Yeni Üyelik
118.
Bölüm

🎭 9 HERA'NIN CANAVARI

@mavimsu_

 

 

 

 

 

Hayatınız boyunca hep sevgiyle kalın, saygıyla kalın, aşkla kalın ve de kitabımı okumaya devam ederek kalın.

 

 

 

 

 

 

Keyifli okumalar dilerim.

 

 

 

 

 

 

(🎭)

 

 

 

 

 

 

Bölüm Sözü

 

 

 

 

 

 

Uçun kuşlar.

 

 

 

 

 

Yuvama selam söyleyin.

 

 

 

 

 

Uçma vakti gelmişti, o yüzden gitti deyin.

 

 

 

H.G. 

 

 

 

 

 

 

(🎭)

 

 

 

 

 

 

 

 

11 Mayıs 2026

 

 

 

 

 

HERA 8 Aylık Hamile

 

 

 

 

Şu dünyadaki en olgun kişi, acıya gülen kişidir.

 

 

 

 

Şu dünyadaki en soylu kişi, insafa gelen kişidir.

 

 

 

 

Şu dünyadaki en zengin kişi, gönül fetheden kişidir.

 

 

 

 

Şu dünyadaki en üstün kişi, insanı seven kişidir.

 

 

 

 

Bütün dünya buna inansa, bir inansa, hayat bayram olsa. İnsanlar el ele tutuşsa, birlik olsa, sonsuza uzansak.

 

 

 

 

Bir baştan bir o başa Hera. Tıpkı aylardır yaptığın gibi yürü. Sadece yürü. Nefesimi kesiyordu şu küçük velet. Karnım burnumda değildi. Onun bu hâli çok daha üst seviyedeydi. Karnımdaki canavar sürekli hareket edip yukarı doğru mideme baskı yapıyordu. Aşağı insin, normal alanında takılsın diye yürümekten başka çarem kalmıyordu. Ömrümde bu kadar yürümemiştim. Hapisteki kader mahkumları bile benim kadar volta atmamıştır.

 

 

 

 

Düzgün bir canavar doğurmak istediğim için onunla attığım voltalar genellikle şarkı söyleyerek geçiyordu. Gönül isterdi ki biz de canavarımızı Mozart dinleterek büyütelim ama işte anası sevmiyordu o türden müziği. Anasının sevmediği şeyi kimse ona yaptıramazdı. Yine de gelişimine zerre faydası olmayacağını bilsem de ikizlerin baskısı yüzünden şarkı söylüyordum. Aramızda bir bağ olduğunu ve o bağın beni duymasına neden olacağını söylemişlerdi.

 

 

 

 

Doğu ve Batı, bizden gizli bir köşede doğurmuş olmalılardı. Benim bilmediğimi onların biliyor olması aşırı şüphe uyandırıcıydı.

 

 

 

 

Bebeğim beni anlıyordu. Sözde bu böyleydi. O zaman ben annesini zerre takmayan bir velet doğuracaktım. Söz dinlemiyordu. Dinlese içimi dışıma çıkarmazdı. Babasının canavarı işte. Bana çekmediği ne kadar belli. Oysa ben hep uslu, sessiz, sakin olan o çocuk olmuştum.

 

 

 

 

Aslında bebeğim için bir yol daha vardı ama her yer tuzaklıydı. Doğuma bir ay kalmıştı. Benimse bir ay daha dayanacak sabrım kalmamıştı. Şöyle zıplasaydım mesela... Üst üste birkaç kez zıpladım mı, tamamdı. Anne sözü dinlememek ne demek görürdü. Düşüncem ani şekilde mantıklı gelmeye başlamıştı. Salonun ortasında aniden durmuştum. Bir elimi kavgaya gider gibi bel boşluğuma koymuştum. Diğer elim karnımı okşuyordu.

 

 

 

 

"Hayat bazen acıdır, küçüğüm. İlk darbeyi her zaman en güvendiğinden yersin. Merak etme sakın! Annen, seni hayata hazırlayacak. Sonra bir bakmışsın fırt, demişsin doğmuşsun."

 

 

 

 

Derin nefes alıp vermiştim. Hamileler çocuğu erkenden doğurmak istemiyorsa ağır kaldırıp, atlamamalıydı. Neyse ki ben erken doğurmak istiyordum da bu konuda içim son derece rahattı.

 

 

 

 

Aldığım nefesin beni bir canavar fırlatacak kadar ayakta tutacağını bildiğimden kendimi zıplamak için kasmıştım. Tam olarak zıplamak üzereydim, az kalmıştı. Bunca hazırlığa rağmen göklerde kartal gibi uçmazsam ayıp ederdim. Düşüncem beni gülümsetirken birden bire omzumda baskı hissetmiştim. Hâliyle benim göklerdeki hâkimiyet daha uçamadan işte böylece son bulmuştu.

 

 

 

 

"Aklından bile geçirme, tanrıça."

 

 

 

Gelmişti işte bu, canavar doğduktan sonra bir ömür tenimi tenine haram kıldığım ırz düşmanı adam.

 

 

 

 

"Bu hiç adil değil."

 

 

 

Arkamda olan varlığı önüme geçmişti.

 

 

 

Önce karnıma kaymıştı gözleri, gülümseyip büyümüş olan karnımı okşamıştı. Daha doğmadan bütün ilgiyi kapmıştı küçük canavar.

 

 

 

 

Gözleri beni bulduğunda eğilip dudaklarıma küçük ve hızlı bir öpücük kondurmuştu.

 

 

 

Teni tenime haram diye içimden söylemek yerine dışımdan söyleyecektim.

 

 

 

Böyle bir adım ileri gidemezdik. Yıl dolmadan ikincisi gelirdi. Düşüncesi bile sancılıydı.

 

 

 

 

"Adil olmayan ne var güzelim?" diye utanmadan sorduğu bu soruyu, her gün en az bir kez tekrarladı, aramızda geçen onca tartışmaya rağmen hâlâ soruyordu.

 

 

 

 

"Sen ve senin türün niye doğuramıyor da tüm yük bizde?" Sorum karşısında yüzüne gülümsemesi yayıldı. Elinin içine ellerimi alıp beni yavaşça yürüttü, "L" şeklindeki koltuğa beni oturttu ve arkama destek olsun diye yastık yerleştirdi. Koltuğun uç kısmına sırtımı yasladım, dizimin dibinde oturup bacaklarımı kucağına yerleştirdi.

 

 

 

 

Masaj saati gelmişti anlaşılan. Çalış, köle. hanımcılık daima kazanacak, nasılsa.

 

 

 

 

Bebek yüzünden çok kilo almıştım, her yerim şişmişti. Bu da yetmezmiş gibi, bebeğim annesine garezliymiş gibi sürekli karnımın içinde bana tekme tokat dalıyordu, onu sakinleştirmek adına yürümek zorunda kalıyordum. Ayaklarım bu kadar çok yürüdüğü için şişiyordu. Arem Bey her gün bacaklarıma masaj yaparak acımı biraz olsun azaltmaya çalışıyordu.

 

 

 

 

"Senin için türümün doğurmasını çok isterdim," dediğinde güldüm. Bacaklarım onun ellerinde resmen dile gelseler 'Allah razı olsun' diyecek kıvama gelmişti.

 

 

 

 

"İnan bana, seni doğururken görmeyi ben de çok isterdim," dediğim zaman gülen o olmuştu.

 

 

 

 

Karnımda dönüp duran o canlıya sırf onun için katlanıyordum. Hayatım boyunca hep korkmuştum, böylesine bir sorumluluğu alabileceğimi sanmazdım. Anne olmak çok ağırdı, ağır bir yüktü. Dünyaya getirdiğim biri için nasıl bir anne olacağımı bilmiyordum. Annem Gül Türkeş, öldüğünde iki yaşındaydım. Manevi annem Ayşen teyzem öldüğünde on dört yaşındaydım. Gerçek anlamda anne ve anne olmaktan bi haberdim, bilmediğim sorumluluğun altına yatmıştım, sırf onun için.

 

 

 

 

Baba olacağını öğrendiği an, ona yaşaması ve hayatta tutunması için sebep verdiğimin farkındaydım. O mutluluğunu kelimelere dökmem imkansızdı. Hiç, hem de hiç kıskanmasam da bu bebek babasına ilaç olmuştu.

 

 

 

 

"Bugün bebeğimizin cinsiyetini öğreneceğiz. Heyecanlı mısın?" Sataşma eylemini daha fazla gerçekleştiremeyeyim diye konuyu saptırmış, bir yandan da masaja devam etmişti.

 

 

 

 

"Fazla şımartıyorsunuz, daha doğmadan partiler yapmalar. Tepemize çıkacak yak-" Sözlerimin devamını getirememiştim. Resmen aydınlanma yaşıyordum, cinlerim yine tepeme çık- Bir kez daha kendi iç dünyamda konuşurken susmak zorunda kalmıştım. Başka deyim kalmamıştı sanki.

 

 

 

 

"Tabii tabii! Siz şımartın. Nasıl olsa canavarınız, tepesine çıkacak birini buldu. Bilmem farkında mısın? Ama senin evladın benim içimde aylardır tünel kazıyor. Bu işin sonunda ya o gerçekten tepeme çıkacak ya da ben doğuracağım onu."

 

 

 

 

Bütün kızgınlığım evladıma olsa da konuşurken karnımı ovalayıp Batı'nın dediği gibi hep iletişim hâlinde oluyordum onunla. Çocukla beraber bana inanılmaz güncellemeler gelmişti. Hera'nın yeni sürümünde yapmış olduğu bu hareketin anlamı şuydu: Ana yüreği işte. Atsan atılmaz, satsan satılmaz.

