Yeni Üyelik
13.
Bölüm

🎭 12 ÇOCUK KADIN

@mavimsu_

Hayatınız boyunca hep sevgiyle kalın, saygıyla kalın, aşkla kalın ve de kitabımı okumaya devam ederek kalın.

 

Keyifli okumalar dilerim.

 

(🎭)

 

Bölüm sözü

Sana düşman olmuşlardı, zarar görmemen için kendimi sana siper edip önüne atılmıştım. Tam o anda fark ettim sırtımdaki derin sızıyı. Sorun şuydu ki, benim arkam sana dönüktü...

 

 

H. G. 

 

(🎭)

 

Kemerden dolayı herhangi bir hasar almasam da, Arem yine de refleks olarak kolunu bana doğru uzatıp bedenimi koltukta sabitlemişti. Arem'in ani fren yapması önümüzdeki askeri aracın ani fren yapmasından kaynaklanmıştı. Zaten onlarda bu ani freni önlerinin düzinelerce elleri silahlı, yüzleri maskeli adamlar tarafından kesilmesinden sebeple yapmışlardı.

 

Arem, kemerini açıp kesinlikle araçtan inmemem gerektiğinin üstüne basa basa söyleyerek gitmişti. Boş bir uyarıydı çünkü kesinlikle inecektim. Kısa zaman sonra yanımdan geçip giden veliahtların geri kalanlarını görmüştüm. Camlarından gördüğüm kadarıyla, bütün velihatlar Arem'in peşi sıra olay yerine gitmişti. Benim için bu kadar beklemek bile kafiydi. Arabanın kapısını hızla açıp aşağıya inmiştim. Adımlarım beni onların yanına doğru götürüyordu.

 

Adamlar silahlarını bize doğru tutarken, bizim askerlerimiz de onları hedeflerine almıştı. Veliahtların yanına tüm asaletimle vardığımda, herkesin dikkati benim üzerime toplanmıştı.

 

Arem, onu dinlemeyip geldiğimi görünce sadece kafasını iki yana sallamış, daha sonra ise yanına gitmemi söylemişti. Bu da bir şeydi, en azından geri göndermek yerine yanında tutuyordu. Adımlarımı hızlandırıp yanına varmıştım. Nasıl da güzel söz dinliyordum...

 

"Ee ne zaman çatışma başlıyor?" Böylesine mükemmel bir soru, burada bulunanlar arasında 'mükemmel' tanımına uyan tek kişinin ağzından dökülmüştü. Yani benim.

 

"Bir çatışma başlarsa eğer, seni kalkan olarak kullanacağımdan emin olabilirsin, çirkin cadı." Böylesine puşt bir cevapta, burada bulunanlar arasında 'puşt' tanımına uyan tek kişinin ağzından çıkmıştı. Yani puşt Erdem'in.

 

"Kesin sesinizi! İkiniz de!" Aa, sanırım veliahtımın sinirli tarafına denk gelmiştik. Ona, yandan bakış attığımda burnundan soluduğunu görmüştüm. Mevzu büyüktü galiba. Susmam şart olmuştu yoksa bu hödük, çatışma olursa Erdem'in eline bırakırdı beni.

 

Onu umursamayı reddedip, karşı taraftaki adamların üstünde gezdirmiştim gözlerimi. Yüzlerindeki peçeleri çıkarmıştı büyük bir çoğunluk. İçlerinden genç olanlar da vardı, kırklı yaşlarda olanlar da. Dertleri neydi acaba?

 

Ben adamların varlığını sorgularken, Hazar'ın konuşması ile ona dikkat kesilmek istesem de ne dediğini anlayamamıştım. Sanırım arapça konuşmuştu.

 

En önde duran, yaşlı bir adam vardı. Öncülük ediyor oluşu, arkasındaki ordunun liderinin o olduğu anlamına geliyordu. Hazar da ona hitaben konuşmuştu. Hazar'ın hiçbir kelimesini anlayamadığım konuşması bitince, karşı taraftaki; pala bıyıklı kaba saba adam ona, aynı dilde karşılık vermişti.

 

Kısa süre sonra olaya Evren'in kendisi de dahil olmuştu. Konuşması boyunca sözlerine vurgu yapmasından ve yüz tipinin büründüğü nefretten anladığım kadarıyla, bir şeylere fena hâlde öfkelenmiş bulunmaktaydı.

 

Kafamı şöyle bizimkilerin üzerinde gezdirdiğimde, buna askerlerimiz de dahil olmak üzere hepsinin öfkelendiğini ve karşılarındaki kaba saba adamı öldürmek ister gibi baktıklarını görmüştüm. Aynı şekilde bende pala bıyığa onu öldürmek istermiş gibi bakmıştım. Arapça bilmiyorum diye kendimi cahil hissediyordum.

 

"Ne yani, burada hiçbir şey anlamayan bir tek ben miyim?" Sorumu yüksek sesle dile getirmem, karşı taraf erkeklerinin bir kez daha dikkatini üstüme çekmeme neden olmuştu. Ben sizi anlamayınca iyi, siz beni anlamayınca hemen kaşlarınızı çatın zaten.

 

"Övünmek gibi olmasın Hera, ama biz böyle yaklaşık olarak on küsur dili ana dilimiz gibi biliyoruz."

 

Bunu tahmin etmişliğim vardı. Doğu'nun yaptığı kibirli açıklamasına pek şaşırmamıştım. Veliahtlar gerçekten her türlü konuda iyi olmak için özenle yetiştirilmişti. On küsur dil bilmek güzel bir şey olsa da çok zor bir olaydı ayrıca.

