Yeni Üyelik
17.
Bölüm

🎭 16 İKİNCİ KEZ OLMAZ

@mavimsu_

 

 

Hayatınız boyunca hep sevgiyle kalın, saygıyla kalın, aşkla kalın ve de kitabımı okumaya devam ederek kalın.

 

 

Keyifli okumalar dilerim.

 

 

(🎭)

 

 

Bölüm Sözü

 

Zatım zatına etti diye biat,

 

Sana köle olduğuma getirme sakın kanaat.

 

Hâlim hâlsizlikte olmuşsa zanaat,

 

Pejmürde yüreğimi kullan, sonra at.

 

H. G. 

 

(🎭)

 

Önümüzde iki ile üç metre uzunluğunda, enine boyu ise bir metrenin biraz üstünde olan cam kafes vardı.

 

Kafesin içinde ise kurtarmamız gereken bir asker vardı. Arem, suyun geliş miktarına göre içerinin tam olarak su ile dolmasını elli dakika içinde gerçekleşeceğini söylemişti. Sonra eklemişti: kırılmaz camdan olan bu kafesin, bir de içindeki oksijen miktarını göz önünde bulundurursak, adamın öteki tarafa gitmesi yarım saat içinde gerçekleşirmiş. Ağzından bal damlıyordu resmen.

 

Onbaşı Sinan Dönmez, eğitimli bir asker olmanın ona sağladığı imkanlar sayesinde az olan oksijeni nasıl tasarruflu kullanacağının bilincindeydi. Derin bir nefes al ve bu nefesi tutabildiğin kadar tut. Dayanamayacak gibi olduğunda tekrar nefes al ve tut. Sık sık nefes almak bu durumda sonu olurdu zaten.

 

Cam parçalanmıyor, patlamıyordu. Bütün uğraşlar bize bunu ispatlamıştı. Adı üstünde kırılmaz camdı. Camda kendimden izler görmüştüm. Benim de kırılmam, çatlamam için her şeyi yapıyorlardı ama ben yıkılmıyor, ayaktayım diyordum.

 

"Camı kırmaya çalışmak boşa uğraş. İçerideki suyun durdurulması lazım ilk önce," mantıklı ve zeki adam rolünü sırtına omuzlamaktan bir an olsun vazgeçmiyen Arem, yine rolünün hakkını vermişti.

 

"Suyu nasıl durduracağız peki?" Hazar, Arem'in suyu durdurmanın öncelikli bir iş olduğunu söylemesine hak vermiş olacak ki ilk soruyu göndermişti.

 

"Su yukarıdan gelmiyor. Camın zemin kısmındaki delik içeriyi dakikada 5 cm şeklinde dolduruyor. Bu da yerin altında su akışını sağlayan bir sistem var demektir. Akışı yerden keseceksiniz. Ya da başka bir deyişle, cam ile yerin temasını keseceksiniz."

 

"Keseceksiniz derken kardeşim. Sen ne yapmayı düşünüyorsun?" Arem'in söylediklerini sonuna kadar dinlemiş olan Mert'in, dikkat kesildiği noktanın güzelliğine hayran kalmıştım.

 

"Benim ilgilenmem gereken başka biri var. " Bahsi geçen kişi olmayı sonuna kadar reddediyordum.

 

"Tam olarak ne yapacağız? Onu da söyle! Su giderek artış göstermekte."

 

Kalkan Timinin Lideri Yavuz'un sözleri üzerine herkes gibi ben de yönümü camdan kafese çevirmiştim. Sert duruşundan ödün vermeyen askerin üniformasının paça kısmı tamamen su ile dolmuştu. Biz içeridekinin sesini duyamıyorduk. Tıpkı onun da bizi duyamadığı gibi. Yine de her şeye rağmen Türkiye Cumhuriyeti askerine yaraşır biçimde boğulmaktan zerre korkmadığını haykırıyordu gözleri. Şehit düşmekten şeref duyan bir askeri kurtarmaktan şeref duyardık biz de.