 

 

 

 

Satsan satılırdı aslında. Veliaht çocuğuydu. İyi para ederdi. Benim elimi sadece atsan atılmaz kısmı bağlıyordu. Yoksa çoktan fiyat belirlemiştim ben ona.

 

 

 

 

"Az kaldı güzelim. Sadece bir ay daha sabret." Arem'in dediği gibi, sadece bir ay daha sabredip emekliye ayrılacaktım. Çok sevdiğim bir laf vardı, aynen şöyle derdi: "Biz yedik, Allah arttırsın. Sofrayı kuran kaldırsın." Çocuğu ben doğurmuş olabilirdim ama sofrayı ben kurmamıştım. O soğuk gecede, içime sofrayı kim kurduysa, doğumdan sonra tüm sorumluluk ondaydı. Beni zerre alakadar etmezdi.

 

 

 

 

Kafamın içinde dönüp duran düşünceler ona sinsice bakmama sebep olduğu için kaşlarını çatarak bana bakmaya başladı. Onunla uğraşmayı seviyordum. Nefes aldıkça sinirlerini bozacaktım onun.

 

 

 

 

"Ne bakıyorsun lan izmarit?" Çatılan kaşları hızla gevşedi. Onu sinirden kudurtsam da masaj yapmaya devam ediyordu.

 

 

 

 

"Uslu dur tanrıça." Kafamı hızla iki yana salladım. Kaşınıyordum.

 

 

 

 

"Diyelim ki olmadım ne olacak?" Koskoca mafya babası Arem Soykamer, eğer üstadı Memati Baş'ı oynamazsa şimdi şu dakika giderdim buradan. Hayır! Şimdi şu dakika giderdi buradan. Karnım burnuma gelmişti. Gidecek hâlim mi kalmıştı?

 

 

 

 

"Keserim seni." Kısık sesle vurgulayarak konuştuğunda derin nefes aldım. Bu repliğin devamı gelmeseydi muhtemelen ayrılacaktık. İşte bu mevzu benim için bu kadar önemliydi.

 

 

 

 

Yavaş yavaş ona doğru eğilmiştim. Karnım izin vermediği için eğilmekte zorlanıyordum. Ona yaklaşmak istediğimi anladığında o bana doğru yaklaşarak karşılık verdi. Yüzüyle yüzüm arasında çok az mesafe kaldığında konuşma zamanının geldiğini biliyordum.

 

 

 

 

"Sen benim kılımı bile kesemezsin izmarit." Fısıldayarak konuştuğum süre boyunca gözünü dudaklarımdan bir an olsun çekmedi. Tam öpmek için yaklaştığında kendimi geri çektim. Sırtımı tekrar eski yerine yasladığımda gözlerini kırpa kırpa bana baktı.

 

 

 

 

"Kendinden utanmalısın, veliaht. Küçücük çocuğun yanında yaptığın hoş mu şimdi?"

 

 

 

 

Hamilelik süreci benim için çok zor geçiyordu. Hiçbir şekilde boş durmayan ve sürekli yapacak bir şey bulan ben, veliahtlar yüzünden asla hareket edemiyordum. Birinden biri ortada belirip beni âniden yerime oturtuyorlardı. Bu süreçte duygu değişimlerim normalden çok daha hızlı oluyordu. Çok çabuk öfkeleniyordum. Aslında hep öfkeliydim. Ben zaten öfkeliydim. Öfke bendim. Öfke.

 

 

 

 

"Haklısın, tanrıça. Yapmamam gerekirdi."

 

 

 

 

Normalde olsa onunla uğraştığım kadar benimle uğraşıp, beni toksik ilişkinin içine atarak bütün kaos ihtiyacımı karşılayacak adam, hamile olduğum zamandan beri sürekli beni haklı buluyordu. Hanımcılık iyi, hoş, güzeldi ama ben kaos istiyordum.

 

 

 

 

Arem'in masaya yumruğunu geçireceği, sonra benim de o masayı Arem'in kafasına geçireceğim aşırı normal ilerleyen ilişki. Ah, kesinlikle vardı bir hayalimiz.

 

 

 

 

"Hoş geldiniz, Beyler."

 

 

 

 

Karnım burnumda olmasa bütün sistemine su döküp kısa devre geçirteceğim kadar gıcık olan ev robotu Alice'nin sesini duyunca kafamı arkama doğru çevirdim. Adım sesleri veliahtların geldiğini gösteriyordu.

 

 

 

 

Veliahtlara ek olarak Arem'in erkek kardeşi ile kız kardeşi olan Elena ve Görkem ikilisi de gelmişti. Erdem'in kolunun altında kız kardeşi Asya'nın olduğunu görünce gözüm benden bağımsız olarak Hazan'ı aramıştı. Asla gelmeyeceğini bile bile onu aramıştı gözlerim. Lerzan'la evlenmesini hiçbirimiz istemiyorduk. Karşı çıktığımız dönemde bizden gizlice Arzem ve Aytekin'in desteğiyle evlenmiş ve ağabeyinin yerine kocasını oturtmuştu. Kocasını o yerde görmek istemediğimiz için o da bizi görmek istemiyordu.

 

 

 

 

Üzerime birinin çullandığını hissettiğimde kıvırcık saçlarından bu kişinin Poyraz olduğunu anlamıştım. Tam ona önce çemkirip sonra sarılmak üzereydim ki aniden kalkmıştı Poyraz üzerimden. Ne olduğunu anlamak adına ona döndüğümde ikizlerin Poyraz'ı üzerimden çektiğine şahit olmuştum. Ah! İşte yine başlıyorduk.

 

 

 

 

"Dostum ne yaptığının farkında mısın?"

 

 

 

 

Batı, Poyraz'ı azarlarken bedenini bedenimin önüne koymuş, güya önümde set oluşturmuştu. Aman yarabbi, sen bir Çin Seddi, iki Doğu'cuğum. İkizler, boylarına bakmadan, hadi onu da geçtim yaşlarına da bakmadan bana bodyguard'lık yapıyordu.

 

 

 

 

"Ay çekil be şuradan. Size mi soracağım?"

 

 

 

 

Normal bir Poyraz saatte bilmem kaç kilometre hızla laf sokma ve bilmem kaç beygir gücünde çemkirme gücüne sahipti. Aklı olanın ona bulaşmamasını daima temenni ederdim. Fakat bu temenniyet daima içsel dünyamda kendi kendime söylediğim bir şeydi. Aksi türlü eğlenceli olmazdı. Poyraz vs yönler karşılaşması, hamilelik dönemim boyunca izlemekten en çok zevk aldığım olaydı. Birbirlerini yemelerinden zevk aldığım için bunu önleyecek değildim.

 

 

 

 

"Başlamayın yine!"

 

 

 

 

Kansu'nun kanser eden sesini duyduğumda öfkeli gözlerimi ona çevirmiştim. Bakışlarımın hızla onu bulmasıyla bakışları hızla bana dönmüştü. Göz göze geldiğimizde öfkemin sebebini anladığı için elini teslim olur gibi yukarı kaldırmıştı.

 

 

 

 

"Aslında bir daha düşündüm de devam edin siz. Hatta sizi ayıran olursa karşısında beni bulur."

 

 

 

 

Nasıl böyle iyi mi? Tarzında olan bakışlarını bana yönlendirildiğinde idare eder anlamında kafamı sallamıştım. Veliahtları gün içerisinde o kadar çok görüyordum ki artık sadece bakışarak bile anlaşabiliyorduk.

 

 

 

 

"Hamile birine sarılmanın doğru olmadığını düşünüyorum," demişti Doğu.

 

 

 

 

"Ben de boş konuştuğunuzu düşünüyorum," diye eklemişti, sıkıldığı her hâlinden belli olan Poyraz.

 

 

 

 

"Her düşünce yapısına saygımın olması bu düşünce yapısının mantık çerçevesi içinde olduğu anlamına gelmez."

 

 

 

 

Doğu bilimsel ve saygılı konuşmaya ne kadar özen gösterse de Poyraz sokak çocuğuydu. Mantık onun neyineydi?

 

 

 

 

"O mantık çerçevesini alır siz..."

 

 

 

 

"Ah! Aaah! Aaah!"

 

 

 

 

Küfrün yerine ulaşmaması için azıcık oyunculuk hünerlerimi konuştursam iyi olacaktı.

 

 

 

 

"Ne oldu kız? Çamaşır reklamı gibi ne ciyaklıyorsun?"

 

 

 

 

Poyraz tam olarak istediğim gibi yanımda bitmişti. Bütün dikkatini bana verdiğini hissettiğim zaman derin nefes almıştım. Arem benim bu taktiğimi çok iyi bildiği için oltaya gelmemişti. Onun dışında kalan herkes başıma toplandığı için oyunculuğuma devam etmek zorunda kalmıştım.

 

 

 

 

"İyi misin?"

 

 

 

 

Karnımda hissettiğim baskıyla kafamı oraya doğru çevirmiştim. Kansu, kulağını karnıma yaslamış, bebeğimle iletişim kurmaya çalışıyordu. Şahsen bana çekmişse yavrumun bu salağı duysa bile duymamazlıktan geleceğine emindim.

 

 

 

 

"Ses ver amcacığım."

 

 

 

 

Bir tane çarpacaktım suratına, duyduğu son ses kulağında çınlanma olarak kalacaktı.

 

 

 

 

"Aha tekme attı."

 

 

 

 

Kansu'nun sesini duymamla içimin dışıma çıkması bir olmuştu. Kesinlikle bana çekmişti. O da benim gibi Kansu'dan haz etmiyordu. Varlığını ne zaman hissetse tekmeyi çakıyordu. Arada ben de kaynıyordum ama olsundu.

 

 

 

 

"En çok beni seviyor diyorum inanmıyorsunuz."

