki ama kendimden giderdim. Öyle bir giderim ki bir daha gelemezdim. Ben bir daha asla kendime gelemezdim.
Koskoca salon gibi odada yedi erkek, üç kadın birbirine bakıyordu. Hayır! Aslında yedi erkek, iki kadın bana bakıyordu. Bir de robot dediğimiz zaman alınan robotumuz vardı. Onun kime baktığı ise muammaydı. Açıkçası, robotun da gözü varsa o da beni hedef alırdı kesin. Bundan emindim. Çünkü ben tam olarak umutsuz vakaydım. Ya da başka bir deyişle, şans bana uğramaktan hoşlanmayan tek şeydi.
Tepemde dikiliyordu hepsi. Ben ise uzanmış vaziyetteydim. Dün uyuduğum şu kuş tüyü yatakta ne işim varsa benim de? Kamer'de bir gece dedikleri şey böyle bir şey miydi? Bir daha gelmem nasıl olsa dediğim yatakta gözlerimi ikinci kez açmıştım. Yavaş yavaş araladığım gözlerim susmuş olan kalabalığın üzerinde gezinmişti. Bedenim dikleştiğinde onlara bakarak söze girmiştim.
"Biriniz açıklama yapabilir mi artık?"
İsyan da etmiş olabilirdim.
İçeride Arem ve Mert dışında kimsenin gözünde endişe yoktu. Diğerleri merak edenler ve umursamayanlar olarak ikiye ayrılmıştı.
"Nedenini biz de anlamadık Hera. Birden bayıldın. Doktor üzüntü ve strese bağlı olabilir dedi. Birden bire neden üzüntü ve stresle bağlantılı olarak bayıldın, biz de anlayamadık." Erdem Eraslan'ın ses tonu benden şüphelendiğini söylemeden benden şüphelendiğini söyler gibi çıkmıştı. Kısa süreli bakışmanın ardından ben cevap vermeden o devam etmişti, iğneleyen sözlerine.
"Hayır, başka biri olsa acaba Lara'nın söyledikleri ile mi alakalı diyeceğim ama senin gibi küçük kız çocuğu söz konusu olunca olayla aranda pek bağlantı kuramıyorum."
Ona istediğini vermeyecektim. Ne yaparsa yapsın ondan korkmayacaktım. Cesaretin korkusuz olmakla alakası yoktu. Cesaret, korktuğunu bile bile korktuğun şeyin üzerine gitmekti. Senin üzerine gelirim. Senin üzerine oynarım. Seni yakarım. Belki korkarım senden evet, ama ben cesurum. Korkumu da korka korka yenmesini bilecek kadar, hem de. Şüpheleniyor musun benden? Etmeye devam et. Krizi fırsata çevirmesini iyi bilirim.
"Üzüntü ve stres bir anda olan bir şey değildir, bir birikimin sonucudur. Onun anlattıkları ile ilgisi yok, anlayacağınız." Bana karşı olan şüpheli bakışlarına sert bakışlarımla karşılık veriyordum. Kaşlarını çatarak bakmıştı bana. Sus pus kalmamı bekliyordu. Bu tepki ona da sürpriz olmuştu.
Seni şüphelerin bitirecek Erdem. Benden şüphelenme diye değil, aksine şüphelen diye uğraşacağım. Benim aklım kurnazdır, kurnaz çalışır. Sana şüphelenmen için bir şeyler verdikçe onları kanıtlayamaman için ayrıca uğraşacağım. Sen de hem sana açık rest çekmemi hem de restimi açtıracak kartların elinde olmamasına dayanamayacaksın. Kaybettin sen veliaht. Daha oyun başlamadan kaybettin.
"Biliyor musun ikizim? Bu ikisinin laf dalaşından aldığım zevki başka hiçbir yerden almadım bu hayata." Bilmiş bilmiş konuşmuştu ikizlerden biri. Göz devirmemek için zor tutuyordum kendimi.
"Yanlız, yiğidi öldür hakkını yeme demişler. Önde olan Hera gibi." Gibisi fazlaydı. Önde olan doğrudan bendim.
İkizlere baktığımda birinin gözü benim üzerimdeyken diğerinin gözünün Erdem'in üzerinde olduğunu görmüştüm.
"Haklısın ama ikizim, maç henüz bitmedi. Daha bunun ikinci yarısı olacak gibi görünüyor." Erdem'e bakan yön, bilmiş bilmiş konuştuğunda bakışlarım tekrar Erdem'de durmuştu. Nefret, tiksinti ve çok daha fazlası vardı gözlerinde. İkizlerden en son konuşan bana şüpheli gözlerle baktığında,üzerimde hissettiğim bakışlar sebebiyle ona dönmüştüm. Kendisine aynı şekilde bakarak karşılık verdiğimde gülmüştü.
"Öyle görünüyor ama bana kalırsa skor değişmez. Baksana hakem taraf tutuyor. Kız çoktan kazandı." Hakem diye bahsettiği kişinin kim olduğunu anlamamak için aptal olmak gerekiyordu. Bahsi geçen hakem, Arem Barkın Soykamer'den başkası olamazdı.
Arem ve Erdem'in birbirlerine öfkeli bakışlar attığına şahit olmuştum. Arem tepemde dikiliyordu. Bakışı bile korku salıyordu etrafına. İki yakın arkadaş arasında anlaşmazlık başlayınca, odaklanmış bakışları arasında bir gerilim hissettim. İkisi de kararlıydı ve birbirlerinden vazgeçmeye niyetleri yoktu. Onların arasındaki çatışmayı izlerken, birinin diğerinden daha baskın gelerek galip çıkacağına adım kadar emindim. Göz temasıyla çıkan savaşın sonucunu merakla beklerken, içimdeki endişe ve gerilim bir an bile azalmadı.
Tüm gözler Arem ve Erdem üzerindeydi. Yönlerinde dediği gibi; hakem taraf tutuyordu. Buradaki hakemin tuttuğu taraf ise benim tarafımdı. Şayet Arem, geldiğim andan beri başıma Sherlock Holmes kesilen Erdem'e sadece bakarak bile bunu söylemeyi başarmıştı.
Herkes çok gergindi. Ben ve İkizler dışında. Benim gergin olmamamın nedeni Erdem'e karşı Arem'in yanımda olmasından geliyordu. İkizler ise anladığım kadarıyla karakter olarak zaten son derece rahattı.
Geriye kalanlar, ateş hattında kalmış gibiydiler. Daha önce Arem'in tek bakışıyla defalarca kez vurulduğumu bildiğim için şu anda bakışmalardan doğan bu savaşın galibini de çok iyi biliyordum. Çok geçmeden Erdem odayı terk etmişti. Şampiyon belli, ikinci kim? Aa, Erdem Eraslan'mış.
