Yeni Üyelik
26.
Bölüm

🎭 1 KESKİN KARARLAR (SOLAN ÇİÇEKLER)

@mavimsu_

 

 

 

Hayatınız boyunca hep sevgiyle kalın, saygıyla kalın, aşkla kalın ve de kitabımı okumaya devam ederek kalın.

 

 

 

 

Keyifli okumalar dilerim.

 

 

 

 

 

(🎭)

 

 

 

Bölüm Sözü

 

 

 

 

"Asıl güç, zihnin içindedir. Ve benim zihnimin içi, sizi kölem yapmayay etecek güçtedir."

 

H.G. 

 

 

 

 

(🎭)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

***ŞU ANDAN İTİBAREN OKUYACAĞINIZ 18 BÖLÜM ''Külden Elbisem-Solan Çiçekler'' EVRENİNE AİTTİR.***

 

 

 

 

 

 

 

 

Hayat her daim sürprizlerle doludur. Kimine iyi sürprizlerle gelirken, kimine ise kötüleriyle gelirdi. Bana her zaman kötü olanı getirdi. Ben ise her zaman onları gülerek karşıladım. Hayatım sürprizlerle değil, kötülüklerle doluydu ve onlarla güle oynaya başa çıkacağıma yemin ettim.

 

Yavuz'un aslında Yiğit olduğunu ilk anda hissetmiştim. Tam olarak anlamam içinse görmem gerekmişti. Sağ el bileğinin tam ortasında küçük bir şimşek dövmesi vardı. Aynı dövmeyi Yavuz'da görünce Yiğit'le karşı karşıya olduğumu anlamıştım. Ekibin geri kalanı içerisinde sadece Afra ile hâlâ devam eden arkadaşlığımız vardı. Ali ölmüştü, Yiğit ise ortalıklardan kaybolmuştu ve Zahir ağabeye ne kadar istesek de ulaşamamıştık.

 

Şimşek dövmesi bir tesadüf olabilirdi. Neticede Yiğit'in yüz nakli olduğunu biliyordum, ama hangi yüzü nakil aldığından haberim yoktu. Bu da yanılma payım olabileceği anlamına gelirdi. Tabii eğer onun öğrencisi olmasaydım. Yiğit Kanıt, bu dünya üzerinde tanıdığım en usta oyuncuydu. Kendisi manipülatif deha deyince aklıma ilk gelenlerdendi. Analizci bir insandı, alanında ustaydı. Bildiği her şeyi bana aktarmıştı. Ben onun öğrencisiydim ve boynuz kulağı her zaman geçerdi.

 

Yiğit'in hareketlerini çözebilen tek bendim. Onun duygu değişimlerini anında radarına alabilen sadece bendim. Onu çözebildiğim gün, artık insanlara gözlerimle değil, hislerimle bakmayı öğrendim. Bu yüzden veliahtlara karşı üstünlük taslayabiliyordum. Bu yüzden onlara güvenmiyordum. Eğer gören bir insan olsaydım, onlara kanardım, inanırdım, güvenir ve onlara yardım ederdim. Lakin ben hisseden bir insandım. Onları hissettiğim müddetçe, asla güvenmeyecek, asla kanmayacak, asla inanmayacaktım.

Onlar usta oyuncular olabilirlerdi. Sorun değil, ben avcılıkta ustalaşmış biriydim. Bana karşı şansları yoktu, ancak benim onlara karşı şansım olduğu da söylenemezdi.

 

İşler her zaman plana uygun gitmiyordu. İki taraf da iyi olamazdı; biri iyiyse diğeri kötü, ya da biri iyiyse diğeri daha kötü olmalıydı. Ama her iki taraf da çok iyiyse, hikayenin sonu belirsiz olurdu. Eğer ortalık kan gölüne dönmüşse, kazanmanın bir önemi yoktu çünkü kaybeden, kazananın canını almış olurdu.

 

Ya ölüm, ya da ölümünüz...

 

Kaldır bardağını, tokuştur bardağıma. Çek kafana tek yudumda. Dedim şimdi sana! Ya ölüm, ya da ölümünüz. Ya dirim, ya da diriniz. Ya kaybetmek, ya da var olmak. Sen iyiysen, ben de iyiyim. Ama eğer ben kötüysem, işte hikayenin sonu budur. Sonumuz son olmayana kadar. Kalemim kırılıp zihnim bulanmayana kadar izinizdeyim. İzinimdesiniz. İtaat ettiğim kadar biat, biat ettiğim kadar itaat edeceksiniz. Aksi, zihnimizi bulandırır. Kim ister ki güzel zihnin derinliklerinde gizemli ayak izleri görmeyi?

 

Arem'in zekası manipülatif deha özelliğine sahipti. Benim zekam ise daha çok analitikti. Bu, ikimizin de sıkışmasına neden oluyordu. O, bir manipüle ustasıydı. İnsanları kolayca kandırabilir ve parmağında oynatabilirdi, ama ben kanmazdım. Kimseye parmağında oynatma fırsatı vermezdim. Çünkü görürdüm, hissederdim. Bana karşı oynanan oyunu fark eder ve onu kendi lehime çevirirdim. Bu faktörler, ikimizin de bir arpa boyu yol alamamasına neden oluyordu. O oyun oynar, ben oyunu fark eder ve bozmak yerine farkındalıkla sürdürmeye devam ederdim.

 

"Bize güvenmediğini biliyordum güzelim." Mert'in sesi kulaklarıma nüfus ettiğinde nefesimi tutmuştum. "Doğrusu bu kadarı süpriz oldu." Süpriz mi olmuştu? Gerçekten mi? Onlara güveneceğimi düşündürten şey neydi?

 

Güven öldürürdü. Hem de her türlü öldürürdü. Birine çok güvenirsen er ya da geç 'o yapmaz!' dediğin yapar ve seni öldürürdü. Güvensizlik ise başlı başına ölümdü. İşte böylece güven öldürürdü. Hem de her anlamda öldürürdü.

 

Herkes uzun süredir sessizdi. Kimse bir şey söylemiyordu. Mert Aksel saf mıydı? Ah, hiç sanmıyordum. Mert Aksel, zayıf bir adamdı. Zaafları onu aptallaştırıyordu. Tek zaafı kız kardeşiydi, bu da onun benim karşımda aptal olmasına neden oluyordu. Bunun o da farkındaydı.

 

Gelecekte, Mert Aksel'in bana karşı tavrının benzerliği veya değişikliği hakkında tekrar düşünebilirdim. Mert Aksel, gözümde hâlâ saf bir adam olarak mı kalacaktı, yoksa hiç görmediğim kimyasal silah uzmanı olan veliaht yüzüyle mi karşılaşacaktım? Zamanla bunu anlayacaktım. Anladığımda oyunu bozmaz, oyunu kazanabileceğim şekilde oynardım çünkü farkındalık her zaman en iyisidi.

 

Farkında olursan tehlikeyi görürsün. Tehlikeyi görürsen, tehlikeyi çürütürsün.

Çürümüş bir tehlike sadece koku bırakırdı. Tehlikenin kokusunu severdim. Bana başardığımı hissettirirdi.

 

"Söylesene tanrıça, güven olmadan birliktelik olur mu?" Mert'in sessizliğini Arem'in gürültüsü bozmuştu.

 

Önümde ve arkamda bana değerlerse, kağıt gibi ortadan ikiye ayrılacağım, ayrıldığım an patlayacağımız lazerler varken, Arem'in sorduğu soru; öylesine değildi. Nasıl ki ben az önce içinde bulunduğumuz durumun bizi ölümün kıyısındaymış gibi hissetmeye neden olduğunu bildiğim için bir oyun oynadıysam, o da aynısını yapmak istiyordu.

