Yeni Üyelik
24.
Bölüm

🎭 23 LOTUS ÇİÇEĞİ VE TANRIÇA

@mavimsu_

 

Hayatınız boyunca hep sevgiyle kalın, saygıyla kalın, aşkla kalın ve de kitabımı okumaya devam ederek kalın.

 

 

Keyifli okumalar dilerim.

 

 

(🎭)

 

Bölüm Sözü

 

 

Gidiyorsun.

 

Çok ileri gidiyorsun.

 

İçin dışın dağınık.

 

Saçını hiç toplamıyorsun.

 

Dikine gittikçe yanıyorsun.

 

Sonra utanmadan gülüyorsun.

 

Saçını toplasan geçer sanıyorsun.

 

H. G. 

 

(🎭)

 

Bu kaçıncı oldu ben de anlamış değilim. Kaçıncı ihanetin. Yargıda kesincilik yapmak istemiyordum. Nedense her seferinde bir şekilde günün sonunda onu haklı buluyordum. Yaptı ama benim için yaptı diyordum. Amacı beni korumaktı diyordum. Böyle böyle telkin ediyordum kendimi. Böylece yenik düşmüş olarak görüyordum ona karşı hep kendimi.

 

Gözlerinde anlam veremediğim olaylar dönüp duruyordu. Bunu sadece ben görüyordum. Ben onu hissettiğim için orman gözlerin dilinden anlıyordum. Başka biri onu hissederek değil, bakarak gördüğü için anlamıyor, gözlerinin söylediklerini. Ben ise onu niye hissediyorum anlamaz oldum.

 

Kötü bir şey değildir diyordum. Kendimi buna inandırıyordum. Kötü bir şey değildir. Bir şeydir ama kötü değildir. Son zamanlarda hiç katil olasım yok. Ondan olması lazım bu ısrarımın ısrarcılığı.

 

"Çok ciddi bir konuşma yapmak için lafı devir alıyorum. Hazır mısınız?" Gözlerimi tek tek hepsinin üzerinde gezdirmiştim. Onay mırıltısı çıkaranda vardı, başı ile onaylayan da. Başlıyordum o zaman. Gerçekten bütün ciddiyetimin ortaya çıkacağı bir konuşma olacaktı. Nedeni ise açıktı. Artık yeter. Benimle oynadıkları, artık yeter.

 

"Bu kez de arkamdan bir iş çevirdiyseniz, yok senin iyiliğin içindi, yok amacımız seni korumaktı falan bunlar umrumda olmaz. Kendi kendimi boğarak öldürürüm, sonra oyuncaksız kalır ağlarsınız." Ey yüce Rabbim bazı kullarını ciddi yaratmışsın ama beni doğrudan ciddiyetin vücut bulmuş hâli olarak yaratmışsın. Şükürler olsun sana.

 

"Ciddi konuşma dediğin bu muydu?" Hazar'la son zamanlarda aramızda haddinden fazla, negatif elektriklenme oluşmaktaydı. Hakkımız da hayırlısıydı. Çok çok Dünya bir puşt daha kazanırdı. En fazla.

 

"Evet buydu. Beğenemedin mi?"

 

"Sen Dünya'ya hayattı dalgaya almak için gelmişsin. Bunun başka bir açıklaması yok." Var Hazar var. Bunun başka bir açıklaması var. Hayat bazıları için çok zordur. Bu zorluğu aşmanın ise iki yolu vardır. Birinci yol destek almaktan geçer. Şayet sevdiklerin yanındaysa tüm zorluklara göğüs gerebilirsin.

 

İkinci yolu seçenler ise kimsesizlerdir. Size hiç söylemediler mi? Bu hayatta en çok güldürenler ağlar diye. Ciddi değilim. Her şeyi dalgaya alıyorum. Çünkü tekim. Kimsem yok. Kimsesizin nazı da sadece kendisine geçer. Bundan ötürü benden ciddi olmamı beklemeyin. Hayatım ciddi olmak için yeterince zor ve tek başına geçiyor zaten...

 

"Hadi ya sizi mi bekleyeceğim katil olmak için. Arem sen de anlat şu robot ses neyden bahsediyorsa, bir an önce öldüreyim de seni, kapansın konu." Öldürmek konusunda beni ciddiye almadıkları kesindi. Her birinin üstünde sanki bunu laf olsun torba dolsun diye söylemişim gibi bir rahatlık vardı.

 

"Bu aslında kızacağın bir olay değil tanrıça. Daha çok üzüleceğin bir şey. Üzülmeni istemiyorum. Sen üzülme diye istersen burdan şimdi gidebiliriz." Kızmak yok! Öfkelenmek yok! Ancak üzülmek var! Geldi bana meraktan çatlayacağım perileri.

 

"Duymadın mı? Adam ya kıza anlatırsın dedi ya da kafayı gövdeden ayırırım dedi. Ben üzülmeyeyim diye kelle mi keseceğiz?" Saçma sapan işler. Bir de benim için her şeyi yapacakmış gibi konuşmuyor mu? Çıldırıyordum. Hayır, yapıyordu çünkü.

 

"Evet."

 

"Ne demek evet."

 

"Evet, evet demek işte."

 

"Ben de onu diyorum! Ne demek evet?"

 

"Tanrıça sanırım, biz böyle anlaşamayacağız." Ellerini pantolonunun cebine koyan adam omuz silkerek bana son karşılığını vermişti.

 

"Ne yapalım biliyor musun? Bence gel sen beni üz." Komik bir şey söylemişim gibi gülmüştü.

 

"Hayatta olmaz..." Gülümseyişini yüzünden hâlâ silmemişti.

 

"Yav, ne olacak? Alt tarafı kalbim kırılacak. Hiç yapmadığın şey sanki." Gözleri şaşkınlıkla kocaman açılmıştı.

 

"Ne zaman üzdüm ben seni? Benim niye haberim yok?" Şeytan diyor, elinin tersiyle ağzına bir tane vur, son kurduğu cümle bu olsun. Tabii ki ben şeytana uymayacaktım.

 

"Lafın gelişi dedim ben onu. Zaten çok kırılgan da değilim. Anlat da kurtaralım adamı. Kellesi gidecek yazıktır, günahtır; sevabımız olsun." Tek kaşı alayla havaya kalkmıştı.

 

"Emin misin?" Değilim. Emin olmadığıma adı kadar emindi.

 

"En kötü ne olabilir ki ya? Eminim gönder gelsin." Elimi hadi hadi derecesine aşağı yukarı sallamıştım.

 

"Anlatacağım ama olur da üzüldüğünü görürsem oyun burada biter. Seni de alır giderim buradan." Açıyorum, açmak üzereyim, şimdi açtım deyip; reklama giren Acun gibi mübarek. Çatladım burada. Anlat artık. Kafamı aşağı yukarı sallamıştım. Arem, derin bir nefesi içine çektikten sonra bombanın pinini çekmişti.

