Yeni Üyelik
11.
Bölüm

🎭10 ALİCE

@mavimsu_

 

 

 

 

 

 

 

 

Hayatınız boyunca hep sevgiyle kalın, saygıyla kalın, aşkla kalın ve de kitabımı okumaya devam ederek kalın.

 

 

 

 

 

 

 

 

Keyifli okumalar dilerim.

 

 

 

 

 

 

 

 

(🎭)

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Sözü

 

 

 

 

 

 

 

 

Yılların acısı bu,

 

 

 

 

 

 

 

Sökmek kolay mı?

 

 

 

 

 

 

 

İzi kalır söksen bile,

 

 

 

 

 

 

 

Bırakıp gitmesen olmaz mı?

 

 

 

H. G. 

 

 

 

 

 

 

 

 

(🎭)

 

 

 

 

İnsanlık için önemli olan neydi?

 

 

 

Varlığını sonsuza kadar sürdürebilmek mi? Yoksa yok olmadan var olduğuna dair izler bırakabilmek mi?

 

 

 

İşte bu olmak ya da olmamaktır fakat keşke bütün mesele bundan ibaret olsaydı. Değildi. Var olan yok ettiği sürece, yokluk ise var olanı hiçliğe sürüklediği sürece, bütün mesele ne buydu ne de bundan ibaretti.

 

 

 

Felsefeyi hiç sevmezdim ama felsefi düşünmeyi severdim. Aslına bakılırsa bu da felsefi bir düşünceydi. Tabii aslına bakılırsa...

 

 

 

 

Aracın arka koltuğunda oturmuş, düşünmem gereken o kadar şey varken, canımı en az sıkan konuları cımbızla ayıklar gibi ayıklıyor ve onları düşünüyordum. Bir kez daha KAMER topraklarına giriş yapmıştım. En üst düzeyde yetkililere bile girme yasağı uygulayan veliahtımın şahsına ait bu bölgeye rahatlıkla girebiliyordum. Tabii ki rahatlıkla girecektim. Neticede ben yüzümden torpiliydim. Ya da en büyük cezamdı bu yüze sahip olmak.

 

 

 

 

Kim bilir belki de ilerde bu yüze sahip olduğum için her gün Allah'a şükür edecektim. Belki de sahip olduğum yüzden dolayı belamı görecektim. Bunu zaman gösterecekti.

 

 

 

 

Kaçırılmam ve kurtarılmamın üzerine Arem'in adamları aracılığıyla beni beklemekte olan veliahtların yanına, yani Arem'in son teknoloji olan, ormandaki evine gidiyordum ancak oraya gitmeden önce kendi evime uğramak istemiştim. Bana 'yaşıyorsun' dedikleri o eve. Daha fazla gece elbisesi ve topuklu ayakkabılara tahammül edebileceğimi sanmıyordum. Bir an önce üzerime rahat bir şeyler giymem gerekiyordu. Evde Kansu ile de karşılaşmıştım. O ne kadar konuşmak istese de, ben onu duymazlıktan gelmiş ve katiyen cevap vermemiştim.

 

 

 

 

Bana Hera seni kaçıran adam senin kafana vurup, seni bayıltacak gibi bir bilgi vermediği için son derece suçluydu. Ya da ben çok kindardım, bilemiyordum.

 

*

 

 

 

 

Büyük ve ihtişamlı kale kapısı gibi olan kapıdan içeri girmiştik. Etraftaki korumaların çokluğu beni geçen seferki gibi yine hayrete düşürmüştü. Araç, ormanın içinden geçen süslü taşlardan oluşan yolda sakinlikle ilerleyerek eve doğru gidiyordu.

 

 

 

 

Yine geçen sefer gördüğümde de büyük bir beğeniyle izlediğim üç metrelik 12 Olimpos Tanrı ve Tanrıçalarının önünde durmuştuk. Bir ara burada haberim yokmuş gibi çek! Pozunu verip fotoğraf çekmem gerektiğini aklımın bir yerine not etmiştim. Hera heykeli ile fotoğraf çeken bir adet Hera, ah, bu oldukça havalı olurdu.

 

 

 

 

Araçtan inip beni buraya kadar getiren siyah takım elbiseli adama baş selamı verip, Arem'le beraber geldiğimizde geçtiğimiz istikamet üzerinden görkemli evin görkemli kapısının önünde durmuştum.

 

 

 

 

Arem'in evi teknolojik bir evdi. Yani, kapının açmak için bir kol veya kilit sistemi yoktu. Arem'le geldiğimizde kapının yan tarafında bulunan panele elini okutarak kapıyı açtığını görmüştüm. Kısacası, şu an kapıyı nasıl açacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu.

 

 

 

 

'Kapıyı yumruklasam' diyeceğim ama izlediğim filmlerde kapının bu hareketi bir tehdit olarak algılayıp karşılık verdiğini biliyordum; lazerli silahlar ve elektrikle. Adamların silah mafyası olduğunu göz önünde bulundurursak, bu oldukça yüksek bir ihtimaldi.

 

 

 

 

Açıkçası, narin bedenime göz göre göre hasar aldırtmayacak kadar aklı başında bir insandım. Hem düşününce, eğer kapı sıradan bir kapı olsaydı ve ben onu yumruklamayı bırakıp, tekme tokat saldırsaydım bile, içerdekilerin sesimi duyacağını sanmıyordum.

 

 

 

 

Tanrı aşkına, evin başı var sonu yoktu; benim yumruklarımın sesi onlara kadar gitmezdi. Uzun lafın kısası, kaldık mı şimdi kapıda mal gibi.

 

 

 

 

Aklıma bir şey geliyordu. Aklıma bundan başka hiçbir şey gelmiyordu. Hâliyle aklımdakini gerçekleştirmem gerekiyordu. Arem'in evinin bütün ışıklandırma, ısıtma, açma-kapama ve daha birçok sistemini bir bilgisayar yönetiyordu. Daha doğrusu bir yapay zeka. Ben ona robot diyordum. Hani şu, robot dendiğinde alınan robot Alice...