 

Kısacası, benim taktiğimi bana karşı kullanarak, benim onların ağzından laf aldığım gibi, o da benim ağzımdan laf almayı hedefliyordu. Dikkatimi hem onun laflarındaki imâları bulup ona göre taktik yürütmeye hem de önümdeki ölüm kapanına ayıramayacağımı düşünüyor olmalıydı. Bu sayede ağzımdan laf alabilecekti. Dikkatimi iki parçaya ayırmam gerekiyordu: gözlerim ve tüm duyularım lazerlere, aklım ve dilim ise Arem'e odaklanmalıydı. Ona kim olduğumu bu şekilde ispatlayabilirdim.

 

"Birlikteliğin olması için önce güven olması gerek, veliaht."

 

Ona karşı içimden veliaht kelimesini defalarca kez kullanmıştım. Yüksek sesle dile getirmiş olmak tuhafıma gitmişti.

 

"Gördüğüm kadarıyla güven yok, tanrıça." Sesi keskindi. Öfkesi peşini bırakmamıştı.

 

"Senin de dediğin gibi, gördüğün kadarıyla yok. Peki ya görmediğin kadarını ne yapacağız?" Derin bir nefes alıp, her yedi saniyede bir, yere kadar uzanmak yerine tekrar üste çıkan lazerlerden birinin daha altından eğilerek geçmiştim. Kaldı geriye beş.

 

"Söylesene tanrıça, ya görmeni istediklerimizi görüyorsan?" Kafamı karıştırmaya devam ediyordu. Odak noktamı dağıtıyordu.

 

Tuzak!

 

Tuzak!

 

Tuzak!

 

Benimle oynuyor çünkü bu bir tuzak. Aklımı bulandırıyor çünkü bu bir oyun. Beni hafife alıyor çünkü bu bir yalan.

Beni hafife almıyor çünkü bu en büyük tuzak.

 

"Peki sen hiç düşündün mü? Ya görmemi istediklerine inanıyormuş gibi davranıyorsam." İkimizin arasında geçen bariz bir zeka savaşı vardı. Bu savaşın kazananı, kimin daha zeki olduğu değil, kimin daha kurnaz olduğu belirleyecekti. Kabul etmek gerekirse, ben zekiydim. Onun ise benden alta kalır yanı yoktu. Ben kurnazdım, kurnaz olmasına ama o ne kadar kurnazdı, işte burası bilinmeyendi.

 

Sol taraftaki lazer ışını en alta geldiğinde, iki saniyelik bir zaman dilimi içerisinde üzerinden atlamayı başarmıştım. Kaldı geriye son dört.

 

"Bu hikayenin sonunda bana güvenmediğine seni pişman edebilirim, tanrıça." Öfke gitmişti. Yerine özgüven gelmişti. Kendinden emindi. Oysa ben bile kuyuya benim ipimle inmezdim.

 

"Sana güvendiğim için pişman olmaktan iyidir, veliaht." Bu kez sağ taraftan uzanan lazerin üstünden atlayıp dengemi kurmayı başarabilmiştim. Kaldı geriye son üç.

 

"Seni zekan bitirecek, tanrıça." Öfke yine geri gelmişti.

 

"Zekam beni değil, bana yanlış yaptığın an seni bitirecek, veliaht." Bir kez daha bir lazerin altından geçmeyi saniyeler içinde başarmıştım.

 

"Neden böylesin sen?" Sonunda isyan bayrağını çekmişti. Bizden başka kimse konuşmuyordu. Hepsi biliyordu. Bu onunla benim aramdaydı.

 

"Nasılmışım?" Merak tohumları sesimin her yerine yerleşmişti.

 

"Sürekli gardını kuşanıyorsun, tanrıça. Sanki her an bir savaş çıkacakmış gibi."

Onun beni görmeyeceğini bilsem bile gülmüştüm. Gülüşümün soğukluğu beni etkisi altına almıştı. Ruhuma kadar işlemişti soğukluk. Bir yerde rüzgarlar esiyordu. İçimde bir yerde fırtınalar kopuyordu. Ruhum, içime sığmıyordu. İçim üşüyordu.

 

"Hazırlıksız yakalanırsam kaybederim. Ve ben kaybetmeyi sevmem." Arem cevabıma hızla karşılık vermişti.

 

"Eğer bir savaş çıkacak olursa, ben sana siper olurum, ama asla karşında olmam."

Yarayı bulmak gerekiyordu. Yaranın üzerinde duran kabuğu, kaldırmak gerekiyordu. Kabuk tutmuş yaranın altına bakmak gerekiyordu. Kabuğun altında sırlar vardı. Kabuğun altında bir önceki yaranın hikayesi vardı. Yarasını bilmeden birine darbe vuramazdın. Şayet hiçbir insan aynı yerden aynı yarayı ikinci kez almazdı. Onun yarasının hikayesini bil Hera. Bil ki hazırlıksız yakalansın.

 

"Her ne olursa olsun bu sözünü unutma. Çünkü ben unutmayacağım. Ve eğer günün birinde bana siper olmak yerine karşımda olursan, seni vurmaktan asla çekinmeyeceğimi." Son sözüm olmuştu. Aynı zamanda altından geçtiğim son lazerde bu olmuştu. Artık güvenli bölgedeydim. Sahi ya gerçekten de güvenli bölgede miydim?

 

Elleri tavandan sarkan zincirlerle bağlı olan Binbaşı Yavuz Yücel ile göz göze gelmiş ve ona baş selamı vermiştim. Selamıma aynı şekilde karşılık verdiğinde daha fazla oyalanmadan, kendisinin arkasında bulunan duvara sabitli siyah düğmeye basmıştım. Yüzümü geride bıraktığım lazerlere çevirince hepsinin devre dışı olduğuna şahitlik etmiştim. Görev başarılıydı.

 

Veliahtlara gözüm değdiğinde, istemsizce yine onların düşüncelerini çözmeye çalışmıştım. Gözüm öncelikli olarak ikizlere kaymıştı. Nadirde olsa bu iki adamı ciddi hâlde görebiliyordum. Yine o anlardan birindeydik anlaşılan. Bana karşı ciddi olmaları, bana karşı öfkeli oldukları anlamına gelmiyordu. Sadece ciddi şekilde bakıyorlardı. Öfke yoktu Anladığım kadarıyla beni çözmeye çalışıyorlardı. Ben bile kendimi çözemezken, siz nasıl çözeceksiniz merak konusu.

 

İkizlerin hemen yanında olan adama çevirdim gözlerimi. Evren Korkmaz'a. Öfke yok. Sinir yok. Tiksinme... Ah evet, ondan bol bol vardı. Evren Korkmaz en başından beri benden hoşlanmamıştı. İyi rol oynuyordu. Hem ciddi olan, hem de tam bir İstanbul Beyefendisi olan karakter yapısına sahipti. Bana karşı hiçbir zaman Beyefendi olmamıştı. Bana karşı her zaman Beyefendiyi oynamıştı. Ben de yemiş gibi yapmıştım. Yemedim ama yedim saymıştım.

 

Gözlerim sıra sıra gezme işleminde bu kez Hazar Orhon'u hedefine aldı. Öfke mi? Sinir mi? Nefret mi? Ne ararsam vardı onun gözlerinde. Buna rağmen en az gıcık olduğum veliahtta oydu. Her zaman böyle bakardı bana Hazar. Hiçbir zaman değişik bir bakışı olmamıştı. Hiç olmadığı biri gibi davranmamıştı. Her zaman nefret etmişti. Ve her zaman nefret dolu gözlerle bakmıştı. En azından bana karşı dürüsttü.