Erdem hızla çıkıp gittiğinde olduğu yerde durmuştu. Kapıdan çıkmadan önce kafasını olduğum yere çevirip son kez bana bakmıştı. Arem'in bakışlarından yediği kurşunların acısını benden çıkartıyordu sanki. Öyle bir bakış atmıştı giderken. Dur bakayım! Aaa! her yer kan olmuş. Tüh öldüm ya.
Lara denen Sherlock'un yardımcısı Watson da onun arkasından gitmişti. O da gitmeden önce beni taramayı es geçmemişti. Bu ne be? Kurşunlara gelmeye doyamamıştım resmen. Odadan başka kimse çıkacak mı acaba diyerek herkesin üstünde tek tek gezdirmiştim gözlerimi. Sıradaki kişi dövmeli veliaht Hazar Orhon olmuştu lakin o sadece çekip gitmişti. Bana bakmadan çekip gitmişti.
Diğerlerinin aksine taze damat Evren, centilmenlik yaparak "geçmiş olsun Hera" deyip öyle gitmeyi tercih eden ilk kişi olmuştu. Onun nişanlısı konumunda olan Elena, nişanlısının arkasından gitmek için adımlarını devreye sokmuştu. Gitmeden önce yanıma gelmiş, telefon numaramı almış, en kısa zamanda benimle baş başa sohbet etmek istediğini söylemişti. Sayımız giderek azalıyordu.
Sıra Mert'e'ydi. En az Arem kadar bana merhamet eden kişi oydu. Yanıma gelip yatakta oturmuştu. Yüzümün önüne düşen bir tutam saçımı kulağımın arkasına sıkıştırarak "Niye böyle birden hastalandın sen güzelim?" demişti.
Onu gülümsetmek istemiştim nedensizce. "Çok büyük problemlerim var! Bana dokunma!" diye dalga geçen bir ses tonu kullanarak konuşmuştum. Aynı zamanda el ve kol hareketlerimle mimik yaparak aklımca samimi olmaya çalışıyordum. Gülmüştü. Onu gülümsetmiş olmak güzeldi. Neden güzeldi bilmiyordum. Sadece güzeldi işte. Gülünce gözleri kısılanlardandı Mert. Gülmek ona yakışıyordu.
Biraz daha sohbet ettikten sonra birden bire ne olduğunu kavrayamadan beni kendine çekip sarılmıştı. Bu ani hareketine ilk başta pek tepki veremesem de daha sonrasında ben de ona sarılmak istemiş ve içimde baş gösteren isteğe çok fazla karşı koyamadan sarılmıştım. Mert'e sarılırken ne hissediyordum bilinmez ama o bana sarılırken kız kardeşini hissediyor olmalıydı ki uzun süre bırakmamıştı beni. Sarılma faslımız bittikten sonra ayağıya kalkmıştı. Tepemizde duran Arem ile aralarında anlayamadığım türden bakışıma geçmişti. Onları tanımadığım için bu bakışmanın ne anlam ifade ettiğini bilmem mümkün değildi. Yine de öylesine bakışmaydı ki, bakışlarının bir anlamı olmadığını söylemek ahmaklık olurdu.
Mert elini Arem'in omzuna koyup iki kez üst üste vurmuştu. Arem ona sesli cevap vermek yerine donuk bakışları ardından kafa sallayarak cevap vermeyi tercih etmişti.
Mert'in gidişinin ardından içeride ikizler ve Arem'den başka kimse kalmamıştı. Çok geçmemişti ki veliahtımın ağzından son derece kibar olan o kelimeler dökülmüştü. "Siz neyi bekliyorsunuz? Çıksanıza." Bir İstanbul beyefendisi gibi, bir İstanbul beyefendisi. Agresif ama oldukça nazik. Bir İstanbul beyefendisi.
"Ah, nasıl da düşünemem. Herkesin böyle tek tek çekip gitmesinin nedeni siz baş başa kalabilin diyeydi değil mi?" Yön çocuk gerçekten aydınlandığı için mi? Böyle davranıyordu. Yoksa amacı sadece dalga geçmek miydi? Tuhaf karakteri sebebiyle anlayamıyordum. Ben onu daha tam anlamıyla çözememişken o konuşmasına devam etmişti.
"Kalk ikizim gidelim. Tek bırakalım bu ikisini." Ne ima etti bu çocuk şimdi? Sırıtarak kurduğu bu sözler ne türlü bir amaca hizmet ediyordu da böyle bakıyordu?
"Üçe kadar sayacağım." Arem, oldukça sakindi. İkizlerin zaten o sakinlik yüzünden yavaş yavaş korkmaya başladığını görebiliyordum.
"Geçmiş olsun Hera." Demişti alelacele şekilde odadan çıkmaya çalışan Yön Bir.
"Mümkünse kız olsun Hera." Diyerek onun peşi sıra hızlı hızlı hareket ediyordu Yön İki. Kız olacak olan neydi?
"Saçmalama ikizim, erkek olsun." Yolun ortasında durup kelimenin tam anlamıyla atışmaya başlamışlardı. Çok geçmeden yine ikisinden de aynı anda aynı cümle ulaşmıştı kulaklarıma.
"Ya da ikiz olsun, bizim gibi olsun."
Hâlâ daha imâ ettikleri şeyin ne olduğunu kavrayamamıştım. Düşünüyordum fakat mantıklı cevap bulamıyordum. Neyse ki
gitmişlerdi, çok şükür. Atışa atışa olsa da gitmişlerdi. Onların gidişiyle aniden imâ ettikleri şeyin ne olduğu beynime şimşekler çakarcasına düşmüştü. Yüzümün domatese döndüğüne emindim. Ay resmen rezil olmuştum. Rezilli bırak! Az önce anne olmuştum. Ulan onu da geç! Ben hangi ara ikiz doğurmuştum? Kafamda deli sorular vardı.
İkizlerin yaratığı utanç duygusundan kaynaklı olarak veliahtım ve benden başka kimsenin kalmadığı odada duvarları izlemeye başlamıştım. Duvarları izleyen gözlerim hareketine, birinin bedeninin önlerine geçmesiyle son vermişti. Göz göze gelişimiz uzun sürmemişti. Gözlerini çekmişti gözlerimden. Uzaklaşmıştı yanımdan. Yatağın etrafında dolanmıştı. Diğer taraftaki boşluğa gelince uzanmıştı yatağa. O ve ben aynı yataktaktaydık. Tanrım, yoksa ikizler gerçekten amcamı olacaktı?
O da benim gibi kafasını yatağın başlığına yaslamıştı. "Nasılsın?" Bana bakarken çıkmamıştı soru dudaklarından. Doğrudan karşısına bakıyordu. Hatta öyle ki odada benden başka biri olsa bu soruyu üzerime bile alınmazdım.