 

 

 

 

Evin bütün sistemlerini kontrol eden, son derece akıllı robotun acaba dış kapıyla da bağlantısı var mıydı? Sanırım denemekten zarar gelmezdi. Kapının paneline doğru kafamı eğip,

 

 

 

 

"Hello sis" diye konuştum. Pek bir cevap alamamıştım. Hatta direkt olarak cevap bile alamamıştım. "Aa kız, yoksa tanımadın mı beni?" Direttiğimde yine derin bir sessizlik olmuştu.

 

 

 

 

"Ya benim, ben aşk olsun, insan benim gibi değerli bir şahsiyeti unutur mu hiç?"

 

 

 

Alınganlık göstermek üzereyken tam o anda bir aydınlanma yaşamıştım. Elimi kafama vurup, "Ah, sen insan değil, robotun değil mi? Pardon, unutmuşum," demiştim.

 

 

 

 

"Adım robot değil, Alice efendim."

 

 

 

 

Ciddi olamazsın, o kadar şey söyledim, sustun ve robot dedim diye konuştun öyle mi?

 

 

 

 

"Sen gerçekten robot denince alınan tuhaf bir robotsun."

 

 

 

 

"Bir kez daha robot kavramını kullanırsanız, bunu bir tehdit olarak algılayacak ve size karşılık vereceğim, efendim." Artiste bak! Hayatı bir kablonun ucundaydı, bana dikleniyordu.

 

 

 

 

"Sen beni tehdit mi ediyorsun? Senden korkan senin gibi olsun be pis robot!" Kurduğum son kelimenin üstüne bastıra bastıra konuşmuştum.

 

 

 

 

"Güvenlik protokolu ihmal edilmiştir. Kalkan aktif. Quantum Zırh Delici 9000 nişan al! Hedef saat üç yönünde."

 

 

 

 

Kapının sol üstünde yuvarlak bir bölme açılmıştı. Bölmenin içinden ise beni nişan almış olan silahın yavaş yavaş arz endam etmekte olduğunu görmüştüm.

 

 

 

Sertçe yutkunmuştum. Ellerim soğuğa rağmen terlemeye başlamıştı. İnsanlık buna ecel terleri diyordu.

 

 

 

 

Allah'ım, şaka mıdır bu? Ne yani, ölüm sebebim bir robota, robot dedim diye mi olacaktı? Bu resmen rezaletti.

 

 

 

 

"Şu an hiç korkmadım, neden biliyor musun Alice?" At yalanı seveyim inananı be Hera!

 

 

 

 

"Neden efendim?" En azından saygıda kusur etmiyordu. Bu da bir şeydi.

 

 

 

 

"Çünkü senin dediğin gibi burada efendi olan benim. Şimdi derhal bu saçmalığa bir son ver ve beni içeri al." Olduğum yerde tepinmiştim.

 

 

 

 

Kapının oyuk kısmından belli belirsiz bir parıltı göründüğünde, gözlerimi o yöne doğru çevirmiştim. İçinden metalik bir yapı yükseliyordu. Geri çekildim, nefesimi tuttum ve şaşkınlıkla olanları izledim. Quantum Zırh Delici 9000 diye saçma sapan bir isme sahip olan silahın, uzun ve parıldayan namlusu beni hedefine aldı. Nefesimi oracıkta tekrardan tuttum.

 

 

 

 

"Emirlerini yerine getirdiğim tek kişi Arem Barkın Soykamer Efendimdir. Efendim." Robot söyleyince hatırlamıştım Arem'in varlığını. Allah'ın cezası veliaht neredeydi?

 

 

 

 

"Ben o adamın arkadaşına en son müebbet verdirmiştim. Hem de iki kez ağırlaştırılmış. Senin devrelerini söktürtmeyen ne olsun?" Ağzımın içinde gevelemiş olsam da Alice'nin sistemi çok güçlüydü. Sese karşı hassasiyeti üst seviyedeydi. Beni duymuştu.

 

 

 

 

"Bu bir tehdit mi efendim? Eğer öyleyse ateşleme için geri sayım başlatacağım."

 

 

 

 

Çıldırıyordum... Neden bütün, saçma olaylar hep benim başıma geliyordu? Tanrım, resmen en çilekeş kulun olduğum için öteki tarafta ayrıcalık istiyordum senden çünkü birazdan yanına gelecektim.

 

 

 

 

"Seni lanet olası pis robot, şu kapıyı açman için ne yapmam gerekiyor?"

 

 

 

İsyan bayrağını çekmiştim. Gözlerim etrafta gezinir olmuştu. Normal şartlarda adım atsam bir tane koruma ile karşı karşıya gelirdin ama şimdi görünürde hiç kimse yoktu.

 

 

 

 

"Bana robot dediğiniz için özür dilerseniz, kapıyı açacağımdan hiç şüpheniz olmasın, efendim." Kaşlarım şaşkınlıkla yukarı doğru kalkmıştı.

 

 

 

Şu an kapıya resmen mal gibi bön bön bakıyordum. Erdem gibi de bakıyor olabilirdim, neticede ikisi aynı şeydi.

 

 

 

 

"Diyelim ki özür dilemedim, ne olacak?"

 

 

 

Sesim soğuktu. Suratım ise alaylıydı.

 

 

 

 

"O zaman buradan gitmeniz gerekecek, efendim, çünkü kapıyı açmam mümkün değil." Eh, en azından bu kez öldürmekle tehdit etmemişti.

 

 

 

 

"Ben özür falan dilemem senden, pis robot, derhal aç şu kapıyı." Madem ölüm yok o zaman sonuna kadar robot zorbalamaktan gurur duyardım.

 

 

 

 

"Son şansınızı kullandınız. Eğer derhal buradan ayrılmazsanız, şu an hedefinde olduğunuz silah, size ateş edecektir, efendim. Geri sayım başlatıldı."

 

 

 

 

"10, 9, 8..." Benim kitabımda geri adım atmak yoktu.

 

 

 

 

"7, 6, 5..." Bir robot istedi diye geri adım atacaksam, bu dünyada yaşamın anlamı da yoktu.

 

 

 

 

"4, 3, 2..." Hem bugün bir arabada beş tane vites varsa, bunların sadece biri geri vitesti. İşte, bende o da yoktu.

 

 

 

 

"1, 0..." Artistliğe lüzum yok, hayat boştu ve sen ölürken güzel görünsen yeterdi.