 

 

 

 

Sadece göz devirmiştim ona. Cahille muhabbeti kesmek lazımdı.

 

 

 

 

"Çekil şuradan ya!" Duyduğum sesle yönümü o tarafa doğru çevirmiştim. Bu ses... Bu agresif tavırlar. Ah! O gelmişti kesin. Sarı kuşum kesinlikle gelmişti. Etrafıma dolanan kolları hissedince ben de ona sımsıkı sarılmıştım. Hamile olduğum dönem boyunca sürekli yanımdaydı. Sayısız annelik kitabı okumuş, tüm bilgilerini bana aktarmıştı. Anne olmayı çok istediğini biliyordum. Onun bu isteği içimi her zaman yakıyordu.

 

 

 

 

"Kahvaltı yaptın mı sen?"

 

 

 

 

Gözlerimi Arem'e çevirmiştim. Kafamla onu işaret edip tekrar Afra'ya dönmüştüm.

 

 

 

 

"Sence?"

 

 

 

 

Onun da çok iyi bildiği bir şey varsa o da Arem'in gün içinde yediğim her şeyin listesini tuttuğu ve bu konuda asla taviz vermediğiydi. Mesajı aldığı için sırıtarak benden uzaklaşıp tekrar onun yanına gitmişti. Mert'in. Özellikle son olaylardan sonra Mert'e bir şans verdiğini görebiliyordum. Henüz aralarında dönen ilişkinin kesinliği yoktu. Deneme aşamasında gibiydiler.

 

 

 

 

"Yeğenim nasıl çirkin cadı?"

 

 

 

 

Benim hâlimi hatrımı sormak yerine hepsi bebeğin derdine düşüyordu. Burada karnı burnunda olduğu için adım atsa canı ağrıyan bendim. En çok beni merak etmeleri gerekiyordu. Bu terbiyesizlerde bunu akıl edecek beyin yoktu.

 

 

 

 

"Sizinle akraba olduğunu öğrendiği günden beri iyi değil puştcuğum."

 

 

 

 

Onlara karşı hamilelik dönemim boyunca illallah dedirtmekten tek bir gün geri kalmamıştım. Yüzüme sırıtarak bakıyordu. Koymuyordu artık. Alışkanlık olmuştu. Koyduğum hiçbir laf artık onlara koymuyordu.

 

 

 

 

Vakti zamanında ne zaman laf soksam sinir krizleri geçirip kendini yerden yere vuran adam, artık bağışıklık sisteminin ona verdiği yetkiye dayanarak, koyduğum her lafı itinayla özütüp, sindiriyordu. Tıp tarihinde bunun bir açıklaması olup olmadığını bilmiyordum. Ben kendi kitabımda yer edinen açıklamasını biliyordum sadece. Benim kitabımda bu olay için şu yazardı: Aç bırakma hırsız edersin, çok söyleme arsız edersin. Vakti zamanında işte bundan ötürü onca lafı atmayacaktım ortaya.

 

 

 

 

"Bugün cinsiyet partisi yapıyoruz. Çok heyecanlı."

 

 

 

 

Şeker kız, Asya; ağabeyi Erdem ile aramızda geçen yüksek gerilim hattını fark ettiği an konuyu değiştirmek için yanımıza gelmişti. Ağabeyinin kolunun altına girip şirinlik yapıyordu. Çocuğumun olacaksa Asya gibi olmasını isterdim. Arada şeker ihtiyacımı üzerinden karşılardım. Temiz iş olurdu.

 

 

 

 

Hamileyken en çok kime bakarsan çocuk ona çeker dedikleri için Veliahtları nerde görsem, Tövbe estağfurullah çekip kafamı başka tarafa çeviriyordum.

 

 

 

 

Hamileliğimin ağır olmadığı dönemlerde, hamile ve veliaht olduğum için bazen Arzem'le karşı karşıya geldiğim anlar olmuştu. Bu şekilde karşı karşıya gele gele Ayet-el Kürsi'yi bütünüyle ezberlemiştim. Neyseki Vural Soykamer ve Arzem Soykamer'i bugüne kadar hiçbir zaman bir arada görmemiştim. Eğer öyle olsaydı muhtemelen combo etkisi yaratacağı için oturduğum yerden hâfız olurdum.

 

 

 

 

Şeker kız Asya'yı izlemekten zarar gelmezdi. Onu izlediğim süre zarfında aramıza giren kişi yüzünden bakışlarım ondan ayrılmak zorunda kalmıştı. Arem ve Elena'nın küçük kardeşi Görkem Bey yanıma gelmişti. Yengesinin bir tanesiydi o. Arem'in YAŞAYAN sevdiğim tek akrabası.

 

 

 

 

"Nasılsın bakalım yengelerin en güzeli."

 

 

 

 

Boşuna sevmiyordum bu çocuğu. Önceliği her zaman bendim. Yeğeni sonra gelirdi. Görkem, ağabeyi ve ablasından çok daha farklıydı. Karakter olarak o ikisine oranla daha sıcak kanlı ve uysaldı. Bazen bana çok tuhaf gelen alışkanlıklara sahip olduğunu özellikle hamilelik dönemim boyunca sayısızca tecrübe etmiştim. Görkem fabl manyağıydı. Her an, her dakika, her türlü konunun ortasında fabl anlatabilme özelliği yüzünden içimiz dışımız hayvan olmuştu. Karnımda bulunan velet bile dünyaya gözlerini hayvan olarak açacağını sandığı için beni vahşice tekmeliyordu.

 

 

 

 

Görkem'in bu halleri bana hep şu olayı hatırlatıyordu.

 

 

 

 

"Ömer baba! Ömer baba!"

 

 

 

 

"Ne oldu evladım? "

 

 

 

 

"Polat abiyi vurmuşlar. "

 

 

 

 

O sırada ömer baba:

 

 

 

 

"Bir gün bir aslan... "

 

 

 

 

Görkem dolu düşüncelerim arasından beni onun önümde çömelişi alı koymuştu. Hemen elimle saçlarını karıştırmıştım. Ailenin küçük üyeleri bütün olaylardan uzak tutulduğu için dâimâ ülke dışında kalırlardı. Bu yüzden onlarla hamilelikten önce çok az zaman geçirmiştim. Şimdilerdeyse artık üç kişi değil iki kişi oldukları için tekrar Türkiye'ye dönmüşlerdi. Üstelik bu kez kalıcı olarak. Hazan, ağabeyini kaybedip üstüne onun hiç istemediği biriyle evlendiği için çok değişmişti. Bizimle görüşmediği gibi bunca zaman beraber yaşadığı öz ailesinden daha çok gördüğü Asya ve Görkem'le de konuşmuyordu.

 

 

 

 

Onun aksine Asya ve Görkem; belki bir umut bizi görmek ister, diyerek burada kalmaya devam ediyorlardı. Bu olaylar üzerine benim onlarla olan etkileşimim fazlasıyla artmıştı. Her ikisi benim için önemli olmayı bu sayede başarmıştı. Hem bana karşı çok iyilerdi hem de özlerinde iyilerdi.

 

 

 

 

"İçimde küçük bir canavarla yaşıyorum. Sence nasılımdır?"

 

 

 

 

Bana doğru gülümseyip karnımın üzerini okşamıştı. İlgi yine küçük canavara kaymıştı. Bu bebeğin şansından istiyordum.

 

 

 

 

"Çirkin cadı."

 

 

 

 

Puştun sesini duyunca bakışlarım tekrar onu bulmuştu. Kafamı ne var dercesine sallamıştım. Sinsi sinsi gülüp konuşmuştu hemen.

 

 

 

 

"Yeğenime hediye aldım. Verebilir miyim?"

 

 

 

 

Hediye lafını duyar duymaz herkes gibi benim de bakışlarım Mert'e dönmüştü. Hepimizin ona baktığını görünce ellerini teslim olurcasına havaya kaldırmıştı. O kendini çok iyi biliyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İKİ AY ÖNCE

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bayıldı, bayılacaktım. Şurada bir yere karnımdakini düşürmesem, kendimi şanslı sayacaktım. Neydi bu başıma gelenler? Bakamıyordum bile. Akasya Durağı'ndaki Osman Ağa gibi ellerimle yüzümü kapatmış, aradan izliyordum beni dehşete düşüren o görüntüyü.

 

 

 

 

Bu kadarını düşman düşmanına yapmazdı.

 

 

 

 

"Ay, bu ne bu?"

 

 

 

 

Yaşadığım şoku tahmin edecek insan yoktu şu dünyada. Zar zor konuşmuştum. Uzun zaman boyunca sadece bakmakla yetinmiştim.

 

 

 

 

"Senin ve yeğenim için yaptırdım. Nasıl olmuş?"

 

 

 

 

Mert'in heyecanlı sesini duyunca vurmak istemiştim. Elimin tersiyle ağzının ortasına bir tane vurmak istemiştim.

 

 

 

 

"Ay, tansiyonum kalktı."

 

 

 

 

Ataydım kendimi şuraya, yerlerde sürüne sürüne çıkaydım caddeye, tam ezilmek üzereyken uzaklardan bir yerden o sesi duysaydım.

 

 

 

 

"Feriha! Allah'ın cezası! Ne vardı da bayılmalara doyamadın bu kadar?"

 

 

 

 

İşte bu beni kendime getirecek tek olaydı.

 

 

 

 

"Ne oldu? İyi misin?"

 

 

 

 

Bana doğru atılan kolları hissedince kendimi denize atmak istemiştim. Şu adam bana sarılacağına boğulsaydım istemiştim. Pis düşman. Kaleş düşman. İnsan olsa derdi ki, "Ulan bu kız hamile. Bari karnında duranın hatrına yapmayayım bunu." Ama işte bu şerefsizin yanında ben bile daha çok insan kalıyordum.

