Yeni Üyelik
3.
Bölüm

🎭 2 ULU BEYLER VE VELİAHTLAR

@mavimsu_

Hayatınız boyunca hep sevgiyle kalın, saygıyla kalın, aşkla kalın ve de kitabımı okumaya devam ederek kalın.

 

Keyifli okumalar dilerim.

 

 

(🎭)

 

 

Seni ve sizi ilk gördüğüm an,

 

bana ve bize ilk darbeyi vurduğunuz andı..

 

Şayet yıkım getirenler, yıkıp gideceklerdi...

 

H. G

 

 

(🎭)

 

Odamın penceresinden dışarıyı izliyordum. Hava yağmurluydu. Bazı yağmur damlaları yere düşmek yerine pencereme düşmeyi tercih ediyordu. Bu kararlarına saygı duyuyordum. İstedikleri yere düşmekte hakları vardı. Herkes özgürdür. Yağmur damlaları bile. Kollarımı birbirine dolamış, izlemeye devam ediyordum bu özgür yağmur damlalarını.

 

Düşünüyordum, hem de birçok konu hakkında. Çok şey düşünüyordum. Ben derin düşüncelere, yağmur damları ise camıma düşmelere doyamamıştı. Öylesine bir anda takılıp kalmıştık. Kapım, öylesine bir anın içerisinden beni çıkarıp almak istercesine sesli açılmıştı. Kafamı pencereden alıyor, kapıya doğru çeviriyordum. Gelen bu koca evdeki benden başka yaşayan tek insandı. Hatta o sadece bu evdeki tek insan değil, hayatımdaki tek insan, tek akrabam, tek dayanağımdı. Bu adam benim babamdı. Sağ elinde bastonu, kapının girişinde durmuş, bana bakıyor, beni izliyordu.

 

Benim babam sözlerin adamı değildir. Gözlerin adamıdır. Çok konuşmazdı. Gözlerine bakınca anlaşılırdı, orada ne kıyametler kopup kopup durduğu. Yine kopuyordu kıyametler gözlerinde. Bu sefer ki farklıydı ama. Kopan kıyamet benim kıyametimdi. Elinde tuttuğu bastona kaymıştı gözlerim. Yıllardır sağ elinde dururdu o siyah baston. Pek bir süsü yoktu. Dümdüz siyah bastondu. Sadeliklerin adamıdır aynı zamanda benim peder. Öyle süslü şeyleri sevmez. Ben severim yalnız. Süsü severim sevmesine, ama süslü olmayı hiç beceremem. Orası da ayrı hikayeydi.

 

Devam ediyordum babamın elindeki bastona bakmaya. Babam da bana olan bakışlarını sürdürmeye devam ediyordu. Tahminimce iki taraf da çok konuşuyordu ama kafasının içinde. Çünkü ağzımız kilit vurulmuşçasına hiç açılmamıştı. Biz de böyle baba-kızdık işte. Derken bastonu tutan elini hareket ettirmişti. Bu bir uyarıydı. "Alış artık. Hayatımın bir parçası, bu olmadan doğru düzgün yürüyemez bile senin baban," demenin en kısa hâliydi aynı zamanda. Demesi kolaydı be baba. Sen benim gözümde gördün mü hiç kendini? Kimseye muhtaç olamazsın sen. Bir tahta parçası olmadan yürüyememekte neymiş?

 

"Beni takip et!"

 

Onca uzun bakışmanın sonunda babamın dudaklarından dökülen kelimeler bunlardı işte. Yine bir emir cümlesi. Bana da itaat etmek düşerdi. Onu takip etmiştim. Onun aksine odamın kapısını açık bırakmak yerine sakince örtmüştüm. Kapıyı kapattırken sakindim de bu sakinliğimi tüm gün koruyabilecek miydim? İşte orası bilinmeyen kısmıydı işin.

 

Üst kata bulunan odamdan aşağı kata gitmek için inmem gereken birkaç merdiven vardı. Babam tam da o merdivenlerin başında durmuş, önce benim inmemi bekliyordu. İnerken zorlanıyordu. Bu durum gayet normaldi. Ancak bu durumunu kızının görmesini istemiyordu. İşte burası anormaldi. Teker teker inmiştim merdivenleri. Babam gecikecekti sanırım. O inene kadar bende mutfağa gitmeye karar vermiştim. Susamıştım.

 

İçimin yangınını söndürmeye yeter miydi, bilinmese de üst raftan oldukça büyük bir bardak çıkarmıştım. Sonraki hamlem de musluğa uzanmak olmuştu. Kaç bardak su içmiştim hiç saymadım. Çok bardak olması lazımdı. İçim yanıyor ya hani, belki iyi gelirdi diye. Mutfaktan çıktığımda sevgili babacığım ve onun pek sevgili bastonu son basamaktan inmiş bulunmaktaydı. Bir yere gidecektik. Babam için önem teşkil eden bir yere. Benim bilmediğim bir yere. Yine itaat ettim onun isteğine, dediğini aynen yerine getirerek dış kapıya doğru yol almıştım.

 

Dış kapıyı açıp dışarı çıktıktan sonra havanın soğuğu içimin yangınına inat tir tir titretmişti beni. Saçlarım attığım her adımda sırılsıklam olma görevini yerine getiriyordu. Hayatta en sevmediğim şeylerden biri saçlarımın yağmurda ıslanmasıydı. Yağmur suyunun değdiği her saç telim iç içe girer ve bana günün sonunda her teli düğüm olmuş eziyetti düzeltmek kalırdı.

 

Tam olarak nereye kadar yürümem gerektiğini kestiremiyordum. Çok uzağa gitmeyecektik diye tahmin ediyordum. Babam arkamdan gelmesine ve son derece sessiz olmasına rağmen bana yön veriyordu. Bu nasıl oluyordu? Bunu artık bende bilmiyordum. Böylelikle sessizlik içindeki anlaşma şeklimiz garaja gelinceye kadar da devam etmişti. Çok geçmeden garajın kapağı yukarı şekilde hareketle açılmaya başlamıştı. Bunu yapan hemen arkamda duran babamdan başkası olamazdı. Garaj anahtarını kullanmıştı, anlaşılan.