"Nasıl mıyım? Hımm, dur bir düşüneyim. Abimle bir nişana katılıyoruz ancak nişan boyunca herkes bana hortlak görmüş gibi bakıyor. Sonradan öğreniyorum ki meğer ben, tanımadığım ve ölmüş olan bir kıza aşırı derecede benziyorum. Hayır, dur, o bana benziyor." Heyecanlı heyecanlı konuşurken bir yandan da işin içine elimi kolumu katmıştım. Bu tavırlarım artık önündeki duvarı değil de yüzünü bana dönüp beni izlemesini sağlamıştı.
"İnsanlar bana hortlak görmüş gibi bakıyor çünkü görmüş kadar oluyorlar zaten. Daha fazla dayanamıyorum, nişanı terk ediyorum. Bam! Bana benzeyen kızın sevgilisi buluyor beni çok geçmeden." Gözlerimi kısıp onu işaret ettiğimde güldü gülecek kıvama gelmişti.
"Doğru düzgün arkadaşlara sahip olmayı beceremediğim için ani kararla ilk kez gördüğüm adamın ormanın içindeki evine geliyorum, sabah burada uyanıyorum falan derken uyanır uyanmaz hiç tanımadığım adamlarla karşılaşıyorum. Tanışmak mecburiyetinde kalıyorum ki bu adamların içinde bana karşı sevgi pıtırcığı olan da var nefret kusan da." Kimden bahsettiğimi o çok iyi bildiği için üstü kapalı konuşmakta rahatsızlık duymuyordum.
"Daha ne oluyoruz demeye kalmadan, kızın biri geliyor, tehlike barındıran birkaç cümle kuruyor ve ben, 'Siz ne ayaksınız?' diyemeden gözümü bir açıyorum ki, bir daha gelmeyeceğim dediğim şu lanet odada yatıyorum. Üstelik, tanımadığım adam utanmadan yanıma uzanıyor."
Bakışlarımı ondan almadan, ellerimi trip atar gibi önümde birleştirmiş ve sırtımı yatağın başlığına iyice yaslamıştım.
"Şöyle uzun uzadıya bütün konuya bakınca söylemek isterim ki, senin sorduğun soru saçma. Çünkü iyiyim ben. Hatta bomba gibiyim. Çünkü iyi olunmayacak hiçbir şey yaşamadım." Oh be, iyi gelmişti içimi dökmek. Zavalı ben, daha ilk günden neler yaşamıştım böyle. Acıların kadınıydım, ben acılar kadınıydım.
Arem'e tepkisini görmek istediğimden tekrar baktığımda, yanaklarının içini sırf gülmemek için dişlediğini görmüştüm. Gülerse, ağzının ortasına bir tane çakacağımı anlamıştır büyük ihtimalle. Ağzına çaktıktan sonra bana ne yapar tahmin etmesi zor değildi. Ortam bunun için çok müsaitti.
"Sadece iyiyim desen de olurdu aslında." Ciddi olamazsınız bayım ya da hemen dalga geçmeyi bırakmalısınız. Yaşamayı seven birinin benim üzerime gelmesi kadar saçma bir şey varsa, o da yaşamayı seven birinin benim üzerime gelmesidir. Yani bayım, siz yaşamayı zerre sevmiyorsunuz.
"Dalga geçme benimle." Ona karşı çirkefleşmemi sonuna kadar hak ediyordu.
"Geçmiyorum zaten." Son derece rahat şekilde omuz silkmişti. Emindim, kesin dalga geçiyordu.
"Hayır, geçtin." İnadımın inat olduğunu anlaması gerekirdi. Geçtin dediysem 'geçtim' demek zorundaydı.
"Ne zaman geçtim?" Ya anlamazlıktan geliyordu, ya tam olarak salağın tekiydi ya da benimle dalga geçmek hoşuna gidiyordu.
"Az önce geçtin." Ona hatasını anlatmaya çalışıyordum. Gözlerimi orman gözlerin karanlık derinliklerine sabitlemiştim.
"Az önce ne zaman?" Bu şekilde iletişim kuramayacağımızı birinin ona söylemesi gerekiyordu.
"Bak, hâlâ geçiyorsun." Odada benden başka kimse olmadığına göre, bunu benden başka kimse söyleyemezdi.
"Oysa ki sadece soru soruyordum tanrıça." Umursamaz ve ukalaydı. Adımın Hera olduğu ile ilgili onunla büyükçe kavga etmek istiyordum ancak her seferinde farklı bir konu üzerinde kavga ediyorduk. Ona sıra gelmiyordu.
"Senin soruların bile dalga geçmek için çıkıyor ağzından." Yine ve yeniden çok doğru noktaya parmak basmıştım. Kendimle gurur duyuyordum.
"Seninle dalga geçmiyorum. Sadece seninle uğraşıyorum, Tanrıça." Gerçekten mi? Bunun hiç farkında değildim ben oysa, söylediğin çok iyi oldu veliaht.
"Bak, bunu bildiğim iyi oldu." Omuzlarımı trip atar gibi silkmiştim. Bakışlarımı ondan alıp duvara sabitlemiştim. Derin nefes alıp vermişti Arem.
"Aynı şeyi ben de söylemiştim, biliyor musun?" Sözlerinden ne demek istediğini anlamadığım için, bakışlarımı duvardan alıp tekrar ona doğru çevirmek zorunda kalmıştım.
"Neyi söylemiştin?" Fazlasıyla meraklı olan gözlerimin odağına onu almıştım.
"Bak, bunu bildiğim iyi oldu demiştim." O ise bana bakmak yerine hâlâ duvarı izliyordu. Orman yeşili gözler bana baksın istemiştim ama yüksek sesle dile getirmeye cesaret edememiştim.
"Sen neyi bildin ki?" Ses tonum merakımı fazlasıyla belli ediyordu.
"Seni bildim işte. Varlığını bildiğim çok iyi oldu, Tanrıça." Uzun zaman sonra ilk kez bakışlarını duvardan alıp doğruca gözlerime odaklamıştı. Sen, veliaht sen, yine öyle kelimeleri bir araya getirip öyle bir şey söyledin ki bana, ben yine vuruldum. Bir bakıyorum, onlarca kurşun yiyorum. Bir söz söylüyorsun, tek bir kurşunla ölüyorum. Çünkü sen, beni tam kalbimden vuruyorsun veliaht. Hedefini ise hiç şaşırmıyorsun.
Yine uzun süreli bakışmalar geçmişti ikimizin arasında. O baktı, ben baktım. Ben baktım, o baktı.