 

 

 

 

Gözlerimi kapatmıştım. Vücudumun herhangi bir yerinde herhangi bir ağrı veya acı yoktu. Ne oluyor dememe kalmadan kendimi birinin kolları arasında bulmuştum. Biri bana sımsıkı sarılıyordu. Hatta neredeyse kemiklerimi kırıyordu. Sanırım artık gözümü açma zamanım gelmişti. Yavaş yavaş gözlerimi araladığımda, bana sarılan bir adet yön görmeyi beklemiyordum.

 

 

 

 

"Ah, Hera, nasıl güldürdün sen bizi. Yeminle içeride seni izlerken gülmekten karnım ağrıdı."

 

 

 

İkizleri yüzlerinden ayıramıyordum ama tavırlarından gayet çıkarabiliyordum. Boş konuşan değil daha sıcak kanlı olan daima Batı'ydı.

 

 

 

 

Bir dakika, bir dakika Batı ne demişti az önce? İçeride demişti, seni izlerken demişti, yetmemiş gülmekten karnım ağırdı demişti. Yoksa...

 

 

 

 

"Ben burada bu pis robot yüzünden can çekişiyorken, siz içeride beni izleyip gülüyor muydunuz? Yedim seni Batı. Taş yok mu taş," deyip yerden taş toplamaya başlamıştım. Şeytan taşlayacaktım.

 

 

 

 

"Vallahi hepsi Erdem'in suçu. Alice seni tanıyor, kapıyı görür görmez açardı ama içeriden Alice'e komut veren Erdem'di," Tüm suçu Erdem'e atmıştı Batı. Anasının babasının bile eldivenle sevdiğine yemin edebileceğim Erdem'e.

 

 

 

 

Erdem Eraslan, bu bir savaş ilanıdır. Yaktım çıranı oğlum senin.

 

 

 

Oyunu kuralına göre oynamayan ne olsundu. Şu an öfkeden patladığım hâlde Erdem'e bunun hesabını soracaktım. Hem de hemen şimdi ve tıpkı onun gibi oynayarak.

 

 

 

 

Kafamı benden korktuğu için birkaç adım geri gitmiş olan Batı'ya çevirmiştim. "Şu anda hâlâ burayı mı izliyorlar?"

 

 

 

 

"Hayır, Arem daha fazla sana dayanamadığı için en eğlenceli yerinde kapattı ve seni almam için beni gönderdi." Arem'e de kızgındım. Ben ecel teri dökerken izlemek ha! Kahrolsun içimdeki veliaht sevgisi...

 

 

 

 

"Emin misin lan it?" Kimse kusura bakmasın ama hâlâ sinirliydim, kelimelerimi seçemiyordum. Batı sinirli sesimle yerinden sıçramış ve kafasını hızlı hızlı sallamıştı. Yazık çocuğa peki, acıdım mı? Asla.

 

 

 

 

"Yaklaş." Batı ne dediğimi anlamamış olacak ki, "Af buyur, ne dedin?" Diye masum masum sormuştu.

 

 

 

 

"Af olmasını istiyorsan yanıma yaklaş, Batı," diye bağırdığımda bir kez daha yerinden sıçramıştı çocuk. Umrumda mı? Asla.

 

 

 

 

Batı, korka korka yanıma yaklaştığında artık hazırlanmam gerektiğini biliyordum. Sırf can sıkıntısından gittiğim oyunculuk kurslarının bir gün işe yarayacağını da biliyordum. Önce birkaç derin nefes al ve sonra bir yere sabitle gözlerini. Gözlerin yansa dahi sakın gözünü kırpma.

 

 

 

 

Sol gözden bir yaş geldi bile. Sağ göz durur mu, sıra onda. Şimdi biraz da saçımızı kabartalım ki görünüşümüz dağılmış olsun. Elimle saçımın içinden geçtikten sonra durmuştum. Bu kadar yeterli. Son olarak içli içli nefes alıp ver bir de. İşte şimdi ağlıyorsun Hera Türkeş.

 

 

 

 

Ben hıçkıra hıçkıra ağlarken yanımdaki Batı ise resmen renkten renge girmişti. Usta oyunculara taş çıkartır performans sergilemiştim. Hayranlığı bunaydı. Ağzı iki karış açılmış olan çocuğa acıdım mı? Asla.

 

 

 

 

"Bana bak, şakraban, hiç kimseye hiçbir şey çaktırmıyorsun, sadece ayak uydur bana, yoksa oyarım seni," diye bir yandan tehdit edip bir yandan ağladığımdan çocuk dehşetle açtığı gözlerini suratıma dikip yutkunmuştu.

 

 

 

 

"Nasıl istersen, Hera, aman yani, efendim." En azından Saygı da kusur etmiyordu.

 

 

 

 

"Aferin. Şimdi gir koluma."

 

 

 

 

Koluma varlığıyla destek olacak şekilde beni tutmasını sağlamıştım. Batı ile beraber veliahtların yanına gidiyorduk. Ağlamaktan zaten hassas olan gözlerimin şimdiden kızardığına emindim. Sana gününü göstermeyen ne olsun puşt veliaht. Hera Türkeş'le oynanmak neymiş, göstereceğim sana.

 

 

 

 

Oturma odasına geldiğimizde içerideki mutlu atmosfer beni gördükleri an dağılmıştı. Beni gördükleri an surat ifadesi değişen ve hemen ayağı fırlayan oyunumun iki önemli üyesi olan Arem ve Mert hızla yanıma gelmişti.

 

 

 

İçerideki adamlar çok zeki olduğu için kimse bir şey çakmasın diye Erdem puştuna henüz bakmamıştım. Batı'nın kolundan çıktığım gibi Mert'e koşup, kocaman sarılmıştım. İçerideki herkesin en az Mert kadar şaşırıp kasıldığına emindim.

 

 

 

 

İçli içli ağladığım her saniye Mert'in bedeni daha çok kasılıyordu. Oyun amaçlı olsa da Mert'e sarılırken hisettiğim şey, Arem'inkinden çok daha farklıydı. Sanki gerçekten abim varmış da ona sarılıyormuşum gibiydi.