 

Bakışma turumuza son gaz devam ediyordum. Sıra Mert Aksel'e gelmişti. Bu adamın bana böyle bakması canımı sıkıyordu. Resmen küçük Emrah etkisi vardı. Damardan giriyordu. Kırmıştım anlaşılan onu. Kırgındı gözleri. Ona güvenmediğimi, bana zarar vereceğini düşündüğüm için kırgındı. Sanki bana böyle bir şeyi nasıl düşünürsün? der gibi bakıyordu. Bir de ağızlarından laf aldığımı görünce, veliahtın kalbi temeli kırılmıştı. Neden normal şartlarda umursamayacağım bu kırılış şimdi canımı sıkıyordu zerre anlam vermemiştim.

 

Altıncı adama bakmıştım. Bir adet puşta. Gerçekten mi? Ciddi olamazsın? Erdem Eraslan bana duyarsa herkesin şaşırmasına neden olacak bir şekilde bakıyordu. Gururla... Oldukça tuhafsın Erdem. Puşt adam, çirkin cadıya gururla bakıyordu. Kamera tam olarak nerede acaba? Sallamam gereken bir şey vardı.

 

Erdem gülümseyip göz kırptığında gözümü ondan kaçırmıştım. Daha fazla oyalanmadan, gözlerimi ona doğru çevirmiştim. Bir adet yeşil gözlü veliahta. Arem Barkın Soykamer'e. Namı Dünya'ya KAMER olarak yayılan adama. Veliahtıma. Boş bakıyordu gözleri. Hiçliğe bakar gibi ya da daha çok bir hiçe bakar gibiydi. Ben hiçliksem seni yutar, yok ederim veliaht. Ama eğer ben hiç isem, bana dokunduğun an sen benden bile beter bir hâle gelirsin. Bunu bil veliaht. Bunu bil ve benim karşıma her şeye karşı hazırlıklı olarak gel. Çünkü ben senin karşına o şekilde geliyorum.

 

Bana boş gözlerle bakan adama bakmaya devam etmek istemiyordum. Gözlerimi ondan zor da olsa çekmeyi başardım. Gözlerim böylece odağına başka bir adamı aldı. Veliaht olmayan bir adamı. Yavuz Komutanı. Daha doğrusu Yiğit Kanıt'ı. Dünya üzerinde beni en iyi tanıyan adam oydu. Özlediğimi bile varlığını fark ettiğim an hissettiğim adam. Onu çözdüğümü anlamanın mutluluğu vardı gözlerinde. Bu odadaki herkes onu ciddi adamın teki olarak görebilirdi. Yavuz öyle olsa bile, Yiğit'in ciddiyetle uzaktan yakından alakası yoktu. Onun sevincini sadece ben anlayabilirdim. Çünkü o, görüp görebileceğim en iyi oyunculardandı. Veliahtların arasına da bu yeteneği sayesinde girmiş olmalıydı.

 

Gözlerimi çok fazla Yiğit'e tutmak istemedim. Çakıyorlardı veliahtlar. Tıpkı benim onları çaktığım gibi onlar da beni çakıyordu. Sırf bu yüzden bir arpa boyu yol alamıyorduk.

 

Gözlerim, yan tarafımda eli kolu bağlı olan Binbaşıya kaymıştı. Kalkan timinden iki asker zincirleri kırmakla meşguldü. Bu iki askerden biri Zaza olunca, gelmişti bana, "Yüce Rabbim, ne kadar sevmediğim kulun varsa, hepsini benimle aynı ortamda buluşturmak üzerine niye kaderimi yazıyorsun?" Deme perileri.

 

Hiç teşekkür faslı çekecek hâlim yoktu. Zaten onlarda da teşekkür edecek hâl yoktu. Binbaşı ile göz göze gelmemeye özen göstererek yönümü onlara doğru çevirdim. Konuşmam gereken bir adet adam vardı. Adımlarım beni bu adamın tam karşısına getirmişti. Bir adet kırgın adamdı bu adam.

 

Mert Aksel.

 

İçimin cız etmesine neden olan türden bakıyordu gözlerime, onunla konuşmadan babamı kurtarmak için harekete geçmeyecektim. Fena hâlde vicdan yaptırmıştı bana. Hera Türkeş'e kalbinin olduğunu hatırlatmak herkesin harcı değildi. Bugün ya çok merhametliydim ya da korkarım ki Mert bende yer edinmişti. Umarım ikincisi değildir. Umarım.

 

Yakından çok daha kırılgan bakan Mert, neden tam karşısında dikildiğimi anlamamış olmalıydı. Hoş, sanki benim anladığım vardı da o eksik kalmıştı. "Acaba bana birkaç dakikanızı ayırabilir misiniz? Bayım." Bana bakmak yerine her yere bakan kırılmış adam, sessimi duyunca gözlerimin içine bakıp aynen şöyle demişti:

 

"Daha çok laf sok diye mi?" Ama ben laf sokmuyorum ki kimseye. Ben sadece hak edene hak ettiğini veriyordum. Hak etmişsiniz siz de. Yoksa benim öyle laf sokma gibi huylarım yoktur.

 

"Sadece konuşmak istemiştim ben." Çok zorlardı beni şeker kız ayakları. Lakin üstesinden gelemeyeceğim bir şeyde değildi. Sevimli olmayı beceremesem de, deneyebilirdim. Ve ben sadece denediğim işte bile çoğu kişiden iyi olabilirdim. Hatta olurdum.

 

"Kırpıştırma gözlerini öyle." Yumuşamaya başlamıştı. Dayanılmaz derecede tatlı olduğumu biliyordum. Hayır! Hayır, kesinlikle bana dayanamamıştı. Konumuzun Melisa ile hiçbir alakası yoktu. Bana dayanamadığı için yumuşamıştı. Dayanamazdım. Bu kadarına ben bile dayanamazdım. Benim kırmaya dayanamadığımı fark ettiğim adamın, bana değil de bende gördüğüne yumuşamasına dayanamazdım. İnsandım ben ve kırılmaya müsait bir kalbim vardı. Sadece çoğu insan gibi belli ettirmiyordum kırgınlığımı. Tabii bu kırılmadığım anlamına gelmiyordu.

 

"Konuşacak mıyız?" Derin bir nefesi içine çekmişti. Kafasını yukarı kaldırıp birkaç saniyelik süre boyunca sadece gözlerini kapatmıştı. Bu bir kabullenişti. Tekrar gözlerini açıp kafasını aşağı indirdiğinde göz göze gelmiştik.

 

"Konuşalım güzelim. Yeter ki sen iste." Elini bana doğru uzatığında hiç vakit kaybetmeden tutu vermiştim elini. Benim yaz kış demeden buz gibi olan elim, onun sımsıcak eli arasında kaybolup gitmişti. Beraber odanın kapısına doğru yürüdüğümüzde, çıkmadan önce arkamda bıraktığım diğer adama bakmıştım.

 

Arem'in gözleri yerdeydi. Elleri ise paltosunun içindeydi. Başka biri zemini inceliyor sanıyor olabilirdi. Fakat o, incelemiyor düşünüyordu. Onu az buçuk tanımıştım. Ne düşündüğünü anlamak zor değildi. "Neden?" Diyordu. "Benim yanıma gelmek yerine neden Mert'i seçti?" Diyordu.

