@mavimsu_
|
Hayatınız boyunca hep sevgiyle kalın, saygıyla kalın, aşkla ve de kitabımı okumaya devam ederek kalın
Keyifli okumalar dilerim.
(🎭)
Bölüm Sözü
Bir avuç toprak var senden geriye, biraz kara ve biraz da kirli. ‘Nasılsın toprak?’ diyorum, ‘Ölünün tekiyim,’ diyor. Bir toprak düşün ki, o bile içinde yatana özenti.
H.G.
(🎭)
24 Kasım 2025
Hera 2 ay 13 günlük hamile.
Düştüğün yerde durmaya devam ettikçe, bazen sinirlerin bozulur. Kafanı kaldırır, etrafına bakarsın; herkes düşüyor, herkesin düştüğü anlar var. Ama bir sen kalkamıyorsun, bir sen düştüğün yerde öylece duruyorsun. Kalkmaya çalışıyorsun, beceremiyorsun. Tıpkı düşmek istemedikçe düştüğün gibi, bunu yapmayı da beceremiyorsun.
Senin, diğer insanların aksine bir eksiğin var. Etrafındaki insanlar, onlardan kurtul. Onlar senin ayağına yapışmış, bacağını tutuyor...Sıkı sıkıya tutunuyorlar varlığına. Ayağa kalkmaman için seni çekiyorlar. Dost görünüyorlar ama onlar aslında düşman. Kurtul onlardan, yoksa asıl düşmanların sana hep tepeden bakacak.
Melankolik olmak istemiyorum, dram hayatımın bir parçası olsun istemiyorum. Yorgunum ve dinlenmek istiyorum. Daha ne kadar böyle devam edeceğim bilemiyorum.
Sınırlarım aşılıyor, kalkanlarım paramparça, duvarlarım yıkık. Düşman çok yakınımda, düşman bacağımda sıkı sıkı tutuyor beni, gitmeyeyim diye. Ondan kurtulamayayım diye her şeyi yapıyor. Düşman benden, benim olanları almak istiyor. Düşman ben olmak istiyor, düşman ailemi istiyor.
Korumam lazım ailemi, ailemden geriye kalan herkesi, kalbimi, ruhumu, aklımı… Onlara denk getirmem lazım. Benim başarmam lazım, benim ailemi korumayı başarmam lazım.
İçim yangın yeri, biri bizden gitti ve geri dönmesi imkansız misali. İntikamını alamadık, başaramadık, henüz yapamadık. Onu unutmak kolay değil, içimizde ondan geriye kalan büyük bir yara var. Onu aşamıyorduk, onsuzluğu aşabileceğimizi zannetmiyorduk. İyi gibi görünmeye çalışıyorduk, yaşıyor gibi görünmeye çalışıyorduk. Bir avuç ölü için yaşıyor gibi görünmek, iyi sonuçlardan biri olurdu.
Hepimiz buradaydık, hepimiz buradayken birimiz toprak altındaydık, birimiz de henüz doğmamıştı. Onun yanı başındaydık, onunla beraberdik. Uzun süredir bu mezarın başına biri gidiyor, biri geliyordu. Tek bir an, tek bir saniye bile yalnız bırakmıyorduk onu, bırakamazdık zaten. Alışamıyorduk onsuzluğa, alışacak gibi değildi.
Yan yana iki mezar vardı; birinde gurursuz bir veliaht, diğerindeyse gülpembe bir kadın yatıyordu. Mezarın mermerine oturan bendim. Ayakta çok durmam yasaktı. Veliahtlar buna izin vermiyordu. Mermerin taşı soğuk olur diye, Arem ceketini sermişti. Yerim rahat olsa da, kalbim hiç rahat değildi.
Yokluğu kalbime rahatsızlık veriyordu.
Arem baş ucumda duruyordu. Mert diğer yanımda duruyordu. Erdem, Hazar’ın mezar taşını silerken, Evren Lara’nın mezarına ektiğimiz pembe gülleri suluyordu. Doğu ve Batı bir köşede ağlıyor diye, Kansu onlarla ilgileniyordu.
Derin bir nefes çektim içime. Elim, varlığını hissettiğim ilk günden itibaren olduğu gibi, yine karnıma doğru gitmişti. Küçük şeyin olduğu yeri okşamıştım. Küçük falandı ama bana iyi geliyordu, güç veriyordu. Daha önce buraya çok kez gelmiştim. Hazar amca ve dayı olduğunu biliyordu, ona anlatmıştım. Muhtemelen konuşsa, “Bücür, sus artık, yalvarırım,” derdi. O kadar çok anlatmıştım ki, bir yerden sonra Arem arkamda belirmiş ve “Artık dinlenme saatiniz geldi, tanrıça,” demişti. Ben o gün Hazar’a bebeğimden bahsetmeye geldiğimde, saat akşam üstü 16.00 sularıydı. Benim dinlenme saatim akşam 20.00’da başlardı. Saatlerce Hazar’a annelik hakkında öğrendiğim her şeyi anlatmıştım. Annesizliğin ne demek olduğunu bildiğim için, iyi bir anne olamamaktan yakınmıştım.
Hazar beni dinlemişti. Hazar beni niye dinlemişti? Normal şartlarda o kadar saat konuşursam, başını ağarttığım için delirirdi. Hazar bana hiçbir şey demedi ve bu hiçlik, dünyadaki her şeyi duysam bile, canımı onun duyamadığım sesi kadar çok yakamazdı.
“Kansu…” Kansu’ya seslenmiştim. Arkamda bir yerlerde olduğu için yüzünü göremiyordum. Kısa zaman sonra simsiyah saçlı birinin başını karnımda hissetmiştim. Bu, sadece oflamama neden olmuştu.
“Bir şey mi oldu, amcacım?” Kulağını karnıma yaslamış ve de benimle değil, bebeğimle iletişim kurmuştu.
“Benimle ilgilenmeye ne dersin?” Karnımda duran kafanın üstüne elimi atmış ve koca bir saç tutamını avuçladığım gibi çekmiştim. Hareketim, acıyan canı yüzünden inlemesine neden olmuştu.
“Kendi yavrunu da kıskanmazsın.” Kendi yavrumu kıskandığım yoktu, sadece Kansu, yeğeninin varlığını öğrendiği andan itibaren benimle muhatap olmayı bırakmıştı. Elimi saçlarından çekmiştim, kafasını karnımdan kaldırıp, diz çöktüğü yerden doğrulmuştu.
“Canım yeğenimin doğması için gerekli olan canlı, söyle bakalım ne istiyorsun?” Kafamı oturduğum yerden ona doğru çevirmiştim. Herkes değişirdi ama Kansu asla.
“Aşerdim.” Kafasını gökyüzüne doğru kaldırıp nefes almıştı, adem elması yutkunduğu için inip kalkmıştı.
“Ne çekti canın, tanrıça?” Arem yanıma gelip mermerin diğer tarafında oturduğunda, Kansu’ya bakmıştım. Arem’e tip tip bakıyordu.
“Kurak toprakların bağrında yetişmiş, adını hayatım boyunca hiç duymadığım, kabile reislerinin tanrılarına adamak için yapraktan tabaklara koyduğu cins bir meyvedir kesin. Bir de soruyor musun?” Gözlerini Arem’den alıp bana doğru çevirmişti. İçinde volkanlar patlayan gözlerini gördüğümde, elimle karnımı göstermiştim. Bütün suç, karnımda gününü gün edenindeydi; konuyla ilgili hiç alakam yoktu.
“Bak bak, bir de ana olacak hemen suçu yeğenime attı.” Gerçekleri söylemek beni kötü bir anne mi yapıyordu, anlamış değildim.
“Ne var be? Farklı yaşantıları anlatan bir belgesel izlemişsem ne olmuş? İzlediğim belgeselde kabile hayatını anlatmışlarsa ne olmuş? Orada sadece beş saniye ekrana çıkan, adını şimdi bile hatırlamadığım bir meyveyi aşerdiysem ne olmuş? Ve sırf o meyveyi canım çekti diye seni Afrika’ya gönderdiysem ne olmuş? Benim için değer.” Kansu, eliyle burun kemerini sıkmıştı. Ağladım, ağlayacaktım; gözlerim şimdiden dolmuştu. Bebeğim benim ayarlarımla oynuyordu ve ben de buradaki herkesin ayarlarıyla oynuyordum. Arem, gözlerimin dolduğunu görünce arkadaşını uyarmıştı.
“Ağlarsa öldün.”
Çok medeni bir uyarı olduğu için kesinlikle ağlayacaktım.