 

"Burada 13 tane adamsınız. Fanus buraya sonradan getirildi. Yani yer ile bütün değil. Onu yere sabitleyen vidaları sökün. Yan yatırın. Fanusun 50 ile 60 derece arasında dar bir açıya gelmesi lazım. İşte o zaman biriniz çıkar ve zeminle teması %60 kesilen fanusun içine su dolmasını sağlayan sistemi bozarsınız."

 

Talimatları bir bir yağdıran Arem ile herkes gibi ben de kafamı anladım der gibi aşağı yukarı sallamıştım. Daha fazla vakit kaybetmemesi gerekenler olarak, askerler sırt çantalarını bir köşeye koyarken, veliahtlar ise kollarını sıvamıştı.

 

"Bu işin sonunda bel ağrısına merhaba demeye hazır olun beyler," Evren'e sonuna kadar katılıyordum. Şayet o fanus ayrı, içindeki su ve en az 100 kilo ağırlığındaki asker, ap ayrı bellerini zorlayacaktı.

 

Onlar işe koyulmuş, birbirlerine talimatlar yağdırırken ben de Arem'e dönmüştüm. Askerlerin yere konumlandırdığı çantalardan birinin yanına gidip içini karıştırmakla meşguldü. Veliaht olmak değil, baş veliaht olmak lazımdı bu hayatta. Adama bak, herkese emirler yağdırıp köşesine çekilmişti.

 

Aradığı şey neyse sonunda bulmuş olacak ki ayağı kalkmıştı. Uzun bir süre göz göze gelmek istemediğim için bakışlarımı hemen çekmiştim ondan. Kusura bakmasın ya da baksın, elim hâlâ zonkluyordu.

 

Asker ve veliaht karışık olan grup içerisinde bir kısım fanusa arkadan düşmesin diye destek olmak için beklerken, diğer kısımda Zaza'nın şarjlı matkap ile vidaları tek tek sökmesini bekliyordu. Bu işlemi görmeye daha fazla devam edememiştim. Etmek istesem de biri buna mâni olmuştu. Görüş açıma giren iri yarı bir gövdenin sahibi giderek sinirlerimi bozuyordu. Arem, Barkın Soykamer yedi sülalesine kadar sövülmek istiyordu.

 

Hiçbir şey dememiştim ona karşı. Ne oldu? Ne istiyorsun? Ne var? Şeklinde hiçbir söz çıkmamıştı ağzımdan. Tıpkı yaklaşık olarak 15 dakika önce, "Canım acıyor. Elimi bırak. Kırıcak mısın?" Diyemediğim gibi...

 

Ne yaptığını ve ne yapacağını izliyordum. Arem'in elleri, benim parmaklarımı kavradığında zaman durdu ve kalbim adeta yerinden çıkacak gibi oldu. Onun dokunuşuyla titreyen bedenim, duyguların karmaşasında kaybolmuş gibiydi. Oysa daha önce buraya gelirken de elimi tutmuştu. O zaman böyle hissetmemiştim. Parmaklarının arasındaki hissiyat, beni derinden etkiliyordu. Her dokunuşunda yüreğim hızlı hızlı atıyordu.

 

Öfkesini çıkardığı zavallı sağ elimi, elinin arasına almış ve elimi usul usul okşamıştı. O an gözüm diğer eline kaydığında bir şeyin farkına yeni varmıştım. Diğer elinde tuttuğu kremin. İçli içli bakıyordu elime. Fazlasıyla pişmandı. Umrumda mı? Ah, hiç sanmıyordum.

 

Yavaşça, elimi yukarı doğru kaldırdığında Arem, dudaklarını benim elime yerleştirdi ve onu öptü. Onun bu öpücüğünde, sevgi veya aşk yoktu. Merhamet ve pişmanlık vardı. Benim için ikinci grup daha önemliydi. İçimde bir fırtına kopuyordu. Gözlerimdeki şaşkın bakışlara karşılık, Arem tekrar tekrar elimi öpmeye devam etmişti.