 

"Melis, seninle tanıştığı gün öldü." Af buyur hangi, gün hangi gün? Melis diye bahsettiği kişi umarım tahmin ettiğim kişi değildir... Derin bir nefesi içime çekmiştim. Keşke kelle kesseydik.

 

"Çekirdeği olan var mı?" Sanırım kimsede çekirdek yoktu. Herkesin tuhaf tuhaf bakması hayır demek olmalıydı. Zaten çekirdek suratımda sivilce yapıyordu. Böyle de dinleyebilirim seni Arem. Çekirdeksiz ve biraz da çaresiz.

 

"Daha detaylı anlat sen de veliaht. Hiçbir şey anlamamaktan sıkıldım." İçeride en çok ben konuşuyordum. Diğerleri konu onları alakadar etmediği için değil, konuyu anlatmaya cesaret edemedikleri için susuyordu.

 

"Doğum günün 14 şubat'ta değil mi?" Ne alakası var şimdi doğum günümün konumuzla.

 

"Maalesef öyle. İleride olacak olan sevgilimden iki ayrı hediye almak yerine tek bir hediye alarak günü kapatacağım. Çok üzücü bir durum." Kafamı acıyla iki yana yavaşça sallamıştım. Alaycılık bir maskeydi. Gardı düşen, maskesini indirmiş demekti.

 

"Çirkin cadı gerçekten dert edine edine burayı mı? Edindin." Sen ne anlarsın puşt. Ben de isterdim bir ay doğduğum için, bir ayda sevgililer günü olduğu için hediye alayım ama, alamayacağım. Devir ekonomi devri. Akıllı olan tek hediye ile kutlar zaten her ikisinin de. Yemin ederim bu Dünya'ya dert çekmeye gelmiştim.

 

"Konuyu sabote etme puşt. Devam edebilirsin Arem'cim." Arem olacak veliaht bu hallerime alışmış olmalıydı. Durumu yadırgamak yerine doğrudan konuya girmesinden bunu çıkarmıştım.

 

"14 şubat günüydü. Melis'e sürpriz yapacaktım. Sevgililer günü ya o yüzden." Yüzünde o günü hatırlar hatırlamaz bir gülümseme peydah olmuştu. Lakin gülüşünde burukluğun izleri vardı. "Beni bir kafenin önünde beklemesini söylemiştim. Tamam demişti. Onu bekletmeyi sevmezdim. Olabildiğince hızlı kullanıyordum aracı. Oraya vardığımda hiçbir yerde onu göremedim. Beni beklemesini söylediğim yerde o yoktu." Sertçe yutkunmuştu. Anlatmakta zorlanıyordu. Kalbine ağrılar mı girdi veliaht? Çok mu acıdı canın?

 

"Kafeden içeri girdim. Orada da yoktu. Çalışanlar yarım saat önce çıktı dediler onun için. Defalarca aradım ama o hiç açmadı. Tam kafeden çıkarken onu gördüm. On yedi yaşında olan Melis'in yanında on dört yaşına o gün girmiş, bir kız çocuğu vardı. On dört yaşında olan o güzel kız, inanılmaz derecede benziyordu Melis'e." Arem'in gözleri beni baştan aşağıya süzmüştü. "O sendin Hera. Melis de ben de, sen bizi hatırlamasan da o gün orada ilk kez tanıştık seninle."

 

Gözlerim yaşadığım şok sebebiyle açılmıştı. Göz kırpmaya hâlim yoktu. Avuç içimin terlediğini hissediyordum. Acıyordu. Kalbim acıyordu.

 

On dördüncü doğum günüm. O lanetli gün. Bir daha hiçbir doğum günümü kutlamayacağım kadar kötü olan o gün. Nasıl nefret ettiysem on dördüncü yaşın on dört şubatından, o günü aklımın derinliklerinden silip atmıştım. Arem anlatmayana kadar, o iki sevgili ile tanıştığımı hatırlamamıştım. O iğrenç günü hatırlamaktansa unutmayı tercih etmiştim...

 

 

14 Şubat 2014 (İlahi Bakış Açısı)

 

14'ün laneti aylardan ikiye denk gelmişti. O gün bir kadın son nefesini verdi. Bir kız çocuğu ise doğduğu güne lanet etti...

 

Kırmızı üzerinde beyaz noktaların olduğu elbisesini giymişti küçük kız çocuğu. Bugün onun doğum günüydü. Güzel olması lazımdı. Kırmızıyı çok severdi. Kendisine de çok yakıştırırdı. Hele ki komşuları Ayşen teyzesinin onun için aldığı kırmızı elbisesine bayılırdı.

 

Dadısı Leyla Hanım'ın büyük oğlu trafik kazası geçirmişti. Küçük kız okuldan geldiğinde dadısı onu sıkı sıkı dışarı çıkmaması konusunda tembihlemiş, içinin hiç rahat etmeyeceğini söylese de evladını görmezse çıldıracağını bildiği için gitmek zorunda kalmıştı. Hera için ise durum hiç iç açıcı değildi. Dadısı ona beraber pasta yapacaklarına ve akşam babası geldiğinde kızı ile beraber doğum gününü kutlamasını sağlayacağına söz vermişti.

 

Ağlamamak için kendini zor tutmuştu küçük kız. Keşke bir annesi olsaydı. O zaman onu bırakıp gitmek zorunda kalmazdı kimse. Ne vardı ki annesi küçük kızı bırakıp giden ilk kişi olmayı tercih etmişti.

 

Ağlamayı sevmezdi küçük kız. Babası için ağlamak zayıflık demekti. Dünya'nın en güçlü adamı derdi babasına. Dünya'nın en güçlü adamının ağlak bir kızı olamazdı. Silmişti elinin tersiyle göz yaşlarını. Ne olursa olsun bugün o pastayı yapacaktı.

 

Dadısı yoksa, kendi pastasını kendisi de yapabilirdi. En güzel elbisesini giymiş, kumbarasını kırmış içinde biriktirdiği parası ile marketten çikolata almaya gitmek için ayakkabılarını giyinmişti. Çikolatalı pasta yapacaktı. Tüm çikolataları bitirdiğini fark edince almak için markete gitmeye karar vermişti. Ah, babası bu pastaya kesinlikle bayılacaktı.

 

Evin kapısından çıkınca, anahtarı dadısının hep yaptığı gibi saksının altına koymuştu. Çok çabuk gidip çok çabuk dönmeliydi. Annesi olsa hayatı daha kolay olabilirdi belki ama olsundu. Elindekilerle yetinmeyi bilen bir kızdı. Annesi yoksa babası vardı onun. Hoş, onun da işi yüzünden çok göremiyor olsa da en azından vardı diye avunurdu.

