Yeni Üyelik
21.
Bölüm

🎭 20 SEN 17'SİN

@mavimsu_

 

 

Hayatınız boyunca hep sevgiyle kalın, saygıyla kalın, aşkla kalın ve de kitabımı okumaya devam ederek kalın.

 

 

 

Keyifli okumalar dilerim.

 

 

 

(🎭)

 

 

 

Bölüm Sözü

 

 

17'nin sevgisi,

 

 

Vurdu 14'ün lanetine.

 

 

17'den 14 çıktığında,

 

 

Eşitlik kaldı geriye.

 

H. G. 

 

 

(🎭)

 

Etrafta gezinen gözlerim, zamanın kime neyi getireceğini bilmiyor olmanın tüm detaylarını incelemişti. Onlar bana yabancıydı. Ben onlara yalancıydım. Giderek aramızda çekim oluşuyordu. Kendimi frenliyor olsam da yokuşun tepesinde duruyordum. Veliahtlar aşağıdaydı. Frenler iş görmemeye başlamıştı. Kainat beni onlara doğru yokuş aşağı çekecek şekilde dönüyordu. Ne yaparsam yapayım, ne yaparlarsa yapsınlar aramızdaki çekimi durduramıyordum. Daha fazlasını ön göremiyordum. Daha ne yaşayacaktık onlarla kestiremiyordum.

 

Korkuyordum ve ben cesur bir kızdım.

Korkularıma yenilmeyecektim. Korkularımı önümde eğecektim.

 

"Güzelim, nereye daldın gittin yine öyle?"

Mert Aksel tam karşımda durduğunda dürüst olmak istemiştim. Siyah gözleri, gözlerimi delercesine bakıp geçiyordu: "Mert, ben size söylediğim yalanlara daldım gittim,"demek istemiştim. Diyememiştim. İhanetin affı olmazdı. İhanet ettiğimi öğrenirlerse, giderdi hepsi. Gitsinler istememiştim.

 

"Yerimi yadırgadım sanırım." Ciddi ciddi gözlerinin içine bakarak konuşmaya gayret göstermiştim. Normal birine yalan söylemek kolaydı da veliaht olan birine yalan söylemek zordu. Çok zordu. Öyle ki insanın mimikleri bile yalan söylemek zorunda kalıyordu.

 

"Seni çok yorduk biliyorum. Biraz daha dayan, bugün bu kadar yeter." Mert'in tebessüm eden suratına şaşırarak bakmıştım.

 

"Nasıl yani? Diğer beş asker ne olacak?"

Sesim buz gibiydi. Ellerim don tutmuştu. Olduğum yerde soğuk soğuk terliyordum. Belki de bunların hiçbiri olmuyordu. Ben sadece babam için endişe ettiğimden böyle olmuştum.

 

"Çok geç oldu güzelim. Bu kanattaki herkes sağ salim kurtarıldı. Diğerlerinin bizi bir gün daha bekleyerek sabretmesi gerekiyor." Kafamı 'hayır' anlamında hızlı hızlı sallamıştım. Burası karanlıktı, burası soğuktu, burası kötüydü. Babam burada kalmasındı.

 

"Geç olması bir şey değiştirmez. Diğer tarafta insanlar ne durumda bilmiyoruz, açlar mı? Yorgunlar mı? Üşüyorlar mı? Korkuyolar mı? Bilmiyoruz. Onları kurtarmadan gidemeyiz. Hem, hem-"

Mert'in iki eli, omzumun aşağısında durup, kollarımı tuttuğunda susmak zorunda kalmıştım.

 

"Sakin ol! Derin nefes al ver güzelim. Hadi, bak benim gibi." Mert'in gözlerine hipnoz olmuşçasına bakıyordum. Az önce kendimden geçmiş olmalıydım. Endişe Mert'in gözlerinin her zerresinde geziniyordu. Onu izlemiştim, ona bakmıştım. Bana nefes nasıl alınır onu gösteriyordu. Derin nefes alıp, geri veriyordu.

 

Kalbimde sancılar hissettim ve boğazımda bir düğüm... Hisler birbirine girdi, sesler birbirine. Okyanusta kayboldum, uçurumdan yuvarlandım, kurşun yağmuru altındayken; şemsiyem bozuldu açamadım. Ellerimi yumruk yaptım ama sanki o yumruğu kalbime attım. Tüm her şeyi aynı anda hissettim.

Çünkü, çünkü o, yani Mert...

 

Tanrım! Mert Aksel dünyanın en iyi abisiydi...

 

Onunla beraber nefes aldım. Onun sayesinde güven duygusunu iliklerime kadar hissettim. Nefes al ver Hera! Bu bir abinin senden istediği şey. Ona istediğini ver Hera! Onu üzme! Abiyi üzme!

 

"Onlar asker güzelim. Hayatlarının büyük bir kısmını dağda geçirdiler. Taşın üstünde yattılar, mağaralarda üşüdüler, günlerce aç kaldılar. Onlar için endişelenme ama kendin için endişelen. Daha fazla ayakta kalacak gücün kalmadı. Bugünlük bu kadar aksiyon sana yeterli." Mert bana uzun uzun açıklama yaptığında içeride o ve benden başka kimse yok hissiyatına kapılmıştım.

Biliyordum. Herkesin gözü bizim üzerimizdeydi. Sadece sessiz olmayı özen gösteriyorlardı.

 

Biri benim için endişelenmişti. Yoruldun demişti. Dur demişti. Bana demişti. Bana, bana!

 

Sevilmek böyle bir şey miydi? Gözlerim mutluluktan muslukları açıp ağlamak istiyordu. Zor tutuyordum onları. Belki de hayatım boyunca risk altında olduğum en tehlikeli bölgenin içerisindeydim. Peki buna rağmen kendimi bu kadar güvende hissetmemin nedeni neydi?

 

Küçük bir kardeşim olsa, hayat benim için böyle zor olur muydu? Yine diye düşünürdüm ara ara. Küçük kardeşten hâlâ emin değildim ama bir abim olsaydı hayat bana güzel olurmuş. Bundan artık emindim.

 

Arem ve Mert'en hep uzak durmaya çalışıyordum. Diğer veliahtlardan uzak durmama gerek yoktu şayet onlar bana yeterince uzaklardı. Arem ve Mert öyle değildi. Koruyor, endişeleniyor ve dâimâ yanımda olmaya çalışıyorlardı. Küçük bir çocuk gibi sevgi isteyen tarafım onlara alışacak diye ödüm kopuyordu. Onlara bağlanmaktan ölesiye korkuyordum. Kendimi onlardan hep uzak tutuyordum. İlk kez ikisinden birine karşı ördüğüm duvarı yıkmak istemiştim.

 

Bir şeyler çok üst üste gelmişti. Bir şeyler beni çok yıpratmıştı. Çok dağılmıştım ve de parçalarımı toplayacak zamanım dahi olmamıştı. Yelkenleri suya indirmiştim.

Karanın güvenliğine sığınmak istemiştim.

 

Ona sarılmak istemiş ve isteğime karşı koymamıştım.

 

Aniden sarıldığım için bedeni kasılmıştı. Şaşırmış olmalıydı. Beklemediği anda tüm duvarlarımı indirmiştim. Yaptığım yanlıştı, bunun farkındaydım. Hayatımda ilk kez anı yaşamak istemiştim. İlk kez kendi kendimi korumak yerine birinin beni koruyup kollamasına izin vermek istemiştim.

 

Aslında ben çok yorulmuştum. Sadece biraz dinlenmek istemiştim.

 

Çok kısa süre sonra Mert'in kolları etrafımda yer edinmişti. İlk başta sarılmayacak diye korksam da, kendine geldiği ilk an bana sarılınca yine mutlu olmuştum. "Bana çocuk muamelesi yapıyorsun." Kafamı göğsünden kaldırmadan konuşmuştum. Mert uzun boyluydu. Kafam göğsünde zor yer edinmişti.

 

"Gözümde küçük bir kız çocuğusun, ondandır." Eli saçlarımda yer edinmişti. Yavaş yavaş okşuyordu saçlarımı. Huzur gelmişti. Hem de yanında güven getirmişti.

 

"Yakında 22 olacağım. Ne çocuğu?" Kıkırdayarak konuşmuştum. Aksini iddia etsem de gözünde kız çocuğu olmakla sorunum yoktu. Derin nefes alıp verdiğini, göğsüne yaslı kafamın hareketlenmesinden anlamıştım.

 

"Bana göre 17 yaşındasın."