"Çok nadir bir şeydi kızım. Koskoca veliaht olarak kabile reisiyle elimde mızrak, götümde yaprakla düello'ya girdim." Diğer yanıma Kansu oturmuş ve beni kendine doğru çekmişti. Başım göğsüne temas ettiğinde, Kansu saçımı okşamıştı.
"Abartma abi!"
Doğu'nun arkamızdan gelen sesini duyduğumda gülümsemiştim. Hazar'ın yanına her beraber geldiğimizde, onu yanımızda hissettiğimiz için hepimiz kısa sürede olsa neşelenirdik. Bir yerlerde bizi izliyorsa üzülmesin diye.
"Ne abartması oğlum! Adamın karşısında Timur'a karşı mal gibi kalmış Yıldırım Bayezıd gibiydim. Adamın filleri vardı."
Gülmek istesem de kendimi tutmuştum.
“Ben şimdi senden başka bir şey isteyeceğim ama bunun için öyle ülke dışına gitmene gerek yok,” kafamı Kansu’nun göğsünden kaldırdığımda Arem beni kendine çekmişti. İki kolu bedenimi sarıp sırtımı gövdesine yaslandığında, Kansu göz kırpmıştı.
“Allah razı olsun, ne diyelim.”
“Bana sizi anlatın,” Kansu’nun beni anlamadığı için kaşını çatmıştı. Bende kendimi daha uzun şekilde konuşarak açıklamaya çalışmıştım.
“Veliaht olmak için tam on yıl boyunca eğitim aldınız. On yıl boyunca eminim kayda değer anılarınız olmuştur. Bana içlerinden en ‘Oha!’ diyeceğimi anlatın. Şu an yeğeniniz tam olarak buna aşerdi.” Bedenimi Arem’e iyice yaslamış ve kafamı dik tutarak Kansu’ya bakmaya başlamıştım. Elimle karnımı işaret etmiş ve ona, konuşmasını imâ etmiştim.
“Neden ben?”
"Muhtemelen en boş boğazımız sen olduğundandır," Mert Kansu'nun yanında belirip elini onun omzuna attığında, Kansu suratını buruşturarak Mert'e bakmıştı.
"En çok beni sevdiği içindir. Siz kıskandığınız için kendinizi yediremiyorsunuz değil mi lan çakma tanrıça?" Aksini iddia edersem Timur'un fillerini de getirsem konuşmayacağını bildiğimden kafamı aşağı yukarı sallayarak onu onaylamıştım. Bunları yaparken yüzümde beliren gülümsemem bir an olsun düşmemişti. Arem'in huysuzlandığını hissettiğimde, elimle bedenimi saran elini tutup okşamıştım. Bazen söz konusu beni paylaşmak olduğunda çocuk gibi olabiliyordu. Elinin üstünü okşamam onu rahatlatmıştı.
"10 yıl boyunca birçok şey yaşadık, ama hangisi en inanılmaz olandı, kısa bir düşünme izni istiyorum," elini çenesinin altında birleştirip düşünmeye başlayan Kansu'ya bakmaya devam ediyordum.
"En ilginç olanı ben biliyorum sanırım." Batı yanımızda aniden belirip diz çöktüğünde bir eli karnıma gitmiş ve karnımı okşamıştı. Bu adamların bebeğimle ilgilenmelerini, o daha dünyaya gelmediği halde onunla temas etmeyi sevmelerini çok seviyordum.
"Korku testi! O gün sizin için tam olarak bir kabustu. Bence kesinlikle onu anlatmalısın." Korku testi mi daha önce duymamıştım? Veliahtlar 10 yıl boyunca eğitim almışlardı. Benim Arzem tarafından aldığım eğitim 2 yılı kapsıyordu. Oldukça sert ve kapsamlı şekilde yetiştirilmiştim. Buna rağmen onların aldığı eğitimin benim aldığım eğitimden çok daha sert olduğuna adım kadar emindim.
"Şimdiden tüylerim diken diken oldu, bak bir ürperti sardı beni." Erdem'in sesini duyduğumda, onun olduğu yere doğru bakmıştım. Hazar'ın mezarındaki yabani otları temizliyordu. Bir kulağa bizdeydi. Bir zamanlar gözleri bizde olmayıp kulağı bizde olan kişi Hazar olurdu. Şimdi onun yerini, onun yokluğunda Erdem almış olmalıydı.
“Bana bir şeyler anlat, ona ve bana sizi anlat; bu bize iyi gelecek, hissediyorum.” Elim karnımda yer edinmişti. Kansu bana baktıktan hemen sonra, elimin hareketini takip ederek karnıma odaklanmıştı. Gözleri karnımda durduğunda tebessüm etmişti. Arem’in eli kısa zaman içinde elimin üstünde yer edindiğinde, bende tebessüm etmiştim.
Bebeğimin bir takım hikayeler eşliğinde büyümesini istiyordum. Karnımda gelişimi gün geçtikçe artış gösteriyordu. Ona yedi cüceli pamuk prensesi, kurt ve kırmızı başlıklı kızı ya da kül kedisini anlatmak yerine veliahtları anlatmak istiyordum. Karnımda yer edinmiş, bana ait canlıyla beraber geçtiğimiz süre zarfı boyunca veliahtlarla olan anılarımın hepsini anlatmıştım. Onun psikolojisini bozmak istemediğim için sadece iyi olan anlarımızı anlatmaya özen göstermiştim.
Benim onlarla olan tüm anılarım bitmişti; şimdi bana ait olanımla beraber daha önce hiç bilmediğim veliaht anılarına aşermiştik.
Veliaht demek kardeşlik demekti. Dünya’ya henüz gelmemiş birine hayatla ilgili pek çok şey anlatılabilirdi. Bana göre, ilk önce aile anlatılmalıydı; diğer her şey aileden sonra gelirdi. Bana ait olanın ailesini bilmeye ve tanımaya en az benim kadar ihtiyacı vardı.
“İyi bakalım, başlıyoruz o zaman.” Kansu yeniden göz kırptığında, Arem’in göğsüne iyice yaslanmıştım; heyecan yapmıştım, hevesim surat ifademe yansımıştı, gülümsüyordum. Arem, kafamın üstüne öpücük kondurmuştu; karnımda duran elim, Hazar’ın toprağının üstünde durmuştu.
Hep bana ait olanı okşayıp sevemezdim; ara sıra benden gideni de sevmem gerekirdi.
“Sene bundan çok uzun zaman önce bir sene. Yıl 2011, o zamanlar hepimiz sırasıyla şu yaşlardayız,” Kansu elini havaya kaldırıp herkesi tek tek işaret ettikten sonra yeniden konuştu.
“Ben ve Arem 16, Erdem 18, Evren 19, Mert ve Hazar’da 15 yaşındaydı.” Hazar’ı eliyle gösterdiği yer, diğerlerinin aksine oturduğu mermerin içindeki toprak parçası olunca, parmağı içeri doğru katlanmıştı; eli yumruk olup toprağın üstüne düştüğünde, yerimde huzursuzlanmıştım. Arem beni kendine daha çok çekmişti; Kansu çoktan bir avuç topraktan fazlasına dalıp gitmişti. Bir anlığına Hazar'ın artık yaşamadığını unutmuştu. Gerçeği fark ettiğinde bu farkındalık onu şok etmişti.
“Tanrıça… Bir şey yap! Kansu’yu kendine getir. Lütfen,” Arem’in kulağımın dibinden gelen acı dolu fısıltısıyla dişimi sıkmıştım. Ne Arem ne de diğerleri Kansu’ya seslenecek cesareti kendinde bulamıyordu. Bana ihtiyaçları vardı. Bu adamların her seferinde silkelenmek ve kendine gelmek için bana ihtiyaçları vardı. Arem başını omzuma yaslamıştı; nefesinin sıcaklığı boynuma nüfus ediyordu, canı o kadar yanıyordu ki başını dik tutmaya gücü yoktu.
“Ay, tekme attı!” Aniden ve olabildiğince yüksek sesle haykırdığımda, Arem irkilmişti. Sanırım olması gerekenin biraz üstünde çığlık atarcasına tepki verdiğim için Kansu da dahil olmak üzere herkes, bakışlarının odağına beni almıştı. Birçoğu yerinden fırlayıp yanıma doğru gelmişti.
“İyi de, daha bacağı oluşmamıştır ki bunun, nasıl tekme atsın?” Erdem yanıma gelip hafif eğilerek karnıma bakmıştı. Bir karnıma, bir de bana bakıyordu; anlamamıştı ve olayı idrak etmeye çalışıyordu.
“Ne bileyim ben, attı işte. Yalan mı söylüyorum? Ne ima ediyorsun sen bana, yalancı mıyım ben?” Üst üste verdiğim yersiz tepkiler, Erdem’in teslim olurcasına ellerini havaya kaldırmasına neden olmuştu. Amacım, sadece bir yolunu bulup Kansu’yu içine düştüğü acılı hayal aleminden çıkartmaya çalışmaktı. Kansu gözlerini kırpıştırarak bana baktığında, bunu başardığımı anlamıştım; gerisi teferruattı.
Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, ne kadar iyi görünmeye çalışırsak çalışalım, bizler iyi değildik. Bizler, sadece iyi olmaya çalışan bir avuç aileydik. Aileden biri gittiğinde, o aile artık bir bütün olmaz; bir yarım olurdu. Yarım kalmış bir bütündük biz.
İnsanların sahip olduğu şeylerin kıymetini bilmesi gerekti; ailenin kıymetini biliyor olmaları gerekti. Ailesi olmayanlar ve ailesini kaybedenler, hayatta bir yerlere gelmek için uğraşıyorken, henüz ailesi yanında olanların sahip oldukları bu güzel olayın kıymetini biliyor olması gerekiyordu.
Onları tanıyalı belki çok uzun bir zaman olmamıştı; onlarsız geçen günlerim, onlarla beraber geçen günlerime kıyasla daha fazlaydı. Ancak bana hayat hikayeni anlat deseler, doğumumdan başlamak yerine, ilkokul, ortaokul, lise çağlarımdan başlamak yerine, onları tanıdığım ilk andan anlatmaya başlardım. Çünkü onları tanıdığım ilk an, kendimi tanıdığım ilk andı.
“Çirkin cadı, bir an önce doğur da artık hepimiz rahatlayalım,” Erdem bana ve hamilelik hallerime isyan edip tekrar yerine, yani Hazar’ın mezarının başına doğru gitmişti. Hazar’ın mezarına karşı çok titizdi; üzerinde en ufak çer çöp görmek istemiyordu, en ufak toz birikintisi görmek istemiyordu. Her tarafı tertemiz oluncaya kadar siliyor, süpürüyor, otları gerekirse tek tek eliyle yoluyordu.
Arem’in boynumun boşluk olan kısmına öpücük bıraktığını hissettiğimde tebessüm etmiştim. Bu, onun dilinde teşekkür etmekti. Benden istediğini yapmış ve Kansu’yu kendine getirmiştim. İkizler, abilerinin yanındaydı; ikisi onunla konuşuyor ve onu güldürmeye çalışıyorlardı. Aslında, az önce burada yaşanılan olayın herkes farkındaydı; sadece bazı şeyler, varlığı reddedilince atlatılması daha kolay oluyordu.
“Çakma tanrıça Hazretleri, artık hazırsanız ben başlıyorum,” Kansu, ikizleri eliyle yanından kovup, mermerin üzerinde bana daha yakın tarafa gelip oturmuştu. İçimde tekrar heyecan duyguları yeşermişti. Arem sımsıkıya bana sarıldığında, bir kez daha tüm içtenliğimle gülümsemiştim.
“Başla bakalım.”
Kansu, ‘hay hay’ dercesine kafasını sallamıştı. Bana göz kırptıktan hemen sonra sağ elini havaya kaldırıp, karnımın üzerine elini koyup orayı hafifçe okşamıştı.
“Ne ara bacakların çıktı senin, amcasının bir tanesi?” Ne yaptığını anladığımla, onun dışında her yere bakmaya başlamıştım. Bir ara Mert ile göz göze geldiğimde, kafasını iki yana doğru onaylamazcasına sallayıp gülmüştü. Kansu, onu kendine getirmek için bebeğimi kullandığımın farkındaydı.
“Uzatma da, anlat şu hikayeyi; meraktan çatlayacak yoksa,” Mert, imdadıma olayı anladığı için hemen yetişmişti. Kendisine uygun bir zamanda teşekkür etsem iyi olacaktı. Kansu, Mert’e doğru bakıp kafasını aşağı yukarı sallamıştı.
“Devamlı olarak eğitim aldığımız bir dönemdi; ulular bu konuda çok ısrarcı ve istikrarlıydı. Her birimiz ağır eğitimlerden geçiyorduk ve buna alışmıştık. Kendimizi bildik bileli bu böyle devam etmişti. Kim olduğumuzun farkındaydık, neden eğitildiğimizin farkındaydık. Farkında olmadığımız tek şey, nasıl eğitileceğimizdi,” gizemli ses tonundan ne ima ettiğini anlamadığım için kaşlarımı çatmıştım. Kansu, hemen konuşmasına kaldığı yerden devam etmişti.
“Her gün başka bir şeyle geliyorlardı. Her gün başka bir test yapılıyordu. Her gün başka bir olaya karşı mücadele etmek durumunda kalıyorduk. O gece geldiğinde yaşayacaklarımızdan habersizdik,” Kansu, kısık ve sert tutmaya çalıştığı sesiyle beni çıldırtmaya çalışıyorsa, bunu kesinlikle başarıyordu.
“Adam gibi anlat şunu, yoksa çarpacağım bir tane ağzının ortasına,” tıpkı onun gibi kısık tonda, yavaş yavaş ve tane tane konuştuğumda, kahkaha atmıştı. Kansu için kanser yapar uyarısı konulmaydı.
“İyi, tamam be. Bak şimdi, her şey tam olarak şöyle başladı,” sonunda normal ses tonuna döndüğünde, derin nefes alıp vermiştim.
∞
Kansu Özkurt’un ağzından geçmiş yazılacak olsa da, ara sıra geleceğe tekrar dönüş yapılacaktır. Güncel anlar Hera ağzıyla, geçmiş Kansu ağzıyla anlatılacak. Film gibi işte, öyle anlayın.
"Ulan baba! Oğlunu kaçırıyorlar, neredesin?"
Elim kolum sayamadığım kadar çok adam tarafından zorla alıkoyulmuştu. Kırk yılda bir eğitim süremizi ulular, erkenden uyuyabilelim diye azaltmıştı. Eve geldiğim gibi, izin günümde olduğum için uyumak istemiştim. Daha uykumu tam anlamıyla alamamışken, odam düzinelerce adam tarafından basılmıştı. Hazırlıksız ve savunmasız yakalandığım için kendimi tam anlamıyla koruduğum söylenemezdi. Sayıca üstün olmaları da başka bir dramdı.
"Baba, diyorum gelmezsin! İlla ulu mu diyelim? İlla uluyalım mı?" Kenan Özkurt ne yapıyordu? Hiçbir fikrim yoktu, umarım kardeşlerimi korumakla meşguldü ve ortalıklarda bundan dolayı görünmüyordu.
"Efendim, eğer bu kadar çok kıpırdanmazsanız, canınızı yakmak zorunda kalmayız." Uzun boylu iri yarı adam, ellerimi sırtımda ters kelepçe şeklinde tutarken benimle konuştuğunda kaşlarımı çatarak boynumun gerisinden ona bakmaya çalıştım.
"Beni efendin olarak görüyorsun, öyle mi?" Sesim fazlasıyla sert çıkmıştı. Diğer adamlar etrafımızda tetikte duruyordu. Düzinelerce korumam vardı, hangi cehennemdeydiler, kim bilir?
"Öyle, efendim." Adamın düz sesi bana içinde olduğum durumu sorgulattırmıştı. Ben onun efendisiydim, bunun da farkındaydı. Peki, bu durumda kolumu neden kırarcasına tutuyordu? Bu kadar eğlence yeterdi, içinde bulunduğum durumu yavaş yavaş idrak etmeye başlıyordum. Ben bu adamın efendisiydim ve benim efendim ortalıkta gözükmüyordu, kesinlikle bu işte bir iş vardı.
Ellerim sıkıca arkamda tutulmuştu, her iki kolum iri yarı adam tarafından kilitlenmişti. Ancak benim için bu sadece bir meydan okumaydı. İri adamın kavrama gücüne rağmen, bedenim hala bir silah gibiydi. Ben Kansu Özkurt'tum, ben bir veliaht'ın ta kendisiydim. Nefesimi derin derin aldım ve bedenimin her bir kasını kendim için aktive ettim. Esnekliğimi ve hızımı kullanarak, kollarımı döndürdüm ve iri adamın tutuşunu kırmak için aniden dönüş yaptım.
Hızla hareket ederek, vücudumu sıkıca yerden ittirdim ve iri adamın kavrama gücünü zorladım. Sonunda, anlık bir fırsatı değerlendirerek, havada hızlı ve sert bir dönüşle iri adamın kollarını kavrama gücünü aştım. Son bir hamleyle, bedenimi kuvvetle sallayarak iri adamın tutuşunu kırdım ve serbest kaldım. Ardından, hızlı ve keskin bir hareketle bana doğru bir kez daha yeltenen iri adamın tam da karın bölgesine onu acıdan kıvrandıracak kadar sert bir tekme attım, böylece onu yere sermiş oldum.
Etrafımdaki diğer adamlar sadece izlemekle yetinmişti. Beni hazırlıksız yakalamış olabilirlerdi, lakin eğer atağa geçersem pek şansları yoktu. Farkındalık, geri planda durmaları için yeterli bir sebepti.
"Ulular yine bir şeyler planlıyor olmalılar, bizi erkenden evlerimize göndermelerinin iyi niyet olmadığını en başından tahmin etmem gerekirdi." Etrafımdaki adamlara tek tek bakmıştım, her birinin başı önüne eğikti. Az önce yere serdiğim adam kısık kısık inliyordu. Onun dışında kimseden ses çıkmıyordu. Kendi kendime söyleniyor olmam bile şu an için sadece beni bağlıyordu.
"Çıkın ve üzerimi değiştirmem için 5 dakika kapıda bekleyin." Elimle hepsini kovduğumda, yerde yatan arkadaşlarını da alarak hızlıca odamdan dışarı çıkmışlardı.
"Bir dakika, bir dakika, şimdi sen, iki metrelik adamı 16 yaşında bir ergenken dövdüm mü diyorsun? Kusura bakma, narsist, ama hassiktir lan orada!" Sözlerim üzerine Kansu, ağzını kapatmak zorunda kalmıştı. O, dikkatini hikayeye vermiş, pür dikkat anlatmakla meşguldü. Araya kaynak yapınca susmuştu, kısa süreliğine tabii.
"Çakma tanrıça Hazretleri unuttunuz galiba, ama olsun, ben yine de üşenmez, hatırlatırım. Ben 16 yaşında bir ergen değildim, ben, 9 yaşından 16 yaşına kadar her gün deli dehşet eğitilmiş bir veliahtım. Aradaki farkı anladıysan devam ediyorum." Kafamı aynen aynen şeklinde aşağı yukarı salladığımda Arem'in hafif gülüşünün sesi tekrar kulaklarıma doluşmuştu, bana olan sarılışı bir an bile kesilmemişti. Kansu'yla uğraşmam her zaman olduğu gibi şimdi de hoşuna gitmişti.
"Aslında bir yere kadar bende ikna olmuştum, ama o havada ters takla kısmı bana da geçmedi maalesef." Doğu, bizimle değil, ikiziyle konuşuyordu.
"Ben ona inandım aslında, ama Hulk gibi anlattığı adamı, tek tekmesiyle devirmiş olması biraz uçuktu." Batı yön2 olarak Doğu'ya karşılık verdiğinde, onları onaylamazca izlemiştim. Kesinlikle ikisi de olmuyordu, onlar da en az benim kadar abileriyle uğraşmayı severdi. Hepimiz Kansu'nun dövüş konusunda inanılmaz derecede iyi olduğunun farkındaydık, yine de onun yüzünün aldığı şekli görmek her şeye bedeldi.
"Anlatmıyorum." Kansu, iki elini önünde birleştirip bize tepki olarak hikayeyi yarıda bırakmayı tercih ettiğinde, elimle hemen karnımı işaret etmiştim. Bakışları oturduğu yerden karnıma kaydığında, tekrar konuşmuştum.
"Anlatıyorsun." Kafasını hızlı hızlı aşağı yukarı sallamıştı. Yeğenine zaafı vardı, amca olmak konusunda bu kadar iyi olan birinin babalığını merak etmiştim.
"Güzelim, sen ne diye buna anlattırıyorsun ki, bunun olayı palavra zaten?" Mert, yan tarafımda alaylı şekilde konuştuğunda, ekip olarak herkesin Kansu'nun üzerine gittiğini hissetmiştim. Keza Mert'in üzerine Erdem ve Evren de onu onaylayan mırıltılar çıkarmıştı. Yerimde huzursuzlanmaya başladığımda, boynuma bir öpücük daha kondurulmuştu.
"Kansu böyle şeylere kırılmaz, tanrıça." Kansu'nun surat ifadesinden alınmadığı anlaşılıyordu, aksine çoktan laflarını arka arkaya sıralayarak kardeşlerine kendini ispatlamaya başlamıştı bile. Bunun yaparken her 20 saniyede iki veliahta en az 3 tane laf sokuyordu. Bugün burada alınacak biri varsa, o da asla Kansu değildi.
"Her neyse, sizinle daha uğraşırdım, ama yeğenime bir şey anlatıyordum değil mi?" Kansu tekrar bana döndüğünde, daha doğrusu Kansu tekrar karnıma döndüğünde, dişlerimi sinirle sıkmıştım. Beni umursamıyor oluşu, az önce ona karşı kabaran vicdanıma ayar olmama neden olmuştu.
"Nerde kalmıştım ben... Ha, tamam, hatırladım." Kansu'nun sesiyle yeniden gevşemiştim, başım Arem'in göğsünde yer edindiğinde hikaye kaldığı yerden devam etmişti.
"Lan oğlum, Arem uçmayı ne zaman öğrendi?" Şokla etrafıma bakmıştım. Ulular bu kez çok büyük oynuyor olmalıydı. Öyle ki, gördüklerim karşısında şok olmamak mümkün değildi.
Kocaman bir arazideydik, etrafta düzinelerce adam vardı. Ulular etrafta yoktu, güzelik uykuları bozulmasın diye burada olmadıklarına emindim. Etrafa direkler yerleştirilmişti, koca alan o direklerin ışığıyla aydınlanıyordu. "Kansu Bey, defalarca kez söylediğim gibi, Ulular en büyük korkularınızı yenmeniz için bizden böyle bir şey yapmamızı istedi. İnat etmeyi kesip, girin artık şu havuza."
Gözlerimi sımsıkı kapatıp başımı gökyüzüne doğru kaldırmıştım. Kafam, yukarı doğruyken gözlerimi yavaşça açmıştım. Gözümü açar açmaz etrafıma odaklanmıştım ve Arem'i gördüğümde ağzımdan kaçan küfüre engel olamamıştım. Bu da baş veliaht diye her yerden çıkıyordu.
"Kansu! Doğru düzgün anlat şunu!" Arem'in öfkeli sesini işittiğimde, heyecanımın arasına bomba gibi düşüp konuyu dağıttığı için öfkeyle solumuştum.
"Ya, konuyu dağıtmasana." Boynumun gerisinden başımı çevirip ona doğru baktığımda yeşil gözleri kısılmıştı.
"Düzgün anlatsın o da." İnat etmenin hiç sırası değil, veliaht. Kaş çatma sırası bana geçtiğinde, bir başka ses duyduğumuz için ikimiz de o tarafa doğru bakmıştık.
"Kolay kolay Kansu'ya hak vermem, ama bence o günü gayet güzel anlatıyor." Evren, Arem'e sırıtarak baktığında, Arem'in ağzından tek bir söz çıkmıştı.
"Kansu!"
"He buyur."
"Evren'li sahneleri anlat hemen." Kansu, bir Arem'e bir de Evren'e bakıp kahkaha atmıştı. Evren dışında herkes sırıtıyordu, o gün tam olarak ne yaşamıştı bunlar?
"Sakın." Kansu, Evren'e sırıtarak baktığında, aslında Evren için çok geç olduğunu anlamıştım.
"Oğlum, en şanslımız yine Evren çıktı. Adamın korktuğu şeye bak, PALYAÇO!" Yüksek sesle konuşarak diğer herkesin beni duymasını sağlamaya çalışıyordum.
"Yaşından başından utan, Evren." Bir kez daha Evren'e seslendiğimde, demir parmaklıklarla sarılı kutu benzeri alanın içinde ecel terleri döktüğünü görmüştüm. Evren'i bir kafese koymuşlardı, kafesin içine de en büyük korkularını koymuşlardı: üç tane palyaço. Az sonra ağzıma sıçacaklarını bilmesem, kafesin içinde kaçacak delik arayan ve ona yaklaşan palyaçolara tepki vermek yerine, kalpten gidecek olan arkadaşımı gördüm diye gülmekten ortadan ikiye ayrılırdım.
"Ulan, it kes lan sesini!"
"Çok konuşma abi, malum yakalarlarsa sobe sensin." Evren'i ve onun ecel terlerini sabaha kadar izleyebilirdim aslında. Adamların üzerindeki o kıyafetler olmasa, üçünü tek seferde yere sererdi. Bu onun için çok kolay olurdu, lakin korkunun palyaçoya faydası olmuyordu.
"Ben mi kaçacak delik aradım? Az yalan at, it!" En heyecanlı yerinde araya yine kaynak yapıldığında, az daha tüm içtenliğimle dalacaktım hepsine.
"Hiç öyle söylenme abi. O geceye kadar seni hepimiz ateist bilirken, adamlar sana her yaklaştığında, tanrıya adım adım yaklaştığını gördüm ben." Kansu susar susmaz, Erdem onu desteklemişti.
"Doğru dedin lan, ayet'el-Kürsi'yi ben bilmezken, sen nereden bildin de okudun kardeşim?" Erdem, Evren'in omzuna elini attıp konuştuğunda, kahkaha atmıştım. O an orada olmayı gerçekten çok isterdim.
"Öyle mi dersin Erdem????
Kansu!" Evren, Kansu'ya seslendiğinde, Kansu tüm umursamazlığıyla Evren'e bakmıştı.
"İstek parçan Erdem galiba."
"Ta kendisi." Erdem, Kansu'ya doğru öne atıldığında, ikizler yolunu kesmişti.
"Bu eğlence kaçmaz abi, kusura bakma, ama bu kez sonuna kadar abimin tarafındayız." Batı'nın sesini duyduğumda, ona hemen karşılık vermiştim.
"Yeni nesil veliaht olan ben, baş veliaht olan Arem ve son olarak minik, küçük, tatlış veliahtcığımız da sonuna kadar team Kansu diyoruz." Kansu bana doğru elini uzattığında, yerimden hafif doğrularak onunla çak bir beşlik yapmıştık.
"Ben öyle bir şey demedim." Arem'in sesi kulağıma doluşur dolaşmaz, dirseğimle karnına darbe atmıştım. Acıyla inlediğinde konuşmuştu.
"Vazgeçtim diyormuşum." Sevecenlikle gülümseyip, dirsek attığım göğsüne sırtımı yüzsüzlükle tekrar yaslamıştım. Böyle böyle yola gelecekti.
"Erdem... Orada, havalar nasıl? Sıkı sıkı giyindin inşallah. Hasta olmanı istemeyiz." Şu yola beraber çıktığım arkadaşlarımın korkularına baksınlar. Adam akıllı korkusu olan yoktu içlerinde. Adamlar, antin kuntin ne kadar şey varsa bulup onlardan korkuyordu. Soğuktan korkan adamı olur lan, oluyormuş.
Mesela, Erdem Eraslan dünya üzerinde korkabileceği o kadar çok şey varken, soğuktan korkuyordu. Adamı yere zımbalamışlardı, yüksek ihtimalle onu buraya bayıltarak getirmişlerdi. Aksi halde o iri veliahtı, yere sakız gibi kimse yapıştıramazdı.
"Ulan, ben bunu çok pis döverim," demişti Erdem. Yine araya kaynak yapıldığı için burun kemerimi sıkmıştım. Ben bugün birini dövecektim ama hadi hayırlısı.
"Susta, anlatsın ve bugün bitsin," Arem, benden önce Erdem'i uyardığında, onu kafamla onaylamıştım.
"Abi sakız diyor ama."
"Gerçekler acıtıyorsa, demek ki," Kansu konuştuğunda, Erdem yine atağa geçmişti ve ikizler yine onun önünü kesmişti.
"Her neyse. En son nerede kalmıştım, canım yeğenim? Hah, tamam hatırladım," Kansu bir kez daha karnıma bakarak konuştuğunda, geçmişin kapıları yeniden açılmıştı.
Soğuktan korkmak nasıl bir korkudur? Anan seni kutuplarda mı doğurdu? Hayır, bu neyin korkusu! Erdem'in elleri ve kolları bağlı vaziyette yerde boylu boyunca yatarken, üzerine kova kova buz döken adamlar, her saniye onun yaratıcı küfürlerinden nasibini alıyordu.
"Kansu, ulan Kansu, birazdan sıra sana da gelecek. O havuzun içinde seni bekleyeni gördüğünde göreceğim ben seni," büyük ve devasa havuzun içinde beni bekleyen şeyin ne olduğunu az buçuk tahmin edebiliyordum. Erdem'in hatırlatmasına gerek yoktu; bu dünyadaki en büyük korkumu babam çok iyi bilirdi. Eğer bugün ulular, bizim var olan en büyük korkularımızı yenmemizi hedefliyorlarsa, o zaman benim babamın o havuzun içine ne koyduğunu çok iyi biliyordum.
Hayır, okyanustan onu buraya nasıl getirdi? Hiçbir fikrim yoktu. Ululara bir şey imkansız deyin, sonra oturun izleyin.
Erdem, soğuktan korkardı. Evren, palyaçolardan korkardı. Benim korktuğum o şey hemen yanı başımdaydı. Mümkünse beni onunla hiç yüz göz etmesinlerdi. Arem, yüksekten çok korktuğu için onu bir vincin tepesine ayaklarından bağlatıp aşağıya doğru sarkıtmışlardı. Adamın en büyük korkusu yükseklik olmasına rağmen, sadece tepkisizce duruyor ve onu aşağı indirecekleri zamanı bekliyordu. Benim adım Kansu ise, şu an içinden Kur'an'ı hatim ettiğine ama sırf havası bozulmasın diye tepkisiz durduğuna emindim.
Geriye iki kişi kalmıştı: Hazar ve Mert. Onlar muhtemelen gözümün görmediği bir yerlerdeydiler, yani tam olarak arkamda.
Kafamı arkama doğru çevirdiğimde, bir sandalyenin üzerinde eli kolu bağlı vaziyette duran Mert'i görmüştüm. Onun korkusunun ne olduğunu bilmiyordum, baygın bir vaziyette bir sandalyenin üzerinde öylece duruyordu. Veliahtlar artık gözüme fazlasıyla tuhaf görünmeye başlamıştı; her birinin ayrı bir fantezisi vardı.
Mert'in yanında duran adama gözlerim kaydığında, onun buradaki takım elbiseli diğer herkesten farklı olduğunu görmüştüm. Bu adam bir doktora benziyordu, üzerinde doktor önlüğü vardı, boynunda steteskop ve yüzünde maskesiyle öylece duruyordu. Adamın yanında bir hemşire vardı, sanırım buradaki tek kadındı. Mert için getirilmişti, şanslı piç.
Kadına gözlerim kaydığında, onun da bir hemşire olduğunu görmüştüm. Gözlerim giderek kısılıyordu; adam akıllı korkusu olan bir kişi bile etrafımda olmaması durumu benim açımdan oldukça saçma bir noktaya getiriyordu. Hemşire kıyafetli kadın, elindeki bir şişe suyu, baygın bir vaziyette yerine oturmuş olan arkadaşımın kafasından aşağı dökmüştü. Suyun kaldırma kuvvetiyle beraber ayılan Mert, gözlerini hızla açmış, etrafını kontrol etmişti. Bakış açısına giren ilk şey doktor ve hemşire olunca, buradan gördüğüm kadarıyla sertçe yutkunmuştu.
Bu gözlerimi daha fazla kısmama ve durumu idrak edemediğim için yüzümü buruşturmama sebep olmuştu. Kısa süre sonra doktor ve hemşirenin elinde birer tane iğne gün yüzüne çıkmıştı. Mert'in her iki iğneyi görür görmez verdiği tepki bayılmak olunca, onun bu dünyada en korktuğu şeyin iğneler olduğunu anlamıştım. Elinle burun kemerimi sıkıp, onun için sadece Tanrı'dan akıl fikir dilemiştim. Kazık kadar adam iğneden korkuyordu, akıl alır gibi değildi.
"Gel lan buraya," yine kaynak ve yine kaynak ve yine kaynak. Her seferinde biri mutlaka hikayenin içerisine bodoslama dalıyordu. Elimle burun kemerimi tıpkı geçmişteki Kansu'nun yaptığı gibi tutup sıkmıştım.
"Küçük bir iğneden dolayı bayılan bir adam için fazla emrivaki yapıyorsun, kardeşim," Kansu bugün veliahtların hepsinden toplu dayak yiyecekti; bu kesinleşmişti. Önemli olan Kansu'nun dayak yiyip yememesi değildi. Önemli olan Kansu'nun dayak yemeden önce bana bütün hikayeyi anlatmış olmasıydı; veliahtlar buna bir türlü izin vermiyordu.
"Seni bir çuval iğnenin üzerine oturtmazsam, bana da Mert demesinler," ikizler abilerini korumak için hangi veliahtı tutacaklarını şaşırmışlardı. Abileri de yerinde durmuyordu ki; sürekli olarak birine mutlaka sataşıyor, birinin sabrının sınırlarını sonuna kadar zorluyordu.
"Ya bir durun abilerim, gözünüzü seveyim, bir durun ya. Bırakın hikayeyi anlatsın ve bugün burada noktalansın, susmazlar biliyorsunuz. Ne Hera sonuna kadar hikayeyi dinlemeden susmaz, ne de abim sonuna kadar anlatmadan susmaz," Kansu ile birbirimize aynı anda bakıp, Batı'nın isyanını değerlendirmiştik. Sonunda ikimizin de yüzünde beliren sırıtış; aslında onun isyanının sonuna kadar haklı olduğu yönünde olmuştu.
"Kansu, senin erkek halin gibi tanrıça."
Arem kulağımın dibinde sesini duyurduğunda, boynumun gerisinden ona doğru bakmıştım. Bu dünyada benden bir tane olduğunu daima savundukça, hayat başka gerçekleri yüzüme yüzüme vuruyordu.
Bir zamanlar dünya üzerinde hiç kimse bana benzeyemez, ben eşsizim derdim. Bir başka gün, aslında var olan birinin klonu olduğunu öğrenmiştim. Bu gerçekliğin altında ezilmiş, fakat zamanla bunu kabullenmiştim. Benim için fazlasıyla zor bir kabulleniş olsa da, bunu başarmıştım. Artık yüz olarak eşsiz olduğumu savunmasam da, karakter olarak eşsiz olduğumu savunuyordum. Benim karakterime benzeyen bir karakterin dünya üzerinde var olduğunu sanmıyordum. Arem aslında farkında olduğum, fakat varlığını reddettiğim bir gerçeği yüzüme vurmuştu. Veliahtlar gibi, ben de Kansu ile huy olarak birebir aynı olduğumuzun farkındaydım.
Genel olarak ikimiz de insanlara laf sokmaya bayılırdık. Dediğimiz dedikti. Daima bizim isteklerimiz öncelikliydi, her zaman haklı olan bizdik. Uyuz ve gıcık bir yapıya sahiptik. Bizi hiç tanımayan insanlar bile bize karşı nefret duyabilirdi ve biz bununla sadece gurur duyardık. Yine de, ikimizin de asla kabullenmeyeceği bir şey vardı, o da birbirimize benziyor olduğumuz gerçeğiydi. Bunun farkındaydık. Kansu da ben de bu gerçeği sonuna kadar reddediyorduk, ve de etmeye devam edecektik.
"Şu narsistin bana benziyor olması, onun için mükemmel bir şey olsa da, aynı şeyi benim için geçerli değil. Yani veliaht, bir daha sakın onu bana benzeterek beni aşağılama." Arem'in kahkahası kulaklarımda çınladığında, onun gülüşünün sesini ilk gün olduğu gibi hala çok sevdiğimin farkına varmıştım; güzel gülüyordu, vesselam.
"Nasıl istersen, tanrıça." Başımın üstüne bir öpücük kondurduğunda, kafamı yeniden en son birbirlerini yemekle meşgul olan veliahtlara doğru çevirmiştim.
"Hazar'ı anlat," Kansu'ya doğru seslendiğimde, kendisi tam olarak veliahtlara laf yetiştirmekle meşgul durumdaydı. Aniden konunun içerisine daldığımdan ötürü susmuştu. Diğer herkes, onunla beraber susmuştu. Kafası ağır ağır bana doğru dönmüştü; Kansu, kısa süreliğine bana baktıktan hemen sonra, oturduğu mezar taşının içinde yatan adamın olduğu kısıma bakmıştı. O kara toprağın üstüne bakmıştı; onun bizimle olan tek bağı bu kara topraktı.
Hepimiz, Kansu ile beraber o kara toprağa bakmıştık. O kara toprağı izlemiş, incelemiştik. Bütün özlemimizle bakmıştık, bütün saygımızla, bütün sevgimizle ona bakmıştık. Ona baktığında, onu görememekti bizimkisi; ona baktığında, ondan geriye kalanı görmekti bizimkisi. Boğazında bir yumru olur, yutkunamazsın; kalbini atar ama sesini duyamazsın; nefes alırsın ama tad alamazsın; zaman geçer ama farkında olmazsın. Tam o anın içindeydik, öyle bir haldeydik. Her birimiz, bizden giden bir parçamıza öylece bakakalmıştık.
"Onun en büyük korkusunu tahmin edebiliyorsundur," Kansu bakışlarını kara topraktan ayırmadan konuştuğunda, aslında konuştuğu kişinin ben olduğumun farkındaydım.
"Elbette," Hazar Orhon'un en büyük korkusunu çok iyi biliyordum. Hazar Orhon'u daha iyi bilmeyi istesem de, şimdilik sadece bununla yetinecektim.
"Yılanlar, çakma tanrıça, çok yılanlar ve fazlasıyla bol yılanlar," Kansu'nun yeniden ortaya çıkan alaycı sesi gülümsememe neden olmuştu. Kansu'dan Hazar'ı dinlemek, işte bu gerçekten enteresan bir deneyim olacaktı.
"Sizin yedi sülalenizi sikerim lan, o kutuları açarsanız, o kutuları buraya boşaltırsanız andım olsun, hepinize o kutuları tek tek yediririm. Duydunuz mu lan beni sikikler, bırak lan sen de beni," kulaklarım bayram etmeye devam ediyordu. Hazar'ın korkusunun ne olduğunu kutuların içinden gelen tıslama seslerinden gayet rahat anlayabiliyordum. Hazar da benim gibi bir takım hayvansal canlılardan korkuyordu. Tabii yedi düvel bir araya da gelsek, onu korktuğuna kabullendiremezdik.
Hazar'ı tıpkı Evren gibi bir kafese tıkmışlardı. Hazar'ı zapt etmek zor olduğu için adamlar eli kolu bağlı olduğu halde onu tutmaya devam ediyordu. Tam önünde 5 adet kutu vardı. O kutular açılırsa, muhtemelen hayatım boyunca hiç duymadığım küfürleri bizzat onun tarafından duyacak kelime haznemi fazlasıyla genişletecektim. İçerideki adamlardan biri elindeki bıçakla kutuları teker teker açmıştı. İşte bu kesinlikle izlemeye değer bir görüntüydü.
Kutuların kapakları her açıldığında Hazar'ın sertçe yutkunluğuna an ve an şahitlik ediyordum. Olduğum yerde fazlasıyla heyecan yapmıştım, elim başımın üstüne gitmişti. Dünyanın en aksiyon dolu filmini de izlesem, şu anki kadar heyecan yapmayacağıma emindim. Kutular açıldıkça içlerinden siyah, uzun, pullu canlılar çıkıyordu. Hazar'ın küfürleri kısa süreliğine durmuştu. Şokla kutulardan çıkan uzun ve siyah yılanlara bakıyordu gözleri giderek büyüyor, onu sıkı sıkıya tutan adamların elinde put gibi duruyordu. Onun adına fazlasıyla üzüldüğümü söyleyebilirdim. En azından diğerlerinin aksine adam akıllı bir şeyden korkuyordu. Dünya üzerinde palyaço ve soğuktan korkan nadir insanlar varken, emindim ki yılanlardan korkan sayısız insan da vardı.
"Anasını avradını, yolunu yordamını, her şeyinizi top yekün sikerim, uzak tutun lan onları benden," siyah yılanlar Hazar'a doğru sürünerek yaklaştığında, Hazar artık tepkisiz durmanın onun için fayda sağlamayacağına kanat getirmiş olmalı ki, onu tutan adamlara düz gitmeye başlamıştı. Yılanlar kutulardan çıktıkları gibi sanki böyle eğitilmişçesine hızlıca Hazar'ın olduğu yere doğru sürünmeye başlamışlardı.
Hazar kaçmaya çalışıyordu. Onu ilk kez savaşmak yerine kaçmaya çalışırken görmüştüm, bu beni fazlasıyla şaşırtmıştı. Hazar için kaçıp gitmek pek mümkün olan bir şey değildi, o daha çok bir savaşçıydı, yangına körükle giderdi, savaşırdı, daima dimdik dururdu. Her ne olursa olsun savaşmaktan kaçmazdı. İlk kez onu savaşmak yerine kaçmaya çalışırken görmüştüm. Savaşsın diye onu orada tutan adamlar bana gerçek Hazar'ı sorgulatmıştı. Uluların bizim için yaptıkları şey iyi miydi yoksa kötü müydü, bunu bize zaman gösterecekti. Ulular, bizim yenilmez olmamızı isterlerdi, dimdik durmamızı, daima savaşmamızı isterlerdi, her şeyden öte hiçbir şeyden hiçbir şartta ve gerekçede korkmamamızı isterlerdi.
Korkularımız her neyse, onları tek tek bulmuş bir gece ansızın bizi sıcak yataklarımızdan çıkarıp, korktuğumuz her şeyin kucağına atmışlardı. Korkularımız dört duvar gibi etrafımızı sardığında, onlarla savaşmamız onların bizden istedikleri tek şeydi. Ancak, böylece onlara yaraşır birer Veliaht olabilirdik, her Veliaht bir yerdeydi, her birinin başı başka bir dertle örtülmüştü, yine de hiçbiri pes etmiyordu, belki küfür ediyorlardı, belki ayılıp bayılıyorlardı, belki öylece tepkisiz duruyorlardı. Ama her ne yapıyor olurlarsa olsunlar, hiçbiri pes etmiyordu. Hiçbiri durun demiyordu, böyle bir talepte bulunmuyordu. Bize bu öğretilmişti. Bizden istenilen şey buydu. Eğer korkusuz olmamızı tamamen, tüm korkularımızdan arınmamızı istiyorlarsa, o zaman her birimiz bu gece olacak olanlara her ne kadar hazırlıksız yakalanmış olsak da hazırlıklı davranacak, gardımızı asla düşünmeyecek, her ne pahasına olursa olsun pes etmeyecektik. Bu gece mevcut korkumuz, her neyse üzerine sonuna kadar gidecek ve yarına korkusuz olarak uyanıp, devam edecektik.
"Ee, niye sustun şimdi?" Kansu sustuğunda ona yüzümü buruşturarak bakmıştım. Bir nevi sustuğu için somurtuyordum.
"Hikaye bitti çünkü," ona alaylıca bakmaya başlamıştım. Zeki şey, herkesi tek tek anlatmış, hikaye kendisine geldiğinde susmuştu. Yer miydim lan ben bunları?
"Öyle mi? Bana sanki bir şeyi atladın gibi geldi." Oturduğu yerden hızla kalkıp yanımdan uzaklaşmıştı, benden olabildiğince uzağa gidip öylece konuşmuştu.
"Her şeyi en ince detayına kadar anlattım. Sana öyle gelmiş olmalı," başımı peki, madem öyle olsun dercesine ağır ağır aşağı yukarı sallamıştım. Ben bunu boş verebilirdim, ama sabah'tan bu yana laflarıyla kanser ettiği veliahtlar kesinlikle boş vermeyecekti. Farkında olduğum gerçeklik beni fazlasıyla umursamaz yapıyordu.
"Yok öyle kaçamak aslanım, hikayenin en zevkli kısmı tam olarak senin atladığın yer." Evren, bizden uzaklaşan Kansu'nun önünü kesip omuzlarından sıkarak konuşmuştu. Alaycı bakışları ve sıradan yüzü eğlenme sırasının ona geçtiğini kanıtlıyordu.
"Ben hiçbir yeri atlamadım. İftira atmayın şu mümin zata." Kansu isyan bayraklarının sonuna kadar çekmiş, aklınca var olan gerçekliği inkar ederek kendini işin içinden sıyırmayı hedefliyordu.
"Hiç iftira olur mu? Biz sadece unutmuş olma ihtimalini anlatmaya çalışıyoruz, güzel kardeşim," Mert'e yerinden kalkıp ikilinin olduğu yere doğru gitmiş ve Kansu'nun gözlerinin içine baka baka onunla alay etmeye devam etmişti. Kansu, veliahtların eline çok pis düşmüştü. Veliahtlar, kesinlikle onu kolay kolay salmayacaktır.
"Benim hafızam jilet gibi keskindir, hiçbir şey atlamadım, unuttuğum bir şey de yok." İkisine ağır ağır bakmıştı, hemen sonra yerinde durmadan hızlı hızlı tekrar konuşmuştu. "Siz şu an benim üzerime mi oynuyorsunuz, hayırdır, benimle bir alacak verecek davanız var da haberim mi yok?"
"Eğer sen anlatmayacaksan, o zaman ikizler anlatır ve onları biraz tanıyorsan anlatma şekillerini az buçuk tahmin edersin," Erdem yönlerimi ortaya attığında, Kansu hızla arkasını dönmüş ve kardeşleri ile göz göze gelmişti. Yönler, abilerine sırıtarak bakıyordu. O bakışlarda bile abilerini anlatırken yerden yere vuracaklarını an ve an ispatlamışlardı.
"Ulan, itin biriyle itin teki! Orada yoktunuz bile lan!" İkizlerin üzerinde bakışını hızlı hızlı gezdiriyordu. "Doğu, o sırıtışını sil yüzünden hemen," sert abi rolü tekrar aktif olmuştu.
"Öncelikle abiciğim, orada olmamıza gerek yok. Biz zaten sizin can çekişmelerinizi babamla beraber oturup katıla katıla gülerken izledik," Batı sustuğunda Doğu devam ettirmişti. "Devamı olarak abiciğim, senin o günkü halin aklıma her geldiğimde gülüyorum. Bugün gülmesem ne değişecek?" İkizlerin haline gülümsemiştim, bayılıyordum bu ikisine. Asla kendilerini ezdirmiyorlardı, ve her daim kazanan onlar oluyordu.
Kansu sadece birkaç saniye düşünmüştü. Birkaç saniye derin derin nefes alıp öylece düşünmüştü, çok kısa. Belki de çok uzun bir zaman sonra ağzından şu kelimeler dökülmüştü: "Sizin dilinize düşeceğime, kendi hikayemi kendim anlatırım daha iyi."
"Kansu'nun bu kadar çok anlatmak istemediği şey ne?" Veliahtları bir kez daha kendi halinde bırakarak baş veliaht da doğru dönmüştüm.
"Söyleyesim yok," Arem konuyu aniden kestirip atmıştı. Çok fazla ondan bu şekilde bir tepki almadığım için şaşırmıştım. Göğsünden başımı hızla kaldırıp, bedenimi bedenine doğru döndürmüştüm. Ani hareketim kısa süreliğine kaş çatmasına neden olsa da, bakışlarım tekrar onu bulduğunda kaşları gevşemişti.
"Neden?" Bakışlarında hiçbir değişiklik olmadan anında cevap vermişti.
"Kızıyorsun," bir kez daha konuyu idrak edemediğim için şaşkınlık duygusunu tüm bedenimde yaşamıştım. Kansu'nun korkusu Arem tarafından bana anlatılacak olursa, bu benim ona kızmama neden sebebiyet verirdi ki?
"Bana şu meseleyi doğru düzgün anlatır mısın?" Ses tonum asıl anlayacağım dilden konuşmazsan, o zaman kızarım diyordu. Sesimin sertliği tam olarak buradan geliyordu. Arem suratıma birkaç saniye bakmıştı, gözlerime, burnuma, dudaklarıma. Yüzümün her santimine kısa bir anlığına da olsa göz gezdirmişti.
"Kansu'yla sadece huy olarak benzemiyorsun, tanrıça. Sizin korkularınız da aynı," bir kez daha şaşırmıştım, surat ifademi sabit tutamıyordum. Kansu ile fazlasıyla benziyorduk. Muhtemelen bunu söylerse, ona kızacağımı düşünmüş olmalıydı. Çok kısa bir zaman önce ona, beni kimseye benzetmemesi gerektiğini söylemiştim. Haklıydı, muhtemelen uyarmasa kızardım.
"Hangisi?" Benim birden fazla korkum vardı. Arem bütün korkularımı bilirdi. Yüksekten korkardım, yalnızlıktan korkardım, deniz ve okyanustan korkardım, su içinde yaşayan devasa bir canlıdan korkardım. Kansu ile hangi korkumuz benziyordu? Fazlasıyla merak ediyordum.
"Şey, olan tanrıça," Arem söylememek konusunda ısrarcıydı. Onluk bir hareket değildi, o genelde merak ettiğim soruların cevabını bana anında vermeyi tercih ederdi. Muhtemelen korkumun karnımdaki canlıyı etkilemesinden endişe duyuyor olmalıydı.
"Arem..." Dişlerimi sıkarak konuştuğumda, aslında beni daha fazla bekletmemesi gerektiğini anlamıştı. Fakat onun ağzını açmasına gerek kalmadan kulaklarım, veliahtlardan birinin yüksek sesli cümlesini duyduğunda titreme iliklerime kadar bedenimi ele geçirmişti. Hiçbirine o gece için acımasam da, Kansu'ya fazlasıyla acımıştım. Onun yerinde ben olsam, kalpten gitme ihtimalim fazlasıyla yüksekti.
"Bana 'anan seni kutuplarda mı doğurdu?' diyene bak. Senin anan seni okyanusun ortasında doğurdu diye mi balinalardan korkuyorsun?" Erdem'in sesini duyduğumda gözlerimi sımsıkı kapatmıştım. Herkesin korkusu kendine hastı. O büyük su canlısı beni daima iliklerime kadar korkutmuştur, resimlerine bile bakamazdım. Tuhaf sesini duymak tüylerimi diken diken yapar, daha önce gerçeğiyle hiç karşı karşıya gelmemiştim, gelmek dahi istemiyordum, hayali bile korkunçtu. Biri bedenimi kendine doğru çektiğinde, içime çektiğim kokuyla az da olsa rahatlamıştım. Arem'in kokusu beni sakinleştirmeye yetiyordu. Bir eli sırtımı okşarken, diğer eliyle saçlarımı okşuyordu.
"Geçti, tanrıça, korkma. Onlar senden çok uzakta. Hayatın boyunca hiçbiriyle yüz yüze gelmeyeceksin, sakinleş." Belki gerçekten korkumun büyüklüğünden, belki de hamile olduğumdan olsa gerek, gözlerim dolmuştu bile. Korkma demek kolaydı, korkmamak elde olsa, korkak tek bir insan bile olmazdı.
"Arem, onlar çok büyük ve çok siyah ve çok karanlık ve çok korkutucular," yüzüm göğsüne yaslı olduğu için sesim boğuk çıkmıştı. Arem'in elleri saçlarımı okşamayı bir an olsun bırakmıyordu.
"Onlar burada değiller, burada olmaları mümkün değil. Güvendesin, kafanın içinde onları hayal etmeyi bırak, tanrıça," Arem haklıydı. Başka şeyler düşünmeliydim, başka şeyler hayal etmeliydim. Mesela, beni şu an sakinleştirebilecek tek kişiyi hayal etmeliydim, karnımdaki minik canlıyı. Onu bir gün kanlı canlı bir şekilde görmeyi her şeyden çok istiyordum. Kız mıydı, erkek miydi? Gözleri ne renkti, nasıl biriydi? Nasıl biri olacaktı? Saçları hangi renkte olacaktı? Gülüşü nasıl olacaktı? İlk anne mi diyecekti, baba mı diyecekti? Bakışları nasıl olacaktı? Onunla beraber büyüyecektim. Onunla beraber annenin ne demek olduğunu öğrenecektim. Üşürse yanında olacak, ısıtacaktım. Korktuğunda hemen yanı başında olacak sakinleştirecektim, her zaman ama her zaman onu sevecek, her zaman ve her zaman onu koruyacaktım.
"Gülüyor musun, sen?" Arem'in sesi bir kez daha kulaklarımda çınladığında başımı onun göğsünden kaldırıp gözlerimi gözlerine dikmişim. Orman yeşili gözlere baktığımda yüzümdeki sırıtışı farkına daha yeni varmıştım.
"O, büyülü biri olacak. O, bana çok iyi gelecek." İlk başta anlamamıştı, çok kısa sürmüştü, sonra hemen anlamıştı. Bakışları karnıma değdiğinde kimden bahsettiğimi çok iyi anlamıştı.
"O, bir mucize." Bakışlarını karnımdan çekmeden konuştuğunda, ona karşılık vermiştim.
"Bizim güzel mucizemiz." Beni hızla kendine çekip başımın üstüne sayısız öpücük kondurduğunda, yine ve yeniden gülümsemiştim, hatta kahkaha atmıştım.
"Çakma tanrıça, eğer hazırsan, sana hikayenin geri kalanını ben anlatacağım." Kansu'nun sesini duyduğumda, gözlerimi anında sımsıkı kapatmıştım. Hikayenin geri kalanını kesinlikle duymak istemiyordum.
"Anlatmayacaksın." Arem hemen kestirip atmıştı.
"Kabul edilmiştir." Kansu, işine geldiği için hemen ve anında kabullenmişti.
"Ama abi, niye yarıda kesiyoruz ki? Bırakalım da anlatsın işte, biraz da biz dalga geçelim." Sertçe yutkunmuştum. Geriye kalanların en büyük korkumu bilmelerine gerek yoktu.
"Bugün çok yoruldu, dinlemesi gerekiyor." Derin nefes alıp vermiştim. Her ne olursa olsun beni asla yanıtmıyordu. Ne istiyorsam söylememe gerek kalmadan yerine getiriyordu.
"İyi misin, güzelim?" Mert'in sesini duyduğumda, Arem'in göğsünden başımı kaldırmadan cevap vermiştim.
"İyiyim ama biraz uykum var." Arem yerinden doğrulmuştu. Onun kalkmasıyla beraber, ben de başımı göğsünden kaldırmak zorunda kalmıştım. Veliaht tekrar eğilip bacaklarımın arasından kolunu geçirmiş ve kucağına beni hiç zorlanmadan almıştı. Başımı vakit kaybetmeden boyun girintisine koyup tekrar gözlerimi kapatmıştım.
Birinin elini alnımda hissettiğimde, Arem beni sıkı sıkıya tuttuğu için bunu yapanın o olmadığının farkındaydım. Gözlerimi hızlı açıp Arem'in arkasında duran bedene bakmıştım. Kansu ile göz göze geldiğimde, bana tebessüm etmişti. Ateşimi ölçen eli alnımda yavaş yavaş aşağıya doğru inmişti. Sadece benim, Arem'in bir de kendisinin duyabileceği kısık bir tonda gözlerimin içine bakarak konuşmuştu.
"Ateşin yok çakma tanrıça. Ama sanırım korkuların baki. Kabul etmesi zor bir şey olsa da, sen benim aynımsın." Sertçe oflamıştım. Herkes korkumun farkına varsaydı da şu zevzek varmasaydı, herkesin diline düşseydim de onun diline düşmeseydim.
"Kabul etmesi zor bir şeyse etme." Gülmüştü. Arem beni kendi etrafında döndürüp, Kansu'yla olan göz temasını kesmemi sağlamıştı. Artık ben Kansu'yu göremezken, o görüyordu.
"Sana benzemiyor, o senden daha mükemmel." Arem'in sesini duyunca, diğerleri aramızda geçen konuşmayı anlamasın diye kahkahamı içime atmak zorunda kalmıştım. Kardeşine karşı beni çok güzel savunuyordu ve bu hayatımda duyduğum en komik savunmalardan biri olabilirdi.
"Ulan aşk, sen nelere kadirsin be." Kansu söylene söylene yanımızdan ayrıldığında, diğer veliahtlara bakmak için kafamı kaldırmıştım. Bizi duymaları mümkün değildi. Onlar zaten kendi aralarında konuşmaya başlamışlardı, dikkatleri bizim üzerimizde değildi.
Arem ben kucağında dururken yürümeye ve mezarlıktan yavaş yavaş ayrılmaya başladığında, bakışlarımı buraya gelme amacımız olan adama doğru çevirmiştim. Koskoca Hazar Orhon'a... Mezar taşında yazan o büyük isim, o yaralı isim, o ismin sahibi, bugün buraya diğer günlerde olduğu gibi onun için gelmiştik. Bir elimi yavaşça havaya kaldırıp, Hazar'dan olma toprak parçasına doğru tutarak el salladım. En kısa zamanda tekrar geleceğim, geleceğiz; dövmeli, gurursuz, telefon manyağı ve saçı hiç okşanmamış, Gülpembe sevdalısı veliaht.
Bir avuç toprak var senden geriye, biraz kara ve biraz da kirli. ‘Nasılsın toprak?’ diyorum, ‘Ölünün tekiyim,’ diyor. Bir toprak düşün ki, o bile içinde yatana özenti.
Kafamı tekrar Arem'in omzuna yaslayıp, gözlerimi onun kucağında güvende olduğumu bilerek tekrar kapattım. Bugün ben ve karnımdaki bana ait olan şey fazlasıyla yorulmuştuk. Gerçi, biz hep yorgunduk. Onunla biz, var olduğu andan beri yorgun olan iki kişiydik. Belki de bu yüzden birbirimize aittik.
(🎭) |
0% |