 

 

 

 

"Ne oldu lan kıza, Batı, cevap versene oğlum," diye bir yandan esip gürleyen, bir yandan ise saçımı okşayan Mert şoktan hâlâ çıkamamıştı.

 

 

 

Batı'ya pek güvenemediğimden olayı devir alıp kafamı Mert'in göğsünden kaldırmıştım. "Böyle şaka mı olur, Mert! Öldürecek sandım o robot beni, çok korktum." Sözlerim biter bitmez dudaklarımdan bir hıçkırık kopmuştu.

 

 

 

 

En kısa zamanda aynayla karşı karşıya gelip kendimi alnımdan öpecektim.

 

 

 

 

Mert'in gözlerinde gördüğüm duygular şefkat ve merhamet karşımıydı. Abartmış mıydım acaba? Çocuğun içi gitmişti. Bu kez o bana sarılmıştı. Muhtemelen kaybettiği kardeşinin travmasını tetiklemiştim. Merhameti ondandı. Kafamın üstüne öpücük koyup baş düşmanıma saydırmaya koyulmuştu.

 

 

 

 

"Beğendin mi lan yaptığını, küçücük kızla inada giriyorsun. Ne vardı yani, seni hapse tıksaydı kız. Böyle bir şey için yapılır mı oğlum bu?" Küçük falan ayıp oluyor demek istesem de, ağlamaktan ileri gidemiyordum. Kahrolsun gözyaşları.

 

 

 

 

İlk etap başarıyla tamamlandı...

 

 

 

 

"Oğlum, ben nerden bileyim bu kadar korkacağını?" Bir de yersizce savunmaya geçmişti kendini puşt Erdem. Sen dur, daha en güçlü silahımı kullanmamıştım.

 

 

 

 

Başımı Mert'in göğsünden bir kez daha kaldırmıştım. Gözlerimin odağına hemen sağ tarafımdaki Arem'i almıştım. Bana, daha doğrusu Mert ve bana donuk gözlerle bakıyordu. Ona baktığımı görünce de ağzından sadece şu söz çıkmıştı:

 

 

 

 

"Neden bana sarılmadın da ona sarıldın?" Koyun can derdinde, kasap et derdinde. Diye boşuna demiyorlardı.

 

 

 

 

"Çünkü sana küsüm." Kaşlarını çattı hemen.

 

 

 

 

"Neden?" Sesi merak doluydu.

 

 

 

 

"Bana böyle bir oyun oynamasına nasıl izin verdin?" Elimle puşt Erdem'i gösterdim. O sırada telefonunu bir kez daha elinden düşürmeyerek, koltuğa oturmuş olan dövmeli telefon manyağı, Hazar konuşmuştu.

 

 

 

 

"İçimden bir ses, canın çok yanacak diyor Erdem ve bilirsin, ben yanılmam."

 

 

 

Gözleri tekrar üçüncü böbreğine kaydığında ona göz devirmemek için kendimi zor tutuyordum.

 

 

 

 

"Bu kadar korkacağını bilmiyordum, tanrıça." Arem'e hak veriyordum aslında. Sadece saatler önce maskeli adamın biri kafama silah doğrultmuştu. Benim yaptığım tek şey dalga geçmek olmuştu. Muhtemelen şimdi neden korktuğumu sorguluyordu.

 

 

 

 

"Konuşmayı düşünmüyorum seninle. Lütfen benden uzak durur musun?"

 

 

 

Elimle terslemiştim onu. Sinirlenmek yerine sadece bakmıştı. Kırılmış olma ihtimali kaçtı?

 

 

 

 

"Mert'e niye küsmedin de sadece bana küstün?" diye sitem etmişti. Kaşları hâlâ çatıktı.

 

 

 

 

"Canım Mert'e sarılmak sana küsmek istiyor, itirazın mı var?" Söylenmeye devam edip Mert'en ayrılmıştım. Kollarımı birbirine dolayıp bir ayağımı sinirle yere vurmuştum.

 

 

 

 

"Bu hareketi, kız kardeşin sağ olsun, çok iyi biliyorum kardeşim. Sana şimdiden kolay gelsin, çok şiddetli bir trip seni bekliyor," konuşan Elena'nın nişanlısı, veliaht Evren olunca kısa süreliğine ona bakıp, tekrar önüme dönmüştüm.

 

 

 

 

Arem de, sanırım bir şeylerin ters gittiğinin farkındaydı. Bana sorunun ne olduğunu anlamak istercesine, sorgulayarak bakıyordu. Yönlerden Doğu, ikimizin arasındaki boşluktan hızla geçip gidince dikkatim onun üzerine kaymıştı.

 

 

 

 

Gözlerim onu takip ettiğinde, ikizi Batı'nın yanına gittiğini görmüştüm. Çok geçmeden, okalı bir tokat atmıştı Doğu, Batı'ya. Gözlerim şokla açıldığında herkes benimle aynı yere doğru dönmüştü.

 

 

 

 

Batı, ne olduğunu anlamadığı için şokla ikizine dönmüştü. "Ne yapıyorsun lan?"

 

 

 

 

"Oğlum, içeri girdiğinden beri Hera'ya renkten renge girerek bakıyorsun. Hayır, tanıyorum ben seni, sen sadece korku filmi izlediğimizde böyle bakarsın. Hera'dan korkuyorsun diyeceğim ama o da çok saçma. Ne oldu lan sana?"

 

 

 

 

Batı, bir ikizine bir bana bakıp sertçe yutkunmuştu. Sonrasında ise "Ben bir su içip geliyorum," demişti. Anladı tabii çocuk, açık verirse başına gelecekleri. Peki acıdım mı? Tabii ki asla.

 

 

 

 

Arem'le tekrar göz göze gelmiştik. "Sulh talep ediyorum." Savaş tamamen çıkmadan sulh için onay falan veremezdim. Kusura bakma veliaht.

 

 

 

 

"Aslında sulh tek şartla mümkün."

 

 

 

Kollarımı önümde bağladığımda, gülümsemişti.

 

 

 

 

"Devam et tanrıça." Kafamı aşağı yukarı sallamıştım.

 

 

 

 

"Ben kindar biriyim." Kafasını beni onaylamak için sallamıştı.