Bir varmış bir yokmuş. Kırmızı Başlıklı Kız'ı Kurt Kapmış. Hikaye burada bitmiş gitmiş. Güven kaybolmuş, meğer huzur hiç var olmamış.

 

On yedi. Neyi temsil ediyordu acaba? Düşünürsem bulurdum. Düşündüm ve buldum. Melisa... On yedi yaşında ölen Melisa.

 

Teoman'ın da dediği gibi. "Daha on yedi, on yedi, on yedi, on yediymiş Melisa."

 

Ben Arem'in gözünde ikinciydim. Ona ikinci kez gelen, ikinci kez kaybetmek istemediği Melisa'sıydım.

 

Ben aynı zamanda on yediydim. Mert'in gözünde, ondan on yedi yaşında giden kız kardeşiydim.

 

Ben Hera Uysal'dım. Kendimde hiç olmayan bir karakterin ilkiydim. İlk doğuşu, ilk var oluşuydum.

 

Ben ikinciydim. Ben on yediydim. Ben ilktim. Ben Türkeş'tim. Türkeş'in ise ne seveni vardı ne de bileni. Ben beni severdim. Ben beni bilirdim. Çünkü ben her şeydim... Çünkü ben kimsesizdim.

 

Kafamı göğsünden kaldırmıştım. Kolları arasından hızla ayrılmıştım. Elleri iki yana doğru düşmüştü. Kalp kırıklarım her yana doğru düşmüştü. İki adım geri gitmiştim. Duvarı yıkmak hataydı. En büyük hatamdı.

 

Mert'in sözlerindeki anlamı, ben gibi herkes anlamıştı. Kırılmıştım. Kırılmaya hakkım yoktu. Ben bunu bile bile kırılmıştım. Duygularını gizleyen ya da gizlemek için çabalayan bir insan olmamıştım hiçbir zaman. Ağlamak mı? İstiyordum, o zaman ağlardım. Canım gülmek mi? İstedi, karnım ağırana kadar gülerdim. Biri beni kırmış mıydı? O zaman bakardım. Zaten ben bir bakardım, o anlardı kırdığını ve kırıldığımı.

 

Ben kırıldığımı gizlemedim, onlar da kırıldığımı anladıklarını. Hepsi renkten renge girmişti. Birbirlerine baktılar, bana baktılar. Ben Mert'e bakıyordum. Benim gözlerim onun üstündeydi ama onun gözlerinde yoktu. Pişmanlık yoktu. Beni kırmıştı. Bunun farkındaydı lakin buna pişman değildi. Çünkü ben onun için Melisa'dan başkası değildim. Olmak isterdim yalnız. Hera'yı Hera olduğu için sevsin isterdim. Niyesi yoktu. Sadece isterdim.

 

Evren, olayı toparlamaya çalışıyordu. Onun içindi herhalde. "Hatırlıyorum da, ben Elena'ya ilan-ı aşk etmeden önce Arem'in rızasını almak için sevdiğim kadından önce ona gitmiştim. Tabii zor bir itiraf süreci falan derken sonunda söylemiştim: 'Kız kardeşini seviyorum' diye. Sonrası uzun süreli bir çene ağrısı olmuştu. Sağ olsun kardeşim, güzel çene kırıyor," Konuyla hiçbir alakası yoktu. Olayı toparlamaya çalışıyordu o kadar. Onun amacına ortaklık etmiştim. Oturduğum yerde ağlamak istiyordum. Beni sevmedikleri için ağlamak istiyordum. Onların gözünün önünde ağlamamam gerekiyordu. Kafam dağılacaksa, Evren'e yardımcı olurdum.

 

"Kız kardeşini seviyorsun diye mi vurdu sana Arem?" Eğer öyleyse, bu bildiğin ateş yakabiliyor, mağarada yaşıyor, derdini beş kelime ile anlatabiliyor dedikleri çağ dışı adamlardandı. Bu adamlardan da olmazdı.

 

"Hayır, tabii ki Hera'cım. Arem zaten Elena'yı sevdiğimin, benim bile farkında olmadığım o dönemde fark etmiş. Neden bu kadar geç söyledin bana diye çaktı yumruğu."

 

Bir dakika, ne demişti o? Arem benim bile Elena'yı sevdiğimi fark etmediğim o dönemde fark etmişti mi? Gözlerim Arem'e dönmüştü. Onun gözleri Mert'in üstündeydi. Öfkeliydi. Öfkesini görmüyor, hissediyordum. Onun üzerinde gezinen gözlerimin farkına varmıştı. Bana bakmıştı. Dümdüz bakan biri, Mert'e baktığı gibi bana da baktığını sanabilirdi. Oysa ben, gözleri bana döndüğü an bakışlarındaki yumuşamayı fark etmiştim.

 

Arem ve onun inanılmaz analiz yeteneği.

Düşün Hera düşün. Tuhaflığı düşün. Tuhaf olan her şeyin yüksek oranda zekice olduğunu düşün. Arem, gözümüzün gördüğü en tuhaf kişiydi. Arem, gözümüzün gördüğü en zeki kişiydi. Çünkü, çünkü Hera..

 

O biliyordu. O görüyordu. O söylemenize gerek bile duymadan sizi bile biliyordu.

 

Onun gibi biri nasıl olur da beni çözemez...

Ah Hera ah! Sadece canın acıdığında zehir gibi çalışan aklına vah Hera vah! Canın yanmasa anlamazdın. Ağlayasın olmasa anlamazdın. Gözünün önünü göremedin sen Hera...

 

Arem her şeyi biliyordu...

 

Arem bizi biliyordu...

 

O oyunumuzu biliyordu...

 

Onun gibi biri böyle bir oyunu şimdiye kadar çözmemiş olamazdı. Hayat garipti.

Ya da hayat böyleydi işte. Canım yanmıştı. Canımı onlardan biri yakmıştı. Sonra içlerinden bir diğeri durumu toparlamaya çalışmıştı. Amansızca konu açmıştı. Açtığı konu canım yandığı için beynimin kurbanı olmuştu. Benim beynim benim kalbime kıyamazdı. Canı yandığı zaman düşünecek başka şeyler bulurdu. Kalbimi oyalardı.

Onlar bu özelliğimi bilmiyordu. Bilmedikleri için yüzümün neden bir anda şokla kasıldığını anlamamışlardı.

 

Stres yapma, Hera. Şimdi değil Hera. Daha zamanı var. Sakin ol. Gülmüştüm. Yüzümün o hâlini silmem gerekiyordu. Dalga geç ki, dalga seni almasın.

 

"Yani buradan anlayacağım sonuç, Arem'e bir şey derken iki kez düşünmem gerektiğidir çünkü o, benim söylememe gerek duymadan zaten söyleyeceğim şeyi biliyordur. Öyle mi?"

Açık verebileceğin herhangi bir söz yok, ama açık bulabileceğin çok cevap doğurur.

 

Evren gülmüştü. Kafasını evet, aynen öyle der gibisinden aşağı yukarı sallamayı da es geçmemişti. "Maalesef öyle, Hera. İnanılmaz bir analiz yeteneği var. Hem duygularını sen bile farkında olmadan bile biliyor, hem de yalan dedektörü gibi saniyesinde anlıyor yalan söylediğini." Yutkunmuştum. Cevaplar çok ağırdı. Sarsmıştı. Sarsılmıştım.

 

Mümkün değildi. Bu kadar yüksek analiz yeteneğine sahip birinin en başından beri ona yalan söylediğimi bilmiyor oluşu, mümkün falan değildi. Anlamıştır. Anlamıştı... Bilmeliydi. Biliyordu... Arem Barkın Soykamer, sandığımdan bile üst düzey bir seviyeydi.

 

Eğer anlamışsa, o zaman niye hâlâ hayattaydım? Niye? Niye? Daha fazla tahammülüm yok bunlara. Tüm bu olaylara daha fazla tahammülüm yok. Kafamı gözlerimi diktiğim yerden kaldırıyorum. Ona çeviriyorum. Yanı başımdaki adama. Arem'e. Veliahtıma. Yeşil gözleri, buz gibi bakıyordu bana. Yine analiz yapmıştı, belli ki. Anlamıştı o hâlde bir aydınlanma içerisinde olduğumu.

 

Ben zekiydim. O da öyle. Ben anlamıştım şahsıma yönelik ters giden bir şeylerin olduğunu, o da bunun farkında olduğumu. On dakika önce merhamet ile bakan gözler şimdi soğuk, boş ve hissiz bakıyordu. Bizi bizden başka kimse anlamamıştı. Herkes ikimize bakıyordu. Bunu üzerimde hissettiğim gözlerin yoğunluğundan anlamak mümkündü. Kimse bu bakışmanın nedenini henüz çözememişti.