 

Kapı tamamen açıldığında genellikle, hatta daha doğrusu çoğunlukla, benim kullandığım babama ait siyah jeep karşılamıştı bizi. Babama baktığımda onun gözlerinden anladığım şuydu: Aracı benim kullanmamı istiyordu. Babamın isteklerini harfiyen uygulayan tarafım yine gün yüzüne çıkmıştı. Çok vakit kaybetmeden ben sürücü koltuğunda, babam da yanımdaki koltukta yerini almıştı. Aracı çalıştırmadan önce son bir kez babama bakmıştım. Kemerimi takmamı işaret etmişti kafasıyla. Son derece düşünceli bir baba, ha! Kemeri taktıktan sonra aracı hiç vakit kaybetmeden çalıştırmıştım. Daha aracı çalıştıralı çok olmamıştı ki babam gideceğimiz adresi, belki de onu götürmemi istediği adresi navigasyona girmişti.

 

Az gittik! Uz gittik! Dere tepe düz gittik...

 

Yolculuğun sonunda geldiğimiz yer, Boğaz'ın en güzel yerlerinden biriydi: İstanbul Birinci Ordu Komutanlığı Karargahı. Bilinen diğer adı Selimiye Kışlası olan o muazzam yer. Herkes giremezdi buraya. Babam herkes değildi, ama kızı herkes idi. Anlaşılan o ki düşündüğümün çok üstünde dönen olaylarla karşı karşıya gelecektim.

 

Büyük altın rengi, üzerinde 'Birinci Ordu Komutanlığı' yazan giriş kapısından içeri girmiştik. Aracı kapıdaki askerlerden biri teslim almıştı. Gideceğimiz merkez binanın neresi olduğunu kestirmek zor olsa da hemen hemen her yerde üniformalı askerler görmek oldukça mümkündü. Burası büyük dikdörtgen şeklinde bir alandı ve bu dikdörtgen alan koca bir bina olarak tasarlanmıştı. Tam ortasında ise kocaman bir avlu bulunuyordu, aynı zamanda bahçeyi andıran büyükçe avluydu.

 

Binanın bazı alanları halka açıktı. Bunlar Florence Nightingale ve Selimiye Askeri Okulu Müzesi'ydi. Biz, halka açık olmayan kısımda, özel izinle girilebilen orduya ait alandaydık. Babam arkamdan yürüyordu, bende arkamdaki adam sayesinde yönümü buluyordum. Hâlen daha o koca avlunun içinde ilerliyorduk. Yol git git bitmiyordu. Manzara öylesine güzeldi ki, muhteşem olan yapıyı her açıdan izlemek beni büyülemişti.

 

Sonunda binanın büyük cam kapısından içeri girmiştik. Kapıdaki nöbetçi askerler babamı tanıyor olacak ki baş selamı vermişlerdi. Babamın verdiği komutla sol tarafa doğru ilerlemiştim. İçeri mimarisi dışarıdaki gibi muhteşemdi.

 

Genellikle ferah renklerden oluşan yerde bizi, uzun ve geniş koridorlar karşılıyordu, her koridorun sonunda ise sağa ve sola uzanan dönemeçli merdivenler vardı. Aynı zamanda koridor boyunca büyük, koyu tonlarda kapalı kapılarla karşılaşmak mümkündü. Her kapının önünde ikişer tane nöbetçi asker bulunuyordu. Yürüdüğümüz sol koridorun sonunda bizi asansör karşılamıştı. Babam bu sefer önce asansöre binen taraf oldu. Asansöre bindiğimizde üçüncü kat düğmesine bastı. Hâlen daha tek kelime etmemiz alışılagelmiş bir durumdu. Asansörden indikten sonra ilk çıkan ben olmuştum. Sağ koridordan ilerlememiz gerekiyordu, en azından babamın verdiği komut buydu.

 

Yürüdüm, yürüdüm ve yürümeye devam ettim. Tekrar bir asansörün önüne geldiğimizde durduk. Bu tuhaftı. İçinde bulunduğumuz kışla zaten üç katlıydı.

 

Asansörle gidebileceğimiz dört yer vardı: kuleler. Yedişer katlı olan dört kuleden ikisi halka açıktı: Florence Nightingale Müzesi ve Selimiye Askeri Müzesi. Bunlar kışlanın güneydoğusunda yer alıyordu, yani bizim tam tersi istikametimizde. Hatırladığım bilgiye dayanarak, ilk asansörden sonra yürüdüğümüz yolun bizi kulelerden birinin içine getirdiğini çözdüm. Vakit kaybetmeden babamla beraber asansöre bindim.

 

Ben düşüncelere dalmış olsam da, babamın kaçıncı kata basacağını merakla bekliyordum. Babam ise beni şaşırtan türden hareketler yapmıştı. Bir değil, birden fazla kez tuşlara bastı. Bastığı tuşlar sırasıyla 1-9-0-5 rakamlarıydı. Babamın tuşlara basmasının ardından asansörün üstünde bulunan yuvarlak top, kırmızı ışık yaymaya başladı. Ardından içeride bir robotik kadın sesi yankılandı.

 

"Son üye kuleye giriş yapmıştır" Sözleri ne anlama geliyordu? İşin rengi giderek değişiyordu. Hatta an itibariyle işin rengi kırmızıydı. Kan kırmızısı.

 

Asansörün kapısı her iki yandan da açıldığında bizi, dar bir koridor karşılamıştı. Koridor neredeyse karanlık olarak adlandırılabilecek türden az ışığa sahipti. Koridor boyunca uzanan her iki duvarın üst kısımlarında, eşit aralıklarla ve eşit yüksekliklerde tıpkı asansördeki gibi yuvarlak toplar bulunuyordu. Dar koridor, bu topların yaydığı kırmızı ışıklar ile aydınlanıyordu. Karanlık bir yeri kırmızı ışık ile ne kadar aydınlık yapabilirlerse, o kadar aydınlıktı içinde bulunduğumuz koridor.

 

Koridorun sonuna geldiğimizde karşımızda yine bir kapı ve kapının başında nöbet tutan iki adam vardı. Burası gerçekten de yoğun şekilde korunuyordu. Güvenlik üst düzeydeydi. Önümüzde duran adamlar sanırım asker değildi. Üzerlerindeki kıyafetler siyah takım elbiseydi.

 

Her ikisinin de ellerinde siyah deri eldivenler vardı. Adamların kapalı alanda taktıkları siyah gözlükler, içinde bulunduğumuz tuhaf atmosferi ispatlar nitelikteydi. Adamlar, kapıdaki askerler gibi babama baş selamı verdi. Babam da onların selamını karşılıksız bırakmadı. Artık beklenen an geliyordu. Adamlardan biri, nöbet tuttuğu kapıyı hemen yanında bulunan duvara sabitli kırmızı düğmeye basarak açtı.