 

 

 

 

"Ayrıca bana bir şey yapılırsa karşılık vermeyi severim." Kafasını yine ağır ağır sallamıştı.

 

 

 

 

"Konu nereye gidiyor?"

 

 

 

Evren'in sesini duyunca kısa süreliğine susmak zorunda kalmıştım.

 

 

 

 

"Nereye gidiyor bilmiyorum ama kime giriyor yakında göreceğiz."

 

 

 

Hazar'ın alay dolu sesini işitmek onlara bakmak istememe neden olmuş olsa da kendime sahip çıkmıştım ve o tarafa bakmamıştım.

 

 

 

 

"O çok büyük ve ben ondan nasıl intikam alırım bilmiyorum?"

 

 

 

Elimle Erdem'i işaret edip, Arem'in gözlerinin içine masum masum bakmıştım.

 

 

 

 

"Sanırım ne demek istediğini anladım tanrıça." Beni anlamış olmasına gülümsemiştim. Yanıma yaklaşmaya başladığında kalbim yeniden hızlanmıştı.

 

 

 

 

"Bir dakika! Bir dakika! Burada derin bir mevzu döndü ama ben hiçbir halt anlamadım."

 

 

 

Erdem'in sesi kulaklarıma dolduğunda yüzümü buruşturmuştum. Kısa süre sonra Arem'in yüzü gözlerimin odağına girdiğinde ise nefesimi tutmuştum.

 

 

 

 

"Özetleyeyim ben sana kardeşim: Hera sana dokunmadan canını çok pis yakacak." Mert'in yarı alaylı sesi gerçeklerin en yalın hâliydi.

 

 

 

 

"O nasıl olacakmış lan?"

 

 

 

Veliahtlar, mal Erdem'e durumu izah etmek için uğraşırken Arem üzerime doğru eğilebildiği kadar eğilmişti.

 

 

 

 

"Ne olursa olsun ilk bana gel tanrıça."

 

 

 

İlk Mert'e gittiğim için sitem etmişti. Sesi bile saf sitemdi.

 

 

 

 

"Bazen doğrudan gelmek yerine yolu uzatabilirim." Boş sözler vermek benim işim değildi. Dürüst olmak en doğrusuydu. En azından burada dürüst olmak en doğrusuydu.

 

 

 

 

"Yolun sonu daima bana çıkar mı?"

 

 

 

Gözlerime anlamlı anlamlı baktığında neredeyse kanacaktım ona ve orman gözlerine. Neredeyse ama... Sahi söylesene veliaht, senin gerçekten sevdiğin kadın nerede?

 

 

 

 

"O yola taş konulmadığı sürece evet..."

 

 

 

Kafasını yana doğru yatırıp gözlerimin içine uzun uzun baktı.

 

 

 

 

"O yola taş çıkmasına izin vermem."

 

 

 

Sesi gizemliydi. Sesinin tonunun bile anlamı olduğunu düşünüyordum.

 

 

 

 

"O yola taşı bir tek sen koyabilirsin."

 

 

 

Senden başka kimse yolu tıkamaz veliaht. Her şeyi unut! Ama bunu asla unutma! Gözleri gözlerime öyle bir bakış atmıştı ki bir an için yendim sanmıştım. Tüm o sahte duyguları yendim ve gerçek Arem'i ortaya çıkardım sanmıştım. Çabuk düzelmişti bakışları. Eski Arem olmuştu ama eski Arem ile uzaktan yakından alakası yoktu. Bedeni eğildiği yerden dikleştiğinde sertçe konuşmuştu.

 

 

 

 

"Erdem buraya gel!"

 

 

 

Sert sesi içeride yankılandığında birkaç adım geri gitmiştim. Veliahtlar Arem'i ikiletmezdi. Erdem'in bedeni benim açtığım boşluğa girince, Arem'in yüzünü Erdem'in sırtı örtmüştü.

 

 

 

 

Ne olacağını diğerleriyle beraber dikkatlice izliyordum. Çok kısa zaman sonra Erdem'in yere serildiğini görmüştüm. Arem'in sert yumruğu onu sersemletecek kadar güçlüydü. Tam olarak ayaklarımın önüne kafası denk gelmişti. Yerde boylu boyunca uzanıyordu. Onun ayaklarımın altında duran yüzüne sırıtarak baktığımda bir eli çenesine gitmişti. Gözlerimin içine sahip olduğu en büyük öfkeyle bakıyordu. Veliahtların kalan kısmı kahkaha-lara boğulmuştu.

 

 

 

 

"Ulan çirkin cadı! Ulan çirkin cadı!"

 

 

 

Söylenip durduğunda kahkaha atmamak için kendimi zor tutmuştum. Yine de surat ifademin eğleniyor olduğumu gösterdiğine emindim.

 

 

 

 

Erdem, yere serilmiş bedenini yavaş yavaş kaldırdığında bedeni oturur pozisyon almıştı. Eli hâlâ çenesindeydi. Arem sağlam vurmuştu. Veliahtım Erdem'e doğru yaklaşıp elini ona uzattığında Erdem onun elini sıkı sıkıya tutmuştu. Arem'in de desteğiyle ayaklandığında, Arem elini onun omzuna koyup iki kere aynı yere yavaşça vurmuştu.

 

 

 

 

"Kırmış olma ihtimalin kaç?"

 

 

 

Erdem, eli çenesinde Arem'e bakarak söylenmişti.

 

 

 

 

"Kırılacak kadar sert vurmadım."

 

 

 

Kırılacak kadar sert vurmadım mı? Tek vuruşta iki metrelik adamı yere sermişti.

 

 

 

Kırılacak hâli bu değilse, inşallah kırılacak hâlini de görmek nasip olurdu. Kurban yine Erdem olsa çok daha güzel olurdu.

 

 

 

 

"Eyvallah!" Veliahtlar birbirlerine gerçekten alınmıyor ya da kırılmıyordu. Her ne olursa olsun yan yana duruyorlardı.

 

 

 

 

"Bahse varım en başından beri oyun oynuyordu. Mert'e sarılması bile oyununun, parçasıydı." Evren'in sesini duyunca ona bakmıştım. Bana sırıtarak baktığını görünce kafamı çevirmiştim.

 

 

 

Vups! Sanırım yakalandım...