 

Son öpücüğü kondurduğunda, kremi alıp elime sürdü. Ağrı kesici bir kremdi bu. Yavaş yavaş kremi elimin her bir noktasına yedirmişti. Normal biri olsa biraz da olsa yumuşardı ama içimde herhangi bir yumuşama olduğunu sanmıyordum. Kindar gelmiştim, kindar gidecektim.

 

"Neden canını yaktığımı söylemedin. Tek bir lafına bakardı kendime gelmem." Sustum. Evet, yine susmuştum. Bilinçli bir susmaydı benimkisi. Sana karşı kapılıp gidiyorum veliaht. İnan bana, bunun farkında olmak bile fazlasıyla yetiyor bana. Ben de bunu değerlendirmiştim. Canımı yakmıştı. Gerçeği ne ben değiştirebilirdim ne de o değiştirebilirdi. Canımı yakan kimseyi affetmezdim.

 

Elime bir fırsat geçmişti.

Fırsat, sahiden elime geçmişti.

 

Fiziksel acıyı bana yaşatmasına göz yummuştum. Kendinden geçmiş olmasına göz yummuştum. Sinirini benden çıkarmasına göz yummuştum. Çünkü ancak bu vesileyle ona kapılıp gitmek yerine ona kin tutabilirdim. Bazen beynimin olay anındaki durumu fırsata çevirme stratejisi beni bile hayrete sokuyordu.

 

"Sinirden gözün dönmüştü ve sinirini bir yerden çıkarman gerekirdi. Bende sana elimi sundum, işte. Bence teşekkür etmelisin." Oldukça soğuk çıkmıştı ağzımdan kelimeler. Tıpkı bakışlarım gibi buzdan ibarettiler.

 

"Tanrıça," İki elini bana doğru uzatıp ellerimi bu kez incitmekten korkar gibi tuttu. "Tanrıça," demişti yeniden ve üzerine basa basa. Önce sol sonra sağ elimi havaya kaldırıp öpmüştü .

 

"Özür dilerim. Affet!"

İnsan tuhaftı. Belki de tuhaf olan her şey insanın kendisiydi. Acıtan oydu, yakan oydu, yıkan oydu ama ve lakin özür dileyen de oydu. Af bekleyen de. İnsan tuhaftı. Tuhaf olduğu için insandı. İlginç...

 

"Seni affetmek içimden gelmiyor."

Tamamen dürüstüm aslında. Hiç olmadığım kadar dürüstüm. Gözlerimin içine ilk kez böyle bakmıştı. Anlamını bilmediğim bir acıya bürünmüştü orman gözler.

 

"Affettireceğim kendimi sana. Sadece sinirini geçirmesi lazım. Sonra, sonra affedeceksin." Hızlı hızlı konuştuğunda içimden konuşmuştum ben de. Eminim öyle olur veliaht. Eminim affederim. Sanki hiç yakmamışsın gibi durur affederim seni. Sahi veliaht, sahi affetsem kaç yazar? Acısı geçer elimin ama elimi acıtmış olmanı umursamayan seni affetsem kaç yazar? Kalbimi kırdın sen... Kırıklarını toplama boş ver, halının altına süpür. Bana hep öyle yaparlar. Sen de yap boş ver.

 

"Bu kadar emin olma kendinden. Eğer söz konusu bensem hiç olma hem de." Baktı, baktı ve baktı. İşte o bakışın ardından ağzından öyle bir söz çıktı ki, bu sefer keşke elimi kırsaydı da bu cümleyi kurmasaydı dedirtmişti bana. Halının altı sayende kalp kırığı doldu veliaht. Senin eserin.

 

"Ne olursa olsun seni kaybetmeyeceğim. İkinci kez olmaz."