 

Beni beklemeden giden babamın arkasından baka kalmıştım. Henüz içeriye tam olarak bakmamıştım. Açıkçası, içeri girdikten sonra neyle karşılaşacağımı kestirebilir miydim? Orası da hayli muammaydı. Derin bir nefes alıp verdim. Sol bileğimdeki siyah kol saatime baktığımda henüz saatin 10:26 olduğunu gördüm. Evden çıktığımızda ise saat daha dokuzdu.

 

Küçük adımlarla babamın arkasından içeri girdim. Adımlarım küçük, adımlarım yavaştı. Henüz kafam yerdeydi. Babamın odası gibi bir durumla karşılaşmamayı umut ediyordum. Beklentim yüksekti. Hoş, sevgili babamın odası daha sonra çıtayı yükseltmiş olsa da sorun teşkil etmekteydi. Son dakika sürprizlerine oldum olalı karşı çıkmışımdır. İçeri girdiğimde yavaş yavaş etrafa bakındım.

 

Totalde, babamla beraber on iki kişi vardı. Ortam kalabalıktı. İçerideki kişiler arasında askeri üniforma ile oturanlar olduğu gibi sivil kıyafetlerle oturanlar da vardı. Ben içeri girdiğimde sayımız on üçe çıktı. On üç, çoğu kişi için uğursuz sayılırdı. On üçün denk geldiği kişinin ben olması da başka bir uğursuzluk olsa gerekti.

 

Masada bulunan on iki kişinin dokuzu, ya babamla aynı yaştaydı ya da ondan daha yaşlıydı. Geriye kalan üç kişi ise benden büyük olsa da çok yaşlı olmamalıydı. Masada 11 erkek ve 1 kadın vardı. Kadın, az önce bahsettiğim genç grubun içinde yer alıyordu. Koca masada boş bir sandalye yoktu, hâlâ ayaktaydım. Yol git git bitmemişti. Yorulmuştum doğal olarak. Bari bir yer ayırsalardı da otursaydım.

 

Etrafıma göz gezdirdim. Duvarlara asılı her boydan ekran vardı. En büyüğü, tam karşımdaki ekrandı. Yuvarlak masa şövalyelerine baktım, onlar da bana bakıyordu tabii. Bir kişi hariç, o kişi de benim babamdı. Önündeki dosyalarla meşguldü. Tüm bu bakışmaların ardından birisi konuştu ve "havada bugün çok bozdu. Akşama kadar devam edecek diyolar yağmur." dedi.

 

Biraz geç fark ettim, bu atmosferle hiç alakası olmayan cümlenin benim dudaklarımdan döküldüğünü. Yuvarlak masa şövalyeleri anlamamış olmalı ki bana "ne dedi bu şimdi?" der gibi bakıyorlardı. Babam kafasını kaldırdı ve göz göze geldik. Kafasını iki yana salladı, sanki o da "kime çekti bu kız?" Dermişçesine bakıyordu gözlerime.

 

Kimsenin konuşası yoktu. Herkes gözlerini üzerime dikmişti. Acaba benim konuşmamı bekliyor olabilirler miydi? Yok canım, hiçbir şey bilmeyen biri, onlara ne anlatabilirdi ki? Peki hiçbir şey bilmeyen birinin bilmediği şeyi ona anlatacak olan kimdi? Belliydi, geleceğimi biliyorlardı. Hepsi bana, beni tanıyorlarmış gibi bakıyordu. Ortama yabancı kalan bir bendim.

 

Tahminim, hakkımda çok fazla şey bildikleri yönündeydi. Onlara beni anlatan ise babamdan başkası olamazdı. Ben artık birilerinin konuşmaya başlamasını umut ederken, babam bunu hissetmiş gibi konuşmaya başladı.

 

"Kansu, dosyalardaki bilgileri ekrana aktar."

 

Babamın sözleri üzerine, adının Kansu olduğunu öğrendiğim yuvarlak masa şövalyelerinin genç kesim üyesi, hemen ayağa kalktı. Oldukça uzunmuş, koyu tonlarda saçları ve simsiyah gözleri vardı. 20'lerinin sonlarındaydı. Yakışıklı ve dikkat çeken bir tipi vardı, ancak soğuktu. Tehlikeli bir soğukluk vardı onda. Sevdim.

 

Kansu'nun birkaç ayarlama yaptığında arkasındaki büyük ekranda "Ulular ve Veliahtlar" yazısı belirdi. Yuvarlak masanın genç üyesi Kansu, ilk kez o an bana hitaben konuştu.

 

"Hera, sana her şeyi en başından anlatacağız. Lütfen sadece sus ve dinle."

 

Tanrı aşkına, bu çocuk benim çok konuştuğumu biliyor mu? Bütün CV'imi bildikleri için adımı bilmesine şaşırmamıştım, ama karakteristik özelliğimi biliyor olması bana oldukça tuhaf gelmişti. Yoksa bu sadece öylesine bir uyarı mıydı? Nedense bunun öylesine olmadığını düşünüyordum. Sanki biri ona ötmüş gibiydi. Attila Türkeş gibi biri olmalıydı. Bir de bana ağzında bakla ıslanmaz derlerdi. Kızıyla hiç konuşmaz, fakat kızıyla ilgili çok iyi dedikodu yapar konuşunca. Babama çektiğim nasıl da belli.

 

Düşüncelerimden sıyrılıp, ekranda beliren altı tane orta yaşlı adamın yüzüne odaklandım.

Karşımda uzaktan çekilmiş birkaç yaşlı adamın fotoğrafı vardı. Yaşlı ve karizmatik görünüyorlardı. Büyük ihtimalle fotoğraflarının çekildiğinden haberleri yoktu. Altı adamın fotoğrafları ekranda çok fazla kalmamıştı. Çok geçmeden dev ekranda şu yazı belirmeye başladı: "Ulu Aileler Numara Altı: Aksel'ler."

 

Ayaktaki Kansu ile göz göze geldiğimde hızla konuya girmişti.

 

"Dünya çapında şirketleri var. Aksel holding zincirleri tekstil, ilaç, gıda ve aklına gelebilecek her türlü alanda üretim ve satış yapabilmekte." Kansu konuşurken ekranda bahsettiği şirketlerin görüntüleri eş zamanlı olarak gösteriliyordu. Ekran bir kez daha karardı. Yeniden aydınlandığında ise bu kez ekranda

 

"Ulu Aileler Numara Beş: Özkurt'lar" yazıyordu.