 

Bunun cevabı aslında ortadaydı. Mert tuhaf bir şekilde kardeşlik duygusunu hiç bilmeyen biri olan bana, bu duyguyu hissettiriyordu. Onun kardeşi gibi hissetmeyi benliğime yediremesem de, böyle hissettiğimi inkar edemezdim. Ona yavaş yavaş bağlanıyordum. Elimde olsa bu bağlılık hissini söküp atardım içimden ancak elimde olan bir şey değildi. Mert'en bir darbe yersem, ki bana bu şekilde kırgın baktıktan sonra onun bana zarar vereceğine olan inancım yerle yeksan olmuştu. Farzı misal diyelim ve Mert'en darbe yemiş olayım, o zaman ne olurdu? Canım yanardı. İçim acırdı. Kırılırdım. Zamanda alırdı ama buna rağmen gün gelirdi toparlanırdım.

 

Senden böyle bir darbe yersem eğer, veliaht, toparlanamazdım. Mert'in canımı yakması demek sizin bir daha asla karşınıza çıkmamam demekti. Senin canımı yakman demek, bu işin sonucunda can almadan kalkmamam demekti. Mert'e bağlanmam benim canımı, sana bağlanmam bizi tanıyan herkesin canını yakardı. Benim canım yanmaya alışıktı, yakmaya değil...

 

Arem'in düşünceli hâlini aklımdan bir an önce çıkarsam iyi olacaktı. O kadar saf ve masum bir hâli vardı ki; resmen en iyi arkadaşı başka bir oyun arkadaşı için onu satmış olan çocuklar gibiydi. Gidip kafasını bağrıma basmamak için zor tutmuştum kendimi. Daha doğrusu ona inanmayan yanım zor tutmuştu beni.

 

Mert ile dışarı çıkmıştık. En son bu merdivenlerin başında Arem ile dertleşmiştim. Şimdi sıra Mert'e idi. Ey yüce Rabbim, dertleşme sırası puşta gelmeden sağ salim çıkalım buradan ne olur.

 

Beraber dönen merdivenlerin en başına oturmuştuk.

 

Onu buraya konuşmak için çağıran kişi bendim. Bu da konuşmaya başlaması gereken kişininde ben olduğum anlamına geliyordu. "Size güvenemiyorum bir türlü Mert. Canımı yakmanızdan korkuyorum. Ben detaylara önem verir, parçaları birleştirmeyi severim. Detaylar üzerime üzerime geliyor. Ve bulduğum her yeni parça lehimi değil aleyhimi temsil eden tablonun, parçalarına ait oluyor. Kendimi riske atmak istemediğim için sorun ben miyim?"

 

Gözlerimin içine uzun uzun bakmıştı. Veliahtların tamamı gözlere uzunca bakmadan konuşamıyordu. Sanmasınlar, bakışmayı seviyorlardı diye böyleydi. Ben nasıl onlara güvenmediğim için derin derin inceliyorsam her hareketlerini, aynısını onlarda benim için yapıyordu. Hayır, bana güvenmedikleri için böyle davrandıklarını düşünmüyordum. Onlar kimseye güvenmemek üzerine eğitilmiş adamlardı. Korkarım ki bu adamlar çok ağır eğitimlerden geçmişlerdi. Hatta bu eğitimler artık hepsinde farkında olmadan yaptıkları bir davranışı beraberinde getirmişti: yalan testi.

 

Cebimden telefonu çıkarıp hava durumuna baksam ve yüksek sesle "bugün hava yağmurluymuş" desem bile her biri beni istemsizce analiz eder, doğru söyleyip söylemediğimi kafasında tartardı. Hâl ve hareketlerinden anlıyorum hepsinin. İlk başlarda bana karşı güvensizler ondan böyleler sanıyordum. Lakin zamanla ağzımı her açtığımda böyle davrandıklarını anlamıştım. Bu da istemsizce yaptıklarını gösterirdi.

 

Veliahtlara yalan söylemek zor değildi. Veliahtlara yalan söylemek imkansızdı. Neyse ki bunun üzerine aldığım eğitimim vardı.

 

"Seni, bunun için asla suçlamıyorum güzelim. Kim olsa senin yaptığını yapardı." Gözlerini yüzümden kaçırıp önüne dönmüştü. " Yine de kırıldım. Biliyorum buna hakkım yok. Biliyorum beni ağabeyin olarak görmüyorsun. Sana kırgın olsam da bunu sana hissettiremediğim için kendime kızgınım aslında ben." Gözleri tekrar gözlerimi bulduğunda, sesi gibi gözlerinin de titrediğine şahit olmuştum. "Bir bilsen benim için olan önemini. Bir gösterebilsem sana, bu adamdan bana zarar gelmez diyeceksin."

 

Gerçekten öyle mi? derdim Mert. Bunu bana hissettirmen gerekiyor. En azından kuşkularım bir kişi azalırdı. "Bana baktığında gördüğün yüz kız kardeşinin yüzü olmasaydı, yine de böyle sever miydin beni?" Kafamı en çok kurcalayan soruyu alıp atmıştım önüne. Cevap verip vermemek ona kalmıştı.

 

Gözleri, gözlerim ile olan temasını hiç kesmemişti. "Sana karşı olan sevgimin başlıca nedenlerinden biri yüzün." Aniden duyduğum sözler içimde kanat çırpmak için büyüyeceği günü bekleyen kuşun, kanadını kırmıştı. O kuş artık yaralıydı. Yaralı kuş henüz daha çocuk yaşındaydı. Bir abi ya da ablası olursa o zaman can sıkıntısı geçer miydi? Diye düşünen o çocukla, aynı yaştaydı.

 

"Yine de bu yeterli bir sebep değil. Hera..." Kırgın gözlerim onu bulmuştu. Bana ilk kez adımla seslenmişti. Yoksa artık güzelim demeyecek miydi? "Senin ne kadar mükemmel olduğundan haberin var mı?" Var başka soru.

 

"Çok başkasın Hera. Seni ilk gördüğümde küçücük bir kız çocuğuydun." Kaşlarımı çatarak ona baktığımda gözlerini yine kaçırmıştı. "Artık her şeyi bildiğin üzere, biz seni uzun süredir tanıyoruz. On beş yaşından bu yana bilirim ben seni. Turuncudan nefret edersin. En sevdiğin renk kırmızıdır. Sekiz rakamını çok seversin. Saçlarının arasına iki ayda bir farklı bir renk atarsın. Ve o iki ay boyunca en çok o renge göre kıyafetler giyersin. Saç demişken," Gözleri saçlarımda gezinmeye başladığında tebessüm etmişti. "En kıymet verdiğin yerin saçlarındır. Sana karşı keçi gibi inatçı olsalar bile, kesmeye kıyamazsın. Senelerdir uzun saçlar ile dolaşırsın." Hayır, hepsi yanlış deyip, gülmek isterdim bu dediklerine ama hepsi doğruydu. Hepsi sonuna kadar doğruydu.

 

"Beni benden bile iyi tanıyormuşsun." Sesim imâ doluydu.

 

"Seni sadece tanımıyorum, sana bağlandım...Evet, dediğim gibi bunda Melis ile benziyor oluşunuzun etkisi de var. Ancak sana bağlılığımızın, en azından Arem ve benim sana karşı olan bağlılığı sadece bundan kaynaklanmıyor."

 

"Başka ne sebeple bana bağlısınız merak ettim doğrusu." Gülümseyerek sormuştum soruyu. Amacım sadece içimde yeşeren heyecanı baskılamaktı. Tanrı aşkına Mert ve Arem'in beni Melisa dışında sevmeleri için var olan nasıl bir etken olabilirdi.