 

İkinci kez olmaz... İkinci kez... İkinci... Biliyordum zaten bu gerçeği. Ne vardı ki sesli bir şekilde ondan duymak, beni derinden etkilemişti. Ben, bana göre Hera olabilirdim ancak onun gözünde ikinci kez ona bahşedilen Melisa'ydım.

 

Eğer bir gün Hera ölürse, Arem Hera için değil, Melisa'sını bir kez daha kaybetmiş olduğu için yanacaktı. Onun da dediği gibi, bu kaybediş ikinci bir kaybediş olacaktı. Sanırım Hera'yı Hera olduğu için seven tek kişi bendim. Hadi buna içelim. Hadi buna yakalım. Hadi buna yanalım. İçtim... Yaktım... Yandım...

 

Ne dediğinin farkında bile olmayan Arem, beni kendine doğru çekip sarılmıştı. Sesimi çıkaramadım. Bu kez bir amaç uğruna değildi suskunluğum. Bu suskunluk bu kez bir yanlış uğrunaydı. Hera Türkeş'in hayali vardı önümde. Bana acıyarak bakıyordu. Bakışı; hiçbir zaman Hera sevilmedi, Hera'yı sevmediler ama Hera sevgi dilenmekten hiç vazgeçmedi, bakışıydı. Haklıydı. Sevgi dilencisiydim ben ve kimsenin bana verecek bir kuruş sevgisi yoktu. O yüzden Hera, Hera'nın hayaletini gözünün önünden kovmuştu.

 

Arem benden uzaklaşıp elimi bir kez daha elleri arasına almıştı. Kurduğu son sözlerden önce bunu yapsa haddini ona bildirirdim, ama beni kırmış olduğunu farkında bile olmayışına karşı çıkamamışken buna ne diye karşı duracaktım ki? Kırdığına mı üzeliyim yoksa kırmış olduğunun farkında bile olmamış olmasına mı? Ya da, en iyisi mi bana Hera'nın, Hera'dan başka seveni olmadığını hatırlatmış olmasına üzüleyim ben.

 

Görüş açımdan çıkan ama elimi bırakmayan Arem'i düşünmek yerine, önümde ter atmış adamlara bakmanın ve kafamı dağıtmanın mantıklı olacağını düşünüp oraya doğru bakmıştım.

 

Cam kafes, Arem'in dediği gibi dar açı ile yana eğilmişti. Tabii içerisinde can çekişen ve yan yatmak zorunda kalan bir adet asker ile beraber. Bütün adamlar, var olan güçlerini sonuna kadar kullanarak fanusun devrilmemesi için canlarını dişlerine takmışlardı. Arem de burada durup ağzıma sıçsındı işte.

 

İçlerinden biri, yarısı zeminden havaya kalkan camın altına girip suyun içeri dolmasını sağlayan sistemi ve hortum benzeri kabloları kesmek ile uğraşıyordu. Çok geçmeden "bitti." Deyip çıkmıştı camın altından.

 

Bu komut ile adamlar tekrar fanusu yere doğru dikkatli bir şekilde bırakmışlardı. Canları çıktı zavallıların. Su zaten yarıya gelmişti.

 

"Tebrikler. İlk etaptan başarı ile geçtiniz beyler. Ödül olarak askeriniz sizindir," Dış ses tekrar konuştuğunda ruhsuzca tavana bakmıştım. Bizi kameralardan izliyordu. Az önce ne kadar acınası olduğumu gördüğüne emindim. Onun susması ile fanusun üstündeki kapak açılmıştı. Suyun çokluğundan dolayı içeride yüzen asker, kapağın açılması ile önce camdan dışarı çıkmış, sonrasında ise camdan aşağı atlamıştı.

 

Herkes gibi ben de derin bir nefes almıştım. Asker dışarı çıkar çıkmaz sırasıyla meslektaşları ve veliahtlara sarılıp el sıkışıp, onu çocuklarına bağışladıkları için defalarca kez teşekkür etmişti.