"Dizinde uyuyabilir miyim?" Odayı buz etmişti sarf ettiği sözler. Tenim buz kesmişti. Soğuk beni üşütmemişti. Soğuk beni yakmıştı. Bedenimde duran izler buz yanığıydı.
Yapma bunu. Yapma kendine bunu veliaht... Hem belki yakalardın sen beni. Ben sana acı çektirmeye bile başlayamadan, sen bana alışamadan yakalardın ve biterdi bu oyun. Alabileceğin en ufak darbeyi alarak çıkarırdın beni hayatından. O kızı nasıl özlediysen, ona dair bir şeyleri gördüğün birine karşı dizinde uyumak isteyecek kadar gardını düşürdün. Bunun için erken Arem. Bunun için erken Barkın. Bunun için çok erken, veliaht. Unutma şunu! En az benim kadar sen de suçlusun.
Gardını bu kadar çabuk düşürmemeliydin.
Gel uyu dizimde, sönsün yangın. Dinsin acın. Belki düşman olabiliriz seninle, ama bu düşmanlığı ben istemedim. Görmedim. Duymadım. Senin can yaktığını, masumun sonu olduğunu görmedim. Duymadım. Bilmedim veliaht.
Derin hüzünle dolu bir acıyla doluyum. Kalbimdeki yaralarla yaşamak zorundayım. İçimdeki boşluk beni karanlık bir labirente sürüklüyor, çıkış yok gibi hissediyorum. İçimdeki tüm duyguların sebebi senken, bana küçük bir çocuk gibi bakıyorsun ya veliaht, ben ne cevap vereceğimi şaşırıyorum senin yüzünden.
Ona istediğini vermek istemiştim. Bu yüzden kafamı onu onayladığımı belli etmek için evet anlamında aşağı yukarı sallamıştım. Ona istediğini neden vermek istemiştim? Orman gözler acıyla lekelenmişti. O gözlerin içi hep parlasın istemiştim. Kırmaya çekinmiştim lakin yok etmeye gelmiştim.
Benden aldığı evet komutuyla hiç vakit kaybetmeden kafasını dizime koymuştu. Yan yatıyordu dizimde, yüzü karnıma dönüktü. Tuhaf şekilde sıcak nefesini hissedebiliyordum. İçim kıpır kıpır olmuştu. Kalbimse göğüs kafesimi delecekmiş gibi atıyordu. Dizime uzanır uzanmaz kapatmıştı gözlerini. Sen de hissediyor musun? Veliaht hissettiğimi. Sen de hissediyor musun? Hissetmiyorsun, biliyorum.
Ne kadar olmuştu, bilmiyordum. Tahminim aradan en az yarım saat geçtiği yönündeydi. En az yarım saattir dizimde uyuyorsun, veliaht. Uyuyorsun diyordum çünkü henüz nefes alıp vermekten başka hayat belirtisi göstermemiştin. Sanırım yerini sevmiştin. Kıpırdamadan sadece duruyorsun.
Elimin saçların üstünde ne işi var, inan ben de bilmiyorum. Hangi ara saçınla oynadığım konusu meçhul bi vaziyette. Umarım saçınla oynamaya başladığımda uyanık değildin, veliaht. Çok gür ve simsiyah saçların var. En az sahibi kadar serttirler diyordum ben onlar için, ama fazlasıyla yumuşaklardı. Saçım seninki kadar yumuşak olsaydı, on derdimin on biri çözülürdü be veliaht. Hem belki de saçında senin gibidir. Aslında serttir, ama sırf dokunan benim diye yumuşamıştır. Yoksa saçında mı beni o kızla karıştırdı?
Bu durum artık canımı sıkmaya başladı.
Birkaç mırıltı çıkardın yattığın yerden. İlk başta tam olarak anlayamamıştım ne dediğini, fakat sonrasını da kimse sormasındı. Anlayamasaydım dedirttin bana… Biliyor musun veliaht, seni anlamasam bu kadar yakmazdın.
‘‘Gitme Melis…’’
Yıllar önce öldü o kız, Arem. Nerden baksan on yılla yakın oldu o gideli. Ama sen bugün bile onu görüyorsun rüyanda. Gitmesin istiyorsun. Ah be, veliaht! Ah be, zavallı ben! Yüzüm senden gidene benziyor diye dizimde uyuyan, benden bile zavallı olan sen. Söyle şimdi bana, Hera ne yapsın? Nasıl yapsın? Veliaht, tek sözüyle yaktı geçti Hera’yı. Benim küllenen bu kalbim, şu saatten sonra dertsiz tasasız nasıl atsın?
Küçük çocuk gibisin veliaht. Yardıma muhtaç küçük çocuk gibisin. Seni benden başka kimse hiç böyle yıkılmış gördü mü? Sanmıyorum. Sen gardını ilk kez benimle düşürdün. Sırtını benden uzak tut veliaht. Elimde oraya saplamak için duran keskin bıçak var.
Bir kez daha aynı cümleyi kurdun. Bir kez daha rüyanda gördüğün o kadına gitme dedin.
Uyandığında çok daha kötü bir şeyle karşılaşacaksın, veliaht. Gitme dediğin Melis gitti. Sana ise bir adet Hera kaldı. Ya Hera'yı Melis'in yerini doldursun diye yanında tutacaksın, ya da kim gelirse gelsin, Melis'in yeri dolmaz deyip Hera'yı hayatından çıkaracaksın. Acaba ne yapacaksın, ben de çok merak ettim şimdi veliaht. Seçimin senin kaderini belirleyecek. Ya Melis, ya Hera. Melis'i seçersen sorun yok. Hera'yı seçersen gitmen için yol falan da yok. Hera'yı seçersen sadece son var. Senin sonun.
Düşüncelerim arasında sımsıkı sarıldın birdenbire. Bu hareketin beni düşüncelerimden almaya yetti. Her iki kolunda karnımın etrafında dönüp beni kitledi. İnsanlar buna sarılmak diyor. Ben ise ne oluyor veliaht diyordum? Umarım uykuda olduğun için ne yaptığının farkında değilsindir. Bilerek yaptıysan artık uykunda bu kez gitme diye değil, yapma diye haykıracaksın da ondan. Gözümün önünde istemsizce canlanan sahneyi düşünmek beni gülümsetmişti.
Uyku yavaş yavaş beni de esiri ediyordu kendine. Önce gözlerim açık kalmak istemediklerini, ben açtıkça her defasında kapanarak ispatlamıştı. Sonra bedenim yatakta kayarak uzanır pozisyonu almıştı. Benim yatakta uzanmamla, dizimde uyuyan veliaht, artık kafasını göğsüme koymuştu. Öylece uyumaya devam etmişti uykusuna kaldığı yerden.