 

Bir sokak ötede olan marketten çikolata almak için çıktığı görevi başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Lojman içinde bulunan tek market tadilat için kapatılmıştı. Bu nasıl bir şanssızlıktı böyle. Hiç mi mutlu olamayacaktı bu kız?

 

Gözleri dolu dolu evin yolunu tutarken komşusu Ayşen teyzesi ile karşılaşmıştı. Ayşen Hanım, üsteğmen Cengiz ağabeyin hemşire olan eşiydi. Ne kadar uğraşsalar da bir çocukları olamamıştı. Belki de biraz da bu yüzdendir Hera'ya olan düşkünlüklerinin sebebi.

 

Ayşen Hanım gözleri dolu dolu olmuş olan küçük Hera'sı için çok endişelenmişti. Ne olmuştu da o yere düştüğünde bütün dizi parçalanmış olsa da tek bir damla göz yaşı dökmeyen kızın, gözleri dolmuştu? "Neyin var bebeğim," diye sormuştu Ayşen Hanım. Küçük kızın karşısında eğilmişti. Hera bu soruyu duymayı bekliyormuş gibi içini dökmüştü teyzesine. Elinin tersiyle göz yaşını silip içli içli ağlayan kıza içi gitmişti Ayşen Hanım'ın. Allah biliyor ya, ne çok isterdi Hera gibi bir kızının olmasını. Nasip olmamıştı. O da hem Hera'nın anne özlemini hem de kendi evlat özlemini dindirmek için el verdiğince annelik etmişti ufaklığa.

 

Hera, bugün doğum günü olduğunu ama kimsenin bugünü önemsemediğini söylediğinde, Ayşen kalbinin kasıldığını hissetmişti. Kendi kendine söylenip, bugünü hatırlamadığı için kendisine kızmıştı. Hastane'de işler çok yoğun gitmişti. Bir an için aklından çıkmış olmalıydı. Yoksa o bugünü asla unutmazdı.

 

Hera aslında genç kız olmuş sayılırdı fakat tuhaf bir şekilde bedeni geç büyüyordu. Hera'nın bu sorunu için babasıyla konuşmuştu Ayşen. Attila konuyu çok üstün körü anlatmıştı. Hera yaşına oranla beş yaş küçük gösteriyordu. 14 yaşında olan Hera aslında 9 yaşında bir çocuğa benziyordu. Büyüyordu ancak geç büyüyor, yaşıtlarından daima küçük gösteriyordu. Ciddi bir sorun olsa da babası bunu önemsemiyor aksine tuhaf bir şekilde normal karşılıyordu.

 

Küçük kız için, Ayşen'nin anne olma zamanı gelmişti. Onu da aldığı gibi arabasına atlayıp, lojmandan ayrılmadan önce kocası Cengiz'den Hera'nın babasından izin alması adına istekte bulunmuştu. Attila Bey sert, ketum bir adamdı ama kızı konusunda sadece Ayşen'e güvenirdi. Öyle herkese emanet etmezdi. Bugün kızının doğum günü olduğu için ikisinin beraber olmasını kabul etmişti.

 

O günün devamında Ayşen teyzesi ile çok güzel bir gün geçirmişti Hera. Önce sinemaya gidip aksiyon dolu bir film izlemişlerdi. Hera seçmişti filmi. İkisi de doğru bir seçim olduğundan hemfikirdi. Ayşen teyzesi ile her ne kadar Hera "gerek yok" diye ısrar etse de onun için bir sürü hediye almışlardı.

 

Sokak sokak gezen bu iki güzellikten biri yanında kızı varmış gibi hissederken, diğeri annesi varmış gibi hissediyordu.

 

Günün sonunda eve gidip çikolatalı pasta için kolları sıvamadan önce bir marketin önünde durmaları gerekmişti. Çikolata almaları gereken konular vardı.

 

Ayşen teyzesi, elinde tuttuğu market poşetlerini Hera için aldığı diğer hediyelerin yanına, arabasının bagajına koymakla meşgulken, Hera'nın gözlerine bir kedi takılmıştı. Bembeyaz tüyleri olan bir kediydi. Sol bacağında aksaklık var gibi görünüyordu. Zavallıya kim ne yapmışsa topalıya topalıya gidiyordu. Ayşen teyzesi Hera'nın baktığı yöne bakınca dar sokaktan aşağı doğru topalaya topalaya giden kediyi görmüştü. İkisinin de aklında kediye yardım etme düşüncesi yer edindiği için Ayşen teyzesi Hera'ya arabada beklemesini, kediyi aldığı gibi gelip beraber veterinere götüreceklerini söylemişti. Hera çok mutlu olmuştu bu fikir sayesinde. Kedinin iyi olmasını gerçekten çok istiyordu. O arabaya binince Ayşen Hanım da kendisini bekleyen hazin sona doğru yol almıştı.

 

*

 

Çok beklemişti Hera arabanın içinde ama gelmemişti Ayşen teyzesi. Ne vardı canım bu kadar geç kalacak? O böyle beklemeye devam ederken pamuk şeker satan biri geçip gitmişti arabanın yanından. Gitse mi? Gitmese mi? diye çok ikilemde kalmıştı. Kaybolmaktan korkuyordu.

 

Biraz düşününce gitmeye karar vermişti. Ayşen teyzesi pamuk şekeri çok severdi. Onun için gidecek ve pamuk şeker alacaktı. Onu mutlu etmek istemişti. Edemeyecekti. Keşke edebilecek zamanları olsaydı. Pamuk şeker satan adama yetişmek adına, arabadan çıkıp kapıyı kapatırken tabanları ikinci annesini mutlu etmek adına yağlamıştı küçük kız.

 

---

 

Genç kız, sevgilisiyle anlaştığı gibi kafede onu beklemekten sıkıldığı için dışarıda beklemeye karar vermişti. Bugün 14 Şubat'tı. Eğer sevgilisini birazcık tanıyorsa, ona gördüğü zaman bayılacağı bir sürpriz yapmak adına sabahtan bu yana ortalıklarda görünmemişti.

 

Ah, ne çok aşıktı ona. Çok severdi onu. Bu dünyada karşısına çıkan en güzel lütuftu yeşil gözlerin sahibi. Ağabeyinin yakın arkadaşı olan bu adam, kız için her şey demekti. Aşkın en güzel yanıydı.

 

Sevgilisi aklına her geldiğinde efsunlanan genç kızın dikkatini çok tuhaf bir görüntü çekmeyi başarmıştı. Önünden geçip giden tuhaf biri. Elinde pamuk şekerler olan kırmızı elbiseli bir kız çocuğu. Gözleri şoktan iri iri açılmıştı. 'Aman tanrım' diye geçirdi içinden. Küçük kız onun küçüklüğüne inanılmaz derecede benziyordu.