 

 

 

 

"O zaman Batı'nın içeri girdiklerinden beri olan o tuhaf hareketleri de, en başından beri her şeyi bilmesinden kaynaklıydı yani. " Mert'in sesini duyunca kaçacak delik aramaya başlamıştım. Bakışlarım etrafta turluyordu.

 

 

 

 

"Lan! Şimdi anladım. Demek Batı, bundan dolayı şoka girdi çünkü o gerçekten Hera' dan korkuyor."

 

 

 

Doğu'nun aydınlandığını vurgulayan sözleri gözlerimi kısmama neden olmuştu. Batı benden korkuyor muydu? İlginçti... Korkmasını gerektirecek hiçbir şey yapmamıştım. Gördükleri daha hiçbir şeydi.

 

 

 

 

Derin düşüncelerim arasında kafam refleks olarak soluma doğru kaymıştı. Erdem'in dikkatle beni izlediğini görmüştüm. Kaşlarımı çatıp ona doğru bakmıştım.

 

 

 

 

"Evet, nedir?" Bana dik dik bakmasının sebebini çözmeye çalışırken Doğu'nun yaşadığı türden aydınlanmayı bende yaşamıştım. Az önce her şeyin oyun olduğu ortaya çıkmıştı ve bu olurken Erdem hâlâ buradaydı. İşte şimdi ayvayı yemiştim.

 

 

 

 

"Kaç! Çirkin cadı, kaç!"

 

 

 

Kusura bakma puşt ama ayı gibi cüssen ile üzerime üzerime geliyorsan, sen demesen bile ben tabanları yağlarım.

 

*

 

 

 

 

Arem, bir orduya yetecek kadar yemeği artık kusacağım diyene kadar zorla tıkmamı sağlamıştı ağzıma. Hayır, bazen öyle bir bakıyordu ki, korkumdan bir şey de diyemiyordum. Uzun zamandır yemek yemediğimi söyleyip, beni Erdem'in elinden son dakika almış ve mutfağa getirmişti.

 

 

 

 

Kilo almamı falan istiyor olabilir miydi? Belki de Arem, etli butlu kadın seviyordu. Çok mu zayıftım ben? Hayır, aksine gayet fit bir vücudum vardı. O zaman Melisa benden daha kiloluydu. Arem, Melisa'ya tamamen benziyeyim istiyordu.

 

 

 

 

Olabilir miydi böyle bir şey? Arem zaten Hera ile değil, Melisa'ya benzeyen Hera ile ilgileniyordu. Gerçekleri bir kez daha görmüş olmak nedense canımı sıkmıştı. Çok büyük bir ikilemin içinde debelenip duruyordum.

 

 

 

 

Bir yanım, "Keşke Melisa ile benzemeseydik," derken, diğer yanım, "Eğer benzemeseydik, Arem seninle böyle güzel ilgilenecek miydi?" diyordu. Yıllardır ilgi açlığı çekiyordum, kendi kendimi büyütmek zorunda kalmıştım.

 

 

 

 

Ailemden sadece bir babam vardı, o da işkolik bir adamdı. Üstelik, ilgi ve sevginin çocukları şımarttığına inanırdı. Kabul et Hera, Arem'in ilgisi sana iyi geliyor. Ama sen her zaman olduğu gibi yine bencilik yapıp, "Beni ben olduğum için sevsin," diyorsun. Sanki daha önce seni sen olduğun için seven olmuş

 

 

 

gibi...

 

 

 

 

Zorla yedirme olayımız bitince tekrar salona dönmüştük. Düşüncelerim ağır geldiği için onunla tek kelime etmemiştim. Salonda bütün veliahtlara ek olarak, bir de takım elbiseli bir adam duruyordu. Arem'i gören adam hemen baş selamı vermişti.

 

 

 

 

"Hallettin mi, Cevat?" Arem salonda duran takım elbiseli adama bakarak konuşmuştu.

 

 

 

 

"Hallettim efendim, tüm valizler uçağa yüklendi."

 

 

 

Ha, iyi bari. Ben de bir şey oldu sanmıştım.

 

 

 

 

Arem, Cevat'a başıyla işaret verince, Cevat tekrar baş selamı verip gitmişti. Veliahtım bu kez içerdekilere dönmüştü. "Her şey hazırsa çıkalım."

 

 

 

 

Herkesin ağzından onay mırıltıları dökülmüştü. Bir yerde bir şey kaçırmıştım ama nerede?

 

 

 

 

"Arem," Konuşan benden başkası değildi.

 

 

 

 

"Efendim Tanrıça?" Arem'in gözleri bana döndüğünde bakışlarında merak vardı.

 

 

 

 

"Siz mafya mısınız?"

 

 

 

 

Sorduğum soru, herkesin birbirine bakıp gülümsemesine neden olacak kadar saçma olamazdı. Yine de gülmüşlerdi.

 

 

 

 

"Açıkçası ben tüccarım, onları bilemem," Evren'in sözleri iç rahatlatıcıydı.

 

 

 

 

"Oh be, sonunda çaktın mevzuyu. Evet, biz böyle komple yakışıklı ve mafyayız," Doğu yine zevzek zevzek konuştuğunda ağzının ortasına vurmamak için zor tutmuştum kendimi.

 

 

 

 

"Peki, ne mafyasısınız? Organ falan değildir umarım." Sanki kim olduklarını bilmiyormuş gibi konuşmaya devam et bakalım Hera.

 

 

 

 

"Cani miyiz biz? Silah mafyasıyız sadece." Hazar bana bakarak konuştuğunda elinde ilk kez telefon görmediğim için şaşırmıştım.

 

 

 

 

"Ha, öyle desenize. Rahatladım şimdi. Silah mafyasıysanız sıkıntı yok zaten."

 

 

 

Hazar'ın benle dalga geçtiğinin farkında olarak onunla dalga geçmiştim. O ise beni de laflarımı da umursamamıştı.

 

 

 

 

"Dalga mı geçiyorsun sen bizimle çirkin cadı?" Onun yerine puşt umursamıştı. Erdem konuştuğunda ona ters ters bakmıştım. Sen konuşma Erdem. Sen sus!

 

 

 

 

"Uğraşamam sizinle gidiyorum ben."