 

"İyi dinle beni güzelim. Senden haberim olduğunda Melisa'nın ölümünün üzerinden bir yıl geçmişti. Arem söylemişti bana bunu. Çünkü ne ben ne de o kendimizde değildik. Toparlanamıyorduk. Özlemimiz ağır basıyordu. İçerideki kardeş dediğim adamların hiçbirinin yüzünü görmek istemiyordum." Aklıma kahvaltı masası gelmişti. Elena ve Lara yüzünden çekip giden Arem ve Mert'in ardından veliahtlar, bana Mert'in şimdi anlatığı geçmiş tavırlarından bahsetmişti.

 

"Sadece iş için buluşurdum. Zamanımın çoğunu kız kardeşimin odasında geçirirdim. Yine öyle bir günde kardeşimin yatağında uzanmış onu düşünürken kapı açıldı birden. Gelen Arem'di. Ne oluyoruz lan demeye kalmadan bana onu takip etmemi söyledi. İş ile ilgili önemli bir şey olduğunu hatta kriz çıktığını sanıyordum. Uzatmadan peşinden gittim. Arabama binmek istedim. Sen git ben seni takip ederim dedim, izin vermedi. O sürücü koltuğunda, ben onun yanında yerimi aldım. Ne o konuştu ne de ben. İkimiz de birbirimize özlediğimiz o küçük kadını hatırlatığımız için birbirimizin yüzünü görmekten rahatsızlık duyardık." Mert konuştukça canım yanıyordu.

 

Mert'in acısını hissediyordum. Onun acısı içimde ağaç olmuştu. Kökleri kalbimin her yerine tutunmuştu. Mert'in acısı, kalbime tutunmuştu.

 

"O gün, Arem beni sana getirdi. Okul çıkışındaydık. Ortaokul sondaydın. Seninle aramızda beş yaş gibi bir fark olsa da yaşıtlarından çok daha fazla küçük gösteriyordun. Hayatında en çok şaşırdığın an neydi diye sorsalar, o anı seçerdim. Kitlendim kaldım. Kardeşimin küçüklüğünü, ağabeyi olarak benden daha iyi kimse bilmezdi. Melisa vardı sandım karşımda. Onun gibiydin. Hatta o gibiydi."

 

Konuşurken yüzünün rengi beyazlamış, o dağ gibi görünen adamın gözleri dolmuştu. Dizinin üstünde yumruk yaptığı ellerinden birini avuçlarımın arasına almıştım. Kendisini zorlamasını istemiyordum. Bu onun canını yakıyordu. Canı yansın istemiyordum.

 

"Devam etmek zorunda değilsin." Gözlerimin içine minnetle bakmıştı.

 

"Anlayışın için teşekkürler güzelim, ama devam etmek istiyorum. Sana sadece benzerlik yüzünden değer vermediğimizi bil istiyorum." Bunu ben de çok istediğim için kafamı hareket ettirerek onaylamıştım. Bunu bilmeyi benden daha çok kimse isteyemezdi.

 

"Öyleyse devam et bakalım sulu göz." Dalga geçer tonda çıkan sesim gülmesi için yeterli olmuştu.

 

"Sulu göz mü?"

 

"Evet, sulu göz. Ağladın, ağlayacaksın hatta." Aklına bir şey gelmiş gibi düşünmeye başlamıştı.

 

"Ağlarsam sarılır mısın?" O kadar masum bir istekti ki yumuş yumuş olmuştum. Merhametli Hera tarafım gün yüzüne çıkmıştı. Mert için neden bu kadar pozitif hissediyordum bilmiyordum. Sanki bana karşı olan sevgisi yapmacık değildi, gerçekti. Hoş, Arem'den de aynı hissi alıyor olsam da ona inanasım gelmiyordu. Benim Arem'e garezim vardı anlaşılan.

 

"Sarılmak için ağlamana gerek yok ki." Gözlerinin içi ışıl ışıl olmuştu.

 

"Gerçekten mi?"

 

"Gerçekten. Çünkü ağlasan da sarılmayacağım." Bugün çok merhametliyim demiş olabilirdim. Ancak ben her şey gibi merhametimi de içimde yaşardım.

 

"Kalbimi kırdın." Gülerek elini kalbine doğru götürdüğünde ben de gülmüştüm.

 

"Bir ara on yedi demiştin ya bana, ona sayarsın." Önce ne dediğimi anlamamıştı. Mal mal suratıma bakmıştı. Daha sonra yediği haltı hatırlamıştı. Kesinlikle zerre utanmadan kahkaha atmıştı.

 

"Sen de hiç değişmeyen bir şey varsa o da, kindar ve intikamcı yanındır. Hayır, bir de buna rağmen sana zarar verebileceğimizi nasıl düşünürsün aklım almıyor. Bizi düşman bellemene neden olmamız demek, bir aklımızın olmadığı demektir." Avuçlarımın içinde olan elini bırakmıştım. Çok bile dayanmıştım.

 

"Akıllı mısınız? Yoksa deli mi? Bunun zamanla öğreneceğiz. Şimdi! En son okul çıkışı diyorduk." Heyecanım gün yüzüne çıkıp bize el salladığında, Mert hemen kendini toparlamış ve eski ciddiyetimize kısa zamanda kavuşmamızı sağlamıştı.

 

"Seni ilk gördüğümde yanında bir kız vardı. Sırtınızda çantalar. Üzerinizde okul kıyafetleri, sen sormadan ben söyleyeyim sana daha çok yakışmıştı?"

 

Yemin ederim tam da onu soracaktım. Boşuna demedi adam, "seni çok iyi tanıyorum" diye. Denendi. Onaylandı.

 

"Elinizde tost vardı ikinizin de. Çok ilerlememiştiniz ki senin bacağına bir kedi sırnaşmaya dursun."

 

"İbidik!!!" Aniden bağıdığımda suratıma şaşkın şaşkın bakmıştı.

 

"Efendim."

 

"Kediye koyduğum isim...İbidik'ti."

 

Tekrar kahkaha atmıştı.

"Gerçekten çok yaratıcı bir hayal dünyan var." Teşekkür etmek yerine kafamı sallamıştım.

 

"İzninle devam ediyorum." Yine sadece kafamı sallamak ile yetinmiştim.

 

"Kedi sana sırnaşmaya başlayınca aynen şöyle yaptın: Önce elinde kalan tostu bitirdin, sonra yanında ki kızın hâlâ yemeye devam ettiği tostu alıp kediye verdin."

 

Bahsettiği olayı hatırlamıyordum. Yine de söz konusu bensem, yapmadım diyemiyordum. Kesin yapmışımdır.

 

"Kız neye uğradığını şaşırdı. Sana çıkışınca haklıymış gibi bir de üzerine yürümüştün kızın. Zavallı arkasına bakmadan kaçıp gitmişti."

 

Zavallı mı? Ben orada kedinin karnını doyururken, iki lokmanın hesabını yapan biri nasıl zavallı olabilirdi?

 

"Melisa'nın ölümünden sonra ilk kez orada güldüm ben Hera. Bir daha gülmem derken, beni ilk kez güldüren sendin. Ben güldüm gülmesine ama benim gülmeme neden olan kardeşimle olan benzerliğiniz değildi. Beni güldüren senin karakterindi. "Elleri arasından çekip aldığım ellerimi bu kez o sımsıkı tutmuştu. "Hera Türkeş! Sen sanıyor musun ki? Melisa'nın yerine sırf ona benziyor diye başka birini koyabilelim. Ya da sen sanıyor musun ki? Sırf kardeşime benziyor olman bana gülüşümü geri getirsin." Gözlerim şaşkınlıkla açılmıştı. Nefesim boğazımı yakıyor, kalbim peşinde atlılar varmış gibi hızlı atıyordu.