 

Küçük kız, onun yanından, onu hiç umursamadan geçip gidene dek, şokla izlemeye devam etmişti genç kız. Kendine geldiğinde harekete geçip, küçük kıza yetişmek için koşmaya başlamıştı. Onunla tanışması lazımdı. Hatta onu, biraz sonra kendisini almaya gelecek olan sevgilisiyle de tanıştırmalıydı. Tanrı aşkına, bu kız resmen onun kopyasıydı.

 

Sonunda ona yetiştiğinde elini kırmızı elbiseli kızın omzuna atmıştı. Kendisine dokunan birinin varlığını hisseden küçük kız, elinde tuttuğu pamuk şekerlerden birini paketinden çıkartıp ağzına götürürken, önünü ona dokunan kişiye doğru dönmüştü. Hala hala gözü bir yerden ısırmıştı bu güzel kadını ama çıkaramamıştı da.

 

"Buyur abla. Yolunu kaybettiysen kusura bakma, tarif edemem." Melisa hâlâ yaşadığı şoktan çıkamamıştı. Ne güzel abla demişti o kız öyle. Bir kardeşi olmasa bile abla gibi hissetmişti kendini. Acaba demişti, ablası var mıdır? Yoksa da benim olmamı ister mi?

 

"Adın ne senin, küçük?" diye sordu genç kız. Hera, aslında "sanane" demek istemişti. Başkası sorsa söylerdi, ama bu güzel kız için öyle demek istememişti. Kalbini kırmak istememişti. Niye istememişti, o da pek anlamamıştı.

 

"Adım Hera abla. Peki senin adın ne?" Hera... Ne kadar güzel bir ismi var diye geçirmişti genç kız içinden. Kendisi de çok güzeldi. Hayır, ona benzediği için düşünmüyordu bunu genç kız. Gün gelecek bu kız benden bile güzel olacak diyordu içinden.

 

"İsmin çok güzelmiş, Hera. Benim adım da Melisa, ama sen bana 'Melis' de lütfen. Dünya üzerinde bana Melis demesinden hoşlanacağım iki kişiden biri sen olmak ister misin?" Sevdiği adam için o hep Melis olmuştu. Bir tek onun Melis demesine izin vermişti. Melis hep sevdiği adama özel olsun istemişti. Şimdi bu ufaklık için nedenini hiç anlamasa bile Melis olmak istemişti. Melisa değil...

 

"Senin adında güzelmiş. Yine de üzülme çünkü benim adım daha güzel. Ay, az daha unutuyordum. Pamuk şekeri ister misin, Melis abla?" Elinde tuttuğu paketlerden birini ona doğru uzatmış küçük kızı görünce Melisa çok üzülmüştü. Şekere alerjisi olduğu için çok üzülmüştü. Çok güzel duruyordu çünkü. Hayır, şeker değil, onu ikram eden çok güzel duruyordu.

 

"Benim şeker alerjim var, yine de teşekkür ederim."

 

"Ay, geçmiş olsun Melis abla, şekersiz bir hayat çok zor olmalı."

 

"Aslında bakarsan alıştım artık buna. Hem tadını hiç bilmediğim için canım da çekmiyor."

 

"Olsun, ben yine de acıdım sana." Melisa kahkaha atmıştı. Belliydi, bu kız ağzına gelen her şeyi hiç gocunmadan insanın yüzüne çarpıyordu.

 

"Yaşın kaç senin, merak ettim ufaklık."

 

"Bugün on dört oldum." On dört mü? Bu kız minyon olduğu için yaşından daha küçük gösteriyordu anlaşılan. Şahsen Melisa, en fazla on yaşındadır demişti onun için.

 

Hissetmişti Melisa. Üzerinde olan gözleri hissetmişti. Kafasını çok uzaklaşmadığı kafeye doğru çevirmişti. Sevgilisini görmüştü o an. Telefonu kulağında, endişeli bir şekilde bir oraya bir buraya volta atıyordu. Kendisi için endişelendiğini anladığı sevgilisi daha fazla endişelenmesin diye ona seslenmeye karar vermişti.

 

"Barkın," sözleştikleri yerde bulamadığı için endişelendiği kadının sesini duyunca hızla kafasını sesin geldiği yöne doğru çevirmişti adam. Çok şükür iyiydi sevdiği. Hatta yüzünde bariz bir sırıtma vardı. Ne güzel gülümsüyordu ona öyle. İçi gidiyordu genç kadın için resmen. Adam henüz sevgilisinin tıpatıp aynısı olan kız çocuğunu fark etmemişti. Genelde Melis'in olduğu yerde sadece ona odaklanırdı.

 

"Hızlı adımları onu sevdiğine ulaştırmıştı. 'Lotus çiçeği, beni ne kadar korktuğunun farkında mısın?'' Melisa, Arem'in henüz onun kopyası olan çocuğun farkında olmadığını bildiği için eliyle ona cevap vermek yerine kızı işaret etmişti. Arem, sevgilisinin işaret ettiği yöne bakınca pamuk şekeri ağzına tıkamakla meşgul olan o kız çocuğunu görmüştü. Gözleri şaşkınla açılmıştı. Bu kız, Melis'in küçüklüğünün aynısıydı.

 

"Bu çocuk küçüklüğüne çok benziyor, Melis." Adam gözlerini küçük kızdan alıp genç kadına çevirmişti.

 

"Yalnız ben kimseye benzemem." Küçük bir çocuk sesi duyunca tekrar oraya doğru dönmüştü.

 

"Adın ne senin?" Hera uzun boylu genç adama kısa boyundan dolayı bakmakta zorlanıyordu.

 

"Hera!"

 

"Hera mı, tanrıça olan Hera mı?" Daha önce birinin böyle bir isme sahip olduğunu duymadığı için şaşırmıştı adam.

 

"Başka Hera'mı var ki, soruyorsun?"

Hera, genç ve uzun adamın ismini beğenmediğini düşündüğü için sinirlenmişti.

 

"Agresifsin bir de." Duyduğu sözler yüzünden kaşlarını çatmıştı Hera.

 

"O ne demek?"

 

"Sinirli demek, tanrıça." Genç adam küçük kıza tanrıça diye seslendiğinde Hera kıkırdamıştı. Tüm öfkesi uçup gitmişti.

 

"Adım Hera olsa da, tanrıça demeni sevdim. Sen de benim Zeus'um olsana." İki genç, küçük kızın flörtöz hâlini aniden görünce kahkaha atmışlardı. Melisa çok sık gülen biriydi, ama Arem'in gülüşünü görmek öyle herkese nasip olmazdı.

 

"Üzgünüm, tanrıça. Çok isterdim ama Lotus çiçeğine sözüm var." Hera'nın gözü el ele tutuşan iki gençe takılmıştı. Anlaşılan sevgililerdi. Canı sıkılmıştı. Niyeyse, Zeus'unu bulmuş fakat kaybetmiş gibi hissetmişti.