 

"En başından beri sana bir sürü yalan söyledim." Ağzımdan çıkan ve herkesin kulağına nüfuz eden sözlerin artık bir geri dönüşü yoktu. Artık çıktığım yolun ne bir gidişi ne de dönüşü vardı. Tıkandım kaldım ben orada veliaht. Çırpındıkça daha derine saplanıyor, batıyordum.

 

"Biliyorum." Soğuk bakışlarını, yine buzdan tek kelimelik sözü takip etmişti. Senin bu tek kelimelik cümlen ise beni bitirmişti veliaht. "Bende artık bildiğini biliyorum." Bir cevap vermedin bana, sadece Baktın... Baktım... Baktık... Yandım... Yaktın... Yanmadın...

 

"Neden?" Çok büyük anlamlar taşıyordu benim bu sorum. Bakmasın veliahtlar, öyle kısa olduğuna. Neden diyordu mesela. Neden bildiğin hâlde bilmemezlikten geldin? Neden hayatımı bitirmek yerine hayatına aldın? Neden asıl saklayan ben değilmişim de senmişsin gibi? Neden? Neden? Neden? Arem, bana bunu neden yaptın?

 

Bana baktı işte o an tekrardan. Beni gördü hatta. Sadece bakmak değildi bu. Ama ne var ki umursamadı. Sen beni görmüş olmayı hiç umursamadın veliaht. Zaten en başından beri beni görüyordun, Arem. En başından beri yalan söylediğimi biliyordun. Buna rağmen durmadın. Hele ki beni hiç durdurmadın. "Burası konuşmak için uygun bir yer değil. Buradan çıkınca konuşuruz." Son lafını gözlerimin içine sertçe bakarak sarf etmişti. Kilitli olarak bildiğim kapı artık kilitli değildi. Veliaht çekip çıktığına göre öyle de olmalıydı.

 

Bu kez bakan bendim. Giden ise sen. Ne olacak bundan sonra, bilemem. Şayet birine bir şey olacaksa, bana olmalıydı. Ben, sonumu çoktan kabullenmiştim. Eğer bu bir kayıp ise, ben kaybetmeye gönüllüydüm. Hem de daha önce hiç kaybetmediğimi bile bile.

 

Arem Barkın Soykamer, her şeyi biliyordu. Tüm yalanlarımı.

 

"Az önce benim bile zekamı zorlayan, konuşma geçti aralarında." Batı yanlıştı. Bu konuşma sadece onun değil, benim de zekamı çok zorlamıştı. "Al benden de o kadar, ikizim. Hepimiz mal gibi baktık ama hiçbir şeyde anlamadık." Yönler niye anlamak istemiyordu bilmiyordum. Onların anlamadığını ben de anlamış sayılmazdım.

 

"Kendimi mal gibi hissediyorum." Sen zaten malsın, Mert. Sen artık en büyük malsın benim gözümde. Eğer sen beni on yedi yaşında olarak görmeseydin, bende Arem'in beni gördüğünü bilmeyecektim.

 

"Değil mi lan? Hera'cım, Arem'i öldürsek, anlatmaz belki sen anlatırsın az önce ne konuştuğunuzu." Sanırım dile getirmediğim için benim konuya mutabık olduğumu sanıyorlardı. Ondandır herhalde Evren'in bana yönelik sorusu.

 

"Az önce çok şey oldu, Evren ama ben de hiçbir şey anlamadım. Eğer anladığım şey, tahmin ettiğim şey ile aynı kapıya çıkıyorsa, işte o zaman da hiçbir şey anlamamayı tercih ederim." Kimin ne dediğini, ne diyeceğini umursamadan hepsine kulak tıkayıp, Arem'in çıktığı kapıdan çıkmıştım. Sırf o, "şimdi sırası değil" dedi diye, onun istediğini yapacak değildim. Bana göre şimdi sırasıydı. Ona göre ise, beni hiç alakadar etmezdi.

 

Kapının kulpuna elimi uzatığımda refleks olarak kafamı soluma çevirmiştim. Hazar Orhon. Oradaydı. İki tane kaplanın arasında oturmuştu. Koca gövdeli kaplanlardan biri, benim gövdemin yarısı kadar olan kafasını Hazar'ın kucağına koymuştu. Yılanlardan ödü kopan Hazar, kaplanları kedi sever gibi seviyordu. Göze göze gelmiştik. Gözlerinde derin anlamlar vardı. En az dövmeleri kadar çok ve de en az dövmeleri kadar siyah anlamlar.

 

"Bazen bücür, yenilgiyi kabul etmen gerekir." Kafasını yan yatırıp, oturduğu yerden beni baştan aşağı süzmüştü. Sırtı duvara yaslıydı. Bacaklarının üstünde yatan kaplanın gövdesini okşuyordu.

 

"İyiliğin için bunu yap." Oyun, oyunlar, oyuncular...

 

Hikayenin tek yalancısı ben değildim. Kesinlikle değildim.

 

"İyiliğim için olsa bile kaybetmeyeceğim." Kafasını yanlış yapıyorsun dercesine sağa sola sallamıştı. Onu orada bırakmıştım. Kafamı önüme dönüp kapıyı açmıştım. Arkamdan kapatırken, kırarcasına sertçe kapatmıştım.

 

Kapıdan çıktığım gibi gözlerim burada mı diye onu aramıştı. Buradaydı. Çok değil, on beş - yirmi adım kadar ötemde, duvara sırtını dayamış sigarasını içiyordu. Onca zaman sonra ilk kez sigara içerken görmüştüm onu. En son nişan gecesinden kaçıp, parka gittiğim o gece içtiğine şahitlik etmiştim. Sanırım sadece bir derdi olduğu zaman içenlerdendi. Adamın başına dert olmuştum. Kusura bakmasın, o da içime oturan öküz olmuştu. Öküz kısmı ise kesinlikle mecaz değildi.

 

Adımlarım beni, koskoca veliahta doğru, hiç titremeden götürüyordu. Kendimden emindim. Omuzlarım dikti. Başım ak olmasa da akmış gibi davranmakta hiç sakınca görmüyordum. Tam önünde durmuştu ayaklarım. Geldiğimin farkındaydı. Elindeki sigarayı ben gelince yere atmıştı. Bu hareketinin, sigaradan rahatsız olmamı istememesi ile bir ilgisi var mıydı, acaba? Hiç sanmıyordum.

 

"Ee ne zaman öldürüyorsun beni?"

 

Her insanın kendine has huyları vardı. Benim huyumda sanırım ne olursa olsun her şeyi dalgaya almaktı. Durumun vahimliği, ciddiyeti zerre umrumda değildi. Ben "hayat bir gündür, o da bugündür." Diyenlerdendim. Gözleri gözlerimi esir ediyordu kendisine. Bu kez bakışlarında ki duygunun ismini çözmüştüm. Öfke.

 

Arem'i bir hayli kızgın gördüğüm nadir anlardan birinin içindeydim. "Öldürmek mi? Ha bir de seni öldürmek. Çok mu film izliyorsun sen, tanrıça." Anlamıyordum seni ben, veliaht. Bu yaptığın, bana yaşattığın şey çok saçmaydı. Senin bana tanrıça demen bile saçmaydı. Tanrıçalar kovalasın seni be adam. Belindeki silahı çıkarsan, namluyu bana doğrultup, kurşunun ile ölümüme sebep olsan, kimse sana neden diye sormaz. Ben ulan ben! Ben bile neden demem sana.

 

"Ne yapmaya çalışıyorsun! Anlamıyorum seni. Yoruldum ben artık, hazır her şey ortaya çıkmışken öldür beni de kurtulayım." Sırtını dayadığı duvardan hızla doğrulmuştu. İki elini bana doğru uzatıp ben daha ne olduğunu anlamadan o omuzlarımı kavramıştı. Beni hızla duvara doğru çekmişti. Artık yer değiştirmiştik. Arem beni duvar ile kendi arasında çoktan sıkıştırmıştı. Kollarını iki yanıma koyarak kelimenin tam anlamıyla beni kendine hapis etmişti.

 

"Hiçbir zaman hiçbir kadına, hangi sebepten olursa olsun ne el kaldırırım ne de öldürürüm. Hele ki sen tanrıça, sen ona bu kadar benziyorken iğne ucu kadar acıtamam canını. Yapmam, yapamam."

 

Melisa ile benziyor olmak en büyük şansım değil, en büyük şanssızlığımdı. Açık açık sana kıyamam kadın olduğun için diyordu. Sonra ekliyordu: "Ama iğne ucu kadar bile olsa canını da yakamam. Çünkü ona benziyorsun." Diyordu.