 

 

 

 

İç sesimin düşünceleri arasında ben bile diyerek bana bile ayar koyduğunu fark ettiğimde hormonlarım tavan yaptığı için ağlayacaktım. Nerde bu çocuğun babası? Nerede o Allah'ın en büyük cezası?

 

 

 

 

Telefonum neredeydi benim? Bana sarılan kollar nefes almama izin vermiyordu ki telefonu bulmama izin versindi. Duygusalık bütün bedenimi kapladığı için dayanamayıp ağlamaya başlatmıştım. Korkudan mı? Ağlamıştım yoksa başka bir sebebi mi? Vardı benim de haberim yoktu artık kendimden. Şu andan itibaren şu kıymetli şahsiyetimi salmıştım çayıra, ey yüce mevlam inşallah kayıra.

 

 

 

 

"Güzelim! Bak korkutuyorsun beni."

 

 

 

 

Yüzümü avuçları arasına alıp gözlerimin içine bakmıştı. O sırada ben burnumu çekmekle meşguldüm. Her iç çekişim dert çekişim gibiydi mübarek. Tek seferde on kişilik nefes çekiyordum içime. Tıpkı tek seferde on kişilik dert omuzladığım gibi. Yine iç sesim ve yine fark ettiğim bir gerçek. Neydim ben acıların kadını mı? Küçük Emrah'ın kadın hâli miydim?

 

 

 

 

Anammm. Anammm. Garip anammm. Sen yoksun yanımda! Kime dert yanamm.

 

 

 

 

Anam bile yoktu. Sanki her şey tamamış gibi bir de bunun için ağlayacaktım.

 

 

 

 

"Ezildi..."

 

 

 

 

Beni anlamadığı yüz ifadesinden belliydi.

 

"Ne?"

 

 

 

 

Yine tek bir iç çekişte on kişilik oksijen tüketmiştim.

 

 

 

 

"Ezdin lan evladımı. Öyle sarılınır mı? Hamile kadına."

 

 

 

 

Elimle yeni yeni çıkmaya başlayan karnımı okşamıştım. Buradan karnımda yer edinmiş canavara sesleniyordum; "Yaşıyorsan ses ver anası kurban." Eğer ezildiyse atardım kendimi yerlere. Anne olmakta yoruyordu be! Sürekli yerlerdeydim.

 

 

 

 

"Ezildi mi? Gerçekten mi?"

 

 

 

 

Şokla karnıma bakıyordu. Tüm tiyatroyu gerçek sanmıştı. Burada sıkıntı yoktu. Asıl sıkıntı koskoca veliahtın sırf sarıldı diye bir bebeği ezebileceğini düşünmesiydi. Ama yok! Bu kez ses etmeyecektim. Şu salaklığın nimetlerinden sonuna kadar yararlanacaktım. Hak etmişti o bunu.

 

 

 

 

"İyi mi şimdi?"

 

 

 

 

Karnıma bakarak zar zor konuşmuştu. Mert'ten tam olarak ailenin hayırsız ve dolandırıcı amcası olurmuşta, yedi sülalesi zengin olduğu için sadece hayırsız olmakla yetinmiş adam vibe alıyordum.

 

 

 

 

"Ezdin çocuğu bir de soruyor musun?"

 

 

 

 

Neyim ben? Dünyanın en iyi oyuncusu falan mı?

 

 

 

 

"Ezildi mi gerçekten? Na-nasıl?"

 

 

 

 

Bunu sen istedin. Bu savaşı ben başlatmadım. Sen başlatın.

 

 

 

 

"Nasıl mı?"

 

 

 

 

Ellerimi kavgaya gider gibi bel kavislerime yerleştirmiştim. Palavra sıkarken rahat olmak önemli husustu.

 

 

 

 

"Tost makinasında tost ezer gibi ezdin. Arabayla, karınca yuvasına dalıp tüm karıncaları ezmiş gibi ezdin. Sen benim fıstığımı alıp, ezip ekmeğe sürdün. Hayır bir de-"

 

 

 

 

Onun yüksek desibel sesini duyunca susmak zorunda kalmıştım. Terbiyesiz adam utanmadan sözümü yarıda kesmişti.

 

 

 

 

"Allah benim bin belamı versin. Tamam sus.!"

 

 

 

 

Sırıtmıştım.

 

 

 

 

"Amin."

 

 

 

 

Sıratışımı görünce afallamıştı. Gözlerini kısarak yüzümün her zerresini bakışlarına tutsak etmişti. Sonunda çatılan kaşlarını tekrar gevşettiğinde aslında onunla dalga geçtiğimi anlayacak kadar, en azından bunu anlayacak kadar küçük de olsa bir beyne sahip olduğunu göstermişti.

 

 

 

 

"Komik değildi."

 

 

 

 

Kendisini mizah kralı zannediyordu herhalde. Şayet onun yaptığı kalan son mizah tanesini acımasızca öldürmekti.

 

 

 

 

"Ha ben komik değilim öyle mi?"

 

 

 

 

Hamile birine bugün çok fazla yüklenilmişti. Bu hamile biri her an bütün yüklerini ortalığa salıverebilirdi. Bu yükten kasıt kesinlikle mecaz değildi. İşte o zaman kim daha komik, hep beraber görmüş olurduk.

 

 

 

 

"Yani tam olarak öyle değil. Yani şey-"

 

 

 

 

Bütün hayati fonksiyonlarını yok edebilecek kadar öfkelendiğimi bildiği için kıvırmaya başlamıştı. Eğer karnındaki bebek kız olacak olursa onu Mert amcasından uzak tutsam iyi olacaktı. Şayet Mert'ten öğrenebileceği tek şey kıvırmak olurdu. Bu da Arem'in kalpten gitmesine neden olurdu.

 

 

 

 

"Sus! Sus!"

 

 

 

 

Yüzümü, yüzünü görmemek için önüme doğru çevirdiğimde o korkunç manzarayla tekrar karşı karşıya gelmiştim. Aniden karşılaştığım bu manzara sebebiyle kendi topuğuma sıktığım için çığlık sesim alanı inletmişti.

 

 

 

 

"Ne oldu lan doğdu mu?"

 

 

 

 

Görmemek için tekrar sağ tarafıma döndüğümde yine onunla karşı karşıya gelmiştim. Adamın yüzünü görmemek için önüme dönüyordum fakat önümdekini görmemek için tekrar adama dönüyordum. Benim bu çilem ne zaman bitecekti?

 

 

 

 

"He doğdu! Böyle bacaklarımın arasından kaydı gitti denize doğru."

 

 

 

 

Mert'in telaşı yüzünden tekrar mallaştığını görünce sabır çekmiştim. Hz Eyüp sabrı vardı bende. Sabır çeke çeke bir hâl olmuştum.

 

 

 

 

"Denize niye gitti ki?"

 

 

 

 

Mert'in yüzüne oldukça ciddi şekilde bakarak o büyük sırrı ona açıklamıştım.

 

 

 

 

"Deniz kızı olmak istiyorsa zaar."

 

 

 

 

Yine o şok oluş ve ardından gelen aydınlanma. Bir kez daha onunla dalga geçtiğimi anlamıştı.

 

 

 

 

"Artık kalbimi kırıyorsun."

 

 

 

 

Gözlerini kırpıştıra kırpıştıra bana bakması hiçbir şekilde anlam ifade etmiyordu benim için. Ona göz devirerek bakmıştım. Özünde kim olduğunu bilmesem melek falan diye düşünürdüm. Allah'tan gerçek kişiliğini biliyordum. En sevdiği şey silah değil, kimya mühendisi olmanın ona verdiği yetkiye dayanarak zehirler olan biriydi o. Kurbanlarına yaptığı karışımları içirip, onlar kan kusup, kan ağlarken keyif sigarısı içer, sigarasını onların kanında söndürürdü. Onun özünü bildiğim için karşımda duran bu zavallı hâli bana geçmiyordu.

 

 

 

 

"Kes zırvalamayı da bana şu yaptığının hesabını ver."

 

 

 

 

Elimle işaret etmiştim o korkunç şeyi. Bakmaya tahammülüm bile yoktu. İşaret ettiğim noktaya bakıp tekrar yüzünü bana dönmüştü. Tam ağzını açmış konuşacaktı ki cebimdeki varlığını unuttuğum telefon çalmaya başlamıştı. Cebimden çıkardığım telefonun ekranına baktığımda sonunda beyefendinin aklına geldiğimi anlamıştım.

 

 

 

 

...Arem Arıyor...

 

 

 

 

"Ne var?"

 

 

 

 

Oldukça medeni başlamıştım.

 

 

 

 

"Haberim yoktu."

 

 

 

 

Neyden bahsettiğinin çok güzel farkındaydım.

 

 

 

 

"Biliyor musun veliaht? Benim de haberim yoktu."

 

 

 

 

Sertçe yutkunuş sesini duymuştum. Konuşmanın devamının ona gireceğinin çok güzel farkına varmıştı.

 

 

 

 

"Seninle uçurum kenarında birlikte olduğum zaman, topu tek gecede doksana çakacağından benim de haberim yoktu."

 

 

 

 

Her kelimeden sonra daha yüksek sesle bağırdığım için Mert'in yüzü kıpkırmızı olmuştu. Ne vardı şimdi bunda? Biz klonların ar damarı yoktu. Saygı göstermek lazımsın.