 

"Aman zaten ben daha iyilerine layığım."

Arem alayla tek kaşını kaldırmıştı.

 

"Yapma ama tanrıça, üzdün beni."

Küçük kızda karşı konulamaz bir enerji vardı. Varlığıyla gülümsetmeyi iyi biliyordu.

 

"Senin üzdüğün kadar değil."

 

"Aklım almıyor şu an ne konuştuğunuzu. Birbirinizi kırk yıldır tanıyor gibisiniz." Melisa, yüzündeki sırıtışıyla ikisini izlemekten hiçbir şey anlamasa da zevk aldığını gösteriyordu. Hera, genç kadının varlığını hatırlayınca kafasını hızlı hızlı sallamıştı.

 

"Ay, çok kaldım ben burada, gitmem lazım. Ayşen teyzem beni bekliyordur." Bir an lafa daldığını fark eden Hera, iki gençin cevap vermesini beklemeden arkasını onlara dönmüştü.

 

"Bir gün yine buluşur muyuz, tanrıça?" diye bağırmıştı Arem, çekip giden kırmızılı kız çocuğunun ardından. Arkasını hiç dönmeden cevap vermişti küçük kız da ona.

 

"O gün geldiğinde yanında Lotus çiçeğini getirmezsen olabilir."

 

*

 

O gün gelmişti. Arem, anlaştıkları gibi Lotus çiçeğini getirmemişti. Getirememişti...

 

Küçük Tanrıça ve yeşil gözlü adamın hikayesi böyle bir günde başlamıştı. Biri o günü unutamazken, diğeri unutmayı tercih etmişti. Bu 14 Şubat'ın akıllara zarar lanetiydi.

 

*

 

Küçük kız Ayşen teyzesinin arabasının yanına gittiğinde etrafta oluşan kalabalığı ve polis araçlarını görmüştü. Kalbi, korkuyla yerinden fırlayacak gibi göğüs kafesinde atar olmuştu. Biraz daha yaklaşınca ambulansın da burada olduğuna şahitlik etmişti . Yürüdü, yürüdü ve yürüyemedi. Gördü çünkü. Ayşen teyzesini gördü. Sedyeye bindirilmek üzereyken gördü, annesi gibi hissettiğini. Üstünde bir örtü vardı. Gözleri açıktı. Yaşlar sıcak sıcak akıyor gidiyordu gözlerinden kadının. Hayır, o yaşıyordu. Boş bakıyordu sadece.

 

Tecavüze uğramanın boşluğundaydı...

 

Ayşen teyzesi o gün yaralı bir kediyi bulmak için girdiği ara sokağın sonunun, kendi sonu olacağını bilmiyordu. Kırk yaşlarında, ayaş, iğrenç, insan dışı bir varlık ona hayatının en iğrenç saatini yaşatıp çekip gitmiş, kayıplara karışmıştı. Ara sokak olduğu için ne bir görgü tanığı ne de kamera kaydı vardı.

 

Şerefsiz herif çekip gittikten sonra yine gelmesinden korktuğu için düğmeleri kopan gömleğini üzerine geçirmeyi zor bela başarmıştı kadın. Yürümeye mecali yoktu. Duvarlara kah sürünüp kah tutuna tutuna yardım isteyebileceği insanların arasına kadar gelmişti. Hayatının en iğrenç anı, onu aynı zamanda çırpındıkça vücuduna aldığı şiddetli darbeler yüzünden öldü ölecek bir hâle getirmişti. Hoş, zaten ruhu öleli bir saat oluyordu.

 

Hastaneye kaldırılan kadının hiç kimseyi duyduğu söylenemezdi. İlk müdahaleyi yapan ekip bu durum için şoka girmiş olmasından kaynaklı demişti.

 

"Teyzeme ne oldu? Ona ne yaptılar?" diye ağlayan küçük bir kız bırakmıştı Ayşen Hanım arkasında. Gün gelecekti ve o küçük kız bunun için sadece kendini suçlar olacaktı. Öylesine derin bir vicdan azabı saracaktı ki dört bir yanını. "Ben" diyecekti. "Benim" diyecekti. "Ben doğdum" diye, "benim yüzümden" diyecekti. Bir daha da doğduğu günü kutlamayacaktı. Kendini mi? İşte onu hiç affetmeyecekti...

 

O günün ardından tamı tamına yirmi gün geçecekti. Ayşen Hanım, hayatta karşı yaşam enerjisini kaybettiğinden, psikolojik tedavi alması adına hastaneye yatırılacaktı. Yapılan kan testi ise hayatını bir kez daha alt üst edecekti. Yıllardır özlemle yanıp kavrulduğu bebeği karnındaydı. O hamileydi. O hamileydi. O hamileydi. O tecavüz sonucu hasret kaldığı bebeğe hamile kalmıştı.

 

Çıldıracaktı kadın bunu öğrendiğinde. Kocası perişandı. İstemeyecekti kadın bu bebeği. Oysa Cengiz Bey, karısı onu için her şey demek olan o adam, doğurmak isterse onun bebeğine babalık bile yapardı. Her yerde deli gibi arıyordu şerefsiz adamı. Yoktu. Bulamıyordu. Karısı gün geçtikçe tükeniyor, adamın canından can gidiyordu.

 

Ve sonra öyle bir an gelecekti ki, Ayşen, Cengiz'in gözünün içine baka baka hayatına son verecekti. Cengiz mi? O günden sonra onu bir daha kimse ne görecek ne de duyacaktı. Bir gidecek, bir daha geri gelmeyecekti.

 

Hikayenin tanrıça'ya düşen tarafı böyle olacaktı. İkinci annesi de kayıp gidecekti elinden.

 

Peki Yeşil gözlü, uzun adama ne mi olmuştu?

 

O günün sonu, adam içinde hiç iyi bitmeyecekti. Hatta o gün, o bitecekti. O tükenecek, o yanacaktı.

 

Sevdiği kadın ile beraber arabaya binmişlerdi. Bugün çok özel bir gündü. Hem sevgililer günü hem de daha on sekiz yaşında olduğu hâlde sevdiğine evlenme teklifi edeceği gündü. Bir yıl önce almıştı şehrin güneyindeki ormanlık alanı. Dünya'nın en iyi adamları ile çalışıp saray niteliğinde bir ev yaptırmıştı. Melis için her şeyi en ince detayına kadar düşünmüştü. Ona değerdi. Lotus çiçeği ile beraber orada yaşayacaklardı. Evlendikten sonra tabii. Önceliği sevgilisini sürpriz eve götürüp, evlilik teklifinde bulunduğunda 'evet' cevabını almaktı. Alamamıştı. Gidememişti.