Bana fiziksel zarar veremezdi kadın olduğumdan ötürü, duygusal zararı ise hiç veremezdi ondan ötürü. Olsun be Arem. Bu da olsun. Ne olursa olsun ama hep bana olsun.

 

"Ne istiyorsun benden? Derdin ne senin? Madem biliyorsun her şeyin yalan olduğunu, sen niye hâlâ bu kadar yakınsın bana." Öfkem sesimde yer edinmişti. Adeta bağırmıştım. Kin kusmuştum. Acıyan her yanımı haykırmıştım.

 

"Bilmiyorum tanrıça. Ne için yalan söylüyorsun? Neden geldin hayatıma, hayatımıza bilmiyorum. Seni kim gönderdi bilmiyorum. Sana ne vaat ettiler bilmiyorum. Tek bir şey biliyorum. O da sensin. Seni istediğimi biliyorum. Her kim olursan ol, ben seni istiyorum." En az ben kadar öfkeliydi. Öfkesi orman gözlerini karanlığa boğmuştu. Sesinin hiddetini işitiğimde gözlerimi sıkı sıkı kapatmıştım.

 

Gel, gel, ne olursan ol yine gel. İster kâfir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel. Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir, yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel... Demiş Mevlana Celaleddin Rumi. Ona gönderme yapıyordu herhalde veliaht. Aksi türlü tüm yalanlara rağmen beni istemezdi. Sustuğunda gözlerimi tekrar açmıştım. Göz göze gelince hata yaptığımı anlamıştım.

 

Bakamadım gözlerine daha fazla. Bakamazdım da zaten. Dolu dolu oldu benim gözlerim. Canım yanıyor veliaht. Benim canım senin canın yanıyor diye yanıyor. Hem de çok yanıyor. "Sende yalan söylüyorsun işte. Senin benden ne farkın var Arem. Bana seni istiyorum diyorsun ama yalan. Yalan söylüyorsun. Sen beni değil onu istiyorsun. Söylesene, ona bu kadar benzemeseydim sana bu denli yalanlar söyleyen birini yanında tutar mıydın?"

 

Ne ara çıkmıştı o sözler ağzımdan? Hangi ara haykırmıştım, şu canımı en çok acıtan şeyi? Bilinmezlik sardı dört bir yanımı. Bilinmez oldum, bilinmeyen oldum, bilmemekten yoruldum. Tir tir titredim sonra el oldum. Hain oldum. Vuruldum. Sen baktın ya veliaht, ben orada öylece vuruldum.

 

Bende sana farkında olmadığın ama benim aklımdan hiç çıkarmadığım bir gerçeği gösterdim işte. Senin gerçeğini. Bizim gerçeğimizi. "Tutmazdım." Bu kadardı işte. Gerçekler bu kadar açık ve net bir şekilde ortadaydı. Görmemek için kör, duymamak için sağır olmak gerekirdi. Onu hızla itmiştim kendimden. Bugün veliahtlar beni sözleriyle çok incitmişti. Sözde ben onların düşmanıydım ama en büyük düşmanlığı bana onlar etmişti.

 

"Madem öyle veliaht o zaman karşında o varmış gibi davranmayı kes ve sana yalan söyleyen birine nasıl davranırsan öyle davran bana." Bedeni onu itmemle bir adım kadar geriye savrulmuştu. Beklemediği anda tepki gösterdiğim için hazırlıksız yakalanmıştı. Yoksa gücümün ona yettiği yoktu.

 

Titremişti o, görmüştüm bunu gözlerinde. Sözlerim göz bebeklerini titretmişti. İçine dokundum değil mi, veliaht? İçime oturmuştun ya hani, ona sayardın. "Yapamam. Nasıl yapayım? " Bana doğru adım atıp, aramızda olan mesafeyi tekrar sıfıra indirmişti. Tekrar duvar ve onun arasında kaldığımda gözleri gözlerimi bulmuştu. Sözleri ise kalbimi. "Anlamıyorsun, anladım. Görmüyor musun da tanrıça? Sana kıyamayacağımı görmüyor musun?"

 

Görüyorum veliaht ama gördüklerim işime gelmiyor. Mesele bu.

 

"Çok yoruldum ben Arem. Ölmek istiyorum ben, ne olur bana istediğimi ver artık. Hak ettim ben bunu. Senin tarafından öldürülmeyi ben hak ettim. Yemin ederim, hak ettim. Arem lütfen öldür beni. Lütfen." Tutamadım ben kendimi. Ağzımdan kaçan hıçkırığı da tutamadım. Kayıp giden göz yaşlarımı da. En çok kendimi tutamadım...Ben kendimi hiç tutamadım. Ağladım, neden ağladığımı bilmeden. Kendime acıdım, neden acıdığımı bilmeden.

 

Ters giden bir şeyler var tanrım. Çok ters gidiyor, çok dikine gidiyor... Çok yakıyor, çok ağlatıyor.

 

Veliaht, tutup kendine çekti beni. Göğsüne saklayıp, sımsıkı sarıldı. Başımın üstüne sayısız öpücük kondurdu. O da kendini tutamamıştı. Arem Barkın Soykamer, kendisine yalan söyleyen o kadına kıyamadığı için tutamamıştı kendini. ''Şşşttt, tamam tanrıça. Ağlama artık." Ağlama dendiğinde göz yaşı dursaydı, sadece gül demekle hayat günlük güneşlik olurdu.

 

"Kaldır kafanı ve gözlerime bak, tanrıça." Benden istediğini aynen yapıp kafamı göğsünden kaldırmıştım. Gözlerimi gözlerine çevirdiğimde, o bakışlardan anladığım şey tekrar ciddi bir konuşma yapacağımızdı.

 

Elini yüzüme konumlandırmıştı Arem. Önce göz yaşlarımın yüzümde bıraktığı ıslaklığı baş parmağı ile silip yüzümü okşamıştı. "Kim olduğunu bilmiyorum derken ciddiydim tanrıça. Hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Araştırmadım seni. Ne ben araştırdım ne de kardeşlerimin araştırmasına izin verdim." Gözlerim şaşkınlıkla açılmıştı. Beklediğim bir şey değildi söyledikleri.

 

"Neden böyle bir şey yaptın?" Sadece ses tonum bile yeterliydi içinde yatan merakı hissettirmeye.

 

"Cevabı bende yok. Tek bildiğim senin bana iyi geldiğin." Gözleri, yüzümün her zerresinde gezinmişti.

 

"Arem...Ben senin için bir yara bandı olmak istemiyorum." Gerçekten istemiyordum bunu. Yara bandı olmayı kim isterdi ki ben isteyeyim.

 

"Tanrıça...Benim güzel tanrıçam." Sol eli sol yanağımı okşamıştı. Yüzümün önüne düşen saçları eli ile okşayıp, kulağımın arkasına koymuştu. "Sen yara bandı değil yaranın kendisisin tanrıça..." Ne söylenirdi bu sözlerin üzerine bilgisizdim. Hiçbir şey anlamamıştım lakin çok şey anlamıştım. Durdurup,"ne anladın?" Diye sorsalar "neyi?" Diyecek kadar çok anlamıştım.

 

Konuyu değiştirmek lazım diye düşünüyordum. O yüzdendir ki salıyorum ortaya aklıma gelen ilk soruyu.

 

"Onlar, yani diğerleri biliyorlar mı bunu?" Gözleri anlamsız bir huzursuzluğa ev sahipliği yapmıştı.

 

"Hayır, hiçbiri bilmiyor. Bilmelerine de izin vermem. Merak etme." Bana mıydı sözleri? Yoksa kendisine miydi?

 

"Peki, bilirlerse ne olur?" Yine anlamını bilmediğim bir bakış atmıştı gözlerime. "Çok şey olur." Ucu açık, çok açık bir cevap.

 

"Tam olarak ne olur mesela?" Direnmeye ve diretmeye devam ettikçe kendim olmuş olacaktım.

 

"Duymak isteyeceğini sanmıyorum." Duymak istemediğim şeyi sormazdım.

 

"İstiyorum ama!" Diren ve diret. Sonuna kadar Hera... Sonuna kadar Türkeş...

 

"Emin misin?" Tek kaşını kaldırıp oldukça kuşku dolu bir soru yönelmişti bana. Sanki kaldıramayacağımı düşünüyordu.

 

"Eminim." Durmuştu. Sorgulamıştı. Sonunda ise ben kazanmış olmalıydım.

 

"İlk kimi duymak istersin?" Biraz düşünmüştüm. Aklıma gelen ilk isimi yöneltmiştim ona. "Evren'i."