 

 

 

 

Telefonu suratına kapatmıştım. Mert'in böyle bir şey yapacağını bilmek zorundaydı. Tanrı aşkına benim bu dünyada en çok korktuğum ve resmini bile görünce çığlık attığım hayvanın şeklinde, devasa bir yat yaptırmıştı bu manyak herif. Üstelik bunu yeğenine hediye ediyordu. Yeğeninin annesine, onu kalpten götürecek hediye almıştı. Artık nasıl heveslendiyse beni öldürmeye, adamları resmen Mert bunun bir 'yat' olduğunu söylemese katil balina karaya vurdu diye bütün kara savunmasını devreye sokacak olan benim, aklını başından alacak kadar iyi benzetme yapmışlardı.

 

 

 

 

"Güzelim..."

 

 

 

 

Serçte ona baktığımda utana sıkıla elini ensesine doğru atıp kaşımıştı.

 

 

 

 

"Sen balinalardan korkuyorsun değil mi?"

 

 

 

 

Yine o kalan son beyin tanesi devreye girmişti anlaşılan.

 

 

 

 

"Evet gerizekalı."

 

 

 

 

Ağzının içinde küfür mırıldandığını duymuştum. Gözleri tekrar beni bulduğunda aynen şöyle demişti.

 

 

 

 

"Yemin ederim Kansu'nun fikriydi. Şerefsiz komplo kurmuş resmen."

 

 

 

 

Derin nefes alıp vermiştim. İşte böylece kalan son sabır tanemi harcamış bulunmuştum. Ulan Kansu! Ulan egoist! Ulan narsist! Yaktım seni...

 

... 

 

 

 

 

O korkutucu günü hatırlamak bile bedenimi tir tir titretmeye yetmişti. Bakışlarım hızla Erdem'i bulduğunda olduğum yerden hızla ayağı fırlamıştım. Puştu bu sonuçta. Ne yapacağı asla bilinmezdi.

 

 

 

 

"Eğer bana bir travma yaşatırsan andım olsun karnımdakinin ilk kelimesi puşt olur."

 

 

 

 

Erdem'in surat ifadesi saniyelik olarak değişmişti. Peşi sıra tekrar aynı puşt tarafını ortaya koymuştu. Kimsenin sesi çıkmıyordu. Kendileri için eğlence olsun da nasıl olursa olsun kafasındaydılar. Âlâyı salaktı bunların.

 

 

 

 

"Resmen yargıda kesincilik yapıyorsun çirkin cadı."

 

 

 

 

Hâlâ daha sinsi sinsi sırıtığını görünce kan beynime sıçramıştı. Çocuğumun boyu posu devirilesice babası bile beni umursamıyordu. Sinir dalgası yine vücudumu sarıp sarmalamıştı. Sinirimden atak geçirecektim. Sinir krizi değil sinir atağı.

 

 

 

 

Gözlerim teker teker beni puştan kurtaracak bir Allah dostu, hayır sever ararken kızıl görümcek olan sevgili görümceciğim Elena'da takılı kalmıştı. Ona istemsizce tip tip bakmıştım. 1.80 boyuna rağmen elli kilo ya vardı ya yoktu. Yılan gibi kadındı. Kıvrım kıvrım kıvrılıp Evren'i sokardı inşallah. Evren için durup dururken son derece hayırlı duâlarımı etmiştim. Böyle böyle Cennet garantiydi. Elena kızıl oğlu Ekin'le oynuyordu. Nesiniz siz? Mutlu aile tablosu mu? O tablo en çok sana girsin Arem. Hak ettin çünkü.

 

 

 

 

Gözüm kime kaydıysa; kendine yararı yok ki bana olsun dediğim için yine tek kişilik dev kadroyu oynamam gerektiğini anlamıştım.

 

 

 

 

"Çok abartıyorsun çirkin cadı. Alt tarafı hediye."

 

 

 

 

Derin nefes alıp vermiştim. Ben sakin biriydim. En fazla boğardım içlerinden birini.

 

 

 

 

"Hani nerde hediye?"

 

 

 

 

İstediği olmuştu ya, tavşan gibi seke seke yanıma gelmişti.

 

 

 

 

"Kapının önünde seni bekliyor."

 

 

 

 

Başa gelen puşt çekiliyordu. Yapacak hiçbir şey yoktu. Geri adım atmak mümkün dahi değildi. El mahkum kapının önüne doğru gitmek için adımlamıştım.

 

 

 

 

Büyük çıkış kapısına giderken beni takip eden mal ordusu, hamile olduğumu unuttuğu için beni gezilerinde bırakıp kapıya doğru gitmişti. Tansiyonum ne inmişti ne de çıkmıştı. Bu saatten sonra o tansiyon ancak bana girerdi. Arkalarından baka kaldığımda birinin elini sırtıma yerleştirmesiyle gelen şahsın içimdeki şahsın babası olduğunu görmüştüm. Onunla beraber hiç konuşmadan yavaş yavaş kapıya doğru yürümeye başlamıştık.

 

 

 

 

Koca bir kalabalık oldukları için hediye diye bahsedilen şeyi kapıdan çıkıp bahçeye gittiğimiz hâlde göremiyordum.

 

 

 

 

"Öffff! Açılsanıza be!"

 

 

 

 

Medeniyet hiç var olmasaydı kesin ben yine en medenî kişi olurdum. Hani öyle de medeniydim.

 

 

 

 

Kesinlikle benden korktukları için değil, son derece medeni çağrıma saygısızlık yapmak istemedikleri için yolu açmışlardı. Onların yolu açmasıyla hediye namına herhangi bir şey görmek için gözlerimi etrafta gezdirmiştim. Aman Tanrım, gözlerime inanamıyordum şu an! Ortada görebileceğim hiçbir şey yoktu.

 

 

 

 

Gözlerimin hedefine Erdem'den ziyade onun küçük kardeşi Asya'yı alarak konuşmuştum.

 

 

 

 

"Tatlım, bana bir bardak portakal suyu getirir misin? Ağabeyinin olmayan muazzam hediyesi yüzünden şuradan şuraya geleceğim diye efor sarf ettim. Vitamin takviyesi şart oldu."

 

 

 

 

Bana bakıp kocaman gülümsemişti. Kafasını sallayıp hızla içeri girmişti. Hani bu kız Eraslan'ların lütfu ise, Erdem o ailenin cezasıydı diye tahmin ediyordum.

 

 

 

 

"Kör müsün çirkin cadı?"

 

 

 

 

Konuşmuştu yine güneş tersten doğsa, bunun doğrusu neydi, diye soracak olan cahil ve puşt adam.

 

 

 

 

"Ben gidiyorum ya."

 

 

 

 

Daha fazla tahammülüm kalmadığı için gerisin geri tam geri gidecekken Asya ile karşı karşıya gelince eûzu-besmele çekmiştim. Şu insanlar yüzünden çocuğumu doğurmak nasip olmayacaktı. En son ben bu çocuğu fırtlatacaktım korkudan.

 

 

 

 

Asya bana gülümseyip elime boş bir bardak tutuşturunca bir ona bir bardağa bakıp durmuştum. En son dayanamayıp konuşmuştum.

 

 

 

 

"Ne oldu kız? Portakal suyunu içmek yerine hayal mi ediyoruz?"

 

 

 

 

Sadece kahkaha atmıştı. Diğer eli arkasında durduğu için, elinde tuttuğu içi portakal suyu dolu cam şişeyi yeni görmüştüm. Bir an için ağabeyine çekti diye ödüm kopmuştu. Tüm hamileliğim boyunca onu izleyip durmuştum. Allah korusun ama küçük bir puşt annesi olsaydım öteki tarafa giderdim kesin.

 

 

 

 

"Hera'cım."

 

 

 

 

Batı'nın sesini duyduğumda meyve suyuma kafamı dikmekle meşguldüm.

 

 

 

 

"Arkanı dön ve heykellerin olduğu yere bak."

 

 

 

 

Heykeller diye kastettiği muhtemelen 12 Olimpos heykeliydi.

 

 

 

 

"Ama sakin kal, olur mu?" Diyerek ikizini devam ettiren Doğu'yu duyunca bütün meselenin heykeller olduğunu kavramıştım.

 

 

 

 

"Ulan ne sakin kalması. Şu adamı o dakikadan sonra Osmanlı'nın Viyana kapısını araladığı gibi ağzından bir tarafına kadar aralamazsa ben de onu tanımıyorum."

 

 

 

 

Poyraz'ın kendinden emin sesini duyunca durumun sandığımdan daha vahim olduğuna kanaat getirmiştim. Arem bile suskunluğunu bozup; "bu kez onu kimse tutamaz," demişti.

 

 

 

 

Düşünüyorum öyleyse varım demiyordum. Düşünüyorum ve kim bilir bu puşt ne yapmıştır? Diyordum.

 

 

 

 

Hızla arkamı dönmüştüm. Gözlerim hemen ilerideki heykelleri teker teker incelemişti. Halka şeklinde duran on heykelin tam ortasında mitolojinin kral ve kraliçesi olan Zeus ve Hera vardı. Bir de onların tam ortasına küçük bir kız çocuğu yerleştirilmişti. Hayır, daha doğrusu heykelden uzun sivri burunlu, süpürgesi sağ elinde duran, pelerinli, cadı bir kız çocuğu yerleştirilmişti. Hediye diye kastettiği şey buydu. O, benim resmen baş yapıtım olacak evladıma cadı demeye getirmişti konuyu. Gözlerim seğirmişti. Ciddi ciddi bu kez gözlerim seğirmişti öfkeden.

 

 

 

 

"Alice."

 

 

 

 

"Efendim Kansu Bey."

 

 

 

 

"Sana söylediğim şeyi hazırladın mı?"

 

 

 

 

"Az yağlı mısırlarınız patladı ve yenmeye hazırlar, efendim."

 

 

 

 

Birinin yanımdan geçip gittiğini hissetmiştim. O kişi kulağıma doğru eğilip aynen şöyle demişti: "Ben gelene kadar öldürmezsen çok mutlu olurum."