 

"İyi dinle güzelim. Bunu benden sadece bir kere duyacaksın." Kafamı aşağı yukarı hareket ettirdiğimde doğrudan konuya girmişti. "Melisa öldü Hera. Ne ben ne de Arem seni ölenin yerine koymadık. İlk zamanlar ikimiz için de yavaş yavaş büyüyen, sevdiğimiz kadının benzeri olan biriydin. Seni izler, onun unutmaya başladığımız suretini senin yüzün, suyun hürmetine hatırlardık. Sonrasında ise ikimizin de beklemediği bir şey oldu. İkimizin de içine işlemeye başladın. Yapın, karakterin ve özelikle eşsiz zekandı bizi etkileyen." Mert konuştukça küçük dilimi yuttu yuttacaktım. Tanrı aşkına ben doğru mu duymuştum? Beni ben olduğum için mi sevmişlerdi yani?

 

Umut insanı hayatta tutan yegane şeydi.

Mutlak surette insanlık yaşıyorsa onun hayrına yaşıyordu. Umudunu yitiren, hayatını yitirirdi. Umudu olmayan insanın yaşayan ölüden farkı olmazdı.

Yaşıyan ölüye benzeyen ben, bugün ilk kez sevilmeyen yanım içim umut beslemiştim.

 

Beni ben olduğum için seven insanlar o umudu vermişti bana.

 

Artık seviliyor olmanın umudunu yitirmek istemiyordum. Hayat tatlı su olmaya başlamıştı. Tuzlu su içinde boğulmak istemiyordum.

 

"Sen ciddi misin? Yani beni Melisa olarak görmüyor musunuz?" Gözlerimin içine anlayışla bakmıştı. Az önce dolaylı yoldan da olsa beni en çok kıran şeyin Melisa yerine konmak olduğunu söylemiştim. O zeki bir adamdı. Bunu hemen anlamıştı.

 

"Hayır güzelim, seninle sadece onun yüzünü hiç unutmayacağımızın farkındayız. Ama senin o olmadığını da biliyoruz. Buna rağmen sana karşı içimizde bir sevgi var. Ve evet, bu sevgi kendin olduğun için var. Eğer öyle olmasaydı ben ilk zamanlar olduğu gibi davranırdım sana. Kardeşimin suretindeki o küçük kızı izler, sonra yine kardeşimin mezarına giderdim. Senin benden haberin bile olmazdı. Seni tanımak istemezdim. İlk zamanlar adını bile bilmiyordum. Hoş, Arem senin için 'tanrıça aşağı, tanrıça yukarı' diye konuştuğundan, uzunca bir müddet adının 'tanrıça' olduğunu sanıyordum."

Mert'in sesini Arem'e benzetmeye çalışmış olması bana kahkaha atırmıştı.

Ben gülünce o da gülmüştü. Bize gülmek yakışıyordu.

 

"Sonra ne oldu biliyor musun, güzelim?" Kesinlikle bilmiyordum. Kesinlikle öğrenmek istiyordum. Uzun zamandır hiç bu kadar mutlu olduğumu hatırlamıyordum. Beni ben olduğum için sevdiklerini itiraf etmişti. Daha ne isterdim ki?

 

"Ne oldu?"

 

"Bir şey fark ettim."

 

"Nasıl yani?"

 

"Güldüğümü fark ettim."

 

"Nasıl yani?" Gıcıklık yaptığımdan bir eliyle elimi tutmayı bırakmış ve iki kaşımın arasına canımı yakmayacak şekilde fiske atmıştı. Gülüp onu kendimden uzaklaştırdığımda buna izin vermemiş, aksine beni kendine çekip kolunun altına almıştı. Ona sarılmayı sevdiğimden bu kez hareketsiz kalmıştım.

 

"Kardeşimin ölümü benden sadece onu değil; mutluluğumu, gülüşümü, enerjimi kısacası her şeyimi almıştı. Ve ben o ilk zamanlar sadece kız kardeşimin yüzünü özlediğimde görmeye gittiğim küçük kızın beni güldürdüğünü fark ettim. Hayatımda senden daha deli dolu bir karakter görmemiştim. Her gittiğin yerde nasıl yapıyorsan artık başına bela açmayı mutlaka becerebiliyordun. Bu kez başaramayacak dediğim her belanın üstesinden beni bile hayrete düşürecek şekilde geliyordun. Aradan geçen zaman bana bir şeyi ispatlamıştı." Kolunu boynuma dolamıştı. Başım göğsüne yaslıydı. Kafamın üstüne öpücük kondurduğunda, içimdeki yaralı kuşun kanatlarının sarıldığını hissetmiştim.

"Ben artık kardeşimin yüzünü özlediğim için değil, gülmek için, mutlu olmak için ve en çok da o deli dolu küçük kızın deli dolu hallerini görmek için geliyordum senin yanına."

 

Çok duygulanmıştım. Tanrım, reglim yaklaşıyor olmalıydı. Yoksa Mert'in sözlerinin beni ağlatacağı falan yoktu.

 

"Ben sanırım sana karşı çok önyargılı davranmışım Mert." Mahçup çıkmasını istemesem de kendimi mahçup hissettiğim için sesimin bu tonda çıkmasına mani olamamıştım. Mert elini, dizlerimin üzerinde hareketsizce duran elime uzatmıştı. Avuçları arasına aldığı elimi baş parmağı ile okşamaya başlamıştı.

 

"Sen sadece bana değil, ona karşı da önyargılı oldun güzelim." Bahsettiği kişinin Arem olduğunu hemen anlamıştım.

 

"Oysa ki seni Melisa'nın yerine ben koysam, o koymazdı. Bir, Melisa'ya verdiği değer buna engel olurdu. İki, sana verdiği değer başkasının yerine geçecek türden değil. Aramızda kalsın ama bunu bilmende fayda var diye düşünüyorum."Kulağıma doğru fısıldayan sıcak nefesi beni yine kendime getirmişti. Merak duygusu beni ben yapan duygulardan biriydi.

 

"Arem çok gülmez ama sanma ki onun gülmeyişi Melisa'nın gidişi ile alakalı. Arem, kardeşimin hayatta olduğu zamanlarda bile çok gülmezdi. Neden hiç gülmediğini sorduğumuzda, 'bu hayatta herkesin beceremediği bir şey vardır. Demek ki benim ki de buymuş.' Derdi."

Tam o veliahtın vereceği türden cevaptı. İstemsizce göz devirmiştim. Başım Mert'in göğsüne yaslı olduğundan o bunu fark edemezdi.

 

"Seninleyken biz onu bütün ömrümüz boyunca hiç görmediğimiz kadar çok gülerken gördük. Şimdi söylesene bana güzelim, Melisa hayattayken bile gülmeyen adamın, sen geldikten sonra hiç gülmediği kadar gülmesinin seni onun yerine koymasıyla bir alakası olabilir mi?"

 

Olamazdı. Eğer Melisa yaşarken gülüyor ve Melisa öldüğünde gülmeyi unutmuş olsaydı, ve ben geldiğimde tekrar gülmüş olsaydı, buna benim sebep olmadığımı rahatlıkla söyleyebilirdim. Ah Tanrım, ne kadar ön yargılı biri olduğumu yeni fark etmiştim. Benim yerimde kim olsa benim gibi ön yargılı yaklaşırdı. Bu da biraz da olsa vicdanımı rahatlatmama yarıyordu.

Kollarım, Mert'e sımsıkı tutunup, ona sarılmama neden olmuştu.

 

Mert'le sarılmak bir kardeşin ağabeyine sarılması gibiydi. Mert için artık bir ağabeyim var diyemezdim. Bunun için daha erkendi. En azından artık ağabeyim olma yolunda ilerleyen bir adam vardı diyebilirdim.