 

"Ah öyle mi? O zaman seni tercümanım ilan ediyorum. Dökül bakalım, şu pala bıyığın derdi neymiş?" Pala bıyık benzetmem, Doğu'yu burada bile, daha doğrusu üzerimize doğrultulmuş silahların olduğu yerde bile güldürecek kadar komik miydi, bilinmez, ama bana cevap vermesi uzun sürmemişti.

 

"Bugün iyi günümde olduğum için anlaştık." Doğu'nun tekrar çıkan kibirli sesine burun kıvırmıştım.

 

"Karşındaki bu pala bıyıklı adam Alshida aşiretinin ağasıymış. Husumetli oldukları Almawt aşireti ile uzun süredir olan kan davasını bitirmek için bu aşiretin ağasının kızı ile aralarından birinin evlenmesine karar kılmışlar."

 

Irak'ta aşiretler arası çatışmalar uzun yıllardır süregelen bilindik bir olaydı. Hatta öyle ki, ülke devletini en çok yoran şeylerden biri; aşiretler arası bitmek bilmeyen kan davaları ve beraberinde gelen iç savaşlardı.

 

Nereden bakılırsa bakılsın, oldukça vahim olaydı. Aşiretler, güç ve birlik açısından toplumun temel aile yapılanması için önemli unsurdu.

 

Ancak bu gücü, birlik ve beraberlik için kullanmak yerine, en güçlü benim aşiretim kavgalarına tutuşmaları demek, birbirlerinin sonu olmaları demekti.

 

"Peki tercüman bey, buraya kadar her şeyi anladım. Şimdi bir de bunun bize silah doğrultmaları ile olan ilgisini açıklayabilir misin? Sana zahmet."

 

En çok merak ettiğim nokta burasıydı. Emin olduğum bir şey varsa, o da bu adamların karşılarında silah doğrulttukları adamları tanımıyor olmalarıydı. Hadi, yedi kendini beğenmişi tanımadınız, üzerinde Türk askeri üniforması taşıyan adamları nasıl tanımazsınız? Benim askerime silah doğrultulması, silahın bana doğrultulmasından daha sinir bozucu bir olaydı.

 

"Şöyle ki, karşımızdaki bu ahı gitmiş, vahı kalmış adam, diğer ağanın kızını kendine istiyormuş. Hatta kızın babası da kızını vermiş, şerefsize biliyor musun?"

 

Sonlara doğru, Doğu bir kez daha sinirlenmiş olacak ki lafı biter bitmez pala bıyığa, ondan iğrendiğini belli ederek bakış atmıştı. Ben ise birden, kaça kadar sayarsam gözümün dönmüşlüğünü yok edebilirim ya da aldığım kaçıncı nefes, sinir kat sayılarımı germek yerine yatıştırırdı, onun derdindeydim.

 

"Lütfen devam et Doğu." Merak ediyordum. O kıza ne olduğunu, merak ediyordum. Aklı başında olan kimse, ırz düşmanı pala bıyık ile gönül rızası ile evlenmek istemezdi. Adamın tipinde meymenet yoktu.

 

"Kızın evlenmeye rızası yokmuş, anlaşılan. Düğün gecesi bir şekilde kaçmayı başarmış. Ardından bizim askerlere sığınmış. Herifler yolumuzu kesmeseydi, biz de kızın olduğu Türk askeri kampına gidecektik."

 

Doğu'nun açıklaması beni biraz olsun rahatlatmıştı. En azından silah doğrultma olayının ardında yatan sebep anlaşılır bir hâle gelmişti.

 

Rahatlamak böylesine güzel bir şeydi işte. Biliyordum, asker korurdu. Türkiye Cumhuriyeti askeri, kendinden olmayanı şayet yardıma muhtaç ise, kendinden bile öte tutup korurdu. Gidebileceği en güvenli yerdeydi o kız...

 

"Dur tahmin edeyim, pala bıyık önümüzü kesti çünkü kızı geri istiyor. Karşılığında ise bizi serbest bırakacak, öyle mi?"

 

Doğu kafasını sallayıp onaylamıştı beni. Biz Doğu ile sohbet hâlinde iken, veliahtlar ve askerler ise karşı tarafın adamları ile oldukça çekişmeli bir diyalog hâlindeydi. Tekrar Doğu'ya dönmüştüm.

 

"Sana söylediklerimi aynen pala bıyığa çevirebilir misin lütfen?"

 

Doğu önce suratıma kaşlarını çatarak bakmıştı. Ardından gözleri öfkeden kuduran Arem'e kaymıştı. Arem'e baktığında sinsice gülümsemiş olması bile dediğimi kabul edeceği anlamına gelirdi. Ona oyun çıkmıştı. Eğlenceden vazgeçer miydi hiç?

 

"Kız kaç yaşında?"

 

Doğu pala bıyığın anlayacağı dilde söylediklerimi çevirip olaya dahil olduğunda, herkes susup bize bakmıştı. Pala bıyık onu umursamazca cevaplamıştı. Aldığı cevaptan sonra Doğu, kafasını yukarı kaldırıp gözlerini yumuş ve ellerini yumruk yapıp sıkmıştı.

 

O kadar mı küçüktü?

 

"15," demişti Doğu gözlerime bakıp.

 

Bir çocuk, iki aşiretin geri kafalılığını düzeltmek için beyni yerine cinsel organıyla düşünen bir adama kurban edilmişti, öyle mi? Sakin ol Hera, henüz sırası gelmedi. Öfkeyi hissediyor olsan da dikkatin dağılmasın!