 

 

 

Uzun bir süre veliahtlarla karşılaşmak istemiyordum. Kafamı dinlemek istiyordum. Elimle onlara bay bay yapıp arkamı dönmüş, gitmek için adımlarımı atmıştım...

 

 

 

 

"Tanrıça nereye?" Arem'in sesini duymuştum.

 

 

 

 

"Evime Arem, gelecek misin?"

 

 

 

Yüzümü ona doğru dönüp suratına dik dik bakmıştım.

 

 

 

 

"Gelmeyi çok isterim tanrıça ama şu an başka bir yere gitmemiz gerekiyor."

 

 

 

Kafamı tamam anlamında sallayıp tekrar önüme dönmüştüm.

 

 

 

 

"İyi selametle."

 

 

 

 

"Sende bizimle geliyorsun güzelim."

 

 

 

Mert'in bedeni aniden önüme geçtiğinde durmak zorunda kalmıştım.

 

 

 

 

"Nereye?"

 

 

 

Mert bana bakıp tebessüm etmişti.

 

 

 

 

"Irak'a..."

 

 

 

 

Gözlerim şaşkınlıkla ona döndüğünde itiraz etmek için ağzımı açmış ve gözümü yummuştum.

 

*

 

 

 

 

Veliahtlardan nefret ediyordum. Hepsini bir kaşık suda boğmak istiyordum. Veliahtlar nerede miydi? Uçakta. Uçak nereye gidiyordu? Irak'a. Peki, benim ne işim vardı bu uçakta? Cevap tam olarak şuydu: Çünkü Arem, daha yeni kaçırılmışken beni bırakıp gidemezmiş. Cehennemin dibine gitse beni de götürmeyi planlıyordu.

 

 

 

 

Veliahtlar, öz babamın da içinde bulunduğu kaçırılan 10 askerden en son sinyal alınan yere, yani Irak'a gidiyorlardı. Açıkçası, babamı kurtaracak olmaları güzeldi ama... Babamın babam olduğunu bilmedikleri için açık vermekten korkuyordum.

 

 

 

 

Hem babamı kurtarma operasyonunda olmak beni mutlu ediyordu, hem de babamla karşı karşıya gelecek olsam, yanımda veliahtlar varken verebileceğim en ufak tepkinin bile gözlerinden kaçmayacağını bilmek çok korkutuyordu beni.

 

 

 

 

Dolayısıyla gelmek istemediğimi her dile getirdiğimde bana destek olan şaka gibi ama sadece puşt Erdem'di. Daha fazla yüzümü görmeye tahammülü kalmadığından bunu yapmış olsa da şimdilik aynı taraftaydık.

 

 

 

 

İşin tek iyi yanı, veliahtların devasa ve özel olan uçağında Irak'a gidiyor olmaktı. İstanbul'daki üç havalimanının üçünden de kalkış yapmamıştık. Adamlar 'uçak bize özel havaalanı eksik mi kalsın?' Deyip kendilerine özel havaalanı yaptırmışlardı.

 

 

 

 

Veliahtlar: savaş uçakları, savaş gemileri, tank ve dozerlerin sahibi iken buna şaşmamak lazımdı. Uçağın içi ise veliahtların lüks sevdiğini kanıtlar nitelikteydi.

 

 

 

 

"Bir dakika ya, benim Kansu diye bir abim var. Ona söylediniz mi, 'biz senin kız kardeşini kendimizle götürüyoruz,' diye. Hayır, hayır, kendimizle zorla götürüyoruz diye."

 

 

 

 

"Yeni bahanemiz hayırlı uğurlu olsun," Dövmeli telefon manyağı Hazar, sanırım sabahtan beri sıraladığım bahanelerden bıkmıştı.

 

 

 

 

"Söyledim ben tanrıça. Sıkıntı yok, haberi var." Gözlerim Arem'in üzerinde gezinmişti.

 

 

 

 

"Ne yani abim benim altı adam ve bir puştla Irak'a gidiyor olmama izin verdi öyle mi?"

 

 

 

 

Puşt derken elimle Erdem'i gösterince yüksek sesle sabır dilenmeye başlamıştı kendisi.

 

 

 

 

"Tam olarak izin verdi sayılmaz tanrıça." Kaşlarım, Arem'in derdinden çatıla çatıla bir hâl olmuştu artık.

 

 

 

 

"O ne demek?"

 

 

 

Gözlerimi üzerine dikmiştim.

 

 

 

 

"İzin almadım, haber verdim tanrıça."

 

 

 

Sanırım Kansu'ya acımıştım. Kim bilir Arem çocuğu nasıl tehtid etmişti?

 

 

 

 

"Bak gördün mü güzelim, biri seni bir yere zorla götürseydi ben izin vermezdim. Bence bundan sonra senin abin ben olmalıyım." Mert'e hızla dönmüştüm. Dalga geçiyordu benimle.

 

 

 

 

"Bilmem farkında mısın ama Arem beni zorla alıkoymuş bulunmakta, karşı çık hadi." Kafamla ona Arem'i işaret ettiğimde, Arem sırıtarak Mert'e bakmıştı.

 

 

 

 

"Susma hakkımı kullanıyorum."

 

 

 

Artistlik buraya kadardı işte. Mert'e öfkeyle son kez bakıp önüme dönmüştüm.

 

 

(...) 

 

 

 

 

Ortalama süren dört saatlik uçuş boyunca hepsinin canını okumuştum. Erdem'in ise içinden geçmiştim. Oh olmuştu hepsine. Zorla alıkoymanın cezasını çeksinlerdi.

 

 

 

Uçak, Musul Havaalanında durmuştu. Babam ilk kaçırıldığında Türkiye'nin ileri gelenleri ile yaptığımız ve sonucunda beni kaçırma planını devreye soktukları o günü hatırlamıştım.

 

 

 

 

Kaçırılan askerlerden alınan sinyal en son, Irak'ın kuzeyinde yer alan Erbil şehrinde sabah yedi sularına aitti. Şu anda biz ise yine Irak'ın kuzeyindeki Musul'daydık. Veliahtlar yolculuk süresi boyunca bunun üzerine konuşmuştu. Uçaktan indiğimizde bizi Türk askerleri karşılamıştı. Veliahtlar, her yerde zenginiz diyerek buraya önceden hususi araçlarını temin etmişlerdi.