Her iki kolu da bedenime sımsıkı sarılmayı ihmal etmiyordu. Veliahtım tamamiyle fırsatçıydı. Acaba görev görev diye ölüp dirilen babam sadece şu hâlimi görseydi ne olurdu? Büyük ihtimalle veliaht için hiç iyi şeyler olmazdı. Babam demişken, kendisi şu an neredeydi? İyi miydi? Derince iç çekmiştim. Umarım seni kaybetmemişimdir, baba.
Sen her türlü işkenceye dayanabilirsin, o adamların elinde, ama ben sensizliğe dayanamam. Beni sensiz bırakma, olur mu? Dayan askerim. Gelip seni kurtaracağım. Ama önce biraz, ahh! Önce biraz çocuk uyutmalıydım...

(🎭)
Tam üç gün geçmişti aradan. Veliahtı en son, onun evinde beraber uyuduğumuz o gün görmüştüm. Uyandığımda yanımda yoktu. Demiştim...Ya rüyasında gitme diye yalvardığı Melis'ini seçecekti ya da gidenin yerini Hera ile dolduracaktı. Uyandığımda yanımda olmaması beni seçmediğini gösteriyordu zaten. Biliyor musun? Veliaht, ben de olsam beni seçmezdim. Aksine tapardım... Senin hakkında ki şu çok zeki, çok kurnaz düşüncelerimi bir daha gözden geçirsem iyi olacak sanki.
O günün devamında bir kez daha aşağı salona indiğimde beni bekleyen uzun dev cüseli takım elbiseli bir adam vardı. Kesinlikle bana bakmıyordu. Hatta "Hera Hanım, Arem Bey sizi gitmek istediğiniz yere benim götürmemi istedi. İstediğiniz zaman gidebiliriz." Dediğinde bile bana bakmıyor, doğrudan kafasını yerde tutuyordu. Açıkçası Arem'in nerede olduğunu, neden birden çekip gittiğini sormak, en azından bir vedalaşsaydık cümlelerini sarf etmeye dil dökesim yoktu.
Evden çıkmadan Kansu'ya artık beraber yaşamak zorunda olduğumuz şu lanet evin konumunu atması için mesaj atmıştım. O da çok geçmeden konumu atmıştı. Cüseli adam beni boğazdaki yalıların birinin önünde bırakıp çekip gitmişti. Hımm! Bir Kamer sarayı etmez ama bu da idare eder diye burun kıvırtarak girmiştim ilk kez o yalıya. Oysaki ben iki katlı müstakil evde yaşıyordum en son. İki gün sarayda kaldım diye yalıya da burun kıvırmak tam benlik hareketi.
Bugün işim başımdan aşkındı. Babamın kaçırılmasında parmağı olan herkese bir daha çıkaramayacakları bir şeyleri tek tek sokmak için Hera Uysal'dan Hera Türkeş'e geçiş yapıp aynen şöyle demem gerekiyordu: "Yedim ulan sizi."
Aradan geçen üç günün ardından Kansu Bey'le arabada seyir hâlindeydik. Kesinlikle onunla konuşmuyordum. "Tanrı aşkına, veliahtın evinde iki gün kaldım ama sen onların bana zarar verip veremeyeceğini zerre umursamadın mı?" diye sorduğumda: Görevin gereği onunla samimiyet kurman beni mutlu etti. Demiyecekti.
Ben de neye şaşırıyordum ki? Amaçları zaten buydu. Onlara dediklerini vermiş olmam onları tabii ki mutlu ederdi. Dua edin, babamın kurtulması için size katlanmaya mecburdum. Yoksa Hera Türkeş size bunun hesabını çok pis sorardı. Neyse, sakinim. Bi şey yok! Bi şey yok! Bi şey yok! Var ulan bi şey var. Babamı kaçırmışlar, daha ne olsun?
Kansu bizi, Mili İstihbarat Teşkilatı'nın İstanbul üstüne, tekrardan getirmişti. Bu buraya ikinci gelişimdi. İlk geldiğim günün gecesinde veliaht ile tanışmıştım. Anısı var dedikleri işte tam olarak böyle bir şeydi. Kesinlikle konuşmadığım sözde abim Kansu, buraya babam ve diğer dokuz askerin bulunması için toplantı yapmak üzere geldiğimizi söylemişti. Ben de ona eğer benim için geçen seferki gibi oturacak sandalye ayarlanmadıysa senin yerini alırım demiştim. Peki o ne yaptı? Birini arayıp, toplantı salonuna bir sandalye daha koymalarını istedi. Resmen dolaylı yoldan seni adamdan saymıyoruz demişlerdi bana. Bi şey yok! Bi şey yok! Bi şey var! Çok şey var aslında ama neyse sakinim.
Binadan içeri girdiğimiz andan itibaren Kansu, geçtiğimiz her kapının kilit sistemini farklı bir şifre ile kırıyordu. Kimi zaman avuç içi okuyucu, kimi zaman parmak izi okuyucu, kimi zaman otuz tane tuşa basarak yapıyordu bunu. İşte tüm bu yüksek güvenlik prosedürleri sonucunda büyük toplantı salonuna gelmiştik. Vay canına! Yuvarlak masa şövalyeleri yan çar ekibi full pansiyon buradaydı. Babam yoktu ama. Babam niye yok ama? Ne pahasına olursa olsun bulacak kızın seni Atilla Tuğrul Türkeş. Sadece sabret.
Benim sandalyem Kansu'nun yanındaydı. İçeride boş olan iki sandalye vardı. Eğer Kansu'yu uyarmasaydım ayakta kalacağım gelmişti aklıma. Yine dellenmiş olsam da bunu çaktırmamaya gayret ediyordum. Kansu ile yerlerimize geçmiştik. Ben fevri bir kız hiçbir zaman olmamıştım. Evet, burayı tüm bu insanların başına yıkasım vardı ama kim olursa olsun önce karşımdakini dinlerdim. Bütün anlattıklarını kafamda tartar, ona göre harekete geçerdim.
Bugün yine susacak ve önce dinleyecektim. Gerekirse hepsinin başına sonra yıkardım burayı. Önce bunun gerekip gerekmediğine bakmam lazımdı. Yaşlı, asker üniformalı olan adam toplantıyı konuşarak başlatmıştı. Buradaki adamlar gerçekten çok büyük adamlardı. Özellikle asker üniformalı olanların üzerlerindeki rozet ve armağlardan belliydi, bu adamlarla dans etmemenin gerektiği.
Tam önümde konuşmakta olan adam orgeneral'di. Orgeneral rütbesi kara kuvvetlerinin en üst düzeydeki rütbesiydi. Bu adamın sağ tafında ise Hava Komutanlığı Orgeneral'i vardı. Sol tarafta oturan adam ise Oramiral'di. Amiral rütbesi, deniz kuvvetlerindeki en yüksek rütbeye sahip kişiye denirdi.