 

"Doğu, sor bakalım şu ırz düşmanına, evli miymiş."

 

Doğu bir kez daha dediklerime kafasını sallayıp önünü dönmüştü. Bir bir karşı tarafa sorduğum soruyu ileten Doğu, aldığı cevapla yeniden yumruklarını sıkmıştı. Pala bıyığa baktığımda onun cevap verirken pis pis güldüğüne şahit olmuştum.

 

"Hem de tam dört tane karısı varmış, pezevenk herifin."

 

Tahmin ettiğimden daha az bir rakamdı açıkçası, hayret.

 

"Peki, sorar mısın pezevenk herife, ahı gitmiş vahı kalmış çükü, beşinci bir eş isteyecek kadar yaşam belirtisi gösteriyor muymuş?" Benim sözlerim Türkçe olduğundan veliahtlar ve askerler gülmüştü. Düşman ise hiçbir şey anlamadığından kaş çatıyordu. Pala bıyığın sinirli gözleri üzerimdeydi.

 

Doğu, kahkahayı patlatıp; söylediklerimi seve seve aynen ileteceğini söylemişti. Konuşmaya başlamadan önce kolu ile beni biraz geriye çekip bedenini önüme geçirdiğinde ne yaptığını, üzerine biraz düşününce anlamıştım. Pala bıyıktan alacağı tepkiden her ihtimale karşı beni uzak tutmaya çalışıyordu. Doğu'nun hareketini varlığıma karşı sevgisine değil, centilmen oluşuna yormuştum.

 

Doğu'nun sözlerimi Arapça çevirmeye başlamasıyla, onun her sözü pala bıyığın yüzünde beliren şaşkınlığın giderek büyümesine neden oluyordu. Sadece onun değil, etrafındaki adamların bile şoka girmiş hâlde bize baktığını görmüştüm.

 

Ne yani, sizin ağanız gelmiş gebermenin eşiğine hâlâ evlenme derdinde olduğunu duyunca şaşırmıyorsunuz, ama biz böyle bir durumun yaşlılık bakımından imkansız olduğunu söylediğimizde, 'Ayy, ben şok!' Şeklinde surat ifadesine bürünüyorsunuz.

 

Doğu susunca, adam resmen sinirden kudurmuştu. Ağzından tükürükler saçarak bana bakıyor, hâliyle bana bağırıyordu. "İşte o son dediğini demeyecekti. Bu saatten sonra, Arem, mümkün değil ki yaşatsın onu."

 

Batı hangi ara yanımıza gelmişti bilmiyordum. Onun sesini duyunca varlığını fark etmiştim. Batı'ya, pala bıyığın ne dediğini sormak istemiştim lakin ben ağzımı açamadan Arem konuşmuştu.

 

"Siktim lan şimdi belanı!"

 

Arem'in adamın üzerine kelimenin tam anlamıyla atlamasıyla, şerefsiz, ırz düşmanı pala bıyığın adamları, silahlarını bize doğrultmuşlardı. Bütün veliahtlar ve askerler, Arem'i durdurmak yerine, onun etrafına etten bir duvar örerek karşı tarafa silahlarını peşi sıra çekmişlerdi. Herkes, Arem'in elinden adamı alamayacağını bildiği için, onu durdurmak yerine işini bitirmesi adına etrafına kalkan oluşturmayı tercih etmişti.

 

Arem delisi ise bir yandan adamı döverken, diğer yandan bana "Yanımdan ayrılma ve ne olursa olsun öne atılma!" diye uyarılarda bulunuyordu. Onun uyarılarına kulak asmak zorundaydım. Yaşamak istiyordum.

 

Acaba ne zaman çatışma başlayacak diye düşünürken, ileriden, bağrışma sesleri haricinde araç sesleri gelmeye başlamıştı. Etten duvar nedeniyle, kimin ya da kimlerin geldiğini göremiyordum.

 

Yine Arapça konuşmalar havada uçuşmaya başlamıştı. Çok geçmeden, önümüzdeki etten duvar olanlar, silahlarını indirip tekrar yerlerine geçmişti. Tüm bunlar olurken Arem adamı dövmeyi bıraktı mı? Diye merak edip ona baktığımda dinlenmeden dövmeye devam ettiğini görmüştüm..

 

Hatta bazen, pala bıyık aldığı hasara bağlı olarak bayılıyor, sonrasında yine aldığı hasara bağlı olarak ayılıyordu. Yani Arem, adamı dövdükçe bayıltıyor, bayıldıkça döverek ayıltıyordu. Böyle giderse, adam ölecekti. O zaman, böyle devam et veliaht.

 

Önümüzün açılmasıyla, görüş açıma kalabalık gruplar hâlinde olan Türk askerleri girmişti. Demek ki, yeni gelen araçlar onlara aitti. Çatışma bu yüzden gerçekleşmemiş olmalıydı. Yeni gelenlerin bizden olmasıyla, sayıca üstünlüğümüz, onların sonu olacağı için atak yapmayı uygun bulmamışlardı. Biraz da olsa beyniniz var, ha!

 

"Arem, çok canım çekti, ne olur bir tane de ben vurayım şu pala bıyığa, lütfen, lütfen." Arem'in yakınına gidip kulağına doğru tüm isteğimle konuştuğumda dikkati dağıldığından yumruğu havada kalmıştı. Göz göze geldiğimizde yaptığı ilk şey gülümsemek olmuştu. Arem, dövdüğü pala bıyığın üstünden kalkarak, acıdan inleyen adamın iki yakasından tutup onu da kendi ile beraber ayağa kaldırmıştı.