 

"Özkurt'lar, tıpkı Aksel'ler gibi dünya devi bir ailedir. Ancak Aksel'lerden farklı olarak, bütün şirket ve fabrikaları teknoloji üzerine faaliyet gösterir." Ekranda yine şirket ve fabrika görüntüleri vardı. Ekran bir kez daha karardı, yeniden aydınlandığında ise şu yazı belirdi:

 

"Ulu Aileler Numara Dört: Eraslan'lar."

 

Kansu, bana tanımadığım etmediğim aileleri anlatmaya meraklı olmalıydı lakin ben aynı meraka sahip değildim. "Eraslan'lar genellikle faaliyetlerini yatırım üzerine yaparlar. Finans sektörü en büyük başarıyı gösterdikleri alandır. Onları banka gibi düşünmek lazım. Oldukça paralı banka. Eğer çok zenginsen ve bu kadar parayı nereye koyacağını bilmiyorsan, o zaman Eraslan'lar Holdingler grubu seni bankalarında çok güzel ağırlayacaklardır." Eğer bir gün çok zengin olacak olursam, söylediklerini düşünerek hareket edecektim. Söz...

 

O her sustuğunda ekranda farklı yazılar beliriyordu."Ulu Aileler Numara Üç: Orhon'lar":

 

"Orhon şirketler grubu dünya turizminde markadır. Dudak uçuklatacak sayıda dünya'nın birçok yerinde oteller zincirine sahiplerdir. Olur da bu otellerden birinde tatil yapmak istersen, küçük bir serveti gözden çıkarman gerekir." Son dediğini komik bulduğum için güldüm. Arkasında dönüp duran resimlerdeki otellerin nasıl göründüğünden haberi yoktu sanırım.

 

"Cidden mi? Şu ekrandaki oteller için küçük bir serveti bırak sol böbreğimi gözden çıkarmam daha doğru olurdu." Kurduğum cümle herkesin ufak çaplı gülümsemesine neden oldu, babam hariç. O zaten hep hariç.

 

Ekranda "Ulu Aileler Numara İki: Korkmaz'lar" yazdığında, Kansu konuşmaya devam etmeden önce boğazını temizledi. Çok konuştuğu için yorulmuş olmalıydı. Ben de çok fazla ayakta durduğum için yorulmuştum. Kendisini anlayabiliyordum.

 

"Korkmaz'ların faaliyet gösterdiği yoğunluktaki alan, sanayi ve ulaşımdır. Uçak fabrikaları, oto-galeri fabrikaları, motor sanayisi üretimi; üretim ve satış gösterdikleri alanlardan bazılarıdır." Kansu'nun susması ile eş zamanlı olarak değişen yazıyı içimden bağırırcasına okumuştum.

 

"ULULAR İKTİDARI AİLE NUMARA BİR: Soykamer'ler."

 

"Soykamer'ler, şu ana kadar saymış olduğum bütün bu finans, ulaşım, sanayi, turizm, teknoloji, ilaç, gıda, tekstil gibi alanları aynı anda bünyesinde bulundururlar. Bu da onları fazlasıyla güçlü bir aile yapar ve dünya statüsünde adları bir hayli nam yapmış köklü şirketler ve fabrikaların sahipleri kılar. Köklü ve kapsamlı olan aile, aslında birçok ülkenin bel kemiğidir, çünkü satış ve üretim yaptığı, hatta bizzat şirketini ve fabrikasını o topraklar üzerine kurduğu ülkelerde bir anda üretimlerini ve bütün faaliyetlerini durdurmaları demek, o ülkenin ekonomisinde büyük sansasyonlara neden olabilirler demektir." Artık sıkılmaya başladığım için daha en başından sadece susup onu dinlememi istemiş olsa da bunu yapmayacaktım.

 

"Her şey iyi hoş güzel de işinde gücünde adam bunlar ne diye dedikolarını yapıyoruz?" Masadakiler bana karşı çok sessizdiler, benim de onları takıyor olduğum pek söylenemezdi. Adını bilmediğim şu sarışın kız bile bildiğin muşmula surattı. İnsan bari hemcinsim der tepki verir ama nerde. Bunlar bildiğin surat asmaya gelmişti buraya. Ancak sevgili beni bilgilendirmekle görevli Kansu Beyler, söylediklerime diğerlerinin aksine gülüp açıklama yapmaya koyulmuştu bile. Centilmen adamın hâli de başka oluyordu doğrusu.

 

"Bu ailelerin dedikodusunu yapıyoruz çünkü, Hera, bu adamların asıl işi silahlar."

Kaşlarım benden bağımsız çatıldığında, o durmaksızın konuşmaya devam etmişti.

 

"Hatta daha fazlası, savaş uçakları, savaş araçları, füzeler, kara mayınlar, el bombaları, uzak namlulu küçük büyük her türlü silah, gemi donanması, kimyasal silahlar ve daha niceleri üretim alanları arasında bulunmakta. Onlar dünya pazarında büyük tezgaha sahip. Buradan kazandıkları paranın miktarını şöyle özetliyim sana; az önce sana saydığım şirketlerin üzerinden elde ettikleri gelirin en az yüz katı biçiminde."

 

Ağzımın 'o' şeklini aldığı doğrudur. Kendimi toparlamak için biraz beklemiştim. Şahsiyetime yeterli süre tanıdığımda derin nefes alıp tek seferde konuşmuştum.

 

"Bütün anlatıklarından çıkaracağım sonuç adamların silah mafyası olduğudur. Fakat tam olarak bu konun sizinle hatta düzeltiyorum benimle ilgisi ne? Hani adamlar mafya, bende normal yurdum insanıyım ya ondan sormuş bulunuyorum." Sert çıkışmıştım. Hislerim arkamızdan bir şeyler çevrildiğini söylüyordu. Sert çıkışmayıp ne yapacaktım?

 

"Sabret, her şeyi anlatacaklar sana," demişti babam tüm gün boyunca ilk kez benimle konuşarak. Sabrederdim ben de o zaman ya da hiç olmazsa sabrediyormuş gibi yapardım, babacığım. Yeter ki sen iste.

 

Kansu, önündeki bilgisayardan birkaç tuşa daha bastıktan sonra dev ekranda bir kez daha okumam için bir yazı belirmişti: "VELİAHTLAR." Onunla göz göze geldiğimde az önceki sert çıkışımı hiç umursamadığını görmüştüm. Narsist!