Karşımdaki sadece bu üç adam bile ülkenin Kara, Hava, Deniz donanmalarını birinci elden yöneten kişilerdi. İyi ki de fevri biri değilmişim. Eğer öyle olsaydım burayı asla dokunmaya cesaret etmemem gereken adamların başına yıkmış olacaktım.
"On askerimiz terör örgütleri tarafından neye yönelik seçilmiş oldukları bilinmeden tuzağa düşürülmüştür. Kimisi görev esnasında, kimisi yolu kesilerek, kimisi evinden zorla alı koyularak rehin alınmıştır. Askerlerimizden en son sinyal aldığımız yer Irak'ın kuzey bölgesinde bulunan Erbil şehridir. En son sinyal alınan saat üç gün önce sabah yedi sularına aittir. Aldığımız bilgiler doğrultusunda TSK'nın Irak'taki askeri üssü Başika Kampındaki askerlerimiz ile iletişime geçtik ancak askerlerimizin o bölgedeki yaptığı araştırmalar elde tutulur bir bilgiyi önümüze sunamamıştır. Sonuç itibariyle on askerimiz şu anda terör militanları tarafından kaçırılmıştır. Nedeni henüz bilinmese de örgüt yetkilileri askerlerimiz için doğrudan Bakanlık, MİT ya da TSK ile iletişime geçmek yerine veliahtlarla etkileşime geçmiştir."
Adam konuştukça arkadaki ekranda kaçırılan on askerimiz, Irak'ın Erbil şehri, oradaki askerlerin yaptıkları araştırmalar ve daha fazlası tek tek boy göstermişti. Babamla aynı ülkede bile değilmişiz, ben bu adamı nasıl bulacağım şimdi?
Kansu konuşmayı devir almıştı. "Hera bildiğiniz üzere veliahtların içine sızma görevinde büyük bir hızla ilerliyor. Hatta öyle ki daha üç gün önce bizim bırakın karayı, havadan bile içeri giremediğimiz Kamer bölgesine bizzat baş veliaht Kamer tarafından götürüldü." Kansu'nun överek anlattığı olay benim tuhaf arkadaşlarımın tuhaflıkları yüzünden gerçekleşmiş olsa da, bunu çaktırmamam gerektiğinden sanki işimde çok profesyonelmişim de Arem'i beni oraya götürmesi için ikna etmem bu sayede gerçekleşmiş gibi davranıyordum.
"Hera'nın anlattıkları doğrultusunda tam da tahmin ettiğimiz gibi şehrin güneyindeki bin dönümlük o arazinin çok yüksek düzeyde korunma alanı ile kuşatıldığı kesinleşmiştir. Bugüne dek oraya girebilen sadece Hera olmuştur. Ayrıca tüm bunların yanı sıra Hera o gün orada Kamer evinde on askerimizin kaçırılması ile ilgili çok önemli bilgilere de ulaşmıştır. Şimdi izninizle Hera'dan öğrendiklerini size anlatmasını isteyeceğim."
Herkesden onay mırıltıları çıkmıştı. Benim görevim zaten velihatların arasına sızmaktı. Eğer söz konusu babamsa, onları görevim bu olmasa dahi ispiyonlardım. Dolayısıyla biraz sonra anlatacaklarımdan hiçbir sebeple rahatsızlık duymamıştım.
"O gün oraya veliahtlardan Evren'in kız kardeşi Lara geldi. Oldukça telaşlıydı. Hatta en büyük şansım Lara'nın velihatlara ulaşamaması ve eve gelmesi olabilir. Kim olduğumu bilmedikleri için mi? Ya da benden onlara bir zarar gelmeyeceğini düşündükleri için mi? Bilinmez, ama yanımda oldukça açık konuştular. Lara o sabah mekan olarak adlandırdıkları yere bir adamın geldiğini ve adamın veliaht Arem ile görüşmek istediğini söyledi. Adam Arem'in orada olmadığını öğrenince, orada bulunan adamlara kaçırılan on askerin zarar görmemesini istemiyorlarsa onlara vereceği usb'i baş veliaht'a ulaştırmalarını söylemiş. İçindeki bilgileri harfiyen yerine getirmesi gerektiğini bildirmiş. Daha sonrasında belleği onlara vererek kimsenin yanına yaklaşmasına izin vermeden kendi kafasına sıkarak intihar etmiş."
Adamın intihar ettiği bilgisini verirken oldukça rahattım. Sanki her gün birilerine bu tarz bilgiler veriyormuş gibiydim. Rahatlığım veliahtlardan bana geçmiş olmalıydı.
"Veliahtların elinde aynı zamanda kaçırılan on askerin isim listeside mevcut. Bunun dışındaki herhangi bilgiye maalesef sahip değilim çünkü isim listesindeki son asker olan babamın ismini duyunca bayılmakla meşguldüm."
Bütün olayları harfiyen anlattığımda beni dinleyenler içerisinde bir tanesi konuşmayı ilk başlatan kişi olmuştu.
"Bayılmış olman dikkat çekmedi mi?" Onu kafamla onaylamıştım.
"Dürüst olmak gerekirse aralarında benden şüphelenenler de var, haz etmeyenler de. Bana karşı nötr olanları bile içlerinde mevcut durumda ancak, bunlar zaten öngördüğümüz şeylerdi. Veliahtlardan Arem ve Mert bana karşı şüphe içinde olmadıkları sürece diğerleri bir sorun arz etmiyor. Bayıldıktan sonra o iki veliahtın gözlerinde gördüğüm tek duygu vardı o da sadece endişeydi." Açıklamam onlar için yeterli olmuş olacaktı ki asıl olaya geri dönmüşlerdi.
Rütbesinin Orgeneral olduğunu bildiğim adam konuşmayı devam ettirmişti. "Kesinlikle! Eğer askerlerimize sağ salim ulaşmak istiyorsak o zaman o bellekte ne olduğunu öğrenmeliyiz."
Bir başkası lafa atlamıştı hemen. "Evet, buna katılıyorum ancak, o bellek şu an bu ülkede yanına yaklaşamayacağımız tek adamların elinde. Bunu nasıl becereceğiz? Eğer askerlerimizin infazı canlı yayında tüm dünya tarafından izlenilerek gerçekleşirse o zaman, ülkemiz için büyük utanç kaynağı olur. Bu bir şeref ve onur meselesidir." Elini sertçe cam masaya vurmuştu.