 

Sarılma faslımız kendisinin benden kopamayacağına şahitlik ettiğim için, benim zor bela yakamı ondan kurtarmam ile bitmişti. Arkamda onu bırakarak beraber çıktığımız odaya tek başıma girmiştim. Gözüm içerideki adamların üzerinde tek tek gezmişti. Büyük ihtimalle biz Mert ile konuşurken Binbaşınının elleri çözülmüş ve kendisi güvenli alana götürülmüştü. Geriye kurtarılması gereken son bir adam kalmıştı . Babam gibi bir adam. Babam olan o adam.

 

Babamı kurtarmaya gitmeden önce başka bir adam ile konuşmam gerekiyordu. Diğerlerinden uzakta duvara sırtını yaslamış sigarasını içiyordu. Arem sadece dertlenince sigara içenlerdendi. Mutlu musun Hera? Al yine adamın içine dert olmuşsun. Onu en son bıraktığım hâlindeydi. Zemini incelemeyi bir an olsun bırakmamıştı. Ya da düşünmeyi bırakmamıştı dersem daha doğru olurdu.

 

"Sonunda bitti konuşmaları. Ağaç olduk burada." Dövmeli veliahtımız Hazar Orhon'da konuştuğuna göre kaldığımız yerden birbirimizi yemeye devam edebilirdik.

 

"Dur tahmin edeyim, telefonunun şarjı bitti." Normal şartlarda telefondan başını kaldırmayan adamın beklediğini söylemesi için tek bir ihtimal olabilirdi; o da buydu.

 

"Doğru bir tahminde bulunman, bizi bekletiğiniz gerçeğini değiştirmez." Gözlerini kısarak incelemişti beni.

 

"Tamam, kusura bakmayın beklettim hepinizi." Sinsi sinsi gülümseyip tekrar konuşmuştum. "Kusura bakmayın dediğime göre artık topluca dışarı çıkarsınız size zahmet. Biraz da orada bekleyeceksiniz." Önce bana sonra küçük Emrah modunda olan Arem'e bakmışlardı. Kimisi anlayışla kimisi ağzını açıp gözünü yuma yuma çıkıp gitmişti odadan. Kaldık mı yine tek başımıza küçük Emrah, ay aman veliaht?

 

Kafasını kaldırıp bir kez bile yüzüme bakma ihtiyacı hissetmeyen adamın ona yaklaştığımdan haberi vardı. Şayet daha bitirmediği sigarasını yere atmış olması bunun ispatıydı. Benim yakınımda sigara içmezdi.

 

Ona doğru kendimden emin adımlarla ilerlemiştim. Hâlâ duvara yaslı sırtı, yere bakan bakışları ile elleri paltosunun cebinde öylece duruyordu. Konuşmak istememiştim. Konuşasım yoktu. Ona yaklaşmış ve aniden sarılmıştım. Benden böyle bir hamle beklemiyor olmalıydı. Bedeni kasılmıştı. Hoş bende kendimden böyle bir hamle beklemiyordum. Bugün sanırım sarılasım vardı. Kısa süre sonra o da kollarını belime dolayarak sarılışıma karşılık vermişti.

 

Sadece sarılacağız veliaht... Ama belki bir gün güveniriz de...

 

*

 

Son kat, son kapı önü. Kaçırılan on askerin dokuzu sağ salim kurtarılmıştı. Kalan son asker önünde beklediğimiz kapının arkasındaydı. Babam... Benim bu hayatta ki tek dayanağım, tek akrabam olan babam. Seni de kurtaralım da şu kızının içi rahatlasın artık.

 

"Çok heyecanlıyım. Sona geldik. Sonuncu ağır olacak gibi bir his var içimde." Batı'ya katılıyordum. Ben de sonuncunun ağır bir etkisi olacağını düşünüyordum. Umarım kabak Hazar'ın başına patlardı. Puşt demediğim için kendi iç sesime şaşırmıştım.

 

"Hadi oğlum neyi bekliyorsunuz girelim içeri?" Evren Korkmaz'ın da dediği gibi harbi neyi bekliyorduk biz? Davetiye falan mı?

 

Kapının hemen yanında olan Doğu, kapıyı bir hışımla açınca derin bir nefesi içime çekmiştim. Geliyorum babacığım. Kızın geliyor.

 

Sırasıyla hepimiz içeri girmiştik. En son giren ben ve Arem'dik. Ben bizi bekleyen son için, hazır olmayı beklemiştim. O da benim hazır olmamı. Sonunda göz göze gelince bana elini uzatmıştı. Hiç vakit kaybetmeden tutmuştum elini. Babam bu hâlimi görünce ne yapardı acaba?

 

Beraber içeri adımladığımızda gördüğüm şey ile yüksek sesle haykırmış olabilirdim. "İçinde bulunduğumuz şu vaziyette sokacam artık. Lan hani Attila Türkeş?"

 

Attila Tuğrul Türkeş burada yoktu. Odada uzun ince bir masa vardı ve bu masanın üstünde yedi tane kutu bulunuyordu. Aklıma gelen başıma gelmezdi inşallah. Yoksa babamı yedi parçaya mı böldünüz? Gitti dağ gibi babam. Gitti aslanım. Kim vurduya değil, kim YEDİYE gitmişti.

 

"Hera'cım çok haklı. Nerde Attila Türkeş?" Ben her zaman haklıydım Batı'cım. Ama umarım bu kez olmazdım. Başka şeyler düşün Hera. Dalga geç Hera. Her zaman yaptığın şeyi yap ve umursamaz görün Hera. Aksi olursa toparlanamayız. Dağılırız... Babamızın öldüğünden emin olmadan savaşmayı bırakamayız. Şimdi o dağılmış hâlini yok et. İçimiz acıyor biliyorum ama buna katlanmamız gerekecek. Tak maskeni Hera. Umrunda olan her şeyi umursamazlığın ile kapı dışarı etmen gerekecek.

 

"Dış ses, yaşıyor olma ihtimaliniz ne kadar acaba?"

 

"Bu odadan, hayatınızın şokunu yaşamadan, çıkamayacağınız kadar yüksek Hera Hanım." Eyvallah aydınlanmıştım şimdi. En azından şaşırsanız da odadan çıkamayacaksınız demedi. Bu da bir şeydi.

 

"Çok mu şaşıracağız."

 

"Sadece siz Hera Hanım. Sadece siz şaşıracaksınız." Aha vallahi de billahi de babamı yedi parçaya ayırmışlardı. Sertçe yutkunmuştum. Arem'in elimi tutan elinin, baş parmağı varlığını hatırlatmak istercesine, elimin üstünü okşuyordu. İyi geliyordu.

 

"Aklıma gelen başıma gelirse yaşayamam."

 

"Aklına gelen şey ne güzelim?"

Mert bana yönelik konuştuğunda, yüksek sesle konuştuğumun yeni farkına varmıştım.

 

"Ortada adam falan yok. Yedi kutu var. Diyorum acaba parçaladılar mı?"

 

Doğu sözlerim üzerine sonuna kadar açmıştı gözlerini.

"Oha! Lan! Haklı. Ulan acaba öyle mi yapmışlar?" İstemiyorum haklı olmak ben Doğu. İlk kez bir konuda haklı falan olmak istemiyordum.

 

"Beyler ve Hera Hanım, ben cani değilim." Dış ses araya girince tepem atmıştı.

 

"Aa öyle mi? Tüh ya biz de sizi; kaplanlar, yılanlar, bombalar, testereler, lazer ışınlar ile dolu ölüm kapanlarınız yüzünden cani falan sanmıştık. Ne büyük yanılgı." Adama bak yüzsüz gibi gelmiş bir de cani miyim ben? Diye soruyordu.