 

 

 

 

Yanımdan geçip giden Kansu yüzünden ortada mal gibi kalmıştım. Öldürsem bir türlüydü, öldürmezsem o narsist mutlu olacağı için başka türlüydü. Kansu'nun çekip giden kansız varlığının yerini başka biri almıştı. Ben ise hâlâ kenetlenmiştim puşta ilmek ilmek.

 

 

 

 

"Yenge."

 

 

 

 

Görkem'in sesiydi bu.

 

 

 

 

"Söyle!"

 

 

 

 

Sesim tok ve sertti.

 

 

 

 

"Masal anlatayım mı?"

 

 

 

 

Başlamıştı yine. Kim bilir neyin travmasıydı bu? Durup dururken böyle bir huy edindiğine göre vakt-i zamanında bir şeyler yaşamış olmalıydı. Tahminim tam, La Fontaine'den Masallar okurken akraba ilişkilerini falan öğrendiği yönündeydi. Kimin elinin kimin cebinde olduğu anlaşılmayan Kamer sülalesi, kelimenin tam anlamıyla entrika yuvasıydı. Ben fitnenin fesadın bu denli iç içe olduğu başka bir sülale görmemiştim.

 

 

 

 

Gelin diye gittiğimiz yer cehennemin fragmanıydı. Eş diye yanında durduğumuz adam iblis kralıydı. Eh, o zaman hoş geldin DECCAL bebek...

 

 

 

 

"Anlat."

 

 

 

 

Katil olmak istemediğim için Erdem'i kırk parçaya bölüp, gelinlik giydirip, ormana attığım senaryoları kafamdan silmem gerekiyordu. Kafamı dağıtsa dağıtsa Görkem dağıtırdı.

 

 

 

 

"Kedi balığa sormuş bir gün. 'Nasıl bu kadar mutlusun sen?' diye."

 

 

 

 

Böyle bir kerede yüklenince afallamıştım tabii.

 

 

 

 

"Bu olay tam olarak nerede yaşandı? Hani konum bakımından."

 

 

 

 

Görkem kesinlikle beni takmadan konuşmaya devam etmişti.

 

 

 

 

"Balık cevap vermiş: Bizi mutlu sanıyorlar ama değiliz.'"

 

 

 

 

Kim balığı mutlu sanacak kadar aklını manyamıştı merak etmiştim.

 

 

 

 

"Kedi tekrar sormuş: Neden?'"

 

 

 

 

Şahsen çok fazla tahammül edemezdim bu hikayelere.

 

 

 

 

"Ya bu kedinin olayı balık yemek değil mi? Orada felsefe yapacağına yesin işte tek lokmada balığı, o da mutlu olur zaten karnı doyunca."

 

 

 

 

Görkem Bey beni yine umursamamıştı. Kamer değil miydi? Hepsi aynıydı bunların.

 

 

 

 

"Biz ağlayınca göz yaşımız su içinde kaybolur da ondan."

 

 

 

 

Güzel... Ne bu?

 

 

 

 

"Oğlum, sen beni dinliyor musun?"

 

 

 

 

Bu umursamazlık neydi ya böyle?

 

 

 

 

"Öfke iyi değildir. Birine fırlatmak için eline kor kömür almak gibidir, kendini yakarsın."

 

 

 

 

Görkem'in kafasına sahip olabilmek için yönümü ona doğru dönmüştüm. Bakışları gökyüzüne sabitliydi. Onun yaptığı gibi ben de gökyüzünü izlemeye koyulmuştum.

 

 

 

 

"Çok güzel dedin ama bunun konuyla alakası nedir acaba?"

 

 

 

 

Gökyüzünde ne arıyorduk biz bu çocukla şimdi?

 

 

 

 

"Şu an nasıl hissediyorsun?"

 

 

 

 

Bana sorduğu soruyu duyunca âniden heyecanlanmıştım. Hislerimi açıklama isteği baskın gelince konuşmuştum.

 

 

 

 

"Birini öldürecek kadar değil, sakat bırakacak kadar öfkeliyim artık."

 

 

 

 

Omzumda bir el hissedince bakışlarım ne aradığımı bilmediğim gökyüzünden omzumda duran elin sahibine dönmüştü. Görkem, yüzünde gururlu bir ifadeyle bana bakıyordu. Ağzını açıp konuşmadan önce aslında onun bana çok iyi geldiğini hissetmiştim. Ağzını açıp konuşmadan önce tabii.

 

 

 

 

"Bir gün bir zürafa..."

 

 

 

 

"Seni boğarım, Görkem."

 

 

 

 

Kardeşiyle arama Arem girmese muhtemelen boğmuştum o çocuğu. Zerre takmıyordu beni.

 

 

 

 

"Sen yine Kurtlar Vadisi'ni baştan sona izlemeye başladın değil mi lan?"

 

 

 

 

Evren'in sesini duyunca bakışlarım tekrar Görkem'e dönmüştü. Eliyle ensesini kaşıyıp başını aşağı yukarı sallamıştı. Elena, görüş alanıma girdiğindeyse onun, kardeşini kendisine doğru çekip kafasının üzerine öpücük kondurduğuna şahit olmuştum.

 

 

 

 

"Kardeşimi hiçbiriniz Ömer baba fanı olduğu için suçlayamazsınız." Gülerek söylediklerini duyunca olduğum yerde kala kalmıştım. Sen gel o kadar ince düşünüp bu huyunu travmaya bağla ama çocuk özünde böyle bir şey çıksın. Doğ artık evladım sen de. Anan bu kadar salağın içinde tek akılı olan kişi olarak kaldığı için çok yalnız.

 

 

 

 

"Araya kaynak yapmayın lan! Ne güzel, en son Erdem'in helvasını yiyecektik."

 

 

 

 

Koyun can derdinde, kasap et derdinde diye boşuna dememişlerdi.

 

 

 

 

"Maalesef henüz helva hazır değil Kansu Bey."

 

 

 

 

Alice ise bambaşka ailemdeydi. Şu hayatta robot olacaktın. Tek derdin yemek yapmak, tatlı yapmak, dünyayı ele geçirmek falan olacaktı. Oh miss!

 

 

 

 

"Sen tarifi tam takır hazır et. Ben her türlü zamanda yerim."

 

 

 

 

Ağzına mısırları tıkarken bir yandan konuşmak zor olsa gerekti.

 

 

 

 

"Kansu! Seni yoğun döverim."

 

 

 

 

Erdem, Kansu'ya tepkisini koyduğunda ikisi arasında laf dalaşı başlamıştı.

 

 

 

 

Unutmuş gibi hissediyordum. Hamilelik beni baya unutkan biri yapmıştı. Yine ne unutmuştum bilmiyordum lakin sanki yapacağım bir şey arada kaynamıştı. Mert'in yanıma geldiğini düşüncelerim sırasında karşımda durduğu zaman fark etmiştim. Başımın üstüne öpücük kondurup, kulağıma doğru eğilmişti.

 

 

 

 

"Erdem'i boğmayı unuttun güzelim."

 

 

 

 

Gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Lan! Lan! Lan! Doğru! Kafamı hızla Erdem'e çevirince ani tepkim üzerine bana doğru dönmüştü. Göz göze gelince artık nasıl bakıyorsam imana gelmişti. Tövbe estağfurullah çekip duruyordu. Ona doğru yürümeye başladığım sırada geri geri yürümeye başlamıştı.

 

 

 

 

"Gelme üzerime katil."

 

 

 

 

Gözlerimi kısarak onu izleyip ona doğru yürümeye devam etmiştim.

 

 

 

 

"Sen benim veledime ne hakla cadı dersin lan puşt?"

 

 

 

 

Karnımda duran minik canavarı her geçen gün çok daha fazla sahiplenir olmuştum. En ufak lafa gelemiyordum. O benimdi. Benim olanaysa kimse laf edemezdi.

 

 

 

 

Ellerini teslim olur gibi havaya kaldırmıştı. "Açıklayabilirim."

 

 

 

 

Olduğum yerde durmuştum. "Açıkla lan!"

 

 

 

 

Olduğu yerde durmuştu. İki dakikalık düşünmenin ardından tekrar konuşmuştu. "Açıklayamazmışım." Boğacaktım ben bunu. Sonuna kadar hak etmişti. Ona doğru hızla atağa geçtiğim sırada beni yerimde durduran o konuşma gerçekleşmişti.

 

 

 

 

"Gülçin Zade. Yaş 30. Doğum tarihi 02/01 Meslek doktor. Doğum yeri İzmir. TC kimlik no: 11.......... - Telefon no: 0534 ... .. .." Alice'in sesini duyunca herkes gibi ben de an itibarıyla Kamer bölgesine giriş yapan birinin var olduğunu idrak etmiştim.

 

 

 

 

"Arem!" Sert sesim etrafta yankılanır yankılanmaz Arem sanki onu çağıracağımı adı gibi biliyormuşcasına önümde belirmişti.

 

 

 

 

"Efendim tanrıça." Gözlerine dik dik bakıp konuşmuştum.

 

 

 

 

"Kim bu?" O ise tebessüm ederek konuşmuştu.

 

 

 

 

"Sakat bırakmak istediğin adamın sevgilisi tanrıça." Erdem'in sevgilisi mi vardı? Aman yarabbi, o hangi hemcinsimdi ki hayvan sever olmayı abartmış olmalıydı.

 

 

 

 

"Ne oldu çirkin cadı? Şaşırdın bakıyorum." Erdem'in yüzüne her baktığımda hâlime şükür ediyordum. Hani öyle bir meymenetsizdi. Ona cevap vermek üzerine ağzımı hayr'a açmıştım ki daha önce hiç tanımadığım bir kadın sesi dikkatimi dağıtmıştı.