 

Yol boyunca küçük kızdan bahsetmişti Melis. Çok sevmişti onu. Kendi küçüklüğü vardı sanki karşısında. Hoş karakter olarak o küçükken içe kapanık, bu kız ise dobra olduğunu her hâlinden belli etmiş bir kız olsa da, yüzü onun küçüklüğünün kopyasıydı. Arem ile konuşmuş ve bu küçük kızı bir şekilde ekibin geri kalanı ile tanıştırmak için ikna etmişti.

 

Melisa, kırmızı rengini çok severdi. Hep kırmızı giyinmek isterdi. Aşıktı kırmızıya. O küçük kızda kırmızıyı seviyor olmalıydı. Elbisesinden, tokasına kadar her şeyi kırmızıydı. "Bak sevgilim, bir ortak noktamız daha çıktı tanrıça ile," demişti. Arem ise lotus çiçeği seviyor diye kırmızıyı severdi. Lotus çiçeği gidince nefret etmişti o renkten.

 

Bilemezdi Arem. Sevdiği kadını evlenme teklifi etmek için götürdüğü yere varmadan önlerinin kalabalık bir araç konvoyu tarafından kesileceğini bilemezdi. Adamların ellerinde silah olacağını bilemezdi. O silahlardan çıkan kurşunların kendisini ağır yaralayacağını bilemezdi. En çokta şeyi bilemezdi. O gün orada Lotus çiçeğinin en sevdiği renkle kaplanacağını. Bu görüşün onu son gördüğü zaman olacağını. Bilseydi çok şey değişirdi de, bilememişti işte...

 

Yeşil gözlü adam da o gün böylece 14'ün lanetine yenilecekti. Sonra ne mi olacaktı? Aradan bir yıl geçecekti. Küçük Tanrıça ve yeşil gözlü genç adam, iki ayrı mezarın başında buluverecekti kendini. Birinin teyzesi hamile olduğunu öğrendiği zaman, bulduğu ilk fırsatta "ben bu çocuğu istemiyorum! Ben böyle anne olmak istememiştim!" diye haykırarak karnını kendi elleriyle on dört kez bıçakladığı için toprak olacaktı. Diğerinin sevgilisi on dört el ateş eden silahtan çıkan kurşunlardan birinin kendisine denk gelmesi sonucu hayatını yitirecekti. Kendisi de kurşunlardan nasibini alacaktı almasına ama ölmeyecekti. Allah biliyor ya, ne çok isterdi sevdiğiyle beraber ölmeyi o da ama ölmeyecekti. Yaşarken ölecekti.

 

İki mezar, dört ölü. Bu on dördün lanet olası büyüsü... Hayaller ve hayatlar yok oldu. Küçük tanrıça doğduğu günden oldu. Aşklar ve sevdalar yok oldu. Yeşil gözlü veliaht sevdiğinden oldu. Kader tanrıça'yı veliahtta bağladı. Bu onlar için son oldu. Sonları sonsuz olur muydu? Bilinmez ama, bu son, sonuncu kez olmuştu...

 

En bilinmeyen kehanet en geriden gelendi. O eski kertede, iki kadın, kaderin gizemli ipliklerinin kesiştiği bir noktada karşı karşıya gelecekti. İlk göz teması birinin sonu olurken diğerinin sonsuzluğu olursa eğer, sessizlik; o anın ağırlığını hissettirir, karanlık; ölümün gölgesini onlara sarardı. Hangi yönü seçseler, kaderin çizdiği yoldan kaçamazlardı. Birinin son nefesi diğerinin elindedir, çünkü, hayatın ölümle dansının son perdesi; benzerliğin içinde gizlidir.

 

Daldığım hayal aleminden kalbimde yer edinmiş yaranın sızısını tekrar hissedince ayılmak zorunda kalmıştım. Bir tarafta Ayşen teyzemin acıklı sonu varken diğer tarafta hayatını, hayatta olmadığından dolayı almak adına yerine geçtiğim o kız vardı. Melisa... Melis... Melis abla... Lotus çiçeği...

 

Aklım derin bir çukurun içinde debelenip duruyordu. Ben bu çukurdan çıkmayı beceremeyen aklım yüzünden bir çıkış yolu bulamıyordum. Arem'le çok önceden tanışıyordum. Bu kader miydi? Yahut kadersizlik miydi? Arem'le tanıştığımız o günün ikimiz içinde çok derin anlamları varmış meğerse. Bu nasıl kader? Ne biçim kadersizlikti?

 

Ben annem yerine koyduğum kişiyi kaybetmiştim. Arem lotus çiçeğini. Ben bir daha doğum günümü kutlamamıştım. Arem'de bir daha yaşamamıştı. Bizim için 2014'ün 14 şubat'tı iki anlama geliyordu. Birinci anlam ilk kez karşılaşan yollarımızı temsil ediyordu. İkinci anlamı ise ölümü. Yollarımız bizi ölümler yüzünden, yine birbirimize bağlamıştı.

 

Moralim bozulmuştu. Kaderim, kederim yüzünden can çekişiyordu. Doğrular yanlışlara boyun eğmişken, hayatım ellerimden kayıyordu.

 

Yeşil gözlü veliahtın bakışları üzerimden bir an olsun ayrılmamıştı. Ağlamayı unuttan birinin canı deli gibi ağlamak istiyordu. Benim gibi birinin. O da farkındaydı hatırladığımın. Hatırlamak istemezdim oysa ben. O gün benim için fazlasıyla iğrenç bir gün olmuştu. Bir de bununla mı baş etmem gerekiyordu?

 

Hayatımda çocukluğumdan bu yana ilk kez ağlamıştım. Onda da yanımda Arem vardı. Şimdi yine ağlayasım vardı lakin bu kadar kişinin içinde olmazdı. Arem'in zayıf yanımı görmesi beni rahatsız etmemişti. Diğerleri görürse rahatsız olurdum. Bunun sebebi neydi? Ne içindi? Kestiremiyordum. Arem'in yanında ağlamak iyi gelirken, ondan başka birinin ağladığımı göreceği düşüncesi beni ürkütüyordu.

 

"Ben artık gerçekleri öğrenip cümle alemin, en başta da dış sesin içini rahatlatığıma göre sayın Doğukan Beyi kurtarsak mı artık?" Çoğunluğun derin bir nefesi rahatlamış gibi içlerine çektiklerine şahitlik etmiştim. Korkmuşlardı. Çok daha büyük bir tepki vermemden korkmuşlardı. Öğreneceksiniz. Hepiniz tek tek öğreneceksiniz. Zayıf davranmanın, sarsılmanın, düşmenin, yenilmenin lügatıma ters olduğunu hepiniz öğreneceksiniz. Öğreteceğim.