 

"Bu konuda haklı olabilirsiniz Hera Hanım. Lakin ben kimseyi parçalarına ayırmadım. Aksine siz bu odaya girdiğiniz an, Attila Tuğrul Türkeş Beyfendi güvenli bölgeye gönderilmiş bulunmaktadır." Adamın ağzından çıkan hiçbir söze inanmadığım için kendimi suçlayamazdım. Hoş ben hiçbir konuda kendimi suçlamazdım da, neyse bu konuyu düşünmek istemiyordum.

 

"Söylediklerinden nasıl emin olacağız." Evren Korkmaz'ın sesiyle kafamı aşağı yukarı sallamıştım. Babamın güvenli yerde olduğundan nasıl emin olacaktık?

 

"Kalkan Timinin liderini birazdan ararlar." Dış sesin, kendinden emin cevabı üzerine çok geçmemişti ki kulaklarımıza çalan telefon sesi gelmişti.

 

Yiğit daha doğrusu Yavuz, telefonu kulağına götürüp hiçbir şey demeden sadece karşı tarafı dinlemişti. Telefonu kapattığında bize dönüp konuşmuştu.

"Doğru söylüyor. Güvenli bölgeye ulaşmış." İyi olduğunu kendi gözümle görmek isterdim lakin şimdilik bu kadarı da yetmişti. En azından iyi olduğunu biliyordum.

 

"Bu kutular neyin nesi lan o zaman.?" Hazar'ın sözleri kulaklarımda çınladığı an aklıma dış sesin şu sözleri gelmişti: 'Sadece siz şaşıracaksınız Hera Hanım.' Buyur bir de burdan yak bakalım.

 

"Hemen anlatıyorum. Görmüş olduğunuz birden yediye kadar numaralanmış olan bu kutuların her biri yedi veliahttan birini temsil ediyor. Bu kez sizden bir bilmeceyi çözmenizi değil bir gerçeği gözler önüne sermenizi isteyeceğim. Kutulardan sadece birini seçebilirsiniz Hera Hanım. Ve hangi kutuyu seçerseniz o kutu içinden çıkan zarfın içinde yedi veliahtın da sizin bilmenizi istemediği bir sırrını öğrenmiş olacaksınız. Kutu seçimi yapmamanız, birinizin bile odayı oyun bitmeden terk etmesi ya da birden fazla kutu açılmasının büyük bir patlamaya neden olacağını bilhassa belirtmek istiyorum. " Ulan bu çok iyi haberdi. Bugün benim günüm falan olmalıydı. Allah'ım lütfen Arem'in kutusunu seçeyim.

 

"Lan sen kim oluyorsun da bizim sırlarımızı yayıyorsun?"

 

"Normal bir insan sen kim oluyorsun da bizim sırlarımızı biliyorsun derdi değil mi Hazar?" İmâlı sesim, Hazar'ın yönünü bana doğru çevirip, gözlerini kısarak beni incelemeye başlamasına neden olmuştu. Tıpkı benim onu incelediğim gibi.

 

"Bakıyorum da o tilki aklın, yine gün yüzüne çıktı bücür. Hayır kesinlikle sana açık vermeyeceğim. O yüzden git ve kutulardan birini seç de bitsin şu lanet gün." Böyle hiç eğlenceli değildi işte. Siz saklayacaktınız ben bulacaktım. Tadım kaçmıştı yemin ederim.

 

Ellerimi sımsıkı tutan adama bakmıştım. Göz göze gelince gülümsemişti.

"Sen bir şey demeyecek misin Arem? Belki sana denk gelirim." Gözlerini, yüzümde gezdirmişti. Gözleri tekrar gözlerimde durduğunda karşılık vermişti. "Benim senden sakladığım hiçbir şeyim yok tanrıça." Tek kaşımı havaya kaldırmıştım.

 

"Emin misin?"

 

"Fazlasıyla hem de." Birazcık kalmış olan tadım da yerle yeksan olduğuna göre kaldığımız yerden, oyuna devam edebilirdik.

 

"İyi madem. Gidem de şanslı kişiyi seçem bari."

 

"Allah'ım lütfen ben çıkmayayım. Hera'nın diline düşmek istemiyorum Allah'ım." Önünden geçip gitmek üzere olduğum Batı'ya tip tip bakmıştım.

 

"İnşallah sen çıkarsın Batı."

 

"Kötülerin duası kabul olmaz diye bir söz vardır."

 

"Lan şerefsiz ne kötülüğümü gördün?"

Üzerine doğru yürüdüğümde gülen suratını hiç bozmadan ellerini teslim olurcasına yukarı kaldırmıştı. Hâlâ daha alay ediyordu.

 

"Niye her seferinde unutuyorsun bilmiyorum ama biz seni uzun yıllardır tanıyoruz. Şimdi saydırma bana insanlara ettiğin zulmü." Gözlerim şokla açılmıştı. Hepsine parmak sallayarak konuşmuştum.

 

"Siz var ya siz! Bana kurban olun bir kere." Utanmaz arlanmazlar gülmeye devam ediyordu. Yine atmıştı benim sinir damarı. Onlara saçımı savurup, arkamı dönmüştüm.

 

Sinirli adımlarım beni kutuların başına getirmişti. Ee, hangisini seçecektim şimdi? Biraz düşünüp ne yapmam gerektiğini anlamıştım.

 

"Ooo piti piti karamela sepeti, terazi lastik cimlastik, biz size geldik, bitlendik, hamama gittik, temizlendik, tik tik tik son dersimiz ma-te-ma-tik." Parmaklarımın işaret ettiği kutu ile gülümsemiştim.

 

"Sadece bücür değil, aynı zamanda çocuk lan bu," Sen dur orada telefon manyağı. Senin sırrını öğrendiğim an içinden geçerim nasıl olsa.

 

Parmaklarım dördüncü kutunun üstünde durmuştu. Elime onu almıştım. Sabırsız bir insandım. Hiç beklemeden kutuyu açıp içinden beyaz zarfı çıkarmıştım. Yönümü beni izleyen veliahtlara ve askerlere dönmüştüm. Konuşmaktan hiç çekinmeden doğrudan konuya girmiştim. "Zarfın üstünde şanslı kişinin ismi yazıyor."

 

"Çatlatma da söyle hemen." Üzgünüm ama o sen değilsin Batı'cım.

 

"Burada yazılışı Erdem Eraslan, okunuşu puşt olan bir isim var." Buna bakılırsa Puştun sırrını öğrenecektim. Bunu kar sayardım.

 

"Ben benim olmayan şansımın içine edeyim." Puşt tarafından tarafımıza yapılan bir adet isyan keyfimi daha çok yerine getirmişti. Oldum olalı Acun Beyin; açıyorum, açtım, reklam-reklam- reklam seansına maruz kaldığım için bu zulmü onlara yaşatmayacaktım. Zarfı nazikçe açıp içinden çıkan küçük kağıtta yazılı sırrı yüksek sesle okumaya başlamıştım. Okuduklarıma böylesine şaşıracağımı kesinlikle tahmin etmemiştim. Dış ses 'çok şaşıracaksın' derken haklıydı.

 

"Erdem Eraslan hayatı boyunca tek bir kadına aşık oldu. Onu, hiçbir zaman unutamadı. O kadının adı Melisa Aksel'di." Hayat bazen sürprizlerle doluydu. Nereden bilebilirdim ki, benim yüzümü her gördüğünde tiksinti ile bakan adamın, bana çok benzeyen bir başka kadının yüzüne aşık olduğunu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(🎭)

 

Loading...
0%