 

Yavuz'un ekibinden olan bir asker, komutanının emri ile, geldiğimiz yoldan geri dönerek sırılsıklam olmuş askeri dışarıda hazır bekleyen ambulansa teslim edip, geri gelecekti. Yaklaşık 15 dakika sonra ekip yeniden tamamlandığında, full time ikinci kattaki askerin kurtarılma operasyonu için merdivenlerden yukarı doğru çıkmıştık. Arem tüm bunlar olurken elimi bir saniye olsun bırakmamıştı. Sakinim. Sakinim. Sakin falan değilim. Ama sakin rolünü oynamak zorundayım. O yüzden, son derece sakinim.

 

"Anam belim nasıl tutulmuş lan öyle."

 

"Asıl benim bitki yağları ile haftada bir, seksi masözlere masajlar yaptırdığım vücudum ne hâle geldi ağrıdan."

İkizler son derece nazlıydılar. Şayet onlardan başka şikayetçi olan yoktu aralarında.

 

"Şu hayatta veliaht değil, baş veliaht olacaksın işte ikizim. Yoksa biz de emreder. köşeden de izlerdik her şeyi. Ohhh miss!" Yönler ile aynı fikirde olduğumuza inanamıyordum.

Yine de lafı Arem'e sokan yön ile içimden tebrik etmiştim onu. Ben yapamadım bari siz yapın şu laf sokma işini.

 

"İstersen yer değiştirelim Batı. Bende zaten liderliğimi devir edebileceğim bir enayi arıyordum."

Yön, uzunca bir bakmıştı Arem'e. Sanırım kafasının içinde düşünmek ile meşgul olduğu bir takım şeyler mevcuttu.

 

"Şimdi bir düşündümde, lider olup senin yaşadıklarını yaşayacağıma, o cam fanusu tek başıma sırtlarım daha iyi."

Arem zaten yön'e biraz düşünme payı verirse, kararını değiştireceğini biliyor olacak ki gülmek ile yetinmişti sadece. Baş veliaht olmanın yön'ü bu kadar korkutmasına neden olacak neyi vardı ki? Sana ne yapmışlardı Arem?

 

Yürüye yürüye ikinci katta gelmiş olduğumuzun farkına aniden durduğumuzda gelmiştim.

Yine kattaki bütün odalar dikkatli bir şekilde aranmıştı. Bu kez kurban üçüncü odadaydı. Kapıyı askerlerden biri açmıştı. Peşinden içeri tek tek girmiştik. Üçüncü odanın içi boş değildi. Tam ortada eli kolu sandalyeye bağlı biri vardı. Ha bir de! O kişinin üzerine bağlı, geri sayımı 20 dakikayı işaret eden ve biz odaya girer girmez başlatılan bir bomba detayı da mevcuttu.

 

"Ve işte karşınızda üsteğmen Hakan Yılmaz. Yeni göreviniz onu, üzerindeki iki kiloluk patlayıcı etkin hâle gelmeden kurtarmak. Naçizane iki tane uyarım olacak sizler için. Birincisi: bomba çok hassas bir sistemden oluşuyor. Özel yaptırdım. Hadi yine iyisiniz." Ses tonu saf alaydı bu kişinin. Hayatımda daha alaycı daha şerefsiz ve daha NARSİST birini görmemiştim.

 

"Kabloların yanlış kesilmesini bırakın en ufak birbirleriyle teması hâlinde bile, bina ile beraber havaya uçarsınız. İkincisi: şu andan itibaren kapıdan dışarı çıkan bir kişi olursa, buradan sizleri havaya uçurmuş olmaktan hiç gocunmam. Hadi size iyi eğlenceler."

 

İşte şimdi ayvayı yemeden yemiştik...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(🎭)

 

Loading...
0%