 

"İstediğin kadar vurabilirsin, tanrıça." Adamın, dengede durmak için Arem'in onu tuttuğunu görmek, veliahtımın dayak atarken harika bir iş çıkardığının kanıtıydı.

 

Yüzü artık düzelmezdi, Arem tüm parmaklarını tek tek kırmıştı. Kaburgalarının da un ufak olduğunu düşünüyordum. Öldürücü bir darbe vurmam gerekiyordu. Öyle bir vuruş olmalıydı ki adamın beyin hücreleri, "Çok bile yaşadık, artık kapatalım kendimizi" demeliydi.

 

Arem, gibi yumruklarımı peşi sıra atmak istemiyordum. Hatta direkt yumruk atmak istemiyordum. Ben kafasını kıracaktım, belki onunla beraber kırdığım şey içimi yakar, cız ettirirdi ama buna değeceğine inanıyordum.

 

Ani aldığım karar ile, yüzü kandan görünmeyen pala bıyığın kafasında öyle bir açı ve hızla, cebimden çıkarıp, tuttuğum telefonu kırmıştım ki; pala'nın önce gözleri kaymıştı. Gözünün sadece beyaz kalan ak kısmı ile bakışmıştık. Kısa süre sonra pat diye düşüp yere yığılmıştı pala bıyık. Arem'le göz göze gelince gülüp kafasını, 'sen iflah olmazsın,'der gibi salladığını görmüştüm. Telefonu kıracağımı beklemiyor olmalıydı.

 

Arem, yerde hareketsizce yatan palanın üstünden geçerek yanıma gelip beni kollarının arasına almıştı. O bana sarılmak istese de ben kısa süre içerisinde ondan ayrılıp, yerde parça parça olan telefonuma uzanmıştım. Ekranı tuzla buz olmuştu.

 

Telefonu havaya kaldırıp Arem'e göstererek, "Sence bu sona değdi mi?" diye sormuştum. Sesim ağlamaklıydı. Daha yeni kollarının arasından çıkmış olduğum adam, beni tekrar kollarının arasına alarak, "emin ol, değdi, tanrıça. Senin tek vuruşun, benim tüm vurduklarımla eş değer zarar verdi." Demişti.

 

"O kadar mı diyorsun yani?"

Gözlerim hâlâ kırık telefonumdaydı.

 

"O kadar diyorum, tanrıça. Harikaydın!"

Kesin öyleyimdir veliaht. Kesin.

 

"Bana bak Doğu, biz ne tür bir belgesel izledik az önce?" Arem bana sarılırken etraftan sesler gelmeye devam ediyordu.

 

"Ne izledik bilmiyorum ama gördüklerim umarım zihinsel gelişimimin içinden geçmemiştir." Doğu, sana kötü bir haberim var... Senin zihinsel gelişimin pek gelişememiş.

 

Yönlerin sesleriyle, ikimiz de kafamızı film izler gibi durup, bizi dikizleyen adamlara dönmüştük. "Şunlara bak, utanmasalar çekirdek çitleyecekler."

Ağzımın içinde homurdandığımda Arem gülmüştü.

 

Onunla beraber Mert'e kahkaha attıp, konuşmuştu. "Gördünüz mü? Gördünüz mü? Telefonu resmen adamın kafasında parçaladı. Ben hayatımda böyle yaratıcı vuruş stili görmedim."

Eyvallah canım, yapıyoruz işte; biz de kendi hâlimizde biraz küçük çılgınlıklar.

 

Arem'in kolları arasından tekrar çıkıp veliahtların utanmadan bizi izledikleri yere doğru bakmıştım.

 

"Hera, en kısa zamanda senle bir dövüşelim. Bu konuda oldukça yeteneklisin sanırım." Evren'in eli omzuma dokununca irkilmiştim. Veliahtlar çok sessiz hareket ediyordu. Hangisi, hangi ara, nereden. çıkıyordu kestiremiyordum.

 

"Benim iki katım olduğunu göz önünde bulundurarak söylüyorum, seninle dövüşeceğim diye hayatta gözlerimi yumamam." Gözlerim ondan kayıp elimde tuttuğum telefona dönünce suratım tekrar düşmüştü.

 

"Sana karşı telefon kullanabileceğimi sanmıyorum." Evren'i yenmem için telefon fabrikası gerekirdi.

 

Sözlerim, o da dahil olmak üzere herkesin gülmesine neden olmuştu.

 

"Buradaki hiç kimse çirkin cadı ile aynı ringte olmayı benim istediğim kadar isteyemez." Puşt geldi puşt gidecek Erdem bana sırıtarak bakıyordu.

 

"Sanırım sen, Arem'in yumruğunu çok özledin, kardeşim." Hazar, yerinde bir tespitte bulunmuştu. Erdem onun omzuna eliyle baskı yaptığında Hazar telefon tutan eliyle Erdem'in elini omzundan ittirmişti. Ben bile telefonum için böylesine üzülmüşken, Hazar üçüncü böbreğini nasıl tehlikeye atmıştı, şaşkındım.

 

Biz birbirimize laf yetiştirirken, peçeli adamlar yerde hareketsiz yatan ağalarını da alıp, bir bir geri gidiyordu.

Onların kaçıp gidiyor oluşlarını umursamıyor, kendi aramızda sohbet etmeye devam ediyorduk.