 

"Veliahtlar, tahtın varisleridir. Uluların ölmesi ya da artık sektörde faaliyet gösteremeyecek duruma gelmesi, onların tahtın yeni sahipleri olacağı anlamına gelir. Ayrıca varisler, Uluların bütün ayak işlerini yaparlar. İşi birinci elden öğrenmeleri temel şarttır. Çünkü Uluların yaptığı tek şey, 'bu ülkeye bunu satalım, şu ülkeye şunu satalım' toplantılarıdır. Kısacası her varis, kendi ulusunun eli ayağıdır. Ayrıca dip not olarak geçmekte fayda var diye düşünüyorum, şimdiye kadar hiçbir Ulu yaşlılıktan öldüğü için tahta varisi geçmedi, Hera."

 

Buradan anladığım şey, Ulu olmalarının öldürülmedikleri anlamına gelmediğiydi. Kanuni kadar zenginsen eğer, düşmanın da bol keseden gelirdi. Son derece basit mantıktı. Çok geçmemişti ki ekranda bir erkek belirmişti. Ululara göre Veliahtlar sanırım genç oluyordu. Doğal olarak. Kumral bir çocuktu, keskin yüz hatları ve kirli sakalları vardı. Fit vücudu olması ona ayrı hava katmıştı.

 

"Gördüğün bu kişi altıncı Ulu beyi Dündar Aksel'in oğlu, daha doğrusu veliahtı, Mert Aksel'dir. 26/05/1996 doğumlu. Kimya mühendisidir. Kimyasal silah üretimi yapar. Kan zehirleyici gazlar, yakıcı gazlar, kimyasal bombalar ve daha niceleri bu veliahtın yönetimi altında. Ayrıca, tarafımızca biyolojik soykırımlara neden olabilecek güçteki silahlara sahip olduğu haberini alalı çok olmadı." O değilde ayakta durmaktan sırtım ağırmaya başlamıştı benim. Bomba falan umrum dışıydı.

 

Ekran her seferinde olduğu gibi yine değiştiğinde gözlerime başka birini hatta birilerini sunmuştu. İki sarışın çocuktu bunlar. Birbirlerine çok benziyorlardı. Fotoğraftan ikisini birbirinden ayırmak bir hayli zordu. Kansu tekrar konuşmaya başlamıştı.

 

"Ulu Bey Kenan Özkurt'un veliaht ikizleri Doğu Özkurt ve Batı Özkurt. 13/03/1998 doğumlular. Henüz babalarından sonra Ululuk mertebesine hangisinin oturacağı kesin değil. Onları sana şöyle özetliyeyim: Onlar çok zeki. Hatta biz onlara dahi ikizler deriz." Onları anlatırken gülümsüyordu. Bu gözümden kaçmamıştı.

 

"Siz kimsiniz?" diye sormuştum ben de. Sorduğum soruya cevap vermek yerine tekrar konuya dönmüştü. Bu hareketi gözümden düşmesi için yeterliydi. Centilmen dediğimiz 24 saat yaşamıyordu çok şükür.

 

"Sana Özkurt'ların teknoloji şirketleri olduğunu söylemiştim değil mi Hera?" Kafamı evet anlamında aşağı yukarı salladım.

 

"Teknoloji şirketleri müşterilerinin genel talep ve ihtiyaçlarına bağlı olarak geliştirdikleri stratejiler doğrultusunda bir takım teknolojik ürünler üretirler. Özkurt şirketler grubu teknoloji şirketidir diyince aklına çay kahve makinesi tasarlayan şirketler gelmesin. Onlar daha çok mikroelektronik bilgisayar, iletişim araçları, makine-robot tasarımları ve yaratılımları, uzay araçları gibi yüksek teknolojik aletler üretirler. Yine bu iki Veliaht aynı zamanda teknolojik silah üretiminde de fazlasıyla yeteneklidirler. Bunlara örnek verecek olursak, makineli silah, uçak savar, füze ve kendi projeleri olan uzun namlulu, lazer tespitli, tasarım harikası, dünyanın en çok satanlarından olan silahlar listesinin %80'i ve daha birçok teknolojik silah iki kardeşin yönetimine ait diyebiliriz. Ayrıca ikizler hangi ülkeye ne tür silahların satılıp satılmadığı ile ilgili stratejileri yürüten kişilerdirler de." İkizlerin üçüzü olasılım vardı şu an. İkisine karşı ilk bakışta sempati duymuştum.

 

Ekranda bir kez daha yakışıklı bir bey çıkmıştı. Bunlarında hepsi yakışıklıydı, hangisini beğeneceğimi şaşırıp duruyordum sürekli.

 

"Ulu Bey Engin Eraslan'ın Veliahtı Erdem Eraslan. 15/08/1993 doğumlu. Eraslan'lar olayın finans kısmıdır. Elde edilen bütün paralar onların bankalarında saklanır. Ama aynı zamanda silah bankaları da vardır. İşte üretilen yeni silahlar Eraslan silah bankalarında müşteriler tarafından yatırım ortaklığı yapılarak tutulur.Sana olayı daha iyi anlayacağın şekilde anlatmak istiyorum Hera." Kesinlikle isabet olurdu. Şayet daha fazla hiçbir şey anlamadığım hâlde anlamış gibi yapmaya devam edemezdim. Onay vermek için kafamı aşağı yukarı salladığımda, konuya hızla giriş yapmıştı.

 

"Veliahtlar tarafından üretilen her çeşit silah, Uluların belirlediği ülkelere belirli oranda gönderilir. Ardından bu ülkeler, bu silahları kendi ülkelerinde bulunan Eraslan'lar silah bankasında parasını saklar gibi saklar. Kısacası üretilen silahlar üstüne dünya kadar alınan paralara rağmen onlardan çıkmaz. Şimdi ne kadar güçlü olduklarını eminim ki daha iyi anlamışsındır." Tabii canım, o kadar iyi anladım ki seni, bu uğurda yanan beyin devrelerimi gözden çıkarmakta hiç zorlanmadım hatta.

 

Ekranla tekrar kesişen gözlerim esmer bir çocuk karşılamıştı. Ayrıca fotoğraftan anladığım kadarıyla fazlasıyla dövmeye de sahip olduğunu idrak etmişti.