 

"Evren sakin bir tiptir. Ama yalana tahammülü hiç yoktur. Zaaflara oynamayı sever Evren. Onun için rakibinin ölmesindense sürünmesi daha önemlidir. Seni süründürmek için her şeyi yapar." Aman ne güzel ya! Neyse en azından beni öldürmek yerine babamı öldürmeyi tercih ederdi. Bu da bir şey. Kusura bakmayacaksın artık babacığım. Oyunu sen başlatın neticesinde.

 

"Peki, Mert..."

 

"Bence bu kadar yeterli." Oysa daha yeni başladık veliaht. Özellikle Mert'i anlatası yoktu ki hemen kaçmıştı. Neden Mert'i anlatmak istemiyor ki? Anlatsın istiyordum. Bilmek istiyordum. Buna dayanabileceğime emindim. Mert'e o kadar bağlandığımı sanmıyordum. En azından öyle olduğunu umut ediyordum.

 

"Hayır! Bilmek istiyorum Arem. Mert ne yapardı." Derin bir nefes almıştı. Israrcı olduğumu biliyordu. Kaçışı yoktu.

 

"Canını en çok yakacak olan o. Mert sadece kız kardeşine kıyamazdı." Dolaylı yoldan sen onun kardeşi değilsin demişti. Nefes alamadığımı hissettim bir an. Nefes almayı unuttum hatta. Mert'in vereceği tepkiyi öğrendiğim için değil, Mert'e bağlanmış olduğumu gördüğüm içindi tepkim. Ben de bilirdim Mert'in kardeşi olmadığımı. Sesli dile getirildiğini duymak zor gelmişti.

 

"Ama Mert bana kardeşi gibi davranıyor." Gözlerime bir an için öyle baktı ki bana acıdığını sandım. Sonra değişti yüz ifadesi ve yerini tekrar merhamet aldı. Çok kısa süreliğine hayal görmüş olmalıydım.

 

"Sadece teselliyi sende arıyor güzelim. Onun ağabeyliğine fazla kapılma olur mu?" Beni uyarıyordu. Kendimi olası tüm ihtimallere hazır edeyim diye beni peşin peşin uyarıyordu.

 

"Peki diğerleri ne yapardı?" Veliahtların tamamı hakkında bilgi sahibi olmak istiyordum. Öleceksem ve Azrail bana onlarla gelecekse o zaman, onu bana nasıl getirirlerdi merak ediyordum.

 

"Bugünlük bu kadar yeter tanrıça."

Sesi yorgundu. Aslında bende en az onun kadar yorulmuştum.

 

"Anlatacaksın ama sonra." Gözlerine şüphe ile bakmış olmam, onu gülümsetmişti.

 

"Anlaştık tanrıça." Anlaştık veliaht. En azından bu seferlik anlaştık. Gözlerimde yer edinen memnuniyetsizliği görmez sanmıştım. Oysa unutmuştum onun dâimâ gören olduğunu.

 

"Bana güvenmeyi denesen olmaz mı tanrıça?" Derin nefes alıp vermiştim. Sorduğu sorunun cevabı bende yoktu. Birine güvenmek daha önce yaptığım bir şey değildi.

 

Güven zor olan her şeydi. Eşsizdi, enderdi. Herkesin üzerine yakışmazdı, herkese güven olmazdı. İnsan kandıran çoktu. İnsan olup, insana acımayan çoktu. Aslında insan olamayıp, acımayı bilmeyen daha çoktu. Kendini zeki sanar, üzerine oynardı düşman. Kim dost kim düşman ne bilsin insan? Şayet Dünya döndüğü andan beri kardeş denirdi ilk düşmana.

 

"Ya öğrenirlerse o zaman ne olacak? Sizin aranıza girmek hatta düşman olmanıza neden olmak istemiyorum. Bunlar olsun istemiyorum." Değiştir konuyu Hera Türkeş. İşine gelmeyen şeyi her duyduğunda konuyu değiştir.

 

Arem, kafamın üstüne bir öpücük kondurmuştu. Bir eli belimde bir eli saçımı okşar vaziyetteyken beni yatıştırmamaya devam ediyordu. Sorusunu görmezden gelmiş olmamı umursamamıştı.

 

"Hayatımda ilk kez kardeşim dediklerime yalan söyledim ve bundan asla pişman değilim. Öğrenmeyecekler. Buna izin vermeyeceğim." Kaşlarım çatılmıştı. Kafamı kaldırıp, gözlerimi ona dikmiştim.

 

"Nasıl bir yalan söyledin?" Gözlerime tebessüm ederek bakmıştı.

 

"Seni araştırdığımı söyledim. Bana bir tesadüf olarak geldiğini, bize zarar vermek istemediğini söyledim."

 

Derince yutkunmuştum. Kalbime iğneler batıyordu sanki. Öylesine bir ağrının esiri olmuştu kalbim. Ben ne yapmıştım. Ben ne yapacaktım? Bir kez daha istemsizce dolmuştu gözlerim.

 

Arem'e daha çok sokulmuştum. Olmamalıydı. Bu kadar iyi olmamalıydı.

 

"Benim yüzümden. Her şey benim yüzümden."

 

Kafam Arem'in göğsüne sabitliydi. Arem, uzun bir adamdı. Bende kısa sayılmazdım ama yanında uzun durduğumda söylenilemezdi. Herhalde bu yüzdendi Arem'in beni kucağına alıp havaya kaldırması.

 

Elini iki dizimin arka kısmından geçirmiş, yerle olan temasımı kesmişti. Bende karşılık vermesem ayıp olur diye düşündüğüm için bacaklarımı ona kolarımı da gövdesi yerine boynuna dolamıştım.

 

"Gözlerime bak Tanrıça."

 

Benden istediğini yapmaktan başka çarem kalmamıştı. Kafamı boyun girintisinden kaldırıp sulu gözlerimi ona dikmiştim.

 

"Döktüğün her bir yaş, beni huzursuz ederken sen neden hâlâ inatla ağlıyorsun güzelim." Yaşlardan dolayı gözümün önünü göremiyordum. Arem'in yüzü bulanıktı.

 

"Ben istememiştim ki Arem. Ben sizi tanımıyordum bile. Böyle olsun hiç istememiştim."

 

Sonra bir hıçkırk daha kaçmıştı boğazımdan. Ben ağlayınca onun da canı yanıyordu. Bunu boğazımdan kaçan hıçkırığı duyunca bedeninin kasılmasından anlamak mümkündü. Daha fazla dayanamayarak kafamı tekrar boyun grintisine saklamıştım. Ağlamaya ise ara vermeden devam etmiştim. Sahi ya ben ne çok ağlar olmuştum.

 

Arem'in hareket ettiğini hissetmiştim. Ben kucağındayken duvara doğru yürümüştü. Beraberinde beni de götürmüştü. Ardından eliyle beni sabit tutarak sırtını duvara yaslayıp oturmuştu. Bende onun kucağında yerimi almıştım. Daha fazla sokulmuştum gövdesine.

 

Bahsettiğin kişiler, Türk devleti değil mi tanrıça?" Kaşlarımı çatmıştım. Fakat başım boyun girintisine saklı olduğu için o bunun farkına varmamıştı. "Hani hiçbir şey bilmiyordun sen?"

 

"Sadece tahmindi." Bu kadar zeki olduğu için kendisinden utanmalıydı. "Nasıl bu kadar iyi bir atış yaptın peki?"

 

"Sanırım kaçırıldığın gün anlamış olabilirim." Kafamı hemen boyun girintisinden kaldırıp gözlerimi gözlerine çıkarmıştım.

 

"Daha detaylı bir şekilde anlatmanı talep ediyorum." Kafasını aşağı yukarı sallamıştı. Bir elini tekrar bana doğru uzatıp, ensemden hafifçe bastırarak bir kez daha boyun girintisine saklanmamı sağlamıştı. Sanırım ikimizde boyun girintisi mevzusunu sevmiştik.

 

"Kaçırıldığın gün diken üstündeydin güzelim. Bir şeylerin ters gittiğini anlamak çok kolay olmuştu. Tahmin edersin ki kaçırılmadan stres altında olamazsın. Tabii eğer az sonra kaçırılacağını bilmiyorsan." Demiştim ben Kansu'ya "ben sizin gibi oscar oyuncusu olamam," diye.

 

"Sonra seni kaçıranların devlet olduğunu öğrendik. İşte o zaman parçalar oturdu kafamda." Onu giderek daha iyi anlıyordum. Artık ona yalan söylememe gerek yoktu.