 

Kalabalık dağıldıktan sonra hepimiz tekrar vakit kaybetmeden araçlara geri binmiştik. Yolculuk bu kez, sessiz sakin geçip gitmişti. Başika Kampı'na yaklaştığımda, yüksek tellerle çevrili çitler gözüme çarpmıştı. Çitin üzerinde nöbet tutan askerler, ciddiyetle çevreyi gözetliyordu. Kampın içine giriş yapıp,araçlardan tek tek indiğimizde gözlerim alanda gezinmişti. Askeri araçlar sıra sıra dizilmişti ve çeşitli noktalarda devriye gezen askerler gözüme çarpıyordu. Etraf, hareketlilik ve disiplinle doluydu. Barınma birimleri ve lojistik tesisler, kampın içindeki düzenli yapıların arasında sıralanmıştı. Gri tonlardaki binalar, sert ve sağlam görünümleriyle askeri disiplini renk üzerinden bile yansıtıyordu.

 

Kampa giriş yapar yapmaz, yüksek rütbeli olduğunu tahmin ettiğim komutan bizi karşılamıştı. Onu ilk gördüğümde zaten onu tanıyor gibi hissettim...

 

Komutanın isminin 'Yavuz' olduğunu, konuşma arasında veliahtlar ona seslendiği zaman duymuştum. Oysa ben ondan çok daha farklı bir isim duymayı bekliyordum. Onu bozmamıştım. Zamanı geldiğinde o oyunu bozardı nasıl olsa.

 

Sözde Yavuz komutanın söyledikleri; 'kaçırılan 10 askeri bulmak için ekibi ile beraber buraya göreve geldikleri,' şeklindeydi. Ekibim dediği kişiler özel bir Tim'di. Kalkan Timi. Babamın asker olmasından dolayı ondan bu timi birçok kez duymuştum. Kendisi de gençliğinde böyle bir timde yıllarca görev almış biriydi. Özellikle Kalkan Timine karşı ilgi duyardı. Onlarla gurur duyduğu kadar benimle duymamıştır.

 

Bu tür timler düşmana karşı acımasızlığı ile bilinirlerdi. Özel timler, aslında birçok kişi için gizemli ve merak uyandıran bir konuydu. Onları düşündüğümde, kafamda hemen güçlü ve cesur bir grup asker canlanıyordu. O grup şu an tam karşımda dikilmişti. Özel timler, özel görevleri yerine getirmek üzere özel olarak eğitilmiş, en iyi askerlerden oluşan birliklerdi. Görevler genellikle son derece tehlikeli ve zorlu olabilirdi. Mesela, teröristleri yakalamak veya rehineleri kurtarmak gibi.

 

Kaçırılan on askerin varlığı onları yakinen alakadar ediyordu. Askerler rehineydi ve onları rehin tutanlar ise teröristlerdi.

 

Yavuz komutan önümüzü kestikleri haberini alınca askerleri hemen görevlendirip bizi sağ salim buraya getirtmişti. Yavuz komutan; sarışın, mavi gözlü biriydi. Gözlerim o konuştukça saçlarının altın rengine takılıyordu. Birine benziyordu ama o olmadığını da gayet iyi biliyordum.

 

"Yavuz Bey, acaba şu aşiretten kaçan kız nerede? Görmek istiyorum onu." O an göz göze gelmiştik onunla. Burada benim de olduğumun farkına varamayacak kadar veliahtlarla ilgileniyordu. Hayır! Sadece öyle görünüyordu. Yoksa en az benim onun varlığının farkında olduğum kadar, benim varlığımın farkındaydı.

 

Sesimi duyduktan sonra kafasını bana çevirip, 'Bu kızın burada ne işi var,' bakışını atmıştı.

 

"Kız benimle Yavuz." Veliahtlar Yavuz'u tanıyordu. Yavuz veliahtları tanıyordu.

Hera Yavuz'u tanıyordu. Hera Yavuz'u tanımıyordu...

 

Yavuz, herhangi bir yorum yapmadan kafasını sallayıp arkasındaki askerlerden birine seslenmişti. Arem bana dönüp; çok oyalanmamamı söylemişti. Beni götürecek askerden ise beni, tekrar onun yanına getirmesini istemişti. Dikkatli olmam konusunda beni sıkı sıkı tembihlemeyi de ihmal etmemişti.

 

Onlar Yavuz'un önderliğinde arkadaki karargaha doğru yol alırken, biz de onların tersi istikametine doğru yola koyulmuştuk.

 

(...) 

 

Adını bilmediğim asker, beni acil durumlarda askerlere ilk müdahalenin yapıldığı çadıra getirmişti. İçeri girmeden önce çadırdan çıkan askeri doktor ile kapıda karşı karşıya gelip tanışmıştım.

 

İçerideki kız çocuğunu, bir hafta önce kendine eş olarak istemiş o ırz düşmanı. Tüm her şey bir hafta içinde olmuş. Geride bıraktığı o bir hafta yüzünden, şimdilerde yemeden içmeden kesilmiş kızcağız. Üzüntüden hasta olduğunu söylemişti doktoru. Nasıl başardı bilinmez ama o hasta hâliyle de olsa kaçmış ve buraya saklanmıştı. Askerler üzerine titremiş geldiğinden beri ama nafile... Kimseyle konuşmamış şimdiye kadar.

 

Kamptaki hemen hemen herkes konuşmuş onunla, bir şeyler yesin diye ama yemeden içmeden kesilecek kadar dert sahibi yapmışlardı zavallı kızı.