Sen dua et ki bey amca, eğer sana yanlışlıkla dokunmanın bile cezası üç yıldan başlamasaydı, on askerin şehit düşmesini sadece diğer ülkelere karşı kaybedilen itibara bağladığın için sana yapabileceğim çok vahşet dolu sahneleri sadece hayal etmekle yetiniyorum. Bi şey yok ! Bi şey yok! Bi şey var! Çok şey var aslında ama neyse ki sakinim.
Salonda benden başka buradaki tek hemcinsim olan o asık suratlı kadın yanlış değilsem adı Almina olacaktı, o konuşmuştu. "Elimizde çok güçlü silahımız var. Kendisi zaten şu anda aramızda. Eminim ki biraz sonra ona anlatacağımız planı sorgusuz sualsiz gerçekleştirmeyi kabul edecektir. Bu sayede biz de belleğe ulaşma imkanını onun sayesinde elde edeceğiz. Neticede o askerlerden biri bizzat onun babası. Öyle değil mi Hera?"
Kimin gözünü korkutuyorsun ki sen. Başrolünde benim olacağım şekilde plan oluşturacağını tahmin etmemek aptallık olurdu. Veliahtlara burada ki herkesden daha yakındım. Tabii ki bunun ekmeğini yemem gerekiyordu. Beni silah olarak kullanmayı onlar teklif etmezse bile ben böyle bir teklifte bulunurdum. Babam söz konusu olunca kimseyi tanımazdım. Kendimi de.
"Planınız ne?" Oldukça rahat tavırlarım doğrultusunda konuşmuştum.
"Seni kaçıracağız." Oldukça rahat tavırları doğrultusunda cevap vermişti.
"Kaçırılan askerleri kurtarmak için beni mi kaçıracaksınız? Vay canına, bu plan dahice." Alaylı şekilde ona bakıp gülmüştüm.
"Evet, aynen öyle, bu plan dahice." Benimle inatlaşmış olması ne hoştu öyle. Sanki kazanabilecekmiş gibi bir de konuşurken taklidimi yapıyordu.
"Aksi ne mümkün. Peki, söyler misin bayan üstün zeka, bunun bize sağlayacağı yarar ne?" Göz kırpıp sinirleri ile oynamaya devam etmiştim.
"Şöyle anlatayım bayan kurbanlık koyun, seni kaçıracağız ve veliahtlara özellikle de Arem'e yaşamanı istiyorlarsa belleği bize vermesini istediğimizi söyleyeceğiz." Onun sinirli surat ifadesinde kahkaha atmamak için kendimi zor tutarak bakıyordum.
"Aa, öyle mi? Peki Arem size bellekten nasıl haberiniz oldu diye sorarsa; ya aslında o çok önemli değil, sadece Hera sizden aldığı bilgileri bize vermek için aranıza sızdı. Oradan biliyoruz mu diyeceksiniz?" Bu kız kendini çok zeki falan sanıyordu herhalde. Eğer öyleyse ona çok üzücü bir haberim vardı çünkü kendisi tam bir geri zekalıydı.
"Bunu düşünemediğimi mi imâ ediyorsun?" Gülmüştüm. Masada ileriye doğru bedenimi yaslayarak ellerimi önümde birleştirmiş, gözlerimi doğrudan gözlerine kitlemiştim.
"Böyle bir planla geldiğine göre sadece bunu değil, komple düşünemediğini imâ ediyorum." Aynı şekilde o da bedenini beni daha iyi görebileceği şekilde masada ileri doğru hareket ettirmişti. Ortamda eksik olan tek şey kovboy filmlerindeki çalılığın tam ortamızdan geçmesiydi. Ağzını tam açıp konuşacaktı ki Kansu olaya dahil olmuştu.
"Hanımlar sakin olun lütfen. Her ikiniz de aynı amaç doğrultusunda buradasınız. Hera, Almina'yı sonuna kadar dinle lütfen. Plan buradaki herkesin onayından çoktan geçmiş durumda." Peki Kansu. Tamam Kansu. Eyvallah Kansu. Senin ben ta cibiliyetini seveyim Kansu. Kafamı olur anlamında aşağı yukarı sallamıştım. Ne vardı ki kaşlarım hâlâ çatıktı. Almina isteksiz isteksiz konuşmaya başlamıştı.
"Örgütün veliahtlara neden ulaştığı tahmin edilebilir bir şey. Yüksek olasılıkla veliahtlardan ya silah talebinde bulunuyorlardır ya da müttefikleri olan diğer ülkelerin kendilerine silah göndermelerine veliahtların o ülkelere ambargo koyarak karşı çıkmamalarını talep ediyorlardır." Derin nefes alıp uzun soluklu olacağını düşündüğüm konuşmasına kaldığı yerden devam etmişti.
"Veliahtlar, sandığının aksine bu ülke için canını verebilecek kadar vatanseverdirler Hera. Zaten silah sattıkları ülkelerde yaptıkları anlaşmaların ilk maddesi başta kendi ülkeleri olmak üzere müttefikleri olan ülkelere de silah doğrultulmayacağı, ayrıca hiçbir terör örgütüne silah satılmayacağı yönündedir. Hatta bundan iki yıl önce Fransa'nın veliahtlar ile anlaşma yaptığı hâlde, terör örgütlerine gizli yollardan silah sattığı ortaya çıkmıştı. Veliahtlar bu haberi alınca Fransa'ya iki yıllık silah ambargosu uygulamıştı."
Bu bilgi beni fazlasıyla şaşırtmıştı. "Yaptıkları tespitler ve operasyonlar sonucunda silahların tek tek satıldığı örgütleri çökertmişlerdi. Bu da Fransız askeri silahlanmasında büyük sarsıntılara neden olmuştu. Özetle bu iki yıl içerisinde Fransa gibi güçlü bir ülke'ye orta seviyedeki bir ülke savaş açacak olsaydı, bu Fransızlar için büyük bir kayıp olacaktı. Çünkü ambargodan dolayı hem askeri silah yetersizliği olacak hem de savaş açan ülkeye donanma ve silah yardımı bizzat veliahtlar tarafından yapılacağı için geçen bu süreç Fransa adına resmen kabus niteliğindeydi. Fransa'nın ambargo yasağı bundan iki ay önce kalktı ve geçen ay ilk silah sevkiyatı adalar üzerinden yapıldı."
Doğru mu anlamıştım? Benim silah mafyası dediğim bu adamlar vatansever mi çıkmıştı az önce? İşler giderek renk değiştiriyordu. En çok merak ettiğim olay madem bu adamlar ülke için kesinlikle hain değil, o zaman neden onların arasına sızdırıldığım düşüncesiydi. Almina devam etmişti. Ben de düşüncelerimden onun sesini duyunca tekrar çıkmıştım.