 

"Ya benden, size zarar vermemi isterlerse o zaman ne olacak Arem." Veliahtım, saçımı okşamayı hiç bırakmadan devam etmişti beni engin bilgileri doğrultusunda aydınlatmaya. "Devlet bizim için ne kadar önemliyse, veliahtlar da devlet için o kadar önemlidir tanrıça. Merak etme! Senden bize zarar vermeni değil, sadece bizim hakkımızda öğrendiğin şeyleri isteyeceklerdir."

 

İçim rahatlamıştı resmen. Arem'in bu kadar çok bana ihtiyaç duyduğunu bilmiyordum. Daha doğrusu Melisa'ya bu kadar ihtiyaç duyduğunu bilmiyordum. Adam sırf ona benziyorum diye bana kıyamıyordu. Hatta bana kıymasınlar diye kardeş dediklerine hayatında hiç yapmadığı bir şeyi yapıp, yalan söylüyordu.

 

"Benim annem yok. Babam da asker. İtalya'da sakin bir hayat süren eski bir milletvekilinin kızı değilim." Bunu neden ona söylemiştim bilmiyordum. Sanırım madem öğrendi bari tam öğrensin istemiştim. Sırtımdaki elinin yumruk hâline döndüğünü hissetmiştim.

 

"Aslında bunu da tahmin etmiştim biliyor musun?" Ağzının ortasına bir tane yapıştıracaktım görecekti tahmini. Adam tahmin ayağına yatıp her şeyi biliyordu zaten. "Onu nasıl tahmin ettin bay müneccim." Arem'in gülüşü kulaklarım da ahenk yaratıyordu her seferinde. Öyle güzel bir melodiydi.

 

"Telefonunu o adamın kafasında kırdığın günü hatırlıyor musun?" Evet hatırlıyordum. Pişman olmayacağım en pahalı hareketim o sapık herifin kafasında, telefonumu paralamaktı.

 

"Hatırlıyorum."

 

"O gün Erdem: İtalya'da bir ara senin aileni de görürüz dediğinde yine kaçırıldığın gün ki gibi davranmıştın."

Gözlerim öfkeyle kısılmıştı. Sinir etmişti beni.

 

"Ya Arem! Sen böyle benim her şüpheli hareketimi yakalamışsın da, diğerleri nasıl anlamadı?" Kafamda sorular Bir türlü bitmek bilmiyordu. Biri gidiyor biri geliyordu.

 

"Bir Hera atasözü der ki, ben mükemmelim ama onlar değil." Egoist veliaht...Biz böyle veliahtımla iki egoist güzel bir çift olmuştuk. Yani umarım olmuştuk.

 

"Dur bir dakika. Yoksa aslında altı eğitimli veliahtı kandıracak kadar iyi ama onların başındakini kandıramayacak kadar kötü bir oyuncuyum ben. Öyle mi?" Bu kez gülme sırası Arem'deydi.

 

"Aynen öyle güzelim." Aklıma bir şey gelmişti. Aa! evet o zaman Arem o yüzden o gün..

 

"Dur tahmin edeyim o gün bana yeni telefon almanda bu yüzdendi."

 

"Biraz öyle oldu tanrıça. Daha fazla strese girmene gönlüm el vermemişti. Ama hakkını yiyemem Kansu ile şifreli konuşman beni baya bir etkiledi." Sesi imâ barındırıyordu. Biraz imâ biraz hayranlık.

 

"Biliyordum işte! telefonların içine girebilecek kadar güçlü olduğunuzu biliyordum." Bugün de zekiydim be. Arem bir kez daha kafamın üstünü öpmüştü. Bu gurur hepimizindi.

 

"Başka bilmem gereken bir şey var mı güzelim." Yok. Hayır var. Şey var. Babam mevzusu. Yan binada ölümle burun buruna olabilirdi de. Çokta önemli bir mevzu olmasa gerek.

 

"Var. Başka bilmen gereken bir şey var."

Arem sessiz kalmıştı. Devam etmemi istiyordu. Dile getirmediği sürece devam etmeyecektim.

 

"Peki bu kötü bir şey mi?" Devam etmeyeceğimi anladığında soru yöneltmişti.

 

"Yok kötü değil. Çok daha kötü. Ultra kötü. Büyük kötü. Mega kötü. Duble kötü bir şey." Arem'in güldüğünü işitmiştim. Kabul et, veliaht; seni güldürmekte iyiyim.

 

"Sadece bu kadar mı?"

 

"Yok, daha çok vardı ama imkanlar sadece bu kadarına el verdi."

 

"Ne tür imkanlarmış bunlar?."

 

"Bildiğim kelime sayısının bana verdiği yetki bu kadardı." Ve bir kez daha güzel bir gülüş. Gülmeyi kes artık veliaht! Haksızlık yapıyorsun.

 

"Neymiş bakalım bu büyük, ultra, mega, duble kötü olan şey?" Onun alaycı sesine aniden değişen ruh hâlim yüzünden eşlik edememiştim.

 

"Babam..." Arem'in derince bir nefes aldığını duymuş, hatta hissetmiştim.

 

"Asker olduğunu söylediğin baban mı?"

 

"Evet o."

 

"Ne olmuş ona? Yoksa kaçırılan askerlerden biri de o mu?" Kafamı bir kez daha sakladığım yerden kaldırıp şoktan pörtlettiğim gözlerimi ona dikmiştim. "Onu neye dayanarak tahmin ettin be?"

 

Sırıtan yüz ifadesi yavaş yavaş kaybolmuştu. "Tahmin etmedim. Sadece seni gülümsetmek istemiştim. Tutması bana da sürpriz oldu." Adam sallarken bile nokta atışı yapıyordu. Bununla hayat geçilmezdi. Hemen yakalardı bu.

 

"Ben Hera Uysal değil, Hera Türkeş'im. Yüzbaşı Atilla Tuğrul Türkeş'in kızı Hera Türkeş'im." Gözleri yüzümün her zerresinde gezinmişti. Tebessüm vardı yüzünde. Omzumun aşağısında duran siyah saçlarımı parmağına dolamış ve usul usul okşamaya başlamıştı.

 

"Hımm.. Ne fark ettim biliyor musun Tanrıça? Senin adının yanına ikisi de uymamış ama Soykamer öyle mi? Bence tam olarak senin isminin yanına koyulması için var. Hera Soykamer." Koyun can derdi, Arem karı derdinde. Hani gel de şimdi ölme.

 

"Gerçekten mi? Kurduğum onca şeye karşı dert edindiğin kısım bu mu?" Kafamı göğsünden kaldırmıştım. İsyan eden bakışlarım hedefine onu almıştı.

 

"Benim tek derdim sensin." Eminim öyledir veliaht. Eminim öyleyimdir.

 

"Ha beni bir dert olarak görüyorsun yani." Kaşları çatılmıştı. Romantik olacağım diye her seferinde elime koz veriyordu.

 

"Başıma geldiği için şükür ettiğim tek derdimsin, evet." Öfkem ve isyanım en ufak lafında, kanat takıp uçan kalbime yenik düşmüştü. Veliaht kalbime oynuyordu. Kalbim bize oynuyordu.

 

Kucağından hızla kalkmıştım. Olduğu yerde duruyordu. Ben ona tepeden bakarken, o bana kafasını yan yatırmış şekilde bakıyordu.

 

"Ee hadi gitmiyor muyuz? İnsanlar senin yüzünden meyve verecek yakında. Baştan söyleyeyim, puşt meyvesinin zehirli olma ihtimali çok yüksek." Arem hâlâ ani ruh değişimime alışamamış olacaktı ki, suratıma aval aval bakıyordu.

Kusura bakma veliaht ama her şeyi biliyorsun diye samimi olamayız. Ben bana ait olmayan bir kalbi sahiplenmeyeceğim. Senin kalbimi sahiplenmene de izin vermeyeceğim.

 

*

 

Arem'le dışarı çıktığımızda hava aydınlıktı. Kaç saattir buradayız diye sorduğumda Arem, dokuz saat on iki dakika cevabını vermişti. Veliaht gerçekten de sayılarla kafayı bozmuş, tuhaf bir adamdı. Şakasına "Sen böyle her şeyi sayar mısın?" diye sorduğumda, "Maalesef, alışkanlık oldu benim için." demişti.

 

İnanmayıp "Say ulan! En üst kattan en alta kadar kaç basamak vardı?" diye sormuştum. "83 basamak." diye bir cevap almayı beklemiyordum tabii ki. Daha doğrusu bir cevap almayı beklemiyordum, ama almıştım.