 

İçeri girdiğimde buranın tam olarak küçük bir sağlık ocağını andırdığını düşünmüştüm. İçerisi, beyaz renkli, oldukça geniş bir alana sahipti. Çadır tavanı yüksekti ve havadar bir atmosfere vardı. Çadırın kenarlarında, düzenli ve temiz şekilde asılı duran tıbbi ekipmanlar mevcuttu. Örtülü muayene masaları, yanlarında hazır bekleyen tıbbi cihazlar ve bir köşede dizilmiş olan ilaç dolaplarıyla sağlık ocağından farksız değildi.

 

Dört tane sedye vardı içeride. En sondakinin üstünde uzanmış kumral saçlı dünya güzeli bir kız çocuğu görünce, bahsi geçen kişinin o olduğunu anlamıştım. Yüzü güzeldi ama bahtı çirkindi. Bahtı çirkin olan güzel bir yüzü olsun istemezdi. Kızın, kapalı gözleriyle birkaç saniye bakıştıktan sonra doktor hanıma, eğer kızın bir şeyler yemesini istiyor ise dediklerimi sorgusuz sualsiz aynen çevirmesi gerektiği konusunda küçük bir bilgilendirme yapmıştım. Beni tam olarak anlamasa da itiraz etmeyip onaylamıştı.

 

Beraber, sedyede uzanır vaziyette olan kızın yanına doğru ilerlemiştik. Yaklaştıkça yüzünün nemli olduğuna şahit olmuştum. Ağlamıştı o, ağlıyordu o, daha çok ağlayacaktı o...Kızın önündeki boş sedyeye oturup gözlerimi ağlamaktan kızarmış yüzüne dikmiştim. Sesler duymaya başladığından gözlerini açmıştı. Bakışları üzerimde geziniyordu. Kim olduğumu kendi içinde sorgulayan kıza, doktor hanım onun dilinde beni tanıtmıştı.

 

Doktor aynı zamanda; onunla konuşmak için geldiğimi ve kendisi için tercümanlık yapacağını da söylemişti. "Duyduğuma göre baban seni yaşlı bir adama satmış. Bunun için ağlıyor olmalısın. " Sözlerim karşısında doktor, ilk başta kal gelmiş gibi donup kalmıştı. Küçük kız ise simsiyah gözlerini ne dediğimi söylemesi için doktora dikmişti. Kafamı doktora çevirip "hadi," Demiştim. Dediklerimin aynısını tercüme edeceği konusunda anlaştık sanıyordum.

 

Böyle bir şeyi beklemediği her hâlinden belli olan kadın, kendine geldiğinde bana kafasını sallayıp küçük kıza bakarak tercüme etmişti. Doktor sustuğunda kıza bakmıştım. Kalbi kırılmıştı. Gözlerinden görebiliyordum kalp kırıklarını. Gözünde bir duygu daha belirmişti üzüntü dışında. Utanç...Düştüğü durumdan çok utanıyordu.

 

Cevap vermek yerine yatakta oturur pozisyona geldi benim gibi. Sadece kafasını sallamıştı gözlerimin içine bakıp. Karakteri güçlüydü.

 

"Kimsesizsin gördüğüm kadarıyla. Oysa sen bir aşiretin kızı değil miydin ya? Kimsesiz kalmak için biraz kalabalık bir ailen yok mu? Ne biliyim seni koruyacak bir kişi bile mi yok içlerinde? O kadar mı yalnız ve seveni olmayan bir kızsın?"

 

Doktor, dediklerimi daha çevirmemiş olmasına rağmen renk atmıştı. Buna da iyi ki 'sorgulama, sadece yap!' Demiştim. Hayır bir de demeseydim ne yapacaktı acaba. Gözlerim ile onu uyardığımda istemeye istemeye tercüme etmişti söylediklerimi.

 

Göz yaşları yeni yeni duran kız, duyduklarından sonra yüksek sesle ağlamaya başlamıştı. Daha fazla dayanamamış olacak ki dökü vermişti canını yakan her şeyi ağzından dışarıya. O bana bakıp, bağırıp öfke kustukça doktor birbir söylüyordu dediklerini.

 

Ben söyleyince istemeye istemeye yaptığı tercümanlığı bana karşı gayet istekle, aşkla hatta lafları sırıtarak söyleyecek şekilde yapıyordu. Doktorun bile hainine denk gelmiştim.

 

"Yıllarca acı çektim ben o evde. Hor görüldüm. Yemediğim dayak, işitmediğim küfür kalmadı. Göz bebeği abilerimin hizmetçisiydim ben, tıpkı annem gibi, tıpkı ablalarım gibi. Benden küçük erkek kardeşime bile saygıda kusur etmeye hakkım yoktu. Çünkü o erkekti ben ise kız. Okul okumak istedim ben. Annemin zoru ile gönderdiler beni okula.

 

Çünkü biliyordu annem, okulumu da ellerimden alırlarsa sonum olurlardı. Yalvar yakar okuttu beni. Okuyup büyük insan olacaktım. Onu, üzerine dört tane daha evlilik yapan baba demeye bin şahit isteyen adamdan kurtaracaktım. Ablalarım için geç kalmıştım, vermişti babam hepsini tanımadıkları adamların eline, koca diye. Kimisini kuma ettiler. Kimisini en büyük abim uğruna berdel ettiler. Kimini kendisinden 15 yaş büyük adama verdiler ama şöyle ama böyle hepsine yazık ettiler."