 

"Oturup ağlar diye bekliyordum ben. Yine şaşırttı." Bende öyle bekliyordum Hazar. Bazen beklediğimiz tepkileri veremiyoruz. Kimisi için bu istemsizdir. Kimisi içinse mecburi. Mecburdum. Bu hayatta Hera Türkeş'in zayıf olmaya hakkı yoktu. Sevgili babamdan vücudumun her zerresine nakil ettiğim pek kıymetli nasihatlardan sadece biriydi bu.

 

"Ağlamamı gerektirecek bir durum vardı da ben mi kaçırdım?" Ağlamamı gerektirecek keşke sadece bir durum olsaydı.

 

Gözüm hepsinde tek tek gezindiğinde Erdem'in üzerinde durmuştu.

 

Erdem'in bakışları her zaman olan bakışlarından çok daha sert bir hâl almıştı. Kaşlarını çatmış, gözünü kırpmadan beni izliyordu. Son zamanlarda bu puşt beni bir hayli şaşırtmaya başlamıştı. Normalde beni en sevmeyen o olması gerekiyorken içinde bulunduğumuz son zamanlarda benim için endişelendiğini hissediyordum.

 

İnsanlar görürdü. İnsanlar bakardı. Eğitilmiş insanları ise görseniz de çözemezdiniz, baksanız da. Ben bu adamları hissediyordum. Hissetmeyi iyi biliyordum. Bundan mütevellit ben hissettiysem öyle olma olasılığı yüksektir değil, zaten öyledir diyordum.

 

"Üzülmüyor gibi davranmayı kes çirkin cadı. Burada bulunan hiç kimse sen üzüldün diye seni güçsüzlükle suçlayacak değil." Duygularım bana özeldir Erdem. Gücümde beni ilgilendirir güçsüzlüğümde. Bunu kendine neden dert ettin? Asıl soruysa niye sen?

 

"Üzüldüğümü gizlemiyorum. Olmayan bir olayı gizleyemezsin. Çünkü zaten yoktur." Kaşları mümkünmüş gibi daha çok çatılmıştı. Bana doğru adımlaya başladığın da yerimde daha fazla dikleşmiştim. Aramızda üç adımlık mesafe kalınca durmuştu. Kaşları çatılmayı bir an olsun bırakmamıştı. Senin derdin ne benle?

 

"O yüzden mi senelerdir doğduğun günü sanki Dünya'nın en iğrenç günü o günmüş gibi uçurumun başında saatlerce atlasam mı atlamasam mı? diye düşünerek geçiriyorsun." Senelerdir. Senelerdir varlığımdan ekipçe haberdarlardı. Senelerce bir babam ve ekibi tarafından, bir Arem ve ekibi tarafından takip edilip durmuşum.

 

Kendimi en yalnız hissettiğim o on dört şubat günü daha da yalnız olabilmek için kimsenin olmadığı uçurumun başına gider, sabah sekizden akşam sekize kadar ne denli yalnız olduğumu düşünür, kimsesizliğime yanardım ben. Öğrendiğim bu yeni bilgi ile dünyam başıma yıkılmıştı. Neticede yedi yirmi dört sürekli takip edilen biri ne kadar yalnız olabilirdi? Benim hayatım yalan olmuştu.

 

"Atlasam mı? diye bir kere tek düşünmüş olsaydım kesinlikle atlardım, Erdem. Beni tanıyormuş gibi davranma. Üzülmedim diyorsam üzülmedim."

 

Doğruydu aslında. Atlamak fikri aklımdan hiç geçmemişti. Sadece bazen çok yakına gider, uçurumun en uç kıyısına oturur ve ayaklarımı aşağı sarkıtırdım. Atlamak istiyorum diye değil, yükseklik korkum yüzünden yapardım bunu. Bazen bazılarımız kendine en ufak ya da en büyük herhangi bir meseleden dolayı korkmayı yakıştıramazdı. Onlardan kaçmak yerine üzerine giderlerdi.

 

Uçurumun kıyısına her oturduğumda içimden on dört dakikalık süre tutardım. On dört lanetini temsilen on dört dakika boyunca en büyük korkularımdan biriyle yüzleşirdim. Bu sürenin sonlarına doğru bayılacak gibi olduğum için yüz ifadem atlarsam mı atlamasam mı diye düşündüğüm yönüne yoğunlaştırılmıştı. Kendi kendimle yüzleştiğim için böyle olduğunu düşünmeleri normaldi. Yükseklik korkumu kimse bilmezdi. Babam bile.

 

Attila Tuğrul Türkeş bir keresinde akşam yemeği yerken "bir korkun var mı?" senin diye durup dururken sormuştu bana. On yedi yaşında ya vardım ya da yoktum o zamanlar. Tam evet var, yüksekten çok korkuyorum demek için ağzımı açmıştım ki eliyle susmamı sağlamıştı. Ardından da eklemişti:

 

"Dünya üzerinde var olan hiçbir korkunu en yakınına dahi söyleme. Hayat sürprizlerle doludur. En yakınım dediğinin bile zamanı geldiğinde korkunu sana karşı kullanmayacağını bilemezsin. Ha! Korkularını kendine sakla derken aynı zamanda onları askıda tut demiyorum. Bulduğun her fırsatta kimseye çaktırmadan korkularının üstüne git. Böylece korkum yok derken gerçekten korkusuz olduğun için bunu dediğini bilirsin." Fark ettim de ne güzel demişti babam.

 

"Hâlâ yalan söylüyorsun çirkin cadı." Arem'in Erdem'e üzerime daha fazla gitmemesi konusunda ikazda bulunduğuna şahit olmama rağmen Erdem onu dinlemek istemiyor gibi duruyordu.

 

"Yalan söylediğimi neye göre, kime göre söyleyebiliyorsun?"

 

"Eğer o gün üzülmediysen neden hiç o günü kutlamadın. Lan o gün senin doğum günün kızım. Sen, yıllardır her sene o günü uçurum başında geçiriyorsun. Çünkü o günden nefret ediyorsun."

 

Ediyorum. Nefret ediyorum. Çok nefret ediyorum ama bu senin ne diye umrunda?

 

"Yanılıyorsun, o günden nefret etmiyorum. O günle bir alıp veremediğim de yok. Doğum günümü kutlamıyorum çünkü doğum günü kutlanılmaz. Doğum gününü kutlarlar, Erdem." Ruhsuz sesim şaşırmasına neden olmuştu. "Hiç düşündün mü? Belki de o günü benim için kutlamaya hiç kimse gelmemiştir." Omuz silktiğimde işin aslında belki değil de gerçekten öyle olduğunun farkındaydım. "Bir daha ki on dört şubat'ta kıyıda köşede, intihar etmeyi düşündüğümü sandığınız o dakikalarda bile ortaya çıkmak yerine durup beni izleyeceğinize, elinizde bir pasta ile gelin. Üstüne yaşım kadar değil, doğduğum gün kadar mum koyun. Bak bakalım nasıl mutlu oluyorum o zaman."