 

O, öyle dedi diye, ona hemen inanmamıştım. İndiğimiz beş kattı tekrar tek tek sayarak çıkmıştım. Ben bunu yaparken, zavallı Arem de peşimden, ne olur ne olmaz diye, beş kat merdiveni çıkıp tekrar inmişti.

 

Adam doğru söylemişti. Tamı tamına 83 basamak vardı. Bu nasıl bir alışkanlıktı, Allah için? Böyle bir alışkanlık mı olurmuş?

 

Arem, basamakları benimle sohbet ederken çıkıp inmişti. Buna rağmen basamakların hepsini doğru sayabilmişti. Peki ben ne mi yapmıştım? Adama, "Çok hızlı nefes alıp veriyorsun, karıştırıyorum kaldığım yeri." diyerek çıkışmıştım.

 

Sonra, yetmezmiş gibi bir de eklemiştim. "Nefes demişken, en son geçtiğimiz bir dakika içerisinde kaç kez nefes aldın sen?"

 

"22 kere aldım, 21 kere verdim." Yok ebesinin saten pijama takımı ya! Robot musun oğlum sen? Uzaylı da olabilirsin aslında. Var sen de o tip. Evet, daha önce hiç uzaylı görmemiştim, kabul ediyordum. Ama varsa da Arem gibi bir şekle bürünmüştür kesin. Kusursuz olması bile bunun için bir sebep.

 

Dünya üzerinde aynı tür olarak geçtiğim Arem'in zekasının benim ender rastlanan zekamı bile soladığını görünce içime bir öküz oturmuştu. Kıskanmıştım. En kısa zamanda kendime sayma takıntısı edinmem gerekiyordu. Hava atmam gereken bir uzaylı vardı.

 

Bütün herkes çoktan araçlara binmiş dağılmak için ikimizi bekliyordu. Arem'le onun arabasına binmeden önce kendisi İtalyanca konuşarak, tahminimce bütün İtalyan personeline iyi nöbetler dilemişti. Şayet veliahtlar ve ben yarın tekrar gelinceye kadar onlar burada binanın etrafında nöbet tutacaklardı.

 

Veliahtımın ısrarlarına rağmen Kalkan Timi bizimle gelmeyi reddetmişti. İşleri gereği nöbet tutmaya alışık olan canım ülkemin yiğit askerleri, kalan beş asker için nöbet tutmak istediklerinin altını özenle çizmişlerdi. Kurtarılan beş askerin sağlık durumu ise oldukça iyiydi. Yarın ilk uçakla ülkeye döneceklerdi.

 

Arem ile seyir hâlinde giderken eşsiz aklımın kıyı köşelerinden birine oldukça mükemmel bir soru gün yüzüne çıkmıştı. Hem de durup dururken. Üstelik aniden."Lan, biz dış sesi unuttuk." Arem kafasını bana doğru çevirip, yüzünde ne demek istediğimi anlamaya çalışan ifadesiyle konuşmuştu. "Ne dedin güzelim?"

 

"Arem, ben orda sana her şeyi anlattım. Bu robot ses düşmanın ya hani, artık her şeyi o da biliyor." Sözlerimiz zerre umursamamıştı. Yüzünde mimik oynamamıştı.

 

"Merak etme tanrıça, o zaten senin kim olduğunu ve kim tarafından benim için gönderildiğini biliyor. Bana karşı kullanmayacaktır. İşine gelmez." Bazen kendimizi mal gibi hissettiğimiz anlar olurdu. İşte ben tam olarak o anın içinde tıkılıp kalmıştım.

 

"Anlamadım şimdi, bu adam kim olduğumu biliyor ama veliahtlar bilmiyor. Nasıl oluyor bu?" Bir yola bir bana bakan Arem, meraktan çatladığımı bildiği için beni çok bekletmeden sorunu cevaplamıştı.

 

"Veliahtlar senin kim olduğunu öğrenemez, değil öğrenmek istemezler. Ben onlara senin güvenceni verdim. Seni araştırdığımı, herhangi bir şüpheli tarafının olmadığını söyledim. Onlar bana karşı şüphe duymazlar, o yüzden seni hiçbiri araştırmayacaklardır. Ancak şunu da bilmelisin ki düşmanım da kolay lokma değildir. Seni öğrenecek kadar güçlü bağlantıları var."

 

"Ya beni sana karşı kullanırsa?" Yüzüm yine buruş buruş olmuştu. Kuşku duyan tarafım her gün yüzüne çıktığında böyle olurdu.

 

"Kullanmaz."

 

"Nasıl bu kadar eminsin ya?" Çığlık atmak istemiyordum, ama veliaht sabrımı zorluyordu.

 

"Eğer sana dokunursa, benim için oyunun bittiğini bilir. Ölmek istediğini sanmıyorum." Sesi keskindi. Çok keskin.

 

"Senin için tüm bunlar oyun mu?" Bu nasıl bir kafa yapısıydı böyle? O manyak adamın bize askerler üzerinden kurduğu tuzaklara oyun demesine ses etmeyebilirdim. Adı üstünde, adam manyaktı. Fakat Arem'in de bu olaya oyun gözüyle bakması, beni dumura uğratmıştı. Etrafım manyak kaynıyordu resmen.

 

"Evet dersem arabadan atlayacak gibi bakıyorsun." Soğukça gülmüştüm.

 

"Yanılıyorsun. Evet dersen, arabadan seni atacak gibi bakıyorum." Yine Arem tarafından sinirli kişiliğimi yatıştıran bir kahkaha sesi nüfus etmişti kulaklarıma. Bu resmen haksızlıktı. Ağız tadıyla bağırıp çağıramıyorduk da.

 

"Hayattan zevk almayalı uzun zaman olmuştu. Neden bu kadar geç kaldın ki sen?" Onu herkesden daha çok güldürdüğümün o da farkındaydı.

 

"Üzgünüm, erken gelemezdim. Senin hayattan zevk almadığın dönemler, benim ortaokul zamanıma denk geliyordu." Bir insanı nasıl sinir edebileceğimi çok iyi bilirdim. Bu kez sinirlenme sırası ondaydı. Çok güzel yerden konu açmıştım. Buradan alır başımı giderdim.

 

"Sen bana yaşlı mı diyorsun?" Ses tonu başardığımın kanıtıydı.

 

"Ben olsam öyle demezdim." Sesim oldukça yumşaktı.

 

"Ya ne derdin tanrıça?" Yumşak yumşak konuşmam, onu da yumşatmıştı.

 

"Olgun derdim. Büyük derdim. Yaşı almış başını gidiyor derdim ama asla yaşlı demezdim."

 

Arem ile aramızdaki yaş farkı benim için bir şey ifade etmiyordu. O 27 yaşındaydı, ben ise birkaç ay sonra 22 olacaktım. Yaklaşık olarak beş yaş kadar bir fark vardı aramızda. Melisa ile öyle değilerdi. Onun, Arem ile arasında bir yaş kadar fark vardı. Melisa öldüğünde 17 yaşındaydı. Arem, o tarihte 18 yaşındaydı. Yine aynı tarihte ben 13 yaşımın sonlarında olmuş olmalıydım. Yani gerçekten Arem'in hayattan zevk almadığı o dönemde, ben ortaokula gidiyordum.

 

"Sana göre yaşlı mıyım ben?" Ağlayacaksan oynamayalım veliaht. Dedi adamın kazağını ağlamaktan sırılsıklam bırakan kız. Bu iç sesimin ya bana garezi vardı ya da kalbimden önce o Arem'e kapılmıştı.

 

"Ben zaten büyük seviyorum, sıkıntı yok merak etme." Gözleri gülmekten kısılacak raddeye gelmişti. Onunla uğraşmayı seviyordum.

 

*

 

Uzun ve eğlenceli geçen yolculuğumuz, daha doğrusu uzun ve benim için baya eğlenceli geçen yolculuğumuz sonunda bitmek bilmişti. Büyük, gösterişli, veliahtlara yaraşır bir villanın içine giriş yapmıştık. Her tarafta takım elbiseli adamlar görmek mümkündü. Veliahtlar Dünya'nın neresinde olursa olsunlar, tedbiri elden bırakmıyorlardı.

 

Arem ile beraber evin içine girdiğimizde, ondan arada kafa dinlemek için buraya geldiklerini öğrenmiştim. Adamlara bak! Kafa dinlemek için bir uçakla İtalya'ya geliyorlardı. Biz kafa dinlemek istesek sadece istemekle kalıyorduk. Adaletin batsın Dünya.