 

"Görmüş olduğun bu kişi, Aytekin Ulu Bey'in Veliahtı Hazar Orhon. 19/10/1996 doğumlu . Sana Orhon'ların turizm devi olduğunu anlatmıştım. Peki, yer altında bu büyük oteller ne için kullanılıyor? dersen, kısaca onu da şöyle anlatırım." Yok demem sen rahat ol, demeye kalmadan adam devam etmişti. Arkasından motor vardı mübarek susmayı bilememişti.

 

"Müşterileri bağlayan, ortaklıkları yürüten, toplantıları düzenleyen kişi bu Veliaht. Öyle ortaklık deyince aklına normal insanlar gelmesin. Genelde ortaklık kurdukları ülkelerin Cumhurbaşkanlarını ağırlar otellerinde. Senin anlayacağın ekip içinde yurt dışına en çok gidip gelen kişi aynı zamanda kendisi oluyor."

Millet hayatını yaşıyordu. Ne işler başarıyordu biz de ancak dedikodusunu döndürelimdi zaten.

 

Ekran bir kez daha karardı ve aydınlandı. Bu cümleyi kurmaktan iç sesime gına gelmişti. Yine karşımda iki yüz belirmişti. Biri kız biri erkekti. Kız olanın sarı saçları, burdan bakılınca bile fark edilen mavi gözleri vardı. Güzel kızdı. Erkek olana kaydı gözlerim hemen ardından. Yüz yapısı olarak birbirlerini andırıyorlardı. Onun da kız olan gibi mavi gözleri vardı. Ne var? Benim de gözlerim ela, hiç kıskanmadım.

 

"İzzet Korkmaz'ın çocukları Lara Korkmaz ve Evren Korkmaz. Kız kardeş 18/03/1997 doğumlu. Ağabeyi 09/09/1992 doğumlu. Ekibin en yaşlısına Evren diyebiliriz." Adam benden daha genç duruyordu. Ah, nasıl unuturum onunla sen bir misin? Adam zengin Hera, tabii ki o daha genç duracak.

 

"Korkmazlar sanayi ile uğraşırlar demiştik. Yolcu uçakları, oto-sanayi araçları, gemiler ve daha birçok buna benzer taşıtları üreten fabrikaları var. Ancak aynı zamanda savaş uçakları, insansız hava araçları, yüksek donanmalı deniz altı ve gemi tasarlayıp üreten fabrikaları da var. Kısacası Korkmaz'ların sağladığı gelir dudak uçuklatacak cinsten." Zengin değildi bunlar. Hatta bunların yanında zengin bile fakir kalırdı.

 

"Korkmaz'ların Veliahtı Evren'dir. Ancak kız kardeşi Lara da bu işlerle en az bir Veliaht kadar içli dışlıdır. Oldukça tuhaf değil mi?"

Soru bana soruldu diye cevabı ben vermek zorunda mıydım? İşin gücün yoksa laf sok Hera.

 

"Tuhaf olan şey kadın olması mı?" Geliyor gelmekte olan benim feminist damarı. Kansu kaşlarını çatmıştı. Kızmış mıydı? Ayakta olan benken kızmak onun haddine değildi.

 

"Hayır, tabii ki. Saydığım isimler için güç kadar aileleri de önemli. Genelde ailenin diğer fertleri işlerle uğraşmaz. Onları bu tehlike çemberinden uzak tutarlar."

Onu sorgulayan bakışlarım alaylı bir hâl almıştı.

 

"İkizler de iki kişi."

Benim dilimde 'ateistler bunu da açıklasın' demekti.

 

"Evet öyle ama onların durumu farklı. Onlar da veliahtın kim olduğu kesin değil. Korkmaz'lar da ise veliaht Evren."

Koskoca salon gibi odada 13 kişiydik ama tüm dedikoduyu iki kişi döndürüyorduk. Diğerlerinin burada ne işi varsa boş boş oturuyorlardı, hepsi çıt çıkarmadan. Oturmak demişken ben hâlâ ayaktaydım.

 

"Kafanda soru işareti kalmadıysa devam etmek istiyorum." Omuz silkmiştim. Söylediklerinin hiçbirini hatırlamıyordum.

 

"Tabii, buyrun, oldukça heyecanlı gidiyor zaten şimdiye kadar." Sözlerim Kansu'yu gülümsetmişti.

 

"Son ve en büyük aileye geldik. Soykamer'lere."

 

O anda ekranda bir yüz belirmişti. Daha önce gördüğüm bir yüzdü. Bu oydu. Babamın benden intikam almamı istediği çocuk. Hepsi yakışıklı olsa da, kendisi başka bir düzeyde yakışıklıydı. Eh, benimkini bulmuştuk anlaşılan.

 

"Veliaht Arem Barkın Soykamer. Ailesi Uluların başındaki ailedir. Dolayısıyla hem Veliaht hem de lider konumundadır. Zamanı geldiğinde bütün aileleri yönetecek olan da odur. Kendisi hakkında ne kadar araştırsak da dişli bilgilere ulaşamıyoruz. Ancak şöyle bir durum söz konusu ki, bu seni fazlasıyla ilgilendiriyor." Beni ilgilendiriyor. Hem de fazlasıyla. Peki, bundan şeyin haberi var mı? Benim.

 

"Arem'in Büyük dedesi Vural Soykamer, iktidardayken kimin tarafından yapıldığı bilinmeyen silahlı saldırıda ağır yaralanmıştı. Tarih bundan yirmi sene öncesine ait. Yıl 2002'ydi. Vural'ın ağır yaralanması sonucunda aynı tarihlerde Ankara'da ki hava üssünde bombalı saldırılar gerçekleşti. O tarihlerde 542 askerimiz ve polisimizi bombalı saldırılar sonucunda şehit verdik." Acıyla karışık nefes alıp vermiştim. Hikayenin beni ilgilendiren kısmını az buçuk tahmin edebiliyordum. Bahsettiği bombalı saldırıyı daha çocuk yaşımdayken öğrenmiştim.

 

"Dönemin uluları; Ulu Bey Sühan Aksel, Ulu Bey Aziz Korkmaz, Ulu Bey Yücel Eraslan, Ulu Bey Galip Orhon, Ulu Bey Özkan Özkurt, yine bombalı saldırı sonucunda hayatlarını kaybettiler. Baş Ulu Vural Soykamer'e bambaşka bir suikast düzenlendi. O geçirmiş olduğu silahlı saldırıcı sonucunda hayatta kalmayı başaran tek Ulu'ydu. Her Ulu'nun kendi veliahtı vardır ve bir ulu ölürse yerine Veliahtı geçer demiştik. " Kansu bana daha çok söylediklerimi hatırlıyor musun? Tarzında imâ da bulunmuştu. Sesinin tonundan bunu gayet iyi anlamıştım. Ona kafa sallayarak cevap verdiğimde kaldığı yerden konuşmasına devam etmişti.

 

"Ulu'lar ölünce veliahtları Ulu konumuna geçti. Sühan Aksel'in yerini Dündar Aksel aldı. Aziz Korkmaz'ın yerini İzzet Korkmaz aldı. Yücel Eraslan yerini Engin Eraslan'a bıraktı. Özkan Özkurt'un tahtına oğlu Kenan Özkurt oturdu. Galip Orhon'dan sonra Ulu koltuğuna oturan kişi Aytekin Orhon oldu."

Kansu'nun sözlerinden çıkardığım sonuç bu yapılandırmanın tamamen saltanat üzerine kurulu olduğuydu.

 

"Eski Ulu'lar öldü. Veliaht olanlar Ulu koltuğuna oturdu ancak bir şey eksik kaldı."

Kansu 'nun sözünü hızla keserek konuşmuştum.

 

"Veliahtlar."

Kansu kafasını aşağı yukarı sallayarak beni onaylamıştı.

 

"Aynen öyle. Artık düzen tamamen değişmişti. 60'lı yaşlarındaki ulular ölmüş yerlerine 30'lu yaşlarındaki yeni ulular gelmişti. 30'lu yaşlarındaki uluların ise oğulları yeni veliahtlar olacaktı. Yani yeni veliahtlar aslında henüz daha çocukken o koltuğa oturtuldu. Hazar, Evren, Erdem, Doğu-Batı, Mert, Arem; az önce ekranda gördüğün tüm veliahtlar hayatlarında ilk kez Veliaht olduklarında 7 ile 10 yaşları arasındaydılar."

 

Kansu'nun sert sesi içimi ürpertmişti.

Öyle bir konuşuyordu ki sanki Veliaht olmak çok kötü bir şeydi.

 

"Vural Soykamer silahlı saldırıdan kurtulduğunda tekrar Baş Ulu koltuğuna oturdu. Vural'ın iki oğlu vardı. Diğer veliahtlar babaları öldüğü için Ulu olmuştu fakat Vural ölmediği için onun oğlu olan veliahtı, hâlâ Veliaht olarak kalmaya devam edecekti.

Tabii eğer senaryo başka şekilde yazılmış olsaydı. " Kaşlarım yine ve yeniden hayretle çatılmıştı. Ben nasıl bir şeyin içine düşmüştüm böyle? Anlattığı hikaye giderek korkunç olmaya başlamıştı.

 

"Arem Barkın Soykamer, Vural Soykamer'in 8 yaşından beri veliahtıdır. Vural'ın torunundan önceki veliahtı ise oğlu Arzem Soykamer'dir.

Vural'a süikast düzenleyen, Ulu'ları yok eden ve de 542 askeri şehit eden kişi, Arem Barkın Soykamer'in amcası ve de aynı zamanda eski veliaht olarak bilinen Arzem Soykamer'dir." Kansu, gözlerimin içine anlayamadığım şekilde bakıyordu. Son bir şey daha söyleyecekti ve o son söylediği şey beni tam kalbimden vuracaktı. Bakışlarındaki anlam bundan ibaretti.

 

"O, 542 şehit askerden biri de senin annen GÜL TÜRKEŞ'ti."

 

Yerimde sendelemiştim o an. Biliyordum. Konun benimle bağlantısının annem olduğunu gayet iyi biliyordum.

 

Ne vardı ki ne kokusunu ne de yüzünü hatırlamadığım kadının sadece ismini duymak bile beni yerimde sarsmaya yetmişti. Derin derin nefes almıştım. Hissediyordum. Babamın gözleri üzerimdeydi. Eğer düşmek istemiyorsam o gözlere bakmamalıydım. Düşmekten korktuğum için değil, babama karşı zayıf düşmek istemediğim içindi. Kendimi toparladığıma emin olduğum yeterli süreden sonra Kansu'ya döndüm. O da kendimi toparlamam için bana süre tanımış olacak ki sessizce benden gelecek tepkiyi bekliyordu.

 

Henüz konuşasım yoktu, ancak konuşursa onu dinlerdim. Bunun bilincinde olarak kafamı aşağı yukarı salladım. Hareketim devam etmesi için yeterli olmuştu.

 

"Şimdiki veliahtımız Arem'in amcası Arzem Soykamer bu olaylardan sonra çok geçmeden bir gece ölü olarak bulundu."

 

Edinmiş olduğum yeni bilgi içimi rahatlatmaya yeter miydi? Bilmiyordum. Yine de biraz da olsa huzur doldurmuştu içime. Keşke öldüren kişiyi bulabilseydim. Annemin katili olan ve onca askeri şehit eden o şerefsiz Arzem pisliğini öldürdüğü için ona teşekkür edebilseydim.

 

"Ağır yaralı olan Vural Soykamer, yani Arem'in dedesi, uyandığında büyük oğlunun yaptığından şüphelenilen birçok olay yetmezmiş gibi, bir de kimin yaptığı bilinmeyen şekilde oğlunun öldürüldüğünü öğrenmişti. Kendini toparlaması çok uzun sürmemişti. Tekrar masanın başına geçmişti. Bu kez kendisinden sonra yerine gelecek kişi yaşayan tek evladı olan yani Arem'in babası Azer Soykamer'di. Yalnız kimsenin beklemediği bir şey yaptı Azer Soykamer." Kansu, hikayenin bu kısmını anlatırken olayı yaşıyormuş gibiydi. Dişlerini sıkmış elini yumruk yapmıştı.

 

"Azer, veliaht olmak istemediğini, bu işlere girmeyeceğini, sonun ağabeyi gibi olmasından korktuğunu söyledi. Ailesini de alıp yurt dışına gitti. Bir daha dönmemek üzere. Tek bir kişi eksik gitti. Üç çocuğundan ortanca, henüz o tarihlerde sekiz yaşında çocuk olan oğlu Arem'i, 'Kendilerini rahat bıraksın, diye babasının eline al, senin veliahtın artık bu çocuk' diye bırakıp çekip gitti."