 

 

 

 

"Beni kapılarda karşılamanıza gerek yoktu." Korumaların yönlendirmesiyle arkalarından gelen kadını duyunca kafamı ona çevirip, onu baştan aşağı incelemiştim. Orta boylu, siyah saçlı, kara kaşlı, kara gözlü oldukça güzel bir kadındı.

 

 

 

 

Ben kadını incelerken birinin eli sırtımda yer bulmuştu. Batı, bana destek olmuştu. Çok ayakta durduğum için bu desteğe tebessüm ederek karşılık vermiştim. Kısa süreli aranın ardından Erdem'e dünyayı dar etme işime devam edebilirdim artık.

 

 

 

 

"Bu kadın bu puşta baktıysa kesin 43 derece miyoptur." Erdem haricinde herkes kahkaha atmıştı. Son laf bükücü olmak böyle bir şeydi işte.

 

 

 

 

Bizi zerre umursamayan Erdem Eraslan, sevgilisinin yanına doğru giderek bizlere maymunlar nasıl fingirdeşir adlı gösterisini sunmuştu. Elim karnımda yer edindiğinde tekrar konuşmuştum. "Sen bakma anneciğim. Psikolojin bozulur." Batı'nın kahkaha atış sesi her zaman olduğu gibi beni rahatlatmıştı.

 

 

 

 

Erdem olacak o puşt adam bana dik dik bakıp konuşmuştu. "Bir şey mi dedin?" Yanında sevgilisi varken rencide etmek istemediğim için tatlı tatlı gülümsemiştim.

 

 

 

 

"Allah mesut etsin diyorum." Erdem'e hitaben yüksek sesle konuşup sâdece Batı'nın duyacağı tarzda sesimi alçaltarak devam etmiştim.

 

 

 

 

"İşte Allah belanızı versin diyemeyince bu kadar oluyor." Batı'nın gülüşünü zar zor bastırdığını tekrar duymuştum. Aman! Hayat benden geçmişti. Huysuzun teki olmuştum iyiyce.

 

 

 

 

Erdem Bey sevgilisinin yanına doğru gidip, iki cilveleşip, yanımıza el ele beraber gelmişti. Tek tek herkesle sevgilisini tanıştırıp en son ben de durmuştu.

 

 

 

 

"Bu da işte benim canım yeğenim." Adi puşt, beni tanıtmak yerine yeğenini tanınmıştı.

 

 

 

 

"Ben bebekten ziyâde önce annesini tanımayı tercih ederim balım." Ayı yavrusunu balım diye severmiş. Yok bu daha çok yavru, ayıyı balım diye severmiş oldu. Erdem bana bakıp göz devirmişti. Peşi sıra tekrar konuşmuştu.

 

 

 

 

"Hera Soykamer oluyor bu da." Ani gelen öksürük hissiyatı Erdem'i gerçekliğe geri döndürmüştü.

 

 

 

 

"Pardon. Hera Türkeş Soykamer oluyor." Yaptığı yanlışlık yüzünden öteki tarafa gidecekti az daha haberi yoktu.

 

 

 

 

Gülçin, bana doğru tebessüm ederek yürümeye başlamıştı. Bu kadının aslında düşman olup, tam bana doğru geldiği sırada saçlarının arkasına gizlediği bıçağı karnıma saplayıp, yavrumu öldürme ihtimali kaçtı? Elim ben daha ne olduğunu anlayamadan karnımın üzerini kapatmıştı. Orada yaşayan canavarıma bir şey olacak hissi kalbimi acıyla kasmıştı. Gözlerim bu senaryo karşısında daha fazla dayanamayıp dolu dolu olmuştu. Bana doğru yaklaşan tanımadığım kadın yüzünden hızla yerimden kalkıp arkamda duran Arem'in arkasına geçmiştim. Ben bu haldeyken onu koruyamazdım. Ama babası bizi korurdu.

 

 

 

 

"Ben kötü bir şey mi yaptım?" Kadının sesini duyduğum hâlde ağlamadan duramıyordum. Hamilelik yüzünden tüm dengemin alt üst olduğu bariz şekilde belli olsa da kendimi duyguları uç seviyelerde yaşamaktan geri alamıyordum. Arem, bana doğru dönüp sımsıkı sarılmıştı. Başım göğsüne yaslı dururken ağlamam yavaş yavaş geçiyordu. Herkesin telaşlanıp etrafımda dolandığını gördüğümde içimden siktir diye haykırmadan edememiştim.

 

 

 

 

"Yavru kuşum. Ne oldu sana birden böyle?" Afra'nın yakınımdan gelen sesini duyunca oldukça sağlam yalan bulmam gerektiğinin bilincindeydim. Arem'in eli saçımı okşarken biraz daha burayı düşünmek için kullanma kararı almıştım.

 

 

 

 

"Sancısı falan mı var acaba?" Evren'in soruyu kime doğru sorduğunu göremiyordum. Bildiğim tek şey sorunun öznesinin benim olduğumdu.

 

 

 

 

"Doktor çağıralım mı?" demişti Mert. Kansu ona cevap vermişti ardından.

 

 

 

 

"Doktor burada ya oğlum." Muhtemelen yeni yengesinden bahsediyordu.

 

 

 

 

"Benden korktuğu için başka doktor çağırılması daha iyi olur." Senden korkmuyorum. Kişisel olarak bana zarar verme ihtimali en yüksek olan kişiden bile korkmazdım ben. Sadece anne olmak böyle bir şeydi sanırım. Ona zarar verme ihtimali olan herkesden korkmaktı.

 

 

 

 

"Konunun seninle alakası olduğunu sanmıyorum güzelim. Hamile ya ondan duygusal böyle." Erdem! Sevgilisini teselli etmeye çalışıyordu. Kimse benim neden böyle yaptığımı anlamamış mıydı gerçekten? Kulağıma fısıldayan adama kadar bunu böyle düşünüyordum.

 

 

 

 

"Onu tanımıyorsun diye bebeğimize zarar verme ihtimalinden korktuğunu biliyorum, tanrıça. Bende, Erdem'de ondan tam olarak emin olmadan onu senin karşına asla çıkarmazdık. Unuttun mu kim olduğumuzu?" Onun sadece benim duyacağım fısıltısı, bu adamların veliaht olduğunu ve asla kandırılmayacak şekilde eğitildikleri gerçeğini hatırlatmıştı.

 

 

 

 

Etrafımda dönüp duran konuşmalar son bulsun diye kafamı gizlendiğim yerden kaldırmıştım. "Ne oldu kız sana böyle?" Herkesin bakışları bana döndüğünde konuşan ilk kişi Poyraz olmuştu. Bakışlarım tek tek hepsinin yüzünde dolandıktan sonra burnumu çeke çeke konuşmuştum.

 

 

 

 

"Bilmem farkında mısınız ama..." Herkes bana baktığı için daha duygu yüklü konuşmuştum.

 

 

 

 

"Fok balıkları çok yalnız." Kimisi kahkaha atarken, kimisi "buna mı ağladın sen?" diye homurdanır olmuştu. Bence ağlamak için yeterli sebebti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(🎭)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ah ah! Allah canımı alsa da kurtulsaydım. Artık o kadar gıcık kapmıştım ki şu veliahtlardan. Az önce Kansu, masanın etrafında dolaşıp yanıma gelmişti. Canavarın doğmasına çok az kaldığı için laf arasında öylesine konuşurken, "Artık normalleşme sürecine geri dönmek istiyorum," demiştim. Dönüp bana, "Normalde nasıldın ki?" diye sormuştu o da. Normalde az pişmiş ve az yağlıydım. Bu dünyayı yöneten adamlardan birinin Kansu olması kıyametin kopması için yeterli sebepti.

 

 

 

 

Cahile konuştukça seviyem düştüğü için kafamı ondan başka tarafa çevirmiştim. Poyraz'ı görünce garibimin yerleri izleye izleye bir hâl olduğunu görmüştüm. "Senin neyin var?" diye sormuştum telaşla. Cevabı iki saat duvar izletir nitelikte olmuştu. "Ben de doğurmak istiyorum." Derin nefes alıp vermiştim. Leş gibi cahil kokuyordu etrafım.

 

 

 

 

Tam o sırada Elena ve Gülçin'i görmüştüm. Birbirlerinin ağzına tatlı veriyolardı. İnşallah hep böyle birbirinizin ağzına verirsiniz. Hani ne ara bu kadar samimi oldunuz anlamam? Bir sinirim bozuldu, bir sinirim bozuldu var ya... Sesli şekilde bir ah çektim, Arem'le, Mert tepemde bitmişti hemen. Git desem gitmiyordu bunlar. Yapışmışlardı. Şunu ye, bunu iç diye.

 

 

 

 

Afra yanıma geldiğinde hepsini kovmuştum ben de. Dedikodu yapmak farzdı. Arka bahçede Doğu ve Batı'nın hazırladığı büyük cinsiyet öğrenme partisini gerçekleştiriyorduk. Bebek karnımda eşek kadar olmuştu ama daha kız mı, erkek mi? Bilmiyorduk.

 

 

 

 

İnsan değil klon olduğum için hamilelik sürecim çok gizli şekilde gözetim altında geçmişti. Bütün doktorlar Arem tarafından gizlilik sözleşmesine çarptırılmıştı. Bir klonun yaşamaya devam etmesi gibi hamile kalması da çok sürpriz olay olduğu için bebeğe ve bana normalin üç katı fazla ilgi gösteriliyordu. Şu ana kadar her şey normal hamilelikte nasılsa öyle gelişmişti. Bu konuda sıkıntım yoktu. Tek dileğim, doğumdan sonra yine bebeğimin aynı sağlığıyla kalmasıydı.