 

Veliahtlar, bizden önce gelmişlerdi. Hepsi full ekip içeride ihtişamlı evin oturma odasında oturmuş, konuşuyorlardı. "Sonunda gelebildiniz be kardeşim. Açlıktan öldük sizi bekleyeceğiz diye." Hazar haklı bir isyanda bulunmuştu. Biraz geç kalmıştık işte, ne yapalım. Anlayışlı olsunlardı biraz.

 

"Hazır herkes tam, hadi yemeğe geçelim." Evren'e katılıyordum. Çok açtım ve yemek istiyordum. "Doğu, şu benim telefonunu şarjdan getirsene ya." İki dakika telefonsuz kal, Hazar, yemin ederim gebermezsin.

 

"Banyo ne tarafta?" diye sormuştum veliahtıma. 'Sağ koridordan düz gidince ilk kapı,' cevabını vermişti o da bana. Yemekten önce elimi yüzümü yıkasam iyi olacaktı. Adımlarımı atmış, tam Hazar'ın önünden geçecektim ki dikdörtgen bir telefon cismini suratıma yemeye duraydım. İkizi ne ki, o ne olsun dedirten Doğu, telefonu insanca Hazar'a vermek yerine ilkel bir yöntemi kullanarak fırlatmayı tercih etmişti. Tam bu esnada oradan geçen Zavallı ben ise suratına tokat yiyerek ağzımın payını almıştım.

 

"Burnuma geliyordu! Salak mısın yaaaa!"

Doğu gözlerime panikle bakmıştı. Batı bir adım öne geçerek, suratımı incelemiş ve onun yerine konuşmuştu.

 

"Burnu estetikse ikinci bir ameliyata ihtiyaç duyacak. Yok değilse yine ameliyata ihtiyaç duyacak." Batı'nın sözde hasar tespiti saçmalığın daniskasıydı. Canım acımıştı ama o kadar değil. Burnum kanamamıştı bile.

 

"Ah Hera! Özür dilerim. Çok acıdı mı?"

Doğu bana doğru adım attığında onu elimle kışkışlamıştım.

 

"Acıdı..." Arem'in yanıma geldiğini görmüştüm. Elini, çenemin altına koyup kafamı yukarı kaldırmıştı. Gözleri yüzümde hasar tespiti yapıyordu. "İyi misin, tanrıça?"

 

"Değilim. Öpünce geçiyor diyolar, denesek mi acaba?" Her türlü ortamda ayağıma gelen her topu Arem'in kalesine göndermeyi çok seviyordum. Gözleri şaşkınlıkla açılmıştı. "Bugün sabrımı bir hayli zorluyorsun, tanrıça." Bana bilmediğim bir şey söylemelisin, veliaht.

 

"Oha! Senin burnun estetik mi lan, çirkin cadı?"

 

Puşt bir puştluk yapıp illa varlığını hatırlatacaktı. "Cehalet denen şey çok zor olmalı, biz ne diyoruz sen ne anlıyorsun cahil ve puşt." Erdem'in kaşları çatılmıştı.

 

"Cehalet ne alaka kızım!" Öfkeni yesinler senin puşt.

 

"Burnu estetik değil. Sen konuyu anlamadın kardeşim."

Allah'ın cezası Mert konuşup kulaklarımı yine Allah'ın cezası sesiyle doldurmuştu. Erdem ise, Allah'ın cezasına sadece omuz silkerek cevap vermişti. Bu cevap bile fazla sana, Allah'ın cezası.

 

"Çirkin cadı, hangi estetik doktoruna gittin, söyle de yanlışlıkla gitmeyelim."

Erdem olacak puşt, hâlâ bana sataşıyordu. İnatla burnumun estetik olduğunu düşünüyordu.

 

"Gitmedim lan, estetik doktoruna. Orijinal benim burnum." Sonunda burnumu çekerek bir nevi söylediklerimi ispatlamış olmuştum. En azından ben böyle olduğuna inanıyordum ve başkası beni hiç alakadar etmezdi.

 

"Ha, öyle mi? En kısa zamanda gitmelisin o zaman, çirkin cadı. Malumunuz, köşeyi dönerken burnun, senden önce dönüyor." Ağzım şaşkınlıkla açık kalmıştı. Bana sırıtarak bakıyordu. Bana laf sokmuştu! Sinir katsayım giderek artıyordu.

 

"Senin ağzına sıçarım lan, puşt." İçimdeki çirkef Hera, gün yüzüne çıkıp Erdem'in üzerine atladığı gibi saçına yapışmıştı. Ay, bir ses duyuyorum, acaba neydi? Buldum, tamam. Puşt uluyordu. Tüylerini yolmuştum da, haklı bir ulumaydı onunkisi.

 

"Lan, bıraksana saçımı, çirkef cadı." İki metre adamın saçına nasıl zıplayıp yapıştığımı bilmiyordum. Erdem'in kurtulmak için sarf ettiği çaba nafile idi.

 

"Sen hâlâ konuşuyor musun lan? Andım olsun, yoldum tüylerini." Arem'in kolunun bedenime sarılması ve beni puştun tüylerinden ayırması keyfimi bozan bir hareket olmuştu. Babam bu anı görse yüzüme tükürürdü. 'Kızım, ben sana yumruk atmayı öğretmedim mi? Saç çekmek ne?' diye. Ama anlamıyorsun baba! Tüy yolmanın verdiği zevki hiçbir yumruk vermiyor.

 

"Ya bırakın beni! Çok bile dayandım ben bu puşta."

 

"Salı verin küçük enişteyi." Aradan Hazar'ı da mı çıkartsaydım acaba? Arem beni puştan iyice uzaklaştırmıştı. Aslına bakarsanız benim uzaklaşasım yoktu ama Arem'in beni sırtlaması gibi küçük çaplı bir sorunla karşılaşmıştım. Erdem hâlâ bıraktığım yerde, elinde duran telefonuna bakıyordu. Büyük ihtimalle kameradan yolduğum tüyleri tek tek sayıyordu.

 

"Ulan gitmiş saçımın yarısı."

 

"Kökü sende kardeşim, boş ver, yine çıkar." Evren'e katılıyordum. Zaten ben hep Evren'e katılıyordum. "Lan sen de, indir şu kamerayı, zaten tepem atacak." Puştun sözleri üzerine beni omuzlamış götüren Arem köşeyi dönmeden önce kafamı Allah'ın cezasına çeviriyorum ve bir kez daha kayıt altına alındığımızı görüyordum. O telefonu yedirecektim ona, yakındı.

 

"İndir artık beni, kustum kusacağım." Arem, beni banyo olduğunu tahmin ettiğim kapının önünde yere indirmişti. "Hayır, sana her sarıldığımda hissetmemek mümkün değil, baya kaslı bir şeysin sen. Ne diye yumruk atmak yerine saç baş daldın Erdem'e anlamadım." Bir de sırıtarak söylemez mi bunları?

 

"Yumruk ve tüy yolmak arasında kalite farkı var. Birinin verdiği zevk yolduğun kadar, diğerini ki vurduğun kadar. Anlatabildim mi?" Elim belimde yer edinmişti. Şu hâlimle sadece mahalle ablaları gurur duyardı.

 

"Çok iyi anladım tanrıça. Hadi git sen. Yemek için seni bekliyor olacağız." Eliyle kapıyı işaret eden Arem'e cevap vermek yerine kafamı sallamıştım. Banyodan içeri girip, elimi yüzümü iyice yıkamıştım. Kendimi puşt tüyünden arındırmıştım. Açlık hissiyatı giderek artış gösterdiğinden daha fazla oyalanmadan yemek masasının olduğu yere gitmiş ve de hızla boş sandalyelerden birine oturmuştum.

 

Açlıktan alarm vermeye başlamış karnımı doyurmakla meşguldüm. Arada puştun attığı puştvarimsi bakışlarına, az mı yoldum seni puşt? Bakışlarım ile karşılık veriyordum. Allah'ın cezası Mert, her ne kadar beni konuşturmaya çalışsa da kendisine "bizimle değilsin" tavrımı koymuştum.

 

Yemek devam ederken hepimizin dikkatini çeken bir şey olmuştu. Bir ses gelmişti. Tam kaşığı ağzıma götürecekken dikkatim dağılmıştı. Topuklu ayakkabı sesi hatta sesleri. Önce evin çalışanı girdi görüş açımıza. Ardından iki kadın. Biri Arem'in kız kardeşi, diğeri Evren'in kız kardeşi olan iki kadın.

 

Elena ve Lara... Bir siz eksiktiniz zaten canım görümcem ve kumam. Ohhh işte şimdi ailemiz tamamlanmıştı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(🎭)

 

 

 

Loading...
0%