"Veliahtlar ülkemiz için oldukça önemli kişiler, tabii ki aynı zamanda Ulularda öyle. Şayet bu aileler her yıl ülkedeki toplam 17 bakanlığın 17'sine de milyon dolarları hiçbir talepte bulunmadan bağışlıyorlar. Ancak askerlerimiz de bizim için oldukça önemli. Veliahtlara tam olarak güvenebilir miyiz, bilmiyoruz?" Çok fazla konuştuğundan derin nefes alıp vermişti. Kendisine dinlemek için yeterli süre tanıdığında yeniden derin nefes alıp konuşmasına kaldığı yerden devam etmişti.
"Örgütün isteklerini yerine getirirlerse askerlerimiz kurtulabilir. Yine de on asker için oldukça büyük mevlaları gözden çıkarmaları gerekecektir. Hadi diyelim ki bunu kabul ettiler, bu durumda ya örgütün eline bize doğrultacağı silahlar geçecek ya da lanet örgüt diğer ülkelerle tekrar silah alışverişi içine girecek ve silahlar yine bize dönecek. Bu da bugün on askerimizi kurtarırsak yarın ülkemizin tehlikede olacağı anlamına gelir. Biz bunu istemiyoruz. Biz en kısa sürede örgütün hiçbir amacına ulaşmadan askerlerimizi kurtarmanın peşindeyiz."
Beyni olmadığını düşündüğüm kadın giderek mantıklı konuşmaya başlamıştı.
Devam edin bakalım, çünkü merak duygumu fazlasıyla harladınız. Bakışlarımı ondan asla ayırmadan sözlerini dinlemeye devam ediyordum.
"Veliahtların mekan diye bahsettikleri yer, ülkenin en büyük eğlence mekanı yani bir bardır. Mekan oldukça büyüktür. Bu mekanın zemin katını da sayarsak üç kattan oluşmaktadır. Zemin kat sadece ülkemizden değil, diğer ülkelerden gelen birçok insanın seyirci olduğu dövüş bahisleri için kullanılmaktadır.
Yer altı boksörlerinin ve dünya şampiyonlarının aynı anda ringte olduğu tuhaf bir yer. Tanışmış olduğun bu yedi adamın yedisi de dövüş izlemeye bayılır. Çok sık olmasa da dövüşmeye de bayılır. Aralarında herhangi bir konuda anlaşmazlık çıkarsa yeri geldiğinde bu ringte dövüşür, kazananın dediğini yaparlar. Eğer işin içinde Arem yoksa, kimin kazanacağı izleyenlerin bahis rekoru kırmasına neden olacak kadar çekişmelidir. Arem varsa zaten dövüş olmaz, çünkü baş veliahtın kaybettiği ring daha gerçekleşmemiştir."
Almina konuştukça mekan denilen yeri çok merak etmiştim. Veliahtları bir gün orada dövüşürken izlemeyi gerçekten çok isterdim.
"Mekanın ikinci katı eğlence alanıdır. İnsanların sabaha kadar içip ve dans ettiği devasa türden bardır. Üçüncü katın giriş izni sadece veliahtlara aittir. Oraya onlardan başka kimse giremez. Bizler o katı planlarını ve stratejilerini masaya yatırmak için kullandıklarını düşünüyoruz. Bunu doğrudan kanıtlayacak bilgiye sahip değiliz. Az önce de dediğim gibi o katta ne olduğunu sadece onlar biliyor?"
"Asıl tuhaf olan şey, onlar hakkında bu kadar şeyi nasıl bildiğiniz? Çünkü zaten her şeye mutabıksınız." Karşımdaki insan ne kadar güçlü olursa olsun, o kişiyi sorgulamadan edemiyordum. Şüphe duygusu benim hayatımın parçası olmuştu. Onlardan şüphe etmemi yadırgamamış, sakin sakin beni cevaplamıştı.
"Aslında biz sadece öğrenmemize izin verdikleri şeyleri biliyoruz. Mesela az önce anlattığım gibi zemin katta ne olduğunu biliyoruz ancak en üst katta ne olduğunu bilmiyoruz. Ya da başka bir örnek verecek olursam, onlara örgüt tarafından bir bellek götürüldüğünü biliyoruz ancak bellekte ne olduğunu bilmiyoruz. Yani onların istediğini biliyor, istemediğinde tıkanıyoruz.
Buradan anlayacağın sonuç, seni kaçırdığımızda veliahtların seni bellek konusunda suçlamayacağı. Zaten bellekten haberimizin olduğunu biliyorlar. Seni onlara karşı kullanırsak, belleği bize vereceklerdir. Korkmana gerek yok. Bu sadece blöf. En güçlü silahımızı kendi ellerimizle yok etmeyeceğizdir." Sözlerini tamamlar tamamlamaz gülümsemişti. Gülümsemesi tamamen sinsilik barındırıyordu. Gözlerine tiksinti ile bakmıştım. Son zamanlarda hayatıma giren insanların neredeyse tamamından tiksiniyordum. Maalesef ki bu insanlarla oldukça uzun süre içli dışlı olmak zorundaydım.
"Korkmuyorum. Kafama takılan şey, benim onların gözünde bir milletvekilinin kızı olduğum gerçeğidir. Öyle alelade bir aileden gelmiyorum ya hani, durum böyleyken beni riske atmanız, ailemden dolayı bana zarar veremeyeceğinizi düşünmelerine ve bunun blöf olduğunu anlamalarına neden olamayacak mıdır?"
Gözlerinin içine tüm içtenliğim ve merakımla bakmıştım. Ondan cevap bekliyordum. O ise çatık kaşlarının arkasından bakıyordu bana.
"Sen düşündüğümden de zekiymişsin." Sorguladığım noktaları düşünemeyeceğimi düşünüyor olmalıydı. Şaşırmıştı. Ben bu kızı pis döverdim.
"Evet, bunun biz de senin gibi farkındayız. Kaçırılma işlemi gerçekleştiğinde veliahtlara aynı zamanda seni kaçıranın bizzat milletvekili baban olduğu haberi gidecek. Çünkü sen öyle sıradan bir babanın kızı değilsin. Seni kayıtlara bu ülkenin en büyük vatansevdalılarından birinin kızı olarak geçirdik. Yani babanın vatanı için kızını feda edebilecek o adam olduğunu anlayacaklardır. Bu da blöf seçeneğini eleyecekleri anlamına gelir."
Aman ne güzel ya! Öz sahte fark etmiyor, nüfusta kızı olarak geçtiğim herkes beni bir şey uğruna kurban etmenin derdine düşüyordu. Nedir benim şu babalardan çektiğim? Bi şey yok! Bi şey yok! Bi şey var! Çok şey var aslında, ama neyse ki sakin falan değildim...
(🎭)
|
0% |