 

Onda gördüğüm son şey, sertçe yutkunduğu için inip çıkan adem elmasıydı. Böyle bir cevabı beklemiyor olmalıydı. Onunla daha fazla konuşmak istemiyordum. Odadan ilk çıkan olmayı istemem, bu düşünceme bağlanmış olmalıydı. Çekip gitmiştim. İçerisi kalabalıktı ancak içlerinden sadece yedi adam çaresizdi. Onların tek çaresizliği bendim. Peki, benim çarem kimdi?

 

Odadan çıktığım gibi soluğu merdivenlerin başında almıştım. Koridorun tam ortasında yukarı doğru dönerek çıkan merdivenin ilk basamaklarına oturup kafamı dizlerime gömüştüm. Kollarım sayesinde yüzümün görünmediğine emin olduğum için rahat rahat ağlayabilirdim artık.

 

Gözlerimde çeşme varmış gibi akıp giden yaşları engelleyemiyordum. Engelleme gibi bir isteğim de yoktu. Biraz rahatlamam gerekiyordu. Geçmişim geçmiyordu. Zavallı Ayşen teyzeme zaten yeterince yanmıyormuşum gibi şimdi bir de lotus çiçeğini tanıyor olmama yanmıştım. Hele tanıştığımız gün ölmesini, benim doğduğum günün onun öldüğü gün olmasını kaldıramıyordum. Arem'e bir gün bana gelirse yanında Melisa olmadan gelmesini ben söylemiştim. Arem gelmişti. Bana gelmişti. Dediğimi dinlemiş, Melisa'yı getirmemişti. Yanımda bir hareketlilik hissetmiştim. Kimin geldiğini anlamak zor değildi.

 

"Ağlama tanrıça. Ağlamanı sevmediğimi biliyorsun." Ses vermemiş, ağlamaya devam etmiştim. Verecek bir cevabım olmadığından değil, bir cevap vermek istemiyor oluşumdan susmayı tercih etmiştim. İç çekişlerimin devam ettiğini işiten adamın derin bir nefesi içine çektiğini duymuştum.

 

"Böyle susacak mısın, tanrıça?" Susma eylemi başlattığıma göre, sence, veliaht?

 

"Üzülürsen seni de alıp giderim buradan, demiştim. Ben, seni zorla kucaklamadan hadi kalk da gidelim buradan." Çok isterdim buradan gitmeyi. Hatta hepinizin hayatından çekip gitmeyi çok isterdim. Gidemem değil mi? Ben sizin bataklığınıza saplanmıştım. Ne kadar sizden kurtulmak için çırpınırsam, beni o kadar karanlığınıza gömmüş olacaktınız.

 

"Gidemem. Babamın yaşadığına emin olmadan buradan gidemem."

 

"Biz olmadan da babanı kurtaracaklardır."

 

"Ama onun kızı benim. Benden başka kimsesi yok. Biz birbirimize hiç iyi gelmesekte hep iyi geliriz, Arem." Ne demek istediğimi herkes anlayamazdı. Arem anlayacaktı, bundan emindim. O beni hep anlardı. Babamın benden başka benim babamdan başka kimsem yoktu. Biz birbirimize nasıl aile oluruz bilemezdik. İyi gelmemiştik. Ancak birbirimizden başka kimsemiz olmadığını da hep bilmiştik. Bu yüzden iyi gelmiştik.

 

"Tamam tanrıça. Sen nasıl istersen öyle olsun." Yine susmuştum. Oysa ağzım susmuştu. Göz yaşlarım değil.

 

"Tahmini ne zaman bitecek iç çekişlerin? Daha fazla dayanamayabilirim." Bugün de fazlasıyla konuşkansın sanırım, veliaht.

 

"Seni, yani sizi tanıdığımı hatırlamıyordum." Konuya bir yerden başlamak lazımdı, kabul ediyordum ancak bu kadar hızlı bir girişin dudaklarımdan çıkışı beni de şaşırtmayı başarmıştı.

 

"Hatırlamadığının farkındaydım. Hatırlatmak istemedim. O gün sadece benim için değil, senin için de Dünya'nın en kötü günü olmuştu." Arem için yargıda kesin olmamam gerektiğini yavaş yavaş öğreniyordum. Genelde ya benim iyliğim için saklardı ya da ben onun yerinde olsam ben de böyle yapardım dediğim türden olayları anlatmazdı.

 

"Tam olarak ne zamandan bu yana hayatındayım?"

Ne zamandan beri hayatımdasın? değil, ne zamandan beri hayatındayım, veliaht. Senin, benim hayatımda olduğun zamanlarda ben seni hiç hatırlamadığım için, sen benim hayatımda yer edinemedin veliaht.

 

"Melis'in ölümünün üstüne 323 gün geçtikten sonra."

 

"Senin evin önünde bulunan şu tanrılar ve tanrıçalar heykelleri de tesadüf değil o zaman."

 

"Değiller."

 

"Tam olarak kaç yıldır peşimdesin, sekiz yıl mı?"

 

"Sekiz yıl kırk iki gün."

 

"Günün sorusunu soruyorum o zaman."

 

"Merakla bekliyorum, tanrıça."

 

"Sapık mısın lan sen?" Kafamı gömdüğüm dizimden bir hışımla kaldırıp haklı bir yakarışta bulunmaktan çekinmemiştim. Gülmüştü. Elimin tersiyle ağzına bir tane vurma isteği geçmişti aklımdan.

 

"Gerçekten günün sorusu bu mu?"

 

Yüzünde beliren lanet olası sırıtışını hiç silmeden sorduğu soruya yüzümü asmıştım. Bu adam beni resmen katil olup olmamam konusunda sınıyordu.

 

"Hem günün sorusu, hem de cevabına göre diğer günlerinin nasıl geçeceği yönde olan soru."

 

"Diğer günlerimin kötü geçme ihtimali var sanırım." Kaşları yukarı kalkmıştı.

 

"Ben olsam öyle demezdim."

 

"Ya ne derdin? Tanrıça." Göz kırpmıştı. Alay etmeden duramıyordu.

 

"Hiç geçme ihtimali yok derdim." Tarafınca, tarafıma yönelik yine sinir bozucu bir gülüş gelmişti. Gülme kardeşim, komedi programı yok senin karşında.

 

"Cevap veriyorum o zaman. Sapık değilim."

 

"Şu an var ya, bir rahatladım bir inandım hiç sorma. Sekiz yıldır her hareketimi takip eden, evimin önüne bana yönelik iki metrelik heykeller bulunduran o adam, 'ben sapık değilim' dediyse kesin değildir."

 

"Sekiz yıl değil, sekiz yıl kırk iki gün. İki metre değil üç metre on dört cm." Derin derin nefes alıp vermiştim. Ellerim istemsizce yumruk şeklini almıştