@mavimsu_
|
Hayatınız boyunca hep sevgiyle kalın, saygıyla kalın, aşkla kalın ve de kitabımı okumaya devam ederek kalın.
Keyifli okumalar dilerim. (Bu kez dileyemem.)
(🎭)
Bölüm Sözü
Gecenin yükü ağır gelir insana, İnsanlar hep dert olur yarana. Dön de bir bak sağına soluna, Senden başka kaç kişi var sağında solunda? Hepsi duruyor ise tam karşında. Kılıcın keskin olsun bu savaşta. H.G. (🎭)
14/02/2023 On dördün laneti yine seninle ve bizimle güzel kızım.
Sakinim. Rahatım. Kesinlikle sinirli değilim. Kesinlikle arkadaşımı boğmak istemiyorum. Bunların hiçbiri yok. Aklımın ucundan bile geçmedi. Geç kalmış olmamız umrumda değil. Hatta neredeyse iki saattimi onu bekliyor olarak geçirmiş olmam hiç sorun değil.
''Eğer o odadan on saniye içinde çıkmazsan oraya gelirim. Seni alırım. Ve çıplak olman umrumda bile olmaz.'' Bağırdım diye illa öfkeli mi olmam gerekiyordu? İçimde ona karşı derin bir sevgi ve dostluk bağı mevcuttu. Sadece yapması gerekenin ne olduğunu izah etmiştim. Arkadaşlar bugünler için vardır.
Kapı açılmıştı. O kapı sonunda açılmıştı. Şükür namazı kılasım vardı. İçeriden uzun boylu sarışın bir kız çıkmıştı. Bazen benim bu kızla ne işim olur diyordum. Bazen de bu kız olmadan hiçbir işim olmazdı diyordum. O benim için önemliydi. Değerliydi. Sinir sebebim olsa bile o kız benim kardeşimdi. Kan bağı yoktu aramızda. Biz birbirimize can bağı ile kardeş olmuştuk.
İki saat dile kolay, iki saat olmuştu. İçeriden çıktığını görünce onu süzmüştüm. Onca vakit geçmiş olduğundan en azından bir şaheser bekliyordu insan. Oysa ki o yapabileceği en sade kombini yapmıştı. Siyah, düz bir elbise vardı üzerinde. Dizinin biraz üstünde biten ne dar ne bol olan, düz, sade bir elbise. Straplez model olması dışında hiçbir özelliği yoktu.
"Ah hanımefendiciğim, ne kadar da hızlısınız öyle. Ben hazırlanıyorum demeniz ile hazırlanmanız arasında geçen süre hiç gibi geldi resmen." Gülüp sol eli ile ensesini kaşımıştı. Bunu sadece kendini mahçup hissettiği anlarda yapardı.
"Yavru kuşum, vallahi seçemedim ne giyeceğimi? Yoksa seni bekletir miyim hiç?" Afra ile aramızda geçen, bize ait lakap tarzımız vardı. 'Yavru Kuş' ve 'Sarı kuş' ikimizin birbirimize hitap etme şekliydi. O benim, ben onun daima yavru kuşu ve sarı kuşu olmuştum. Olmuştuk.
"Sen zaten normalde de ağaç edersin hep beni. O konuya alıştım zaten de onca beklenmeye bu kadar sadelik niye?" Ben de çok çabuk hazırlanan biri değilimdir. Ben de bekletirdim. Fakat benim sarı kuşum bu konuda bir Dünya markasıydı.
"Ee, senin yüzünden!"
"Ne demek benim yüzümden?" Benim yüzümden geç kaldığını, acaba sonunda benim bile ikna olacağım hangi açıklaması üzerine yapacaktı. Merakla bekliyordum.
"Sen bana çok abartma dedin. Sade ol dedin. Ondan karar veremedim ne giyeceğime." Derin bir nefesi sakinleşmek istediğimden içime çekmiştim.
"Mantıklı bir açıklama bekleyende kabahat." Arkamı dönmüş tam gidecektim ki sesini yeniden duymuştum.
"Normal şartlarda ben nasıl giyinirim hep yavru kuş?" Yerimde durmuştum. Aklıma Afra'nın günlük kombineleri gelmişti. Abartı! Şatafatlı! Şahşahlı! Ama asla sade değil!
Yüzümü ona döndüğümde sırıttığını görmüştüm. Lanet olsun hep kaybediyordum. "Normal şartlarda ben hep abartırım. Ve sen abartmayı seven birine hiç yapmadığı bir şey yapıp, abartmamasını söyledin. Bazen özümüzde olmayan şeyleri yapmak bizi zorlayabilir." Kafamı ağır ağır sallamıştım.
Mantıklı konuşmuştu. Afra da böyle bir kızdı işte. Onunla diğer herkesle daha iyi anlaşmamın nedeni, onu bazen bir ayna olarak görmemdi. O kadar benden, o kadar ben gibiydi ki bazen yakın bir arkadaşımla değil, doğrudan kendi kendimle konuşuyor gibi oluyordum.
"Sarı kuş?" Tek kaşını alayla yukarı doğru kaldırmıştı. Yüzünde ki ukala sırıtışını bozmadan kollarını önünde bağlamayı da ihmal etmemişti.
"Yavru kuş?" İmâlı sesi bir an için söyleyeceklerimden vazgeçmeme neden olmuştu. Sâdece kısa bir anlığına sürmüştü.
"Hak verdim." Hak verdiğimi gördüğü hâlde hak verdiğimi dile getirmezsem, muhtemelen beynimin etini yerdi.
"İnanır mısın? Ben de bunu fark ettim. Bak hâlâ ya! Alay etmeden iki saniye duramıyordu.
"Neyse, onu bunu boş ver de ben nasıl olmuşum?" Konuyu değiştirmeye çalıştığımın farkında olsa da bunu dile getirmemiş, bana ayak uydurmuştu. Alaycıdır falan ama kıyamazdı da bana.
"Nasıl olmuşsun biliyor musun?"
"Bilmiyorum ki, soruyorum." Göz devirmişti.
"Tıpkı şey gibi olmuşsun." Önümden yürüyüp koridora doğru adımlamaya başlamıştı. Onun hareketlendiğini görünce ben de peşi sıra gitmiştim.
"Ney gibi lan?" Bana cevap vermeden yürümeye devam etmişti.
Dış kapının önüne gelince kulpu çevirmiş ve kapıyı açmıştı. Arkasında durmuş, ne yaptığını izleyen bana işte tam o dakika dönmüştü.
"Tıpkı, tıpkı bir tanrıça gibi olmuşsun." Lafını söyler söylemez koşar adım dışarı kaçması çok iyi olmuştu. Ne vardı ki o laftan sonra, bu kez gerçekten sarı kuş katili olacaktım.
"Saçlarını tek tek yolup, tutkala yerine tek tek yapıştırmasam ben de ne olayım Afra?" Arkasından tüm mahalleye ayağa kaldıracak kadar yüksek sesle haykırmıştım. Yarısı açık kapıyı, onun kaçıp gittiği gibi peşinden gitmek için tam olarak araladığımda, alaycı sesini yeniden duymuştum.
"Ne mi olasın? Aa, tanrıça olmaya ne dersin? Yakışır da şimdi sana." Yok! Ben de buna bir şey yapacağım. İllaki yapacağım.
"Kaçma, gel buraya sarı yılan."
"Oldu canım, başka emriniz var mıydı?" Bütün sokağı ayağa kaldırmış olmamız umurumda bile değildi. Bunlar hep Arem olacak o lanet veliahtın suçuydu. Onun yüzünden Afra, Doğu ve Batı çok dalga geçiyorlardı benimle.
Tam ağzımı açıp gözümü yumacaktım ki çantamın içinden gelen ses, bütün dikkatimi bozmuştu. Benim durmamla duran Afra, olduğu yerde telefonu açmamı, tek bakışıyla işaret etmişti. Ona göz devirip telefonu çıkarmış ve açmadan önce arayanı kontrol etmiştim.
'Baş Veliaht' Arıyor...
Telefonuma göz devirme isteğimin benliğimi yokladığını inkar edemezdim. Kulağıma götürdüğüm telefonumu açar açmaz sesini duymuştum.
"Geç kaldın, tanrıça." Tanrıça kelimesini başka biri söyleyince cinnet geçiren ben, Arem söyleyince neden sırıtıyordum? Kendimi zerre anlamıyordum.
"Çıktık zaten, yarım saate orada oluruz."
"Dikkatli ol!" Telefonu yüzüme kapatmış olması halis miydi?
"Ne o, tanrıça Hanım! Suratınıza telefon kapanmış gibisiniz." Afra her Zaman Ki alaycı tavrına bürünmüştü. Ölüm döşeğinde bile olsam benimle uğraşmayı bırakmazdı. Huylu huyundan vazgeçmez diye boşuna dememişler.
Cesaretini toplayıp yanıma gelen sarı kuşuma ağzımı açıp tek bir kelime etmemiştim. Belki cesaretinden ötürü, belki geç kalmamızdan ötürü yapmıştım bunu. Beraber evin önünde duran araca doğru yol almıştık. Sürücü koltuğuna Afra geçmişti. Üzerimde bugünün huzursuzluğu vardı. İçimde bir dert vardı. Bir sıkıntı. Nefes alıp vermek bile güç bir şey olmuştu.
Sanki diyordum kendi kendime. Sanki bir şey olacak. Ya da bir şey oldu. Bu öyle bir sıkıntıydı ki içimde yer edinen, bütün hislerim bana tek bir şey söylüyordu. 'Kaç'! Nereye kaçmam gerektiğini bilmiyordum. Kaçıp kaçmam gerektiğini dahi biliyordum. İçim içime darılmıştı sanki. Anlatamıyordum. Bildiğim tek şey, bugün hayra alamet bir gün değildi. Bugün birçok şey olabilirdi. Ve bu olanların hiçbiri iyi değildi.
On dört Şubat. Benim doğum günümdü. Benim doğduğum gündü. Hayır, bu kadar basit bir gün değildi. Çok daha fazlasıydı. Çok daha azıydı. En acı olandı. En acıtandı. Bugün lanetti. Bugün kıyameti. Bugün benim en büyük derdimdi. Bugün en nefret ettiğimdi.
Susmak istiyordum. Ve aynı zamanda konuşmak. Dinsin istiyordum içimdeki öfkenin durmadan harlanan ateşi. Diner miydi ki? Dinmezdi. Hayat kimileri için adil, kimileri için adiydi. Ben iki tarafta değildim. İki tarafada ait değildim. Çünkü ben kimileri değil, kimsesizlerdendim.
"İyi misin?" Afra'nın sesi, beni içine girdiğim dertler aleminden çekip almıştı. Kafamı çevirip ona doğru baktığımda yola odaklandığını görmüştüm.
"Bir şey olacak."
"Nasıl bir şey mesela?" Bir bana, bir de yola bakan arkadaşıma cevap vermeyi çok isterdim. Bazen bazı şeylerin olacağını tahmin edebilirdik. Bunda hiçbir sıkıntı yoktu. Tek sıkıntı, o geleceğini bildiğimiz şeyin ne olduğunu bilmemekti. Gelecek olan bir şey vardı. Lakin ne olduğu bilinmiyordu. Bu kötüydü. Bu çok kötüydü.
"Bugün on dört Şubat."
"Neyse ki, bu on dört Şubat'ta artık yalnız değilsin yavru kuş. Senin koskoca bir veliahtın var. Hem de en şerefsiz olanından." Afra, veliahtların hiçbirini günahı kadar sevmezdi. Elinde olsa hepsini bir kaşık suda boğardı, tıpkı ekibin diğer kalanları gibi. Veliahtların tanıdığı Yavuz aynı zamanda bizim tanıdığımız Yiğit'ti. Bir de uzun süredir görmediğimiz Zahir ağabey vardı. Afra'nın anlattığına göre son zamanlarda çok yoğunlarmış. Onların başındaki kişi bir şeyler planlıyormuş. Yakında her şey ortaya çıkacakmış.
Ha! Bir de, bir zamanlar Ali vardı...
Benim sarı kuşum Ali'ye çok düşkündü. Hatta ona aşıktı. Sevdiği adam veliahtlar tarafından öldürüldüğü için veliahtlara düşman olmuştu. Her ne kadar bu işi beni korumak için yaptığını söylese de içinde bir yerde bitmek bilmeyen bir intikam ateşi vardı. Afra o intikamı alırdı. Er ya da geç alırdı. Ben kardeşimi tanırdım. O aklına koyduğunu mutlaka yapardı.
"On dört Şubat benim için her şey demek olabilir. Sevgililer günü hariç tabii."
"Niye öyle dedin ki şimdi yavru kuş? Sonuçta senin de artık bir sevgilin var. Öyle değil mi?" Benimle dalga geçmiyordu aslında. Bana bir şeyleri kabullen ya da inkar et diyordu. Afra net insandı. Karla karışık yağmuru bile sevmezdi. Ona daima net olmalı, net cevaplar verilmeliydi. Ben ise o ne kadar bu konuda üzerime gelirse, o kadar susuyordum. Arem benim için ne demekti bilmiyordum. Ne ifade ediyordu bilmiyordum. Sevgili miydik? Değil miydik? Hiçbir fikrim yoktu.
"Bilmemek beni çok korkutuyor. Bir şeyi bilmemek, ne olduğumu bilmemek, ne olacağını bilmemek, hatta daha fazlası. Bunlar türetilebilir."
"Kendini her şeyi bilmeye niye şartlıyorsun? Hiç anlamıyorum bunu." Sesi isyankar ve sitemkardı.
"Bir anlamı yok. Sadece mükemmelik takıntısı benimki." Elimi, boş vermesini istercesine aşağı yukarı salladım. Bir cevap beklemeden kafamı cama yaslayıp, geçip giden yolu seyre daldım.
"Beni mi kandırmaya çalışıyorsun sen yavru kuş? Mükemmelik takıntısı ha! Bak işte bunu seni tanımayan biri yerdi. Neyse ki ben senin ciğerini biliyorum." Sözleri kafamı hızla ona doğru çevirmeme neden oldu. Hayatım boyunca insanlar için hep görünmeyen kişi oldum. Görünmez kız Hera. Kimsenin görmediği, görmek istemediği o kızdım. Sevmezlerdi beni. Görmezlerdi beni. Bilmezlerdi beni. Niye böylelerdi bunu da bilmezdim. Tıpkı niye böyle olduğumu bilmediğim gibi.
"Anlat o zaman. Anlat ki ben de bileyim." Meraklı gözlerimi görünce güldü. Bir umut, işte benimki. Bir umut ki bana 'belki beni de gören birileri vardır. Belki de görünmez değilimdir.' dedirtmişti.
"Korkuyorsun çünkü. Bilmemekten deli gibi korkuyorsun. Kaybetmek ve bilmemek sana ters. Ve sen ters olan hiçbir şeyi sevmezsin. İpler daima senin ellerinde olmalı. Ya kimse kimseyi yönetmemeli ya da yöneten biri varsa o da sen olmalısın. Aksi senin için mümkün değil. Aksi seni çok korkutur. Öyle değil mi, yavru kuş?"
Öyleydi. Kesinlikle öyleydi. Afra beni yanıltmamıştı. Benim bir kız kardeşim vardı. Hem de öyle bir kardeşti ki beni görüyordu. Gözleriyle değil, hisleriyle görüyordu. Bana da bu lazımdı zaten. Bana da böyle bir kardeş lazımdı.
"Teşekkür ederim." Kafasını bana doğru çevirip öpücük atmıştı. Herhangi bir söz söylemeden tekrar yola odaklandı. Neden teşekkür ettiğimi anlamış ama canımı daha fazla sıkmak istemediği için konuyu kapatmıştı.
İçimde devam eden karanlık duygular ortama sessizlik hakim olduğunda yine gün yüzüne çıkmak istemişti. Yine canımız yanacak diyordu içimdeki ses. Yine canımızı yakacaklar. Hep böyle olmadı mı zaten? Bizim doğumumuz bize hep laneti getirmedi mi? Canımızdan can gitmedi mi? Kimin umurunda olduk o günlerde? Hiç kimsenin. Hem de hiç kimsenin.
Bugün düğün günüydü. Veliahtlardan Evren ve onun nişanlısı Elena ani bir kararla evlenme kararı almışlardı. Hepimiz bu konuda çok şakındık. En azından ben öyleydim. Nişan gününe kıyasla düğün günü çok kişi olmayacaktı. Sadece tanıdıklar demişti Arem. Sadece Ulular ve onların sevgili aileleri, Kamer'lerin görkemli evinin bahçesinde sade bir şekilde evleneceklerdi. Afra'nın benimle gelmesi için kızıl görümcekten bizzat ben izin istemiştim. Bugün onların evleneceği gün olsa da aynı zamanda benim lanetli günümdü. O ailelere zerre güvenmeyen biri için yanında güvendiği birini görmek istiyordu insan. Afra bunu pekâlâ sağlardı.
Evlenmek için sevgililer gününü seçmiş olmaları çok tatlıydı. Fakat daha tatlı bir şey varsa o da benim doğmak için bugünü seçmiş olmamdı. Akıp giden yolu izlerken aklıma onları gördüğüm ilk gün gelmişti. O zamanlar Ekim ayının ortalarındaydık. Öyle ya da böyle dört aylık bir mazimiz vardı onlarla.
Erdem'in bana çirkin cadı diye seslenmekten asla vazgeçmediği dört ay. Evren'in her gün yaşadığımız ayrı bir olay yüzünden 'bu kız çok zeki içimizden geçecek' diye zırladığı dört ay. Mert'in ona ağabey demem için bekleyip durduğu dört ay. Hazar'ın her Allah'ın günü sinir krizi geçirmesini sağladığım dört ay. Yönler ile bütün veliahtları delirtip, günün sonunda dedikodularını yaptığımız dört ay. Ve son olarak Baş veliaht ile geçen, en karışık duygulardan olma koskoca dört aydır beraberdik.
İyisiyle kötüsüyle genelde kötüsüyle. Acısıyla tatlısıyla genelde acısıyla. Hastalıkta sağlıkta genelde sinir krizleriyle geçmiş, yeri gelmiş hiç eğlenmediğim kadar eğlenerek geçirdiğim günler edinmiştim. Peki şimdi bu içimdeki his neden bugün son diyordu bana? Bugün eğlendiğin son günün, diye ne diye haykırıyordu?
Düşüncelerim, bedenimin öne doğru savrulması yüzünden zihnimi hızla terk etmişti. Arabanın ani fren yapmasıyla yönümü iyi mi? Diye kontrol etmek adına Afra'ya çevirdim. Savrulmanın eşiğinden bizi kurtaran kemer sayesinde herhangi bir zarar almamıştık. Afra'nın önüne bakıp yutkunduğunu görünce baktığı yeri görmek için gözlerim o yönü mesken almıştı. Ben demiştim demeyi çok seviyor olsam da ilk kez bundan nefret etmiştim.
Önümüzü kesen arabalar vardı. Siyah arabalar. Ve tabii olmazlarsa eksik kalırız, aman bir yerlerimiz şişer diyeceğimiz adamlar. Elleri silahlı olanlardan. Tanımadığım bir grup arabanın etrafında halka oluşturmuştu. Namlular bize doğruydu. Yine kimin tavuğuna kış demiştik, kim bilir?
Hayatı umursamayı an itibariyle şimdi şu an şu dakikada bıraktım. Zaten hesaplamalarıma göre çok yaşamam mümkün bile değildi. Kimse için ne kılımı kıpırdatırdım ne de kimse benim için kılını kıpırdatsındı. Ben hâlimden artık memnundum. Ayrıca bugün ölürsem mezar taşımda öldüğüm gün ve doğduğum günün aynı olduğu yazılacaktı. Bu gerçekten havalıydı.
Afra tam ağzını açmıştı ki, etrafımızı çembere alan adamlardan biri cama tıklatmıştı. İkimizin de gözü yine oraya dönmüştü. Camın gerisinde duran adamda dikkatimi ilk çeken şey, işaret parmağına taktığı yüzüğüydü. Altın sarısı, yuvarlak başlı bir yüzük. Yüzüğün en dikkat çekici yanı üzerinde dört rakamının yazıyor olmasıydı.
Etrafımızda dikilen adamları o an incelemek istemiştim. İçimdeki dürtü bunu yapmam için beni zorlamıştı. Gözümün üzerinde gezindiği neredeyse her adamın sol elinin işaret parmağında aynı yüzük vardı. Hepsinin üstünde aynı rakam yazıyordu. Tarikat olmalıydılar. Ya da onun gibi bir şey.
"Bunlar onlar." Afra'nın sesi beni ona bakmaya zorlamıştı.
"Kimler?" Bana bakıp yutkundu. Kafasını iki yana doğru sallayıp hızlı hızlı konuştu. Telaş yapmıştı. Peki neden telaş yapmıştı?
"Onlara çalıştığım adamlar. Başlarında ki kişi seninle tanışmak istiyordu. Bunu sana söylemiştim. Ama bu kadar erken olacağını bilmiyordum. Bir şeyler ters gitmiş olmalı."
Bir şeylerin ters gittiğini gayet iyi biliyordum. Sabahtan bu yana içimde bana acı çektirmekten geri adım atmayan bir his vardı. İçimde yer edinen his, şaşırmamam için haklı bir sebepti.
"Tanışmak istiyorlarsa tanışırız yavru kuş. Rahat ol sen. En fazla ölürüz. Sanki nedir?" Hayatı umursamayı bıraktığını söyleyen Hera'nın olay anında umursamaz olması kadar normal ve doğal başka bir şey daha yoktu.
Afra'nın endişeli yüz ifadesi yavaş yavaş dağılmış, yerine rahatlama gelmişti. Kendi için değildi onun endişesi. Benim içindi. Sevdiği herkesi kaybetmiş bir kadındı o. Birini daha kaybederse dayanamayıp, kafasına sıkacak olan bir kadın. İşte Afra tam olarak böyle bir kadındı.
Arabadan beraber indik ve bizi bekleyen arabaya hiç ses etmeden beraber bindik. İri yarı adamların gözleri üzerimizde geziniyordu. Çok kalabalıklardı. Şu an için Yiğit'e çok fazla ihtiyacım vardı. Umarım gittiğim yerde onu da görebilirdim. Aksi takdirde ağzımı tutamaz ve kendi kendimi öldürtürdüm.
Oldukça uzun bir zaman boyunca seyahat etmiştik. Arabaya binmeden önce telefonlarımıza el konulmuştu. Arabaya bizimle beraber binen adamlar tek kelime etmiyordu. Afra ve ben arada birbirimize bakıp tebessüm ediyorduk. İkimiz de diken üstündeydik. Birbirimize güç oluyorduk.
Nihayetinde yolculuk tamamlanmıştı. Varış noktasına ulaşmayı başarmış olmalıydık. Araba durmuştu. Afra ile son kez bakışıp, kapıları açmıştık. Arabadan ayaklarımı çıkarır çıkarmaz geldiğimiz yeri yavaş yavaş incelemiştim.
Oldukça uzun süre orman yolunda ilerlemiştik. Varış noktamız ormanın derinliklerine aitti. Etrafta sayısız takım elbiseli adamlar vardı. Ne kadar tuhaf bir atmosfer içinde olduğumuzu yeniden hatırlamıştım. Ellerinde silahlarla dolaşan bu adamlar, sanki birer gölge gibi yanımızdan geçip gidiyorlardı.
Ve sonra gözlerim, ormanın derinliklerinde yükselen gizli binaya kaymıştı. Doğanın içine mükemmel bir şekilde gizlenmiş, sırlarla dolu bu yapı, sanki kendi hikayemi yeniden yazmam için beni çağırıyordu. Devasa tahta kapılar, önünde duruyorduk. Binanın dışındaki güvenlik önlemleri, herhangi bir tehdidi tespit etmek ve engellemek için tasarlanmış gibi görünüyordu.
Gözlerim, geceleyin bile parıldayan akıllı aydınlatma sistemlerinin çevresini süzüyordu. Binanın etrafında bir koruma duvarı oluşturduğunu fark ediyordum. Her bir ışık, karanlıkta kaybolmuş gibi görünen ağaçların arasında adeta bir rehber olarak parlıyordu. Dışarıdan bakıldığında, binanın doğal taşlarla inşa edilmiş duvarları, zamanın ağırlığını taşıyan bir tarihin izlerini taşıyordu. Taşların arasından sızan yosunlar, binanın doğayla uyum içinde olduğunu vurgularken, rengarenk yabani çiçekler ise adeta binanın doğaya ait olduğunu anlatıyordu.
Adamların yönlendirmesiyle binaya doğru ilerledik. Gözümün gördüğü herkesin aynı yüzüğü taşıdığını bir kez daha fark ettim. Yolda gelirken Afra'ya yüzüğün anlamını sorduğumda, cevabı şu şekilde olmuştu:
"Japoncada dört kelimesi ölüm anlamına gelebilmektedir. Özellikle bayram günlerinde veya aileden birinin hasta olduğu bir dönemde dört rakamını hatırlatan her şeyden kaçınırlar. Ölümü temsilen yapılmış bir bağlılık yüzüğü. Böylece buradaki adamların hepsi ihanet ederlerse öleceklerini o yüzüğe her baktıklarında hatırlayacaklardır."
Kulağa tuhaf, garip ve bir o kadar da ilgi çekici geliyordu...
Kapıdan içeri girmiş ve uzun koridor boyunca ilerlemiştik. Büyükçe bir kapının önünde beklediğimizde, bize eşlik eden adam son kez ikimize bakıp gitmişti. Afra ile birbirimize güç vermek ister olmuştuk. Aynı anda birbirimize dönmüş ve yeniden gülümsemiştik. Uzunca bir süredir kafamın içinde dönüp duran sorular vardı. Nedenler ve niçinlere dayanan sorular. Güvenmediğim ama aynı zamanda onlarla beraberken mutlu olduğum adamlar vardı. Ve şimdi bugün burada o adamların benden ne sakladıklarını öğrenebilecektim. Bundan artık emindim.
Kapı kısa süre sonra açıldı. Beni bekleyen sona doğru ilerleyen adımlarım sağlamdı. Sertti. Taviz vermeyen ve saf güçten oluşan adımlarım vardı. Cesur insanlar hiçbir şeyden korkmaz diye bir şey yoktur. Mesela ben. Yüksekten çok korkarım ama kendimi her kötü hissettiğimde uçurum başına giderim. Yalnızlıktan çok korkarım ama etrafımda kimseyi görmekte istemem. Son olarak bir de balinalardan çok korkarım. Ve hayır, hiçbir kuvvet beni o korkunç hayvanla baş başa bıraktıramaz. O kadar değil. Kesinlikle değil.
Cesur olmak demek, korkusuz olmak demek değildir. Cesur olmak demek korkularının üzerine, onlardan korktuğun hâlde gitmektir. Korkuyor muyum? Belki. Ama bu senin üzerine gelmeyeceğim anlamına gelmez. Ben de bundan zevk alıyorum işte, ne yaparsın...
İçeriye adım atar atmaz insan kalabalığını görmüştüm. Tanıdığım ve tanımadığım yüzler vardı. Yuvarlak masa şövalyeleri ha! Gözümde canlanır, koskoca bir mazi. Yiğit vardı mesela. Nasıl özlemişim seni be adam! Zahir ağabeyi görmüştü gözlerim hemen ardından. Yıllar olmuştu. Seni de çok özlemişim abi. Bunlar gördüğüme sevindiğim insanlardı. Bir de gördüğüme şaşırdığım insanlar vardı ki işte o grup, bana işin renginin şimdi değiştiğini hissettirmişti. Almina'nın burda ne işi vardı? Ve tabi ki onun sevgilisi Atlas'ın. Hadi bu ikisini geç, asıl Arem'in kuzeni olacak o şerefsiz Lerzan'ın burada ne işi vardı?
Yiğit beni görür görmez yerinden fırladı ve hızla bana doğru geldi. O da beni özlemiş olmalıydı. Kemiklerimi kırarcasına sarılmasını buna yoğuruyordum. Yeni yüzüne henüz alışmış değildim. Fakat kokusu hiç değişmemişti. Hâlâ aynı kokuyordu. Kokusu bazılarının aksine bana güven veriyordu.
"İyi misin? Yılan." Hâlâ yılan diye sesleniyor olması ne hoş. Lakaplarımızın ardı arkası kesilmiyordu. Çok sinsi olduğumu düşündüğü için yılan derdi bana. İlk başlarda çok gıcık olsam da yavaş yavaş takmamayı öğrenmiştim.
"İyiyim. Siz nasılsınız Yavuz Bey?" Gülmüştü. Onu; o gün, o yerde çözdüğümü göz göze geldiğimiz ilk an anlamıştı.
"Sen iyi olursan daima iyi olurum."
"O zaman ben hep iyi olurum." Yoğun duygular içindeydik ikimiz de. Özlem vardı. Sevgi vardı. Daha bir çok şey vardı. Onu bir ağabey gibi görmüyordum. Göremiyordum. Hoşlantı mı? Zekasını gördüğüm ilk günden beri ondan hoşlanıyordum. Ya da hoşlandığım şey onun beynidir kim bilir?
"Şu duygu dolu dakikalarınızı böldüğüm için lütfen beni bağışlayın fakat Hera kızım gel buraya da sarılalım da!" Zahir ağabeyin sesini duyunca Yiğit'in kollarından çıktığım gibi ona doğru koşmuştum. Sımsıkı sarılıp boynuna atladığımda anlamıştım Mert'e neden abi diyemediğimi. Çünkü onda bu yoktu. Artık güvendeyim hissi onun kollarında yoktu. Belki sevgi vardı. Belki ilgi vardı ama güven Mert Aksel'de zerre yoktu.
"Çok özledim abi çok." Gülüp saçlarımı okşamıştı. Yaş olarak bizden büyük bir adamdı. Baba yiğiti. Korumacıydı. Adam gibi adamdı.
"Ben de çok özledim. Seni, sizi hepinizi." Afra Zahir ağabeyin bizden uzakta olması gereken bir göreve çıktığını, bu yüzden kimse ile görüşemediğini, bunun yasak olduğunu söylemişti. Dediklerini sorgulama gereği duymamın nedeni onun anlattıklarıydı.
Zahir ağabeden ayrılınca gözlerim masadakiler üzerinde gidip gelmişti. Atlas'ı bilmiyorum ama Almina ve Lerzan'a her zaman gıcık olmuştum.
"Demek, aslında en başından beri sizinle müttefiktik." Almina'nın sözlerim üzerine yerinden kalkması ve bana doğru atılıp sarılması: Bugün daha ne kadar şaşıracağım? Dememe neden olmuştu.
"Biz seninle çok daha fazlasıyız ve çok çok daha fazlası olacağız canım." Sesinde sevgi vardı. Yalandan bir sevgi değildi. Tanrım Alvoş beni şoka uğratmıştı. Beni gerçekten bütün kalbiyle seviyordu. Ne oluyordu bu aşağılık yerde? Biri artık bana cevap versindi.
"Tam olarak ne için toplandık?" Almina'nın kolları arasından onu takmadan çıkmayı başarmak oldukça zor olmuştu.
"Birazdan öğrenirsin yenge." Lerzan'ın sesini duyan kulaklarımı çamaşır suyu ile yıkamak isteyecek kadar nefret ediyordum ondan.
"Ne yengesi lan!" Yiğit'in benden önce cevap vermesi, daha doğrusu üzerine yürümesi çok güzeldi.
"Ne yengesi olduğunu söylememi gerçekten ister misin kardeşim?" Kardeşim mi? Umarım sarf ettiği laf sadece öylesine söylenmiş bir şeydir. Aksi hâlde bu bir samimiyet göstergesiydi. Bu da beni sinirden kudurtmaya yeterdi.
"Kendi iyiliğin için sus Lerzan." Demişti soğuk nevale Atlas. İyi de demişti. Yoksa Yiğit gerçekten parçalayacak gibi duruyordu Lerzan'ı. Normal şartlarda parçalama işi olsun diye elimden geleni yapardım da şimdi zamanı değildi. Şimdi öğrenmem gereken şeyler vardı. Bunlar sadece beni oyalardı.
"Hadi, biri bana bütün konuyu özet geçsin." Gözlerimi tek tek hepsinin üzerinde gezdirmiştim. Sonunda içlerinden biri konuşma kararı almıştı. Konuşan kişi Lerzan olsa bile en azından bu da bir şeydir diyordu insan.
"Şöyle ki tanrıçacığım." Afra birdi, o da iki olmuştu. Oysa ki bugün sinirlenmeyeceğime dair kendime sözüm vardı. Hepsi çöp olmuştu.
"Hepimiz ortak bir amaç uğruna buradayız. Seninde bildiğin üzere Ulular ve Veliahtlar yapılanması artık tarihin tozlu sayfalarına gömülmeli." Bahsettiği konu beni ilgilendirmezdi. Veliahtlar vatansever adamlardı. Onlar hakkında emin olduğum tek şey bundan ibaretti. Öncelikleri kendi çıkarlarındansa daima ülkelerinin çıkarı olmuştu. Benim ilgi alanım bu hikayenin tam olarak neresinde olduğum kısmıydı.
"Kendi aileni niye satıyorsun?" Gülmüştü. Buz gibi bir gülüştü. Daha çok alaycı bir gülüştü.
"Aksine kendi ailemi koruyorum." Tuhaftı. Nasıl olsa öğrenirdik ne olduğunu? Neyden bahsettiğini? Çok yakında öğrenirdik hatta.
"Şu başınızda ki kişi, hani benimle tanışmak isteyen. O nerde?"
"Buradayım." Tok, kalın bir erkek sesi hemen arkamdan gelmişti. Kafamı arkama dönmüştüm. Yarı açık kapı tam olarak açılmıştı. İşittiğim sesi daha önce hiç duymadığıma emindim. Adım seslerinden iki kişi olduklarını anlamıştım. Muhtemelen biri kadındı. Topuklu ayakkabılarının tak tak sesi beynimin içinde yankılanıyordu.
Yönümü tamamen onlara doğru çevirmiştim. Gözüme ilk takılan kişi, kırklarının sonunda olduğu her hâlinden beli olsa da oldukça yakışıklı ve karizmatik olan o adam olmuştu. Göz göze geldiğimizde dostane bir tebessüm kondurmuştu yüzüne. Bana beni tanıyormuş gibi bakan adamı zerre tanımadığım için bakışlarımı yanında ki kadına çevirmiştim. O kadını gördüğüm an yerimden sendelemiştim.
Gözlerim karşımda beliren siluetle dolmuştu, adeta zaman durmuş ve ben içinde sıkışmıştım. Kalbim hızla atarken, nefesim kesiliyor ve bedenim adeta bir kargaşaya kurban gidiyordu. Yıllar önce kaybettiğim birini ansızın karşımda görmek, gerçekliğin sınırlarını, zihnimin derinliklerinde zorluyordu.
İlk şokun ardından, derin bir acı hissettim. Kalbim ezilmişti. Ruhumda ayak izleri vardı. Biri veya birileri ruhumu ayaklar altına almıştı. Benliğimin üstünde benden başka herkesin ayağının izleri vardı. Babamın tahminleri tutmuşa benziyordu.
Karşısımda duran kişinin yüzündeki ifadeyi okumaya çalışırken, kelimeler dudaklarımda takılıp kalmıştı. Hangi sözleri söyleyeceğimi bilemiyordum, içimdeki sancılı duygular beni bir çıkmaza sürüklüyordu. Bu an, bir dönüm noktası olacaktı; geçmişle yüzleşme ve geleceğe doğru bir adım atma şansı sağlayan o karanlık dönüm noktası. Beklemiyordum. Sadece ihtimaldi onun yaşaması. Sadece bir ihtimal. Yaşıyorda olabilirdi ölmüşte olabilirdi.
"Ya sen ölmedin mi ya? Ee, biz senin cenazene geldik. Gerçi ben daha doğmamıştım o zamanlar. Babamın cenazene gelmiş olma ihtimali daha yüksek." Gülmüştü ikisi de. Sonra o öldü sandığım kadın konuşmuştu. Sesini ilk kez duymuştum. Çok güzeldi sesi. Tıpkı kendisi gibi.
"Her an her şeyi dalgaya alabilirsin. Ölümle burun buruna gelsen ölümle bile dalga geçebilirsin. Çoğu zaman insanlar seni anlamıyor. Seni ciddiyetsiz, ukala, alaycı biri sanıyor. Ama aslında bu senin kendini koruma biçimin. Öyle değil mi sevgili yeğenim?"
Öyle. Öyleydi. Çok haklısın. Hem de çok fazla haklısın sevgili halacığım Zeynep Sevde Türkeş.
"Artık bir açıklamayı hak ettim sanırım." Kafasını aşağı yukarı sallamıştı. Beraber geldiği adama bakıp ondan gözleriyle onay almıştı. Kim olduğunu bilmediğim adam, ona bir baş hareketi ile onay verince tekrar bana doğru dönmüştü. Ölmemiş olan halamın hâlâ açık olan gözlerine tüm soğukkanlılığımla bakmıştım.
"Sana o mektupları gönderen bendim." Bunu zaten babam söylemişti. Mektupta ki yazı kız kardeşimin yazısı ile aynı demişti. O zaman sadece bir ihtimal olan şey artık düpedüz gerçekti.
"Onu tahmin etmek zor değildi." Kafasını bana hak verdiğini belirtmek istercesine sallamıştı.
"Sana her şeyi en başından anlatacağız. Ama öncesinde tanışman gereken biri var." Ah yine mi? Yeni karakter kilidi tekrar açılacaktı anlaşılan. Sakinliğimi korumak adına derin nefes alıp vermiştim.
"Lerzan git getir onu. Senden başka kimseyle konuşmuyor." Doğru mu anlamıştım? Biri vardı. Tanışmam gerekiyordu. Ve o kişinin iletişim kurmayı kabul ettiği tek kişi Lerzan'dı öyle mi? Hayırlı uğurlu olsun o zaman. Şayet yeni karakterimiz tam bir mal olmalıydı.
Lerzan'ın yanımdan geçip gittiğini görmüştüm. Onun kapıdan çıkması üzerine halamın yanında ki o adam, gözlerinin odağına beni alarak tekrar konuşmuştu.
"Kim olduğumu biliyorsun aslında? Sadece yüz olarak bilmiyorsun. Ben.."
"Sen Arzem Soykamer'sin. Arem Barkın Soykamer'in amcası. Öldü sanılan veliaht. Aynı zamanda iftiraya uğrayan o adamsın. Doğru mu?" Gözleri şaşkınlıkla büyümüştü. Ona karşı verdiğim tepkiyi beklemiyor olmalıydı. Ben de beklemiyordum. Sanırım yine zekam gün yüzüne çıkmıştı ve ben daha ne olduğunu anlamadan o her şeyi çatır çatır çözer olmuştu.
"Ne zamandır biliyorsun?" En az herkes kadar şaşıran adam yüzünü tekrar ifadesiz bir hâle büründürmeyi çok geçmeden başarmıştı.
"Siz gelmeden önce oğlunuza ailesini neden sattığını sordum. O da bilakis ben ailemi koruyorum demişti. O cümlenin çok daha başka bir anlama çıktığını o zaman hissettim diyebiliriz. Bahsi geçen aile onlar değil sizdiniz. Ayrıca yine oğlunuz ile aranızda gözle görülür bir benzerlik var. Bu da az önce bahsettiğim aile tezimi ispatlar. Çok sevgili halacağımın ölmediğini görünce sizin de yaşıyor olma ihtimalinizin yüksek olduğuna inanmam tahmin edersiniz ki zor olmasa gerek. Son olarak annemin katili siz değilsiniz çünkü diğerlerini bilmem ama Yiğit, Afra ve Zahir abim bana asla ihanet etmez. Bu da sizi iyi adam yapar. Hem de an itibariyle."
Gözlerinde gurur vardı. Öyle bir gururdu ki resmen sevinçten gözlerinin içi parlamıştı. Sanki uzun zamandır aradığı kıymetlisine sonunda kavuşmuştu. Ya da sadece bana öyle gelmişti.
"Çok zekisin. Korkutucu derecede zekisin." Gözlerini benden alıp, yan tarafına dönmüştü. "Sence de öyle değil mi sevgilim?" Halama bakarak konuşması çok ayrı bir ironiydi. Halam ise gülümseyerek karşılık vermişti. Vay be! Arem'in amcası ve benim halam...İki öldü bilinen sevgili...Oysa ben, Arem ve benim için aksiyon dolu ilişkimiz var diyordum. Beterin beteri varmış meğer.
Ağzımı onlara cevap vermek için açmaya hazırlanıyordum ki kapı tekrar açılmıştı. Muhtemelen Lerzan, tanışmam gereken kişiyi gelmesi için ikna etmişti. Kapı sonuna kadar açıldığında ruhsuz gözlerimin hedefine orayı almıştım. Tekerlekli sandalyede bir kadın vardı. Uzun sarı saçları yüzünü görmemi engelliyordu. Lerzan, sandalyeyi süren kişiydi. Kız korku filmlerinden çıkmışa benziyordu. Kafası önüne eğikti, saçları gür ve kabarıktı. Kimdi şimdi bu?
Sandalyedeki kız benim yanıma kadar getirilmişti. Kimseden tek bir kelime çıkmıyordu. Gözlerimi güvendiğim insanlara çevirdiğimde onlar da meraklı gözlerle kıza bakıyorlardı. Bu odada ben, Afra, Yiğit ve Zahir abimden başka herkes önümde duran kızın kim olduğunu biliyor gibiydi. Bir saf bizdik.
Kafamı tekrar bir adım önümde duran kıza doğru çevirmiştim. Ondan tuhaf bir enerji alıyordum. Onda beni rahatsız eden bir şeyler vardı. Çok rahatsız eden şeyler vardı. Ne olduğunu bilmiyordum. Lakin aynı zamanda ne olduğunu biliyordum da. Hani dilimin ucunda derler ya! Ha! İşte tam olarak o durumdaydım.
Ona doğru eğilmeye başlamıştım. Dostum musun? Düşmanım mısın? Her kimsen, bunu görmem lazım. Kim olduğun umrumda değil. Benim rahatsız olduğum histen kurtulmam lazım.
Yüzümü neredeyse yüzüne sabitlemiştim. Belim yay gibi gerilmişti. Kafası önüne eğik kadının önünde bedenimi iki büklüm etmiştim. Boğazım kurumuştu. Yutkunsam geçerdi. Yutkunasım yoksa geçmezdi. Onun sarı saçlarından başka bir şey görmüyordum. Onun sarı saçlarından başka çok şey görüyordum. Gördüğüm her şeyi hissediyordum. Kör olmak istiyordum.
Sarı saçlı kadın, birden bire kafasını kaldırmıştı. O an, onunla ilk göz göze geldiğimiz andı. Nefesimi tutmuştum. Bütün bedenim korkuyla kasılmıştı. Ellerim de titremeye başladıysa durum gerçekten çok kötüye gidiyor demektir. Başım dönmüştü. Yer yerinden oynamıştı.
O an sanki, metrelerce yarık açılmıştı iki santimlik kalbimde.
Bütün her şey, hem de her şey en başından beri bir oyun muydu? Hayır! Hayır, her şey oyun değildi. Bu hikayede her şey demek zaten oyun demekti.
İlahi bakış açısı. Yer: Kamer Evi
"Yalan mı oğlum? Birazdan bücür buraya gelecek, geldiği ilk dakika o pörtletip pörtletip etrafı radarına aldığı gözleriyle seni çakacak. Sonra bunu bana nasıl söylemezsin deyip ağzının ortasına çakacak." Bütün ekip son derece keyifli bir hâl içerisindeydi. Şu an herkesin ilgi odağı Mert Aksel'di. Mert'in gizlediği küçük tatlı sırrı başına bela olacakmış gibi görünüyordu. Bu onu bir hayli germiş durumdaydı.
"Oğlum bir susun! Ben ondan gelecek her türlü cezaya razıyım."
Mert için ilk zamanlar her şey bir oyundu. Sadece bir oyun. Daha fazlası yoktu. Daha fazlası olamazdı. Yeri gelir kırardı. Yeri gelir oynardı. Yeri gelir sever gibi yapardı. Bunun hep böyle kalacağını sanmıştı. Kalmamıştı. Mert için güzelim diye sevdiği o kız belki de çiçeğim diye sevdiği o kız etmezdi ama bu onu sevdiği gerçeğini de değiştirmezdi. Onu bile isteye ateşe attığı o ilk zamanları her hatırladığında içi yanardı. 'Keşke derdi' hep. 'Keşke başka bir yolu olsaydı.' Yoktu. Başka bir yolu yoktu. Olmadığı için pişmanda olamıyordu. Eğer başka bir yolu olsaydı ve o yolu seçmek yerine, yine o kızı ateşe atmış olsaydı günün birinde her şey bittiğinde vicdan azabından kendi kendini yer dururdu. Ne acıydı ki Mert Aksel zerre vicdan azabı çekmiyordu. O sadece 'keşke'diyordu. 'Keşke böyle olmak zorunda olmasaydı.'
"Sen gel kızı oyunlarına alet etmek için yıllarca gizli gizli izle. Günün birinde kardeşim dediği kıza platonik ol. Kızın karşısına çık ağabeycilik oyna ama diğer kızın karşısına çıkıp sana aşığım diyeme. Harbi acınacak hâldesin kardeşim."
Mert, Hera'nın yakın arkadaşı Afra'ya uzun bir süredir sevdalanmıştı. Hera'yı izlemek ve çiçeğinin özlemini gidermek için her zaman güzelinin yanına giderdi. Bir müddet sonra Hera'nın yanında sarışın bir kadın olmaya başlamıştı. Sorun şuydu ki Mert'in ilgi odağı hiçbir zaman sarışınlar olmamıştı. O daha çok esmer severdi. Gel zaman git zaman aslında sarışın sevdiğini öğrenmişti. Bunu ona, o sarışın kadın öğretmişti.
Ona hiçbir zaman açılmamıştı. Çünkü bilirdi. O kadının ondan gideceğini bilirdi. Günün birinde Hera ondan gidecekti ve o sarı kız Hera'nın olmadığı hiçbir yerde durmazdı. Hayatında olmayan birinin hayatından çıkıp gitmesi kolaydı. Lâkin hayatına alırsa ve o kız giderse bu onun için hiç kolay olmazdı. Oysa ki güzelim diye sevdiği kadın zaten hayatındaydı. Onun gidecek olması ona yeter de artardı. Fazladan bir kişiye gerek yoktu.
"Neden bu oyunu sadece ben ve Arem oynamış gibi konuşuyorsunuz. Senin, sizin hiç mi suçunuz yok? Mesela aylarca o telefonda neyle uğraştın sen?" Mert çok sakin bir adamdı. Grup içinde kolay kolay sinirlenmeyen bir adam varsa o da kesinlikle Mert Aksel'di. Kardeşleri Hera'ya her geçen gün fazlasıyla bağlanır olmuştu. Bulaştıkları işe ilk başladıklarında Erdem haricinde herkes oyun oynamayı kabul etmişti. Şimdilerde ise durum farklıydı. Ekibin her bir üyesi o kıza bağlanmıştı. Ve onu kaybetmek istemedikleri için acısını bu oyunu başlatan iki adamdan çıkarır olmuşlardı.
Mert çoğu zaman sakinliğini korurdu. Kardeşleri onu suçladıkça onlara hak verir ve sesini çıkarmazdı. Bugün bunu yapamamıştı. İçinde bir yerde volkanlar patlıyordu. Deli fişek gibi patlayası vardı. Gözünün gördüğü herkesi yakıp, yıkmak istiyordu. Mert Aksel sadece sevdiklerinin başı dertte ise öfkelenirdi. Sevdiklerinin başı dertte değildi. Gözle görünürde sorun yoktu. Gönül ile görünende ise işler hiç iç açıcı değildi. Hissediyordu Mert. Kalbinin ağırlığını hissediyordu. Acı onu öfkelendiriyordu.
"Biz sizin kadar suçlu değiliz. Evet suçluyuz ama sizin kadar değil." Hazar'ın alaycı ifadesi kaybolmuştu. Öfkeli Hazar tekrar gün yüzüne çıkmıştı. "Bunu sen de biliyorsun. Söz konusu Hazan olsaydı ve ben senden böyle bir şey isteseydim, sen de kabul eder, yapardın. Yine de bu Hazan'ın benim kardeşim olduğu gerçeğini değiştirmezdi. Öyle değil mi?" Hazar Orhon sinir adamdı. Acıları olan bir adamdı. Canı yanan, delirmesine ramak kalmış olan o adamdı. Çok fazla zevk almazdı hayattan. Onu mutlu eden şeylerin sayısı çok azdı. Birçok gece kafasına silah dayamıştı. Birçok gece eline bir jilet almıştı. Birçok gece sabahı görmemek için dua eder olmuştu. Yapamamıştı. Bir şeyden de değil ha! Ölürse bunu bir düşmanı yapsın isterdi. Hazar Orhon insanlar için zaten acınası hâlde olduğunu düşünürdü. Bir de kendi sonunu yazarsa, daha çok acınası hâle düşerdi. Bunu istemezdi.
Şimdilerde bücür dediği bir kadın girmişti hayatlarına. Çok gıcık bir kadındı. Onun yüzünden geçirdiği krizlerin haddi hesabı yoktu. Lanet olası sivri bir dili ve keskin bir zekası vardı. Tüm gerçeklere rağmen unutulmaması gereken bir şey varsa o da o kızın komik olduğu gerçeğiydi. Hazar onunla uğraşırken yorulsa bile onunla uğraşmayı sevmişti. Ona gurursuz demesi bile artık kulağına o kadar da kötü gelmiyordu. Alışmıştı o kıza. Ve kolay kolay alışamayan her adam gibi alıştığı bir şeyden de kolay kolay vazgeçemiyordu.
"Onu kaybedeceğiz. Hepimiz onu kaybedeceğiz." Erdem'in baskın ve otoriter sesi hepsinin suspus olmasına neden olmuştu. "Şimdi kim daha suçlu tartışması yapmayı kesin!" Söz konusu çirkin cadı olduğunda Erdem tüm kardeşlerine kızgındı. "Bana bakın beyler, hayatınızda bir ilki yaşamaya hazırlıklı olun. Çünkü biz ilk kez kaybettik."
Tüm gözler Erdem Eraslan'a kaymıştı. İkizlerin gözleri dolmuştu. Mert'in içi acımıştı. Hazar yutkunamamıştı. Peki ya o sözleri sarf eden adam? Ona ne olmuştu? Yer yarılsın da içine girsem, der olmuştu. Biri çıksın da kafama sıksın, der olmuştu. Kalbim taş olsa da acısı azalsa, der olmuştu. O daha çok şey, der olmuştu ama haykıramamıştı. İçindeki acıyı haykırsa belki geçerdi ama bu ona dert olmuştu.
Kimse tek kelime edemezken Arem ve Evren onların yanlarına doğru adımlamaya başlamıştı. Arem'in içinde bir huzursuzluk varken Evren'in içinde mutluluk vardı. Adam sonunda hayatının aşkı ile evleniyordu. Mutlu olmasında ne yapsındı? İki adam diğerlerinin yanına ulaştığında, Arem gözlerini herkesin üzerinde gezdirmişti. Anlaşılan o ki yine birbirlerine girmişlerdi. Son zamanlarda bunu çok sık yapar olmuşlardı. Hepsi o kız yüzündendi. O kız ona iyi geliyordu. Bunu inkar edemezdi. Fakat yine o kız onlara kötü geliyordu. Bunu da inkar edemezdi.
İnkar etmediği bir diğer gerçekse o kıza karşı olan hisleriydi. Ona karşı tamamen duygusuz değildi. Böyle olmayı istese bile olamıyordu. O kız, onun için karmaşa demekti. Karmaşık duygular demekti. Arem Barkın Soykamer düzen adamıydı. Karmaşık şeyler ona göre değildi. Hayatında bir ilkti o kız. Gülmeyi onunla öğrendiği gibi karmaşık şeylerden haz almayı da onunla öğrenmişti.
"Hera nerede kaldı ya? Konuştum onunla demiştin." Doğu'nun biraz Hera'yı merak etmesinden, biraz da ortamı yumuşatmak istemesinden kaynaklı olarak sarf ettiği sözleri, tüm gözlerin Baş veliahta dönmesine neden olmuştu.
"Bilmiyorum. Şimdiye gelmiş olmaları lazımdı." Umursamazlık maskesini yüzüne öyle bir geçirmişti ki adam, kardeşleri bile aslında onun içini yiyip bitiren hislerin farkında değildi.
"Hera'nın peşine adam takmadın mı? Onlara sor." Mert yerinden doğrulmuştu. Arem kafasını hayır anlamında ağır ağır sallamıştı.
"Ne demek hayır?" Mert ayağıya kalkmıştı. İçinde yer edinen endişe giderek büyürken, Arem çok sakindi.
Baş veliaht çıkmazın içine düşmüştü. Çıkacak kapı aramış, sâdece duvarlarla karşılaşmıştı. Söz vermişti ve o sözünü daima tutardı. Gecelerce ve gündüzlerce uğraşmıştı. Planlar üzerine planlar kurmuştu. Ona gelip: Hera'nın hayatını kurtar! Diyen adama söz vermişti. Tanrıça'nın hayatını kurtaracaktı. Tanrıça'yı yok ederek yapacak olsa da bunu yapacaktı.
Şayet sâdece ateşe atarsa, kadını ateşin kendisinden koruyabilirdi.
"İstemiyor. Peşinde onu dikizleyen adamların olmasını istemiyor. Hepsini çözmüş. Senelerdir onu takip ettirdiğim bütün adamları çözmüş. Artık rahat bir nefes almak istediğini söyledi ve ben de kabul ettim." Mert telaşla yerinden fırlayıp, kardeşim dediği adamın önünde dikilmişti. Tüm veliahtlar gerilmişti. Hepsinin içine huzursuzluk tohumları ekilmişti.
"Sen ne dediğinin farkında mısın? Saysını bilmediğimiz kadar düşmanımız var lan bizim. Onu nasıl korumasız bırakırsın."
Tüm kaos ortamını gerilerindeki masada oturmuş izleyen ulu'ların hepsi kaşlarını çatmıştı. Varisler fazlasıyla öfkeli görünüyordu. Onların birbirlerine düşecek olması ya da düşme ihtimalleri bile ulu'ları çıldırtmaya yeterdi. Aralarındaki anlaşmazlık her neyse bir an önce çözmeleri gerekiyordu. Yoksa hiç iyi şeyler olmayacaktı.
Ağzını açacaktı Arem. Herkese emirler yağdırmak için ağzını açacaktı. Bütün adamlarını seferber etmek için ağzını açacaktı. Açamamıştı. Çünkü her şey son bulmuştu.
Bahçenin tam ortasında büyük bir sahne vardı. Kocaman bir duvarın üzerine devasa bir ekran konumlandırılmıştı. Nikahın kıyılacağı esnada bu ekranda Evren ve Elena'nın yüzleri yer alacaktı. Onların video ve fotoğrafları tek tek gösterilecekti. Öyle olmamıştı.
Ekranda iki kadın vardı. Ve o ekranı gören herkes şoktaydı...
*
Neden diye sormayı bırakalı çok olmuştu. Neden diye sormak istemeyeli çok olmamıştı. Acı... Keder... Dert... Hepsinden biraz biraz değil, hepsinden çokça. Canım yanıyor mu? Fazlasıyla. Bunu kabul etmem gerek. Yenilgiyi kabul etmem gerek. Bugün ben kaybettim. Bugün ben yenildim. Bugün benim canımdan can aldılar. Benim bu acıyı kabullenmem gerek.
Benliğimin her zerresine yenilgiyi serpiştirmem gerek. Tarumar olmuş hayatımı kabullenmem gerek. Gözümü açmam ve gözümü kapatmam gerek. Gözümü gerçeklere açmam ve yalanlara kapatmam gerek. Acıyı hissettikçe, acıyla beraber bir bütün olmam gerek. O acının çocuğu olmam gerek. O acı tarafından büyütülmem gerek. Acıyla beslenmem, acıyla uyutulmam gerek. Acıyor ve benim acıyan yerlerimi sevmem gerek.
Göz yaşlarım içime doğru akıyordu. İçime akan her bir yaş kalbime ulaşıp zehir gibi yakıyordu orayı. Durduramıyordum içime içime ağlamayı. Yemin ederim ki durduramıyordum. Kalbimin dermanı kalmamıştı. Ölmek üzereydi o kalp. Kan pompalayan kalpten oluk oluk kan akıyor olmuştu. Zehirli bir kandı bu kan. Öyle bir acıydı ki, bunca acısına rağmen kalbim kendine değil, bana acıyordu. Benim ise ona bakmaya yüzüm yoktu.
Ne çektik be seninle öyle. Hiç sevmediler bizi. Hep kıydılar. Hep acıttılar. Şöyle rahat bir nefesi içimize çekmeyeli onca sene oldu. Dert üstüne dert edindik. Kimse sevmezken bizi, biz birbirimizi sevdik. Kah gülmedik ama kah güldürdük. Biz güldürdükçe güler olduk. İnsanlar sandı ki biz mutluyuz. İnsanlar sandı ki biz yaşıyoruz. İnsanlar sandı ki biz iyiyiz. Ölmedik mi biz seninle şimdi? Nerede mutluluk? Nerde yaşamak? Hani lan iyi olmak? Hani?
Toprak atmadılar mı üzerimize? Kül etmediler mi bizi? Sömürdüler be! Sömürdüler! Görmediler, duymadılar, sevmediler. Bunu yapamayan onlar, görmedikleri, duymadıkları, sevmediklerini sömürdüler. İnsanlık çok acımasız. İnsanlık en çok bize acımasız. Oysa ki biz insan olmayı bile çok sevmiştik...
"Doppelganger efsanesini hiç duydunuz mu?" diye sordu yaşadığım en büyük acıyı gözler önüne seren adam. Kameraya doğru konuşuyordu. Önümüzdeki ekranda onlar vardı, biliyordum. Kafamı kaldırsam yoktu. Tıpkı onların beni gördüğü gibi onları göresim yoktu. Görmek istemiyordum. Bu saatten sonra onlara sadece günlerini göstermek istiyordum, ama asla görmek istemiyordum.
"Bazı İngiliz ve Alman efsanelerine göre eğer size çok benzeyen birini görürseniz hemen kaçıp saklanmanız gerekiyor. Onlara göre, insanların kendilerine benzeyen insanlar ile karşılaşması kötü şansa sahip olacaklarına hatta hayatlarını kaybetmelerine neden olacağı anlamına geliyor."
Yanımdaki diğer sandalyede oturan kız pek yaşam belirtisi vermiyordu. Gerçi benim de bu saatten sonra yaşamak istemediğim kesindi. Bu karşılaşma bizi ciddiyete pek bağlamamıştı sanırım.
"Size bununla ilgili bir hikaye anlatmak isterim. Belki biraz da olsa şaşkınlığınız geçer, ne dersiniz?"
Şaşkınlar mıydı? Yoksa onlar da benim gibi yeni mi öğrenmişti?
"Melisa ve Hera adında iki kız vardı. Biri diğerinden dört yaş büyüktü. Ortada ikiz olma ihtimalleri yoktu. Bir gün bu iki genç kız karşılaşır. Tam tarih 14 Şubat 2014 olması lazım. Doğru muyum kızlar?"
Acımasız bir adamdı Arzem Soykamer. Aksi takdirde iki harabeye bunu sormasının bir anlamı olamazdı. Tanrı aşkına, yanımdaki kız konuşamıyordu bile. Sadece nefes alıp veriyordu. Benim ne hâlde olduğumu ben de bilmiyordum.
"Cevap yok mu? Ah, tarihler o kadar önemli bir şey değildi zaten." Yanılıyordu. Tarihler önemliydi. Hatta ve hatta tarihler lanetliydi.
"Melisa, Hera'yı karşısında gördüğü gün öldü. Daha doğrusu öldü sanıldı. Öyle değil mi, sevgili babacığım?"
Hera olan tarafımın ne denli bitmiş olduğunu, Arzem Soykamer'in babası Vural Soykamer ile dalga geçerken, Vural'ın suratının aldığı ifadeyi görmek istememesinden bile anlayabilirdim.
"Sen de öldü sanılıyordun sevgili oğlum. Ne o, yoksa senin de mi ikizin var?"
Vural Soykamer'den çok şükür oğlum yaşıyormuşum ne biliyim çok özledim evladım seni, konuşması yapmasını kimse beklemiyordu. Rahatlığı beni şaşırtmamıştı.
"Yakında sıra sana da gelecek Vural Soykamer! Tabii eğer torunun seni korumaya bırakırsa."
Ekrana bakmak ve o torunu görmek istemiyordum. Bunu yapmak istemeyen ben o torunun, ölüp bittiği kadını görmek istemiştim. Öyle de yapmıştım. Kafamı ona çevirdiğimde ruhsuzca ekranı izlediğini görmüştüm. Ekranda tahminimce o vardı. Arem Barkın Soykamer ekranda boy gösterisi yapıyor olmalıydı. Lotus çiçeği birden ağlamaya başlamıştı. Hayır, tek bir göz yaşı düşmemişti. Bunu başka biri görse, onun için hâlâ ruhsuz derdi. Değildi! İçine içine akıyordu onun yaş taneleri. Nerden bildiğimi sormasınlardı...Yalvarırım, sormasınlardı...
"Barkın... Tek hatam seni babamdan koruyamamaktı. Seni her şeyi gören, her şeyi bilen biri olarak eğitti. Ama bu ona yetmedi. Seni aynı zamanda kendisine itaat eden, sadık biri olarak da yetiştirdi. O yüzden çoğu zaman göremedin. Keşke görsen. Görsen de onu bitirsen."
Önce derin bir sessizlik olmuştu, kimseden çıt çıkmıyordu.
"Zırvalamayı kes! Ve benim olanı bana geri ver."
Sesi buz gibiydi. Sertti. Çok buz çok sert. "Benim olan" demişti. Onun olan yanımda oturuyordu. Onun olan benim yanımda oturuyordu. Duydunuz mu beni? Kalbim duydun mu beni? Onun olan bizim yanımızda...
"Biri senin olan diğeri senin olan için kurban ettiğin. İkisini de yaşatmamı istemek yerine sadece birini geri istiyor olman ne acı. Ne zamandır masumların bir değeri yok gözünde Barkın?"
Hiç tanımadığım bir adam aylardır yanında olduğum adama beni savunuyordu. Utanıyordum kendimden. Onun yanında durduğum her anımdan ölesiye utanıyordum. Oysa ki bana: Seni bile isteye tehlikeye atmam. Demişti. 'Seni korurum' demişti. Yalancı...
Cevap vermemişti o yalancı adam. Susmuştu. Ben de Susmuştum. Onunla aynı şeyi yapmak bile artık midemi bulandırıyordu.
"Hera Türkeş'in bütün hayat hikayesini öğrenmesi gerek. Hazır mısın Hera? Sana kim olduğunu bile yalan söyleyen insanların gerçek yüzünü görmeye hazır mısın?"
Hazır değildim. Buna rağmen kafamı evet anlamında sallamıştım. Ben ölmüştüm zaten. En fazla toprak atardı gerçekler üzerime.
"Çok güzel bir kız çocuğu vardı. Çok hastaydı bu kız çocuğu. Üç yaşındaydı daha. Ölmek için çok küçüktü. Bir kardeşi vardı ama ilikleri onunla uyuşmuyordu. Babaları aynıydı onların. Anneleri değil. Küçük kızın anne ve babasından olma bir kardeşe ihtiyacı vardı. Tedavi için bu şarttı. Ne vardı ki bu mümkün değildi. Annesi onun doğumunda ölümden dönmüştü. Hatta rahim kesesi alınmak zorunda kalmıştı. Bu da annenin hamile kalması ve de çocuğun kardeşi ile beraber gelecek olan tedaviye kavuşmasını imkansız hâle getiriyordu."
Yanımdaki kadından inlemeye benzer sesler geliyordu. Ah! Ediyordu. Liğme liğme olmuş hayatına ah! Ediyordu. Sızısı vardı yüreğinde. Sızısını hissediyordum yüreğimde.
"Küçük kızın babası çok güçlü bir adamdı. Eli kolu her şeye uzanırdı. Şimdilerde elinin kızına ulaşması gerekiyordu. Bir şey yapması lazımdı. Çok düşündü bunun için adam. Çok fazla düşündü. Günün birinde gözünün önünde her gün tükenen kızı için tedaviyi nasıl sağlayacağını keşfetti. Zorlu bir süreç onları bekliyordu. Olabilecek en hızlı şekilde yapması, uygulaması lazımdı tedaviyi. Yoksa güzeler güzeli kızını kaybedecekti adam."
Dündar Aksel... Bahsi geçen kişi ondan başkası olamazdı.
"Dünyanın en iyi bilim insanlarını toplamıştı. Yüzlerce bilim sever insan onun laboratuvarlarında günlerce, gecelerce çalışıp durmuştu. Maddi olarak bütün desteği sağlıyor ne lazımsa getirtiriyordu. Nice genetik mühendisler ve hatta biyoteknoloji uzmanları bu iş uğruna resmen seferber olmuşlardı."
Kaşlarım çatılmıştı. Zihnim acıya rağmen kendini zorluyordu. Bana hikayemi anlatacağını söyleyen adam ne saçmalıyordu?
"Tam on üç denek çöp oldu. On üç denek embriyodan fetüs evresine geçiş yapamadı. On dördüncü deneğe kadar bu böyle devam etti. Bunu daha iyi nasıl anlatabilirim?" Sustu sustu ve sonra yüksek sesle tekrar konuştu. "Şöyle düşünün!"
Düşünmek istemiyordum. Sussun, hiç konuşmasın istiyordum. Ağzımı açmak istiyordum. Olmuyordu. Bu çok ağırdı. Ben buna dayanamazdım. Kimse dayanamazdı.
Terk-i Diyar olsam kaç yazar, terk-i Diyar başıma yıkıldıktan sonra. Terk ettim ben bu diyarı, insan olmak çok mu fazla? Tek kelime etme sus tanrıça! Tacın bile yalandanmış burada...
"Beyninizdeki tüm nöronları ve nöronlar arasında gidip gelerek sinaptik iletişim sağlayan her bir sodyum iyonunun momentumunu, spini ve konumunu aynen kopyalayabilir misiniz? Öyle ki yeni beyin aslından hiçbir şekilde ayırt edilemesin? Günümüz teknolojisini ele alırsak bilim insanları bunun için aynen şöyle söyler: Ne yazık ki insan vücudunu oluşturan bütün parçacıkların birbirine göre konumlarını, enerji düzeyini, atomik ve atomaltı bağlarını, hatta aralarındaki anlık fiziksel etkileşimleri aynen kopyalamak mümkün değil."
Derin derin nefes al Hera! Ölmek için erken. Yaşamak için geç kalmış olsan da...
"İnsan klonlama fazlasıyla zor ve mümkün olmadığına inanılan bir olay. Lakin gelin görün ki çocuğunu kaybetmek istemeyen bir baba için imkansız diye bir şey yoktu. Fizikçiler insan klonlamaya kusursuz klonlama diyorlar. Ve o baba kızı için kusursuz klonlamayı mümkün hâle getireli oldukça uzun zaman oldu."
Gözüm karardı. Ruhum daraldı. Acıyan yanım acıdı. Düştüm, kalkamadım. Beyaz parke zemine öylece baktım. Bakıyorum çünkü acıyor. Acıyor çünkü bakıyorum. Ben bakıyorum ama onlar bakmıyor.
Alo! Benim, ben! Hiç mi düşmüş insan görmediniz? Hiç mi insan görmediniz? Beni niye görmediniz? Görünmek için insan mı olmak gerek?
Ben görünmez olmuştum.
Bu bir süper kahraman özelliğiydi.
Ben süper kahraman mı olmuştum?
İnsan olmamak çokta umrumda değildi artık! Yaşasın! Çokça yaşasın! En görünmez olan ben olmuştum.
"Doğal yollardan gebe kalmayı içermeyen kusursuz bir klondu on dördüncü denek..."
On dört... On dört lâneti...
"Bir şeyin kopyasını çıkarmak istiyorsanız üç şeye ihtiyacınız var: Kopyalanacak nesne, kopyalamakta kullanacağınız ham maddeler ve ham maddeleri orijinal cisme benzer bir şeye dönüştürmek için uygulayacağınız prosedürler. Olay özünde bu kadar basitti. Kopyalanacak bir gen vardı. Kopyalamak için kullanılması gereken bütün araçlar temin edilmişti. Bunu hayata geçirmek için yüzlerce bilim insanı toplanmıştı."
Görünmezliği icat etmek için bu kadar çaba boşunaydı. Görünmeyeni kim ne yapsındı?
"Hikayenin sonunda ilk on üç denek hüsran ile sonuçlanacaktı. On dördüncü denekte her şey değişecekti. O denek makinalar sayesinde dokuz aylık gelişimini tamamlayacak ve gözlerini Dünyaya açacaktı."
Kafamı sonunda yerden kaldırmıştım. Arzem Soykamer'in gözleri üstümdeydi, bir tepki vereyim istiyordu. Bir şey söylememi hatta bağırmamı istiyordu. Gözleri bana 'bunu yap' der gibi bakıyordu. Yapamazdım. İlla bir şey yapabilseydim, nefes almamamı sağlardım. Can çekişiyordum ben. Tek bir çizik, tek bir kurşun darbesi yemeden can çekişiyordum. İçim gidiyordu kendime. Yemin ederim hayatımda ilk kez bunu yapmıştım. Hayatımda ilk kez, ben kendime acımıştım.
Ağla lan duygusuz ben, ağla! İçin çıkana kadar ağla. Kim ne diyebilir? Ne yapabilirler? Ulan bu saatten sonrası var mı senin için? Bu saatten sonra güler mi hiç yüzün? Bitti. Bittin. Bittik. Kaybettik. Yalan olduk. Oysa ki biz gerçek bile değildik.
''Yap-ma! Devam etme! Ne olur, ne olur etme!'' İstediğin tepki bu muydu? Eğer buysa al Arzem Bey, al. Tepkinin âlâsını al. Sesi titreyen bir Hera var şimdi karşında. Hera Türkeş bugün yenildiğini kabul etti. Hera bugün gitti. Ve Hera, kim ne derse desin bir daha gelmeyecekti! Türkeş Hera'nın intikamını er ya da geç alacaktı. Onun intikamı Hera'nın sonu olacaktı.
''Oysa ki bunlar daha hiçbir şey.'' Bunlar nasıl hiçbir şey? Ben öldüm diyordum. O kadar mı hiçbir şeyim ben. Ölümüm bile mi beş para etmez sizin için?
''Sen Hera Türkeş! Ölmek üzere olan Melisa Aksel yaşasın diye üretilmiş başarılı bir deneysin. Annen yok! Baban yok! Sen bir insan bile değilsin. Sen birincinin ikincisisin. İlkin ikincisi olmak için dünyaya getirildin.''
Ne ağırdı yüküm böyle. Kimsesiz mi kaldım olduğum yerde? Ya ben şimdi ne yaparım bundan böyle?
Bizi tanımıyorlardı. Tanısalar, hayatı boyunca ikinci olmak ne demek bilmeyen, birincilikten asla yere inmeyen, her türlü konuda sadece; birinci olmak için çabalayan birine bunları söylemezlerdi. Vicdanı olan bunu söylemezdi.
Ben 'al' da diyemem artık sana. Canımı al diyemem mesela. Sana dua da edemem. İçimdeki acıyı söndür diye dua da edemem. Çünkü ben senin kulun değilim. Ben öyle yalnızım, öyle kimsesizim ki, bir Tanrım bile yok... Tanrım sana, beni yanına al diye dua da edemem.
Bir şarkı vardı. Çok eski, çok sevdiğim bir şarkı. Aynen şöyle diyordu o şarkı Ey Tanrım:
'Tüm dertlerden kül hayaller yaratan bir tavrın var, tanrım. Bir son ver, çok bunaldım.'
Ben çok bunaldım. Her şeyden bunaldım. Haykırmak istiyorum bunaldım diye. Göremezsin. Sen bile beni bilmezsin tanrım. Sen bile beni bilmezsin...
"Hikayenin devamında herkes senin ölmeni bekledi. Çok yaşaman teknik olarak mümkün değildi. Zaten kimse senden böyle bir şey istemiyordu. Onlar Melisa yaşasın istiyordu. Seni önemseyen yoktu. Ama sen! Sen o kadar inatçı bir kızsın ki ölmen gerektiği hâlde ölmedin."
Keşke olmasaymışım inatçı falan. Keşke ölseymişim falan. Tıpkı herkesin istediği gibi. Neye bu kadar inatçılık? Gören mi var? Seven mi var?
Ne kadar da zavallısın... Çok zavallısın... Yazık sana... Ulan bana var ya bana! Çok yazık lan bana!
"Senin yaşaman büyük sansasyonlara neden olurdu. Melisa'nın ikizi de diyemezlerdi sana çünkü Melisa dört yaşındaydı. Sen ise yeni doğmuştun. Seni kendileri öldürmek zorundaydı."
Dudağımda buruk bir tebessüm oluşmuştu. Hayata getiriyorlardı. Birini benim sayemde yaşatıyorlardı. Sonra da seninle işimiz bitti deyip, bir bez parçası gibi bir köşeye atmak istiyorlardı. Çok kırıldım. Yeni yerlerden değil, kırıldığım yerlerden yeniden kırıldım.
"Yapamadı Dündar. Sana kıyamadı. Üstelik sen onu kızını hayata tutundurmuşken bunu asla sana yapamazdı."
Bu kıymamış hâlleri miydi? Bu acımış hâlleri miydi? Ne diyelim... Eyvallah diyelim... Başımızı önümüze eğelim ve eyvallah diyelim...
"Bana geldi. Her şeyi anlattı. İlk başta çok kızdım ona. Seni öldürmediği için. Yaptığı bir suçtu. Ve bizim yapılanmamızda suç işleyen ölürdü. Af yoktu. Sen yapamıyorsan ben yaparım dedim o gün."
Sen de yapamadın değil mi? Keşke yapsaymışınız. Biriniz bugünleri görmeme keşke mani olsaymış.
"Yapamadım. Çok güzeldin. Bakmaya kıyılmayacak kadar güzeldin. Melisa da öyle bir bebekti. Ve Melisa'nın kopyası kucağımda duruyordu."
Bitsin artık. Bugün bitsin...
"Babanla halandan dolayı yakın arkadaştık. O sırada annenle evlilerdi. Ve bir çocukları olmuyordu. Evlat edinmek istediklerini biliyordum. Aklıma onlar gelmişti. Onlar sana çok iyi aile olur-"
"Benim bir ailem yok. Unutun mu? Sen söyledin az önce. Annen, baban yok senin diye, daha demin sen söyledin."
Sesim buz gibiydi. Türkeş'ten beklenikecek türden bir soğukluktu. Kafasını aşağı yukarı sallamıştı. Konuya nasıl devam etmemesi gerektiğini biliyordu artık.
"Onlar biliyor mu?"
Onlar dediğimde onlardı işte. O yedi adam.
"Biliyorlar. En başından bu yana hepsi biliyordu."
Umut etmek insan olanın ekmeğiyse eğer, o ekmek benim boğazımda kaldı. Hem de insan olmadığım hâlde.
"Benden ne istiyorlar peki?"
"Beni açığa çıkarmayı."
Gözlerimi tekrar ona çevirmiştim. Hâlen daha ekrana bakmış değildim. Hoş, onlar da konuşacak gibi değillerdi.
"En başından anlat her şeyi."
Kafasını sallamıştı.
"Melisa ölmedi. Ağır yaralandı. Onu bu hâle getiren babamdı."
"Babanın üzerine iftira atmaya utanmıyor musun oğlum?"
Vural Soykamer'in o iğrenç alay dolu sesini duymak sinirimi bozuyordu.
"Devam et."
Arzem Soykamer'in babası ile atışmalarını görmek istemiyordum. Bana tüm acılarımı verin. Hem de hemen şimdi. Onlara kavuşmak istiyordum. Acılarımla beni yalnız bırakın istiyordum. Derin bir nefesi içine çekip dediğimi yapmıştı.
"Vural Soykamer, Arem'in zaafı olmasına dayanamıyordu. Melisa'dan bu yüzden nefret ediyordu. Uzun yıllar boyunca onu yenilmez biri yapmak için uğramıştı ve şimdi torunu bir kadına yenilmiş görünüyordu. Bu onu delirtiyordu. Melisa'ya, sevgili yeğenim Barkın ne kadar inanmasa da, ben değil dedesi suikast düzenledi."
Yine bir inleme... Yine bir Ah! Etme... yanımdaki kadının canı çok yanıyordu.
"O gün yeğenin de vuruldu. Neden vursun torununu?" Bunu kendim için değil, senin için soruyorum Lotus çiçeği. Biliyorum merak ediyorsun. Konuşacak hâlin yok! Merak etme kadın! Ben, ikimizin de yaralarının dili olurum.
"Torunumun yerinde olsam şu diğer kızı seçeceğime bunu seçerdim. Klon falan ama diğerine göre beyni daha gelişmiş. Hiç yoktan iyidir." Vural Soykamer'in imha tuşu yok muydu ya? Sus be adam sus!
"İşte insanlar gelip şu soruyu sorsun diye vurdu torununu. Kendi oğluna acımamış... Torununa mı acıyacak?" Kendi oğlu diyerek vurgu yaptığı Arzem'in kendisi olmalıydı.
O toruna ben de acımayacaktım. Andım olsun ki acımayacaktım...
"Melisa'yı öldürmeyi kafasına koyduğunu bildiğim için onu zorda olsa hastaneden kaçırdım. Arem uyanmadan adamlarım aracılığıyla defin işlemlerini en hızlı şekilde yaptırdım. Melisa oldukça uzun bir süredir komadaydı. Uyanalı aşağı yukarı bir yıl olmuştur. Sekiz yıldır uyuduğu için bu onda ağır travmalar yaratı. Belden aşağısı tutmuyor ve zar zor konuşmaya başladı. Psikolojik olarak ne kadar kötü olduğunu söylememe gerek yoktur umarım."
Kafamı sol tarafımda ki kadına doğru çevirmiştim. Yere sabitlediği gözleri acıyor diye bas bas bağırıyordu. Benim hayatım yalanmış senin hayatından yıllar gitmiş be kadın. Şimdi söylesin biri bize. Seninle nasıl iyi olacağız biz. Mümkün mü bu?
"Melisa'nın komada olduğu o dönemlerde, uzun bir süre yaşadığını gizlemeyi başardım. Sen on yedi yaşına geldiğinde Melisa'nın yaşadığını onlara bizzat ben haber verdim. Veliahtlardan Hazar Orhon senin o telefonla bu kadar ne yapıyor dediğin zamanlarda sürekli Melisa'yı kontrol edip izliyordu. Arem, Mert ve Erdem'in onun bitmiş hâlini izlemeye yürekleri dayanmazdı. İkizler bunu kaldıramazdı. Evren ise bununla uğraşmazdı. Geriye sadece Hazar kalmıştı. Her ne kadar ikizler bunun için gecelerini gündüzlerine taksalarda Melisa'yı çeken kameralardan konum tesbitini yapamadılar. Ekibim bu işte iyiydir."
Hazar Orhon... Dövmeli telefon manyağı. Gurursuz Veliaht... Çoğu zaman yanımda bakardı o telefona. Demek bu kadar kolaydı senin için bana yalan söylemek. Beni kandırmak bu kadar kolaydı. Gözümün içine baka baka yapacak kadar kolaydı hem de.
"Neden? Neden yaşadığını gösterirsen senin peşine düşeceklerini bile bile kızın yaşadığını söyledin?"
Güldüğünü işitmiştim. Gözüm hâlâ yere sabitliydi.
"Seni devreye sokmaları içindi."
Yine ben ve beni oyunlarına alet eden bir adam. Şaşırmak içimden gelmiyordu artık.
"Bunun nedenini sana anlatacağım. Onların duymadığı bir zaman da."
Kafamı tamam anlamında sallamıştım. Bu saatten sonra duyduklarımın pek bir anlamı yoktu benim için. Ben beni yitirmiştim. Yası olan her insan gibiydim. Toprağın altına Hera'yı gömdüm ben. Topraktan gelmediğini bildiğim Hera'yı...
"Gelelim seni oyuna nasıl alet ettiklerine."
Gelelim gelelim. En çok ona gelelim işte. "Bana kardeşimi gönder. Sonra ne konuşuyorsanız konuşun." Mert Aksel'in sesinin soğukluğunu ilk kez duymuştum. Üşümüştüm. Kız kardeşini istiyordu. Ben onun umurunda değildim. Bir de şey vardı! Ben artık onun güzeli değildim...
"Neden? Yoksa yaptıklarınızı duymak istemez misin?" Arzem Soykamer'in cevabı bir o kadar keskin olmuştu.
"Duymak istemeyeceğimiz hiçbir şeyi yapmayız biz." Pişman değildi. O da haklıydı tabii. Bir insanın kalbini kırınca pişman olabilirsiniz. Bir insanın canını yaktığınızda pişman olabilirsiniz. Neyse ki ben bir insan değildim. Zaten o da pişman değildi.
"Dinle o zaman Mert. Yaptığınız her şeyi sonuna kadar dinle." Sen de dinle Türkeş. Sen de yaptıkları her şeyi sonuna kadar dinle. Ona göre hareket et.
"Önce Attila'yı devre dışı bırakmaları gerekti. Bunu nasıl yapacaklarını bilmiyorlardı. Attila kızı için canını verirdi. Ölürdü de onu veliahtlara vermezdi. Ve Atilla'nın kızı ölürdü de babasının istemediği bir şeyi yapmazdı. Zaten sen Attila istedi diye veliahtların arasına girmeyi kabul etmedin mi?" Attila'nın kızı. Attila Tuğrul Türkeş'in kızı. Bu hayata olmayı sevdiğim tek şey onun kızı olmaktı. Şimdi... O da, o da yalan olmuştu...
"Attila'yı tehdit ettiler. Barkın da senin birini öldürdüğünün kaydı var. Attila'yı bununla tehdit ettiler. Ya hayatın bir kodeste geçecekti ya da benim kim olduğumu öğrenene kadar, onlarla kendi rızanla vakit geçirecektin." Ah baba ah! Anlatsaydın bana. Anlatsaydın. Ben kendim gider teslim olurdum. Şunları tanıyacağıma yemin ederim ki teslim olurdum.
"Buna rağmen Attila vazgeçmedi senden. Elinden geleni yaptı senin için. Sana silah kullanmayı öğretti. Dövüşmeyi öğretti. Yenilme diye elinden geleni yaptı senin için." Benim, 'bu adamın benimle derdi ne' diye ağlayıp zırladığım günlerde meğer o benim için uğraşıyormuş.
Baba... Baba gel al beni... Baba götür beni... Baba ne olur gel... Acıyor... Çok acıyor... Baba... Ben sana babam olmasan da baba derim... Sen dünyanın en güzel babasısın... Ben seni hak etmiyorum... Yine de gel... Sen gelirsen geçer... Sen gelirsen iyileşirim...
Ha bir de baba!
Çok özledim gelsene...
"Sana bir şey sormak istiyorum Hera." Gözlerimi ona sabitlediğimde konuşmaya devam etmişti.
"Doğu ve Batı'dan kim ulu olurdu sence?" Nerden çıkmıştı şimdi durup dururken bu? Konuyla ne alakası vardı?
"Doğu." Doğu, Batı'ya göre daha olgundu. Yüksek ihtimale o olurdu. Arzem Soykamer kafasını iki yanına sallamıştı. Ne yani? Batı mı olurdu?
"Eğer veliaht olan onlar olsaydı muhtemelen o olurdu." Gözlerimi sımsıkı yummuştum. Bu kadar mıydı? Bu kadar mıydı adamlığınız?
"Özkurt'ların tek varisi vardır. O da ikizlerin ağabeyi Kansu Özkurt'tur." Kansu... Kansu bir veliaht mıydı? Hem de Doğu ve Batı'nın ağabeyi. İkizler... Yönler... Doğurmadan anne oldum dediklerim. Değer miydi? Beni yerle bir etmeye değer miydi? Ne olur değmiş olsun. Değdi deyin ki beni öldürdüğünüz gözüme gelmesin.
"Her şey yalandı yani." Türkeş bir şeylerden emin olmak istiyordu. Görünen oydu ki canım acıdığı kadar can acıtacaktı.
"Öyle de denebilir. Ulular ve Veliahtlar yapılanmasından Türkiye çok çıkar elde ediyor. Onlarla hiçbir zaman ters düşmediler." Yuvarlak masa şövalyeleri en başından beri aslında onlarla beraber iş yürütüyordu.
Helal olsun! Onlar helal olsun, bana yazıklar olsun...
"Almina ve Atlas?" Ağzımdan çıkan o iki ismi de ilk kez orada görmüştüm. Şimdi burada bu adamın yanındaydılar. Neden? İçeride yanımdaki kadın, onun klonu olan ben ve Arzem Soykamer'den başka kimse yoktu. Böyle uygun görmüştü Arzem Bey. Almina ve Atlas'a soracağım soruyu mecburen Arzem Soykamer'e sormak zorunda kalmıştım.
"Almina, ben ve halanın öz kızı. Lerzan'ın kız kardeşi, sevgili yeğenim Barkın'ın ise her ne kadar beni akrabası olarak görmese de kuzeni olur. Atlas'ta damadım." Bu durumda her ne kadar çakma da olsa Almina benim de kuzenim sayılırdı. Kafamı anladığımı belirtmek için aşağı yukarı hareket ettirmiştim. Şaşırmıyordum. Çok geçmeden o yine konuşmuştu.
"İtalya'da ki kaçırılan askerleri hatırlıyorsun değil mi?" Soğukça gülmüştüm. O da mı?
"Evet."
"Aslında orası senin için hazırlanmış bir test bölgesiydi. Şu senin deyiminle 'dış ses' olan kişide Kansu Özkurt'un ta kendisiydi." Kafam artık almıyordu. Beynim durmuş gibiydi. Çok fazla acı vardı. Bugün gerçekler o kadar ağırdı ki sadece kalbim değil, beynim de yeter diyordu. Yeter, acıttı diyordu.
"Neden? Bunun nedeni ne?"
"Çok zekisin çünkü. İnanılmaz bir zekan var. Zaten bu yüzden sürekli planlarını değiştirmek zorunda kalıyorlardı. Sen hepsini öyle ya da böyle anlıyor veya şüpheleniyordun. Seni oyalamak ve aynı zamanda ne kadar iyi olduğunu gözlemlemek için böyle bir şey yaptılar. Orada birçok tuzak vardı Hera. Ve bazıları öylesine korkunç şeylerdi ki onlar karşısında büründüğün tavrın onları şoke etti. Onlar yıllarca eğitim almışlardı Hera. Sen ise babandan aldığın dövüş ve silah eğitimleri dışında gayet normal bir hayat sürdürdün. Şöyle bir düşün." Düşünecek hâlim kalmadı Arzem Bey...
"Bombalı bir odada, yılan dolu bir odada, kaplanların olduğu bir odada senden başka deneyimsiz biri olsaydı ne yapardı?" Hâlim olmadığı hâlde düşünmüştüm.
Ağlardı. Oturtur ağlardı. Ölümle burun buruna olduğu için ağlardı. O günleri hatırlıyordum da gayet rahattım. Sanki, sanki bunlar her gün yaşadığım sıradan olaylarmış gibi. Veliahtlar beni test etmişlerdi. Karakterimi bütün olası olaylar esnasında gözlemlemiş, yaptıkları analizler doğrultusunda hareket etmişlerdi. Böylece onları çözmem mümkün olmamıştı. Ben onları çözmeden, onlar beni çözmüşlerdi.
"Sanırım ne demek istediğimi artık daha iyi anladın?" Çok daha iyi anlamıştım. Bundan emin olabilirdi.
"O zaman günün kritik sorusu sana sevgili yeğenim." Sevgili yeğeni ve sevgili düşmanım... Arzem Soykamer'in gözleri şimdi ekrandaydı. Benim bakmadığım o ekrana son derece rahat bir şekilde bakıyordu.
"Seçim senin. Sadece birini seçebilirsin. Lotus çiçeğin mi? Yoksa Tanrıçan mı? Seçtiğin adamlarım tarafından sana yaşayarak getirilecek. Diğerine ne olacağı seni ilgilendirmez."
Diğeri. Diğeri bendim. Benden başka kim diğeri olabilirdi ki zaten? Ben birincinin ikincisiydim. Ben ikinci kez gelendim. Ben 14'tüm. Ben 17'dim. Ben hiçbir şeydim. Ben insan bile değildim. Ben yalancıların arasında yalan olmuş olan o kadındım. Ama ben en çok Türkeş'tim. Yıkım benimle başlayacaktı. Türkeş bu kez ömürlük olacaktı.
Kafamı ilk kez o an kaldırmıştım. Son kez göz göze gelmiştim onunla. Son kez görmüştüm orman gözlerini. Çok sürmemişti bakışmamız. Gözleri benim üstümde dolaşma işini bırakıp, ait olduğu kadına yönelmişti. Dudağında ona bakar bakmaz bir tebessüm oluşmuştu. Çok aşıktı, çok. Onun uğruna bir başkasını yerle bir edecek kadar çok aşıktı. Üç saniye sürmüştü. Belki de beş saniye. Kaç saniye olduğunu bilmiyordum. On saniyenin üstü olmasa gerek. Bir onu biliyordum işte. Sonra o konuştu. O işte.
"Bana Lotus Çiçeğimi geri ver..."
Cevabını bildiğiniz bir şeyi duymak canınızı yakar mıydı? Yakarmış. Benim canımı yaktı. Benim canım gerizekalı. Böyle bir adam için değer miydi yanmaya? Üstelik onun gözünde zerre değerimiz yokken. Gözlerimi sımsıkı kapatıp, başımı sandalyeye yaslamıştım. Çok acı vardı. Babamı istiyordum. Babam olmayan babamı. Annemi istiyordum. Annem olmayan annemi. Birileri beni de sevsin istiyordum. Çok acıyordu çünkü.
İçimde bir yerde bir yangın vardı. Tam adresini bilmiyordum. Neresi yanıyor bilmiyordum. Sadece acısını hissediyordum. Öyle bir acıydı ki yutkunamıyordum. Bir insan aldığı nefesten tad alamaz mı ya? Ben içime çektiğim nefesten tad alamıyordum.
Kapının açılıp kapanma sesi doluşmuştu. Arzem Soykamer yanımda durmuş omzumu sıvazlıyordu. Bitmişti sanırım. Daha doğrusu bitmiştim sanırım. Gözlerim hâlâ kapalıydı. Lotus çiçeği sonunda ailesine kavuşacaktı. Onun için mutluydum. Gerçekten. Hayatı mahf olan tek kişi ben değildim. Bir gece uyudu ve bir başka günde uyanmıştı. Gözlerini açtığında hayatından yılları gitmişti. En güzel yaşları gitmişti. Mutlu ol Lotus çiçeği. Beni, senin için tam iki kez harcadılar. Benim doğumum bile sen yaşa diye olmuşken, ne olursun mutlu ol. Mutlu ol ki kaybettiğime değsin. Tam da istedikleri gibi.
Elimin üstünde sıcak bir temas hissetmiştim. Sol elimin üstünde. Gözlerimi açıp oraya bakmıştım. Küçük, narin bir kadının eliydi. Arkasında, tekerlekli sandalyesiyle beraber onu alıp götürmek için bekleyen bir adam vardı. Gözlerimi ona sabitlediğimde ağladığını görmüştüm. İçine içine ağlamıyordu bu sefer. Göz yaşları yüzünü ıslatacak kadar çoktu. Gözlerine bakınca görmüştüm. Acı çekiyordu. Kendisi için değil, benim için acı çekiyordu. Vicdan azabıydı acısının adı. Kendine gel çiçek kadın. Sen bu hikayede benden bile masumsun. Benim seninle bir sorunum yok. Sen yaşa. Ben senin adına mutlu olurum zaten.
Elini yüzüme doğru uzatmıştı. Bir yandan ağlıyor bir yanda da yanağımı okşuyordu. Sevgilisi onun hakkında konuşmayı sevmezdi benimle. Ama ağabeyi bana onu uzun uzun anlatırdı. Şey demişti onun için bir keresinde. "Çok masumdur. Çok da iyi yürekli. Karıncayı incitse vicdan azabından yataklara düşerdi. İnsanlara en ufak zararı dokunsa, hiç tanımasa bile içi giderdi. Kimsenin canını yakmazdı. Öyle biriydi işte."
Deli gibi canı acıyordu çiçek kadının. Ağzını açsa, konuşabilse yüzlerce kez özür dilerdi benden. Yapamıyordu işte. Sadece ağlıyordu. Elimi onun gibi yapıp yüzüne çıkarmıştım. Her iki yanağında ki gözyaşlarını elimle silip, yüzümü okşayan elini tutmuştum.
"Yaşa kadın. Benim için de yaşa..." Gözlerini sımsıkı kapatmıştı. Elini bırakıp tekrar yerime yaslamıştım. Çok geçmeden o sulu gözlü çiçeği, alıp gitmişlerdi. Gözlerim önümdeki ekrana kaydığında kapalı olduğunu görmüştüm. Artık rahat olsunlardı. Biriciklerine kavuşmak üzereydiler.
Yanımda bir hareketlilik hissetmiştim. Arzem Soykamer tepemde dikiliyordu. Elinde iğne vardı. Elinde iğne neden vardı? Bilmiyordum. Sorgulamak gelmiyordu içimden. İçinde zehir vardır umarım diyordum. Umarım içindeki zehiri kanıma enjekte eder ve ben de ölür giderim diyordum.
"Biraz sonra öğreneceğin şey, canını tüm öğrendiklerinden daha çok yakacak. Her ihtimale karşı sakinleştirici alman lazım." Canım daha ne kadar yanabilirdi ki. Daha ne kadar canımdan can gidebilirdi.
Kolumda küçük bir sızı hissetmiştim. İlk bir dakika Arzem Bey sadece tepemde dikilip ses etmemişti. Sanırım etki etmesini bekliyordu. Bedenim yavaş yavaş kasılmayı bırakıp gevşediğinde konuşmuştu.
"Kaçırılan on askerden biri babandı. Benim arkadaşım Attila Tuğrul Türkeş. Sen onu görev esnasında görmedin. Çünkü... Çünkü baban sen veliahtların karşısına çıktığın gün öldü kızım. Başın sağ olsun."
Yapma... Yapma ne olur yapma... Bu kadar değil. Bu kadar olmamalı. İnsan değilim diye canım acımaz mı sanıyorsunuz? Ölüyorum...Bittim ben. Bittirdiler beni... El birliğiyle beni yok ettiler... Kalbimi kül ettiler. Ruhumu emdiler. Derdime dert, acıma acı kattılar. Çok fazla acı var. Acı şimdi her yerde. Göz yaşlarım durmuyordu. Oysa benim kolumu kaldırmaya mecalim yoktu. O adam benim her şeyimdi. Benden her şeyimi niye aldınız? Üstüne bir de bunu niye gizlediniz?
Baba! Babam duy sesimi ne olur duy. Beni kendi yanına al baba. Beni seven tek insan sendin. Sen de gittin ben kimsesiz kaldım. Kimsem yok. Kimsem niye yok? Hiç kimsem mi yok? Yeter! Yeter! Yeter! Attila Tuğrul Türkeş ne olur yetmiş olsun. Bana yetmiş olsun. Kalbimin delik deşik olmuşluğu herkes için artık yetmiş olsun.
Gelecektim ben. Yanına gelecektim. Seni de alıp gidecektim. Beraber kimsenin bizi bulamadığı bir yere giderdik. Ne oldu şimdi bize baksana? Biz yok olduk. Bizi yok ettiler. Nasıl yaşarım lan şimdi? Senin yaşamadığın şu dünyada ben nasıl yaşarım?
Bana, babamla vedalaşma fırsatı bile vermemişlerdi...
Göz yaşlarım dinmek bilmiyordu. Boğazımdan kesik kesik sesler çıkıyordu. Kolumu kaldırabilsem yapacağım ilk şey boğazıma yapışmak ve soluğumu kesmek olurdu. Yapamıyordum. Bu hayata hiçbir şeyi yapamadığım gibi bunu da yapamıyordum. Bedenimin dayanacak dermanı kalmamıştı. Gözlerim yavaş yavaş kapanıyordu. Karanlığa doğru süzülmeden önce yüzümde bir el hissetmiştim. Zehirli göz yaşlarımı silmişti o adam. Sonrasında bir ses!
"Babana söz verdim kızım. Bundan sonra sen de benim kızımsın. Ve ben de her babanın yaptığını yapacağım. Kızımın canını yaktıkları kadar canlarını yakacağım onların. Söz."
Üç ay sonra! Yer: Japonya'da bir ruh ve sinir hastalıkları hastanesi. İlahi Bakış Açısıyla...
"Durumu nasıl?" diye sormuştu adam doktora. Gözleri hâlâ odanın balkonunda bulunan koltuğa oturmuş, dışarıdaki ağaçları izleyen kızdaydı.
"Aynı. Sürekli dışarıyı izliyor. Konuşmuyor. Çok mecbur kalmadıkça yemiyor. Bazen gördüğü kabuslar yüzünden kriz geçirdiği oluyor. Böyle anlarda kendine zarar veriyor. Odasında kesici bir alet bırakmadık. İntihara oldukça meyilli."
Tahmin ediyordu adam tüm bunları. Onca yaşadıklarından sonra pek şaşırtıcı değildi. Ne vardı ki artık zamanı gelmişti. Üç ay kafasını dinlemesi için yeterli bir süre olmalıydı. Doktora dış kapıyı işaret etmişti. Onun dilinde git demek oluyordu. Yavaş adımları onu, kızın yanına götürmüştü. Kızın oturduğu koltuğun yanına geçip oturmuştu. Pek umursanmıyordu kız tarafından. Yüzünü ona hiç dönmemişti küçük kız.
Onun için çok güzel planları vardı. Kızın bir insan olmaması onun için büyük avantajdı. Çok keskin zekası vardı. Üstelik hiçbir eğitim almadığı hâlde böylesine zeki ve korkusuzdu. Acaba diyordu kendi kendine. Acaba eğitim alsaydı ne olurdu?
"Güney Pasifik'te bir ada var. Kamer'lere ait bir ada. Üst düzey güvenlik çemberi ile korunur. Teknolojinin her türlü nimetinden faydalanarak oluşturulmuş, donanımlı sistemlere sahiptir. Bildiğine emin olduğum Kamer aile sandığı orada. Daha doğrusu oradaydı. Güvenliği devre dışı bırakmak yıllarımı almış olsa da senin karşına çıktığım gün bunu başardım. Sen gerçekleri öğrenirken, adamlarım Ulu ve Veliaht yapılanmasının güvencesi olan bütün dünya ülkelerinin gizli dosyaları, yeşil odaları, belge ve kayıtlarını ele geçirdi."
Kadın adamı hâlen umursamıyor, tepki vermiyordu. Lakin adam, kadının onu dinlediğine emindi. Konuşmaya devam etmişti. "Onlar beni öldü sanıyorlardı. Bilindiği üzere Kamer aile sandığını Kamer'lerden başka kimse bilemez. Ben de bir Kamer'im. Ölmüş olsam bile bu böyleydi."
Kadının yüzünde mimik oynamıyordu. Adam ise konuştukça konuşuyordu. "Şimdi bütün yapılanma üç aydır her yerde beni arıyor. Tehlikede olduklarını biliyorlar. Dış dünyanın artık bu yapılanmanın elinde tehdit edilebilecekleri bir şeyin kalmadığını öğrenmeleri demek, onlar için kıyamet demek."
İlk kez o an kadının yüzünde bir mimik oluşmuştu. Onlar için kıyamet kopacak dedikten sonra, sırıtmış olması büyük bir nefreti içinde barındırdığını kanıtlardı. Ve şimdi adamın son darbeyi vurması gerekiyordu.
"Onların karşısına çıkıp beni Ulu yapmalarını isteyeceğim. Böylece sırları benimle güvende olabilecek. Lakin gel gör ki benim intikam isteyen zeki ve güçlü bir veliahta ihtiyacım var. Bunun için gelebileceğim en doğru adrese geldim."
Kadın o an yüzünü yavaş hareketlerle adama doğru dönmüştü. Göz göze geldiklerinde anlamıştı adam kadını. Bu kez baş üstünde baş kalmayacaktı. Bu kez çok can acıyacaktı. Kadın intikam istiyordu. Ve bunu alacaktı...
KALBİM KÜL OLDU BENİM. BEN DE ELBİSEMİ KÜLLERİMDEN DİKTİM. NASIL OLMUŞUM? YENİ ELBİSEM BANA YAKIŞTI MI SEVGİLİM?
(🎭)
|
0% |