 

Küçük kız, hızlı hızlı konuştuğu ve bir yandan ağladığı için nefes nefese kalmıştı. Kısa süreliğine susup oturduğu yerden elini kalbine götürdüğünde doktor hanım, ona doğru atılmıştı. Elini havaya kaldıran küçük kız, doktorun ona yaklaşmasına izin vermeyip; gözlerini tüm nefretiyle tekrar bana dikip konuşmuştu. Onun için hâlâ endişeli olan doktoru gözleriyle küçük kızı muayene ederken, onun sözlerini anlamam için çevirmişti.

 

"Annem kaldı bir geriye. Onun için okuyacaktım. Okul yolunda görmüş beni o soysuz köpek. Kim olduğumu, kimin kızı olduğumu öğrenince kapımız da bitti. Kan davası bitsin diye kızın Hüsna'yı kendime istiyorum dedi bir de utanmadan." Böylece adının Hüsna olduğunu öğrenmiştim. İsmini öğrenmek beni gülümsetmişti. Hayat işte, biri ağlar biri gülerdi.

 

"Vermez sandım...Ablalarıma kıydığını bile bile vermez sandım beni. Verdi...65 yaşında 15 çocuğu olan. en küçük çocuğu benden beş yaş büyük adama beni sattı. Bir gecede her şey tepetaklak oldu."

Bir hıçkırık koptu ağzından, yine sustu. Doktor hanım yine öne atıldı ama devamını getirmesine Hüsna izin vermedi. Sonra Hüsna yine konuştu, doktor yine çevirdi.

 

"Hayallerim gitti, gençliğim gitti. O gece anam ağladı, ben ağladım. Ben ağladım, anam ağladı. Sabaha kadar ikimiz de içimizi çıka çıka ağladık.

 

Kaçtım ben de düğün gecesi. O adamın koynuna girmek yerine öleceğimi bile bile üstümdeki gelinlikle kaçtım. Sen olsan onu bile beceremezdin."

Bana iğrenircesine baktığında ona gururla bakmıştım. Hayatımda ilk kez biri bana laf soktu diye ona gururla bakmıştım...

 

"Ya o adamın koynuna giderdin ya da toprağın altına. Çünkü değilsin benim kadar güçlü değilsin. İnsanların acıları ile dalga geçen biri sadece zavallı olur ama asla güçlü olamaz. Şimdi bir de geçmiş karşıma teksin diyorsun, yanlızlığımdan, kimsesizliğimden vuruyorsun beni. Ben nelere göğüs germişim, neler ile savaşmışım, sen nereden bileceksin? Benim yaşadıklarımın çeyreği senin başına gelse kendini yerden yere vururdun sen be! Senin sözlerin benim canımı yakabilir mi sanıyorsun?"

 

Çığlık çığlığa olsa da sonunda sustuğunu gördüğümde derin derin nefes alıp vermiştim. Her sözünü birebir çeviren doktor ile sonuna kadar dinlemiştim onu. Bağırıp çağırmanın ona iyi geldiğinin farkındaydım. Mimik dahi oynatmaksızın dinleme sebebim buydu.

 

Artık yıktığımızı toparlama zamanı gelmişti...

 

Kocaman gülümseyip yerimden ayağı kalkmıştım. Her ikisi de verdiğim tepkiyi görünce şaşırmıştı. Yanına gidip oturduğu sedyenin önüne dikilmiştim. Doktorun uzun bir tercüme daha yapması gerekiyordu.

 

"Şu kapıdan içeri girmeden hatta seni hiç görmeden bile ne denli güçlü olduğunu biliyordum çünkü herkes buna dayanamazdı. Dayanamayan kurtulmak yerine ölürdü. Sen hâlâ hayatta duruyorsun. Ölmek yerine yaşıyor olman demek bile başardın demektir. Ben derim ki güçlü kadın tam olarak budur. İçeride çok güçlü birini görmeyi bekliyordum ama bir de ne göreyim? Günlerdir yemek yemeyen ve içli içli, salya, sümük ağlayan bir kız var karşımda. Hani dedim kendi kendime, hani bu kız çok güçlüydü? Hani ölüme meydan okumuştu? Hani babası ile girdiği bir savaşta yaşamayı başarmıştı?"

 

Nefes almak için sustuktan kısa süre sonra, doktor hanımın da tercümanlık yaptığı sözlerimi harfiyen iletmesi sonrasında sustuğunu görmüştüm. İkimize de yeteri kadar dinlenme süresi tanıdığıma kanaat getirip tekrar konuşmuştum. Ben konuştukça ve doktor sözlerimi tercüme ettikçe Hüsna'nın gözünün içi parlıyordu.

 

"Sana hatırlatmam lazımdı bunu. Kim olduğunu, ne kadar güçlü olduğunu göstermem lazımdı. Neler yaşadığını ben bilemezdim ama sen haykıra bilirdin bunu bana. Haykırdıkça farkına varacaktın sende benim gibi ne denli büyük bir savaştan galip geldiğini. Bana bak ve beni iyi dinle kızım, kimsen yok mu? O zaman olmasın." Önünde diz çöküp ellerimle ellerini sıkı sıkıya tutmuştum. Yüzünde giderek büyüyen tebessümü ile bana bakıyordu.

 

"Sen kendinin her şeyi olursun. Tek başınaysan ne olmuş? Bugüne kadar kalabalıkta oldunda ne oldu? Anneni kurtarmak mı istiyorsun? O zaman işe önce kendini yaşatarak başla. Biraz daha kendini açlık ile cezalandırırsan babanın yapamadığını, o soysuz adamın yapamadığını sen yapıp açlıktan öldüreceksin kendini."