 

 

 

 

Bizler de askerli, mafyalı ve bir adet ajanlı konvoy hâlinde; Başika askeri üssü için yola çıkmıştık. Başika, Irak'ın Musul kentinin 20 km kuzeyindeki bir kasabaydı. Orada TSK'nın askeri üssü vardı. Toplantı için bizi orada bekliyordu diğer askerler. Ellerinde önemli ipuçları varmış, kaçırılan on askerin tutulduğu yerle ilgili.

 

 

 

 

LSA4 taktik tekerlekli muharebe arazi askeri aracı, hemen önümüzde ilerliyordu. Yolu bize gösteren araç buydu. Aracın arkasında Arem ve yanında ise ben vardım. Arem, benimle bindiği araca kimseyi almamıştı. Her fırsatta benimle baş başa olma imkanından ödün vermiyordu.

 

 

 

 

Diğerleri ise gruplar hâlinde, iki araba olacak şekilde peşimizden geliyordu. Arazi, az da olsa engebeli ve sert bir yapıya sahipti. Bundan dolayı veliahtlar burası için arazi araçlarını tercih edip getirtmişlerdi. En öndeki asker aracından etrafımızda üç tane daha vardı. Yol arazi bakımından oldukça genişti.

 

 

 

 

Arem'in direksiyon koltuğunda oturduğu araç en önde ilerlerken, hemen arkasında; Evren'in direksiyon koltuğunda oturduğu araç vardı. En arkada ise direksiyon koltuğunda Hazar'ın oturduğu ve yanında ona acıma neden olan ikizlerin olduğu araç vardı. Askerler etrafımızı güvenlik çemberine almıştı. Sağımızda bir araç, solumuzda bir araç, önümüzde bir araç ve arkamızda bir araç vardı. Her aracın içinde toplam dört asker bulunuyordu. Bu da 16 askerin sadece bize yol boyunca eşlik etmek için görevlendirildikleri anlamına geliyordu. Koruma çemberinin tam ortasında, sıra hâlinde dizilmiş veliahtlar ve bir adet ben vardım.

 

 

 

 

Bunca güvenliğe rağmen aklımdaki en büyük soru, veliahtların ülke değiştirmelerine rağmen neden, yanlarına hiç koruma almadıklarıydı. Arem sayesinde düzinelerce insanın, sadece bir kapının önünde güvenlik olarak durduğuna defalarca kez şahitlik etmiştim. Şimdi ne oldu da buraya sıfır koruma ile geldiler, oldukça merak ediyordum.

 

 

 

 

Yol boyunca sessiz olmak istiyordum. Konuşasım yoktu. Arem'le fazla yüz göz olmama gibi ani bir karar almıştım. Onun bana kapılıp gitmesi lazımdı ancak bu gidişle ben de ona kapılıp gidecektim. Böyle bir şeyin yaşanması demek kendi topuğuma, kendi elimle sıktım demekti. Arem, zaten ne yaparsam yapayım etrafımda pervane gibi davranıyordu. Oysa her şeyin farkında olmamak, benim için söz konusu dahi olamazdı.

 

 

 

 

Arem Barkın Soykamer, Melisa Aksel'e öylesine büyük bir aşkla bağlıydı ki, onun gidişinden sonra kimseyi hayatına almamıştı. Beni ise hayatına almak istiyordu, çünkü ben onun sevdiği kadına benziyordum. Eğer bu benzerlik olmasa, yüzüme bile bakmayacağı da bilmem gereken bir gerçekti.

 

 

 

 

Unutma Hera, yanmak için değil, yakmak için bugün buradayız... Artık Arem dahil olmak üzere veliahtların hepsi ile arama mesafe koymam gerekiyordu. Aslında hepsine Erdem'e davrandığım gibi davranırsam, arkalarına bakmadan kaçarlardı. İyi anlaştıklarım sadece Mert ve Arem'di. Diğerleri benden pek haz etmiyor olsa da yeteri kadar kötü davranmıyolardı. Onlar kötü olmadığı sürece bende kötü gitmezdim.

 

 

 

 

Arem, yanımda arabayı sürmeye devam ediyordu. Bundan sonra ne olacağını hiç bilmiyordum. Bildiğim tek şey olayların giderek büyüdüğüydü. Hayatım birden bire tepe taklak olmuştu. Yolculuk sessiz sakin bir şekilde ilerlerken, benim içimde kıyametler kopuyordu.

 

 

 

 

İç dünyam, kasvetin ve çaresizliğin gölgeleriyle kaplanmıştı. Zihnim, karmaşık düşüncelerle dolup taşıyordu, her köşede umutsuzlukla boğuşuyordum. Arem'in hayatım üzerindeki varlığı ağır geliyordu. Pozitif ışıkların yerini negatif düşünceler alıyor, umutsuzluğun ve yalnızlığın boğucu atmosferiyle sıkışıp kalıyordum. Kendimi gölgelerle dolu bir labirentte kaybolmuş gibi hissediyordum, kurtulamayacağım bir çıkmazın içinde sıkışmış gibiydim. Bunu kendime ben yapmıştım. En başından veliahtların hayatına girmemem gerekiyordu.

 

 

 

 

Kasvetli düşüncelerime devam etmek istesem de edememiştim. Arem, arabayı birden bire durdurmuştu. Ne olduğunu görmek için önüme baktığımda en az bizim oluşturduğumuz konvoy kadar büyük bir araç konvoyunun önümüzü kestiğini görmüştüm. Araçların içinden ellerinde koca koca silahlar olan, yüzleri peçe ile örtülü onlarca adamın çıkmasıyla, herkes yolun ortasında aniden durmak zorunda kalmıştı. Adamların, ellerindeki silahları bize doğrultması ve anlamadığım bir dilde bağırıp çağırmaları, sakin bir yolculuğun sonuna geldiğimizi gösteriyordu.

 

 

 

 

Tanrım, ölmek için çok genç ve güzeldim. Lütfen beni yanına erkenden alma! Erdem'i alabilirsin ama, puşt dediğinin kısa yaşayanı makbuldür.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(🎭)

 

 

Loading...
0%