 

Duyduklarım ile olduğum yerde kaskatı kesilmiştim. Ulan, ne vicdansız babalar vardı. Söz veriyorum baba, gün içinde benimle sadece üç beş kelime konuşuyorsun diye bir daha sana ilgisiz baba demeyeceğim. Ha bir de çok sert bakışların var diye senin taklidini arkandan artık asla yapmayacağım.

 

Sohbet giderek koyulaştığında Kansu, konuşmaya ara vermeden devam etmişti. Tabii, ben de onu ara vermeden ve ayakta dikilerek dinlemeye devam etmiştim.

 

"Arem sekiz yaşından on sekiz yaşına kadar ne annesini ne babasını ne de kardeşlerini hiç görmeden büyük babası tarafından ağır şekilde veliaht olmak için eğitilerek yaşadı. On sekiz yaşına geldiğinde kalbinin iki santim yanından silahlı saldırı sonucunda ağır yaralanarak vuruldu. Tahmin edersin ki velihatların çok düşmanı var, Hera. Genelde bütün işleri onlar yaptığı için ve uluların masadaki soylarının devamını onlar sağladığı için düşmanlar hep onları hedef alır." Çok şükür o kadarını düşünebilecek akla sahiptim.

 

"Arem'in durumu çok kritikti. İtalya'da sakin bir hayat sürüp oğullarını ise kanlı hayata bırakıp giden ailesi durumun haberini alınca, gelmeyeceğiz dedikleri topraklara geri dönmüşlerdi. İşte bundan sonra tam olarak ne oldu, kimse tarafından bilinmiyor. Arem o gün ölmedi. Hatta şu an yirmi yedi yaşında. Uyandığında ailesini yanı başında buldu. Hani şu onu on yıldır arayıp sormayan ailesini."

 

Sanırım bunun için üzülmem gerek, diyordum şu anda kendi kendime. Sonra diyordum ki, onun amcası senin anneni öldürdü, ne diye üzülüyorsun onun için? Çok geçmeden bir ses daha yankılanıyordu içimde. Hayır, aptal, o zamanlarda o daha bir çocuktu... Ah, Tanrım, sanırım şizofrendim. Gözlerim dalıp gittiği yerden kalkıp Kansu'nun gözlerinde durduğunda, merak ettiğim soruyu sormuştum.

 

"Bütün hikayeyi anlatığın için teşekkür ederim, ancak tahmin edersin ki benim merak ettiklerim bunlar değil. Ben daha çok olayın sizinle ve benimle ilgisini merak ediyorum. Benden istediğiniz bir şey var, bu açık ve bariz bir şekilde ortada. Ama sizin yapamadığınız neyi yapabilirim ki ben? İntikam diyecekseniz eğer, o zaman evet, annem öldü, ama onu öldürdüğünüzü söylediğiniz adamın şu an hayatta olmadığını da bizzat siz söylediniz. Benim bu hikayede ki rolüm tam olarak ne?"

 

Sabahtan beri ilk kez bu kadar uzun konuşmuştum. Kurduğum her cümlenin haklılık payının yüksek olmasından emin olmak ise ayrı bir gururdu benim için.

 

"Bahsi geçen hikayede senin rolün çok büyük. Sen kilit isimisin hikayenin. Şayet sen ona çok benziyorsun, kızım." Kaşlarımı çatmama neden olan sözleri sarf eden kişi babam olmuş olsa da hâlâ hiçbir şey anlamayan bendim.

 

"Kime benziyorum?" diye sormuştum, ben de çok beklemeden. Fazla merak fazla meraktı. Ötesi yoktu.

 

"Arem on sekiz yaşında vurulduğunda tek başına değildi. Onunla beraber bir kişi daha vurulmuştu. Bu kişi onun sevgilisiydi, kızım. Melisa Aksel. veliahtlardan Mert Aksel'in kız kardeşi. O gün Melisa öldü, kızım. Sen ise o kıza kaderin cilvesi olacak kadar çok benziyorsun."

 

Birine ikizi kadar çok mu benziyordum? Ne yani bu dünyada benden bir tane daha mı vardı? Dünyanın kendisi bile buna inanmazdı.

 

"Birincisi ben ona değil, o bana benziyordur. İkincisi, benziyor olmamız neyi ifade ediyor?" Lütfen beni ateşe atma, baba. Çünkü biliyorsun, sen istersen ateşe de atlarım, ateş olup herkesi de yakarım. Bunu bana yapma, beni harcama...

 

Benim babama sorduğum soruyu masada, hiç konuşmayan tayfadan biri olarak oturan o kız cevapladı.

 

"Çünkü Hera! Velihatlar çok büyük bir işin peşinde. Bu işin sonucunda ülkemizin hatta dünyanın akıbeti ne olur? Bilmiyoruz. Belki de bir kez daha birçok askerimizi, polisimizi şehit vereceğiz. Birçok çocuk senin yaşadığın kaderi yaşayacak. Ve maalesef ki biz onları durduracak kadar güçlü değiliz. Arkalarında çok güçlü bağlantılarının olduğu ülkeler var. Ama bunu sen yapabilirsin. Onu durdurabilirsin." Kimi durdurmamı istiyordu bunlar? Kafam iyiden iyiye karışır olmuştu.

 

"Arem'in Melisa'ya olan sevgisi çok büyüktü, onu kaybettikten sonra canavara dönüştü desek yeridir. Sen ona kaybettiği sevgilisi olarak gideceksin. Ardından onu durdurabilmemize yarayan bütün bilgileri bize vereceksin."

 

O susunca, "Kısacası, onu kendine aşık edeceksin. Unutma, Hera, zaafı olan zafiyet gösterir," demişti Kansu. Gerçekten mi? Beni bir dünya mafyanın içine muhbir olarak mı göndereceklerdi? Onlara bu durumda söyleyeceğim şeyler çok açıktı.

 

"Bakın, her şeyi anlarım, ama hâlen birinizin ayakta çok durdun, gel şöyle otur dememesini anlamam. Vallahi ayaklarım koptu. İnsafsız mısınız siz?"

 

Ben yine bildikleri gibiydim. Hatta sözlerimden dolayı 'ne dedi bu' bakışlarına ve 'sen adam olmasın' bakışlarına maruz kalmıştım bile.

 

 

(🎭)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İşte Hera'nın bütün hayatındaki o en büyük değişimlerin sebebi olan Melisa Aksel ile benzediğini öğrendiği ilk an burada gerçekleşmişti.

Mavimsulandın💋💋💋💋

 

 

Loading...
0%