 

Doktor benimle beraber konuşarak, sözlerimi aptal kıza izah etmişti. Hüsna asıl amacımı anlayınca fırlamıştı birden yerinden ve ben daha neyin ne olduğunu anlamadan sarılı vermişti bana. Hem o şaşkındı hem de doktor. Bolca teşekkür etmişti bana. Hemen sonrasında doktorun belki yer diye masanın üstüne koyduğu içi yemek dolu tepsiyi alıp yemeye koyulmuştu.

 

Devamlı olarak bana teşekkür edip, özür diliyordu. Ona her seferinde yaptığım gibi yine tebessüm ederek bakmıştım. Sen küçük kız, sen o kadar iyi yerlere geleceksin ki, bugün seni kendine getirdiğim gibi yarın sen yüzlerce kızı kendine getireceksin.

 

"Ben gerçekten inanamıyorum. Yemek yemesi için resmen yalvarmıştım ona, bir lokma yememişti. Ayrıca, demin yaptığınız şey harikaydı, yoksa psikoloji falan mı okudunuz?" Doktorun suratıma hayran hayran bakıp konuşmasıyla bu kez ona bakıp tebessüm etmiştim.

 

"Hayır, sadece babam beni iyi eğitti."

 

*

 

Beni Hüsna'nın yanına götüren asker toplantı salonunda olan veliahtların yanına geri getirmişti. Son zamanlarda, toplantı yerlerinde çok fazla bulunuyordum, hayır olsundu. İçeri girip kimsenin suratına bakmadan Arem'in yanında ki koltukta oturmuş, onları dinliyordum. Ya da, dinliyormuş gibi yapıyordum.

 

Kalkan timi ve veliahtlar ha! İçerisi resmen kalite kaynıyordu.

 

"Hera kime diyorum ben! Daldın gittin?" Mert'in bana seslenmesi ile kafamı ona çevirip ne olduğunu sormak istemiştim. Tabii araya bir adet puşt girmeseydi.

 

"Çirkin cadı anneni ve babanı çok özlemişsindir sen şimdi. Hazır İtalya'ya da gidiyorken onlara uğramadan olmaz dedik. Ben senin gibi birinin Dünya'ya gelmesine vesile olup, Allah'tan belamızı bulmamızı sağlayan ebeveynlerini tanımayı çok isterim." Erdem'in söylediklerini ilk etapta tam olarak kavrayamamıştım. İtalya'da nereden çıkmıştı?

 

"Ne İtalya'sı?" Erdem'e gözümü kırpmadan bakıyordum.

 

"Kaçırılan askerlerin yerini tespit ettik. İtalya'da olduklarını öğrendik. Eh! İtalya yolcusu kalmasın çirkin cadı!" Erdem bana öyle bir bakış atmıştı ki, surat ifadesi bile şimdi ne yapacaksın? Diyordu.

 

Neyin ne olduğunu kavradığımda, nefes nerden alınıyordu onu bile unutmuştum. Ağızdan mı, yoksa burundan mı? Peki ağzımızdan aldığımız nefesi tekrar ağzımızdan mı geri veriyorduk, yoksa burnumuzdan mı? Kafamda deli sorular vardı.

 

"Ah evet! Operasyon bitince kesinlikle Hera'nın ailesinin elini öpmeye gitmeliyiz." Doğu bana bakıp sırıttığında aklımda tek bir şarkı dönüyordu;

Ben o duvarlara çarpa çarpa nasır tuttum. Ağlaya ağlaya yosun tuttum. Nasıl şarkı ama! Fena hâlde beni anımsatıyordu.

 

"Bence Hera'nın ailesini tanımayı en çok Arem ister. Değil mi Arem?"

Niye en çok Arem istiyormuş ki Evren. Keşke buraya da açıklık getirsen. Sen ona cevap versen ve bir başkası da havanın bu denli sıcak olmasının sebebi tam olarak ne? Ona cevap verse güzel olmaz mıydı? Merak ediyordum. Hayır, yanımda hiç kışlık bir şeyde yok, ne yapacağım şimdi? Son olarak, benim peder beni Arem'e nah verirdi efendim.

 

"Tanrıça, deminden beri sana sesleniyoruz, nereye daldın sen öyle yine?"

 

Bana mı sesleniyorduz? Ah, ne zamandan beri sesleniyordunuz? Siz bana Arem...Hem de yine mi?

 

"Ne oldu ki? Dalmışım."

 

"Hera'cım, biz diyoruz ki görev bitince, hazır İtalya'ya gelmişken anne ve babanla da tanışalım. Uygun mudur senin için?" Batı ile göz göze geldiğimde sadece bakmakla yetinmiştim.

 

Değildir Batı. Uygun falan değildir. Sizin tanışmak istediğiniz Uysal ailesini tanımıyorum. Ben Hera Türkeş'im ve bildiğim bir şey varsa o da İtalya'da hiçbir akrabamın olmadığıdır. Tanrım, telefonumu o muşmula suratlı herifin kafasında paraladığıma inanamıyordum. Şimdi Kansu'ya da ulaşamam ki, plan yapalım diye. Ne yapacağım ben?

 

İtalya'daki hiç bilmediğim anne ve babamı nereden bulacaktım? Hadi buldum diyelim, mutlu aile pozumu verecektim. İşte şimdi ayvayı yemiştim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(🎭)

 

Loading...
0%