 

 

 

 

"Ne ara samimi oldu bunlar bu kadar ya?" Afra, Elena ve Gülçin'e bakarak konuşmuştu. Acaba onlar da bizi mi çekiştiriyordu? Dudak mı okusaydım ne yapsaydım?

 

 

 

 

"Aman o kızıl yılanın samimiyetine ne bakıyorsun sen. Benimle de ilk zamanlar çok iyiydi ama sonra rahmetli Lara'yla az oynamadı üstüme." Rahmetliyi hatırlayınca dedikoduya ara verip bir fatiha okumuştum.

 

 

 

 

"Vay sinsi yılan vay. Yolayım mı saçını başını?" Yol desem bu psikopat şimdi gider yollardı. Ekin bahçede bir o tarafa bir bu tarafa koşup eğlenirken çocuğun yanında anasını dövtürtecek değildim. Biraz sonra yorulur uyurdu nasıl olsa?

 

 

 

 

Konuyu değiştirerek başka bir konuya giriş yapmıştım. "Erdem'i tanıdığımdan beri ilk kez bir kızla çıkıp geldi. Acaba ciddi mi düşünüyor?"

 

 

 

 

"Ciddi olmasa buraya getirmezdi herhalde."

 

 

 

 

"Sen bir ara Erdem'in Melisa'yı sevdiğini söylememiş miydin?" Bir de öyle bir şey vardı değil mi?

 

 

 

 

"Ne biliyim kızım? Bana öyle dendi. İşin aslı Erdem fazlasıyla merhametli biri. Öyle puşt falan olsa da durum böyle. O dönem bana yalan söylemekte fazlasıyla zorlanıyordu. Onun git geli tavırları beni çok fazla şaşırttığı için şüphelenmeyeyim diye böyle bir şey uydurmuşlar. Beni kandırmak için Melisa'nın iliğinden, varlığından, yokluğundan her şeyinden faydalandılar. Böylece bende: ha bu puşt bana karşı bu yüzden böyle deli gibi davranıyor demiştim."

 

 

 

 

Afra bir dilim çikolatalı yaş pastayı önüme servis ettiğinde kocaman bir dilim alıp ağzıma atmıştım. Kafasını aşağı yukarı sallayarak beni onaylamıştı. Her şey açığa çıktıktan sonra aslında neyi, neden yaptıkları ve nasıl yaptıkları, tahmin edilebilir durumdaydı. Erdem bana yalan söylemekte zorlanıyordu. Onun halleri beni şüpheye düşürüyordu. Ben şüphe duymayayım diye ortaya böyle bir şey atmışlardı. Böylece aslında ben işin içinde başka bir iş olduğunu değil de sadece bir kez daha bir adamın, yüzümden dolayı bana farklı davrandığını düşünecektim. Özünde veliahtlar zekiydi.

 

 

 

Özünde tabii.

 

 

 

 

"Melisa nasıl şimdi? Haberin var mı?" Olmaz mıydı? Tabii ki ara ara Mert'ten onun haberlerini alıyordum.

 

 

 

 

"Dünya turuna devam ediyor. Geçen ay Hindistan'daydı. Şimdi kim bilir nerdedir?" Umarım mutludur. Hak ediyordu çünkü. Hem de sonuna kadar hak ediyordu.

 

 

 

 

"Hayat ona güzel yani." Gülerek kafamı 'evet' anlamında sallamıştım. Çok güçlü kadındı Melisa. Hayat ona güzel olmasa bile o güzel etmesini bilirdi.

 

 

 

 

Konuyu tekrar dağıtmak için, tekrar ona doğru dönmüştüm. "Onu bunu bırak da Mert'le aran nasıl? Onu söyle bana." Soruyu sorar sormaz kıpkırmızı olan yüzüne bakılırsa, araları oldukça iyiydi.

 

 

 

 

"Tam olarak İstanbul Beyefendisi. O kadar hassas seviyor ki anlatamam." Tahmin etmek zor değildi. Mert genel olarak hassas biriydi. Etrafında bulunan herkesi kendi gibi gördüğü için hassas severdi. Tabii sinirlenmediği sürece.

 

 

 

 

Günün devamında Afra ile doğmamış bebeğime varıncaya kadar herkesin dedikodusunu yaparken, Doğu ve Batı yüzünden reklam arası vermek zorunda kalmıştık. "Sevgili canım ailem. Bugün burada ailemizin yeni üyesinin cinsiyetini öğrenmek için toplandık." Benim yavrumdan bahsedildiği için elimle karnımı göstermiştim. Kimse oralı olmadığında elimi sertçe masaya vurmuştum.

 

 

 

 

"Alkış çalın terbiyesizler." Artık nasıl etki bıraktıysam ailenin en küçüğü kızıl görümceğin kızıl veledi bile alkış çalmaya başlamıştı. Batı, istediği etkiyi alınca devam etmişti.

 

 

 

 

"Biz küçük çaplı bir gösteri yapmak istedik ikizimle beraber. O yüzden bebeğin cinsiyetini dev ekrandan öğreneceğiz." Arkamızda duran ekranın ne için oraya konduğu anlaşılmıştı. İkizlerin küçük çaplıdan kastı kim bilir neydi?

 

 

 

 

"Korkmaz ve Kamer aileleri hava savunma sanayisinde yeni bir çığır açtı. Veliahtlar yapımı, insansız hava uçaklarında yeni bir dönem başladı." Çocuk cinsiyeti mi açıklıyorlardı? Yoksa malum parti seçim konuşması mı yapıyorlardı? Belli değildi.

 

 

 

 

"Hazar-G12" Uçağa koydukları isim sebebiyle olsa gerek herkes derince iç çekmişti.

 

 

 

 

"Uçağımız dünya çapında bir ilk olarak piyasaya sunuldu. Biraz sonra canlı yayında ilk deneme sürüşü yapılacak. Ekrana çıkan uçak eğer maviyse, bu bebek erkek demektir. Kırmızıysa kızdır."

 

 

 

 

Vay be! Ben kendi doğuracağımın şansından istiyordum. Resmen cinsiyetini öğrenmek için ortaya servet konmuştu.

 

 

 

 

"Oğlum çok iyi fikir lan!" Diyerek kardeşlerini gururla seven Kansu'yu görünce bir tuhaf olmuştum. Evren evliydi. Arem'i ben kapmıştım. Mert sonunda Afra ile adım adım birlikteliğe gidiyordu. Anası olsam eldivenle seveceğim Erdem de sonunda ciddi ilişki yapmıştı. Hazar'ım aşkı uğruna toprak olmuştu. Ama o... Onun etrafında aşk namına kimse yoktu. Kendisini kardeşlerine adamıştı. Bir gün çıkıp "sizin için saçımı süpürge ettim" deseydi yemin ederim hakkıydı.

 

 

 

 

Ekran birden aydınlandığında heyecanlanmıştım. Yönümü, yüce merhametimin gölgesinde serinlettiğim Kansu'dan alıp ekrana çevirmiştim. Cumhurbaşkanı konuşma yapıyordu. Biraz sonra ekrana uçaklar çıkacaktı muhtemelen. Arem'in varlığını yanımda hissedince onun da benim gibi heyecanlandığını görmüştüm. Kız, erkek fark etmezdi. Sağlıklı ve anneci olsundu bana yeterdi.

 

 

 

 

"Lan ben neden heyecanlandım?" Nerden bilelim Evren biz onu?

 

 

 

 

"Sanki ben doğuracağım gibi." İzlemeye değer gösteri olurdu Kansu.

 

 

 

 

"Sizden önce cinsiyeti öğrenen ilk kişiler olduğumuz için o heyecanı daha önce yaşayıp bitirdik ikizimle." Demişti, yön1 Doğu. Partiyi onlar organize ettiği için önceden cinsiyet, bir tek onlara söylenmişti.

 

 

 

 

"Ay hala mı olacağım şimdi?" Sekiz ay sonra bu soruyu soran sevgili görümceme göz devirip karnımı okşamıştım. Akrabalarından biri mal diye üzülme güzel çocuğum. Nasıl olsa baba tarafıydı.

 

 

 

 

"Ağlamamak için kendimi zor tutuyorum." Poyraz'ın "kendimi zor tutuyorum" derken hıçkıra hıçkıra ağlaması gibi bir gündü bugün. Afra koşarak ona sarılmış ve iki gariban hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. Bak işte anasının canavarı, bunlar anne tarafı. Bunlar cici. Bunları sev, yoksa terlik gelir.

 

 

 

 

Mert'in sesini duyunca iyice duygusal olmuştum. "Umarım annesinin abi dememekteki ısrarını, yiğenim dayı derken yapmaz." Şerefsize bak. Sanki ben babamın hayrına abi dememiştim ona.

 

 

 

 

"Çok heyecanlıyım tanrıça." Elimi sıkı sıkı tutan adamın elini sıkı sıkı tutmuştum. Ne bitmek bilmez konuşmaymış bu. Hadi göster artık şu uça- İç sesim yarıda kalmıştı. Uçak ekrana çıkmıştı. Kafamızda konfetiler eş zamanlı olarak patlamıştı. Herkes sevinç çığlığı atıyordu.

 

 

 

 

UÇAK KIRMIZIYDI...

 

 

 

 

Benim kızım olacaktı. Güzel kızım. Benim kızım. Canım kızım. Küçük canavarım. Hera'nın canavarı.

 

 

 

 

Arem beni kendine hızla çekip dudağıma üst üste öpücük kondurmuştu. Her öpücük sonrası teşekkür edip duruyordu. Herkes çok mutluydu. Uzun zaman sonra herkes kızım sayesinde mutluydu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(🎭)

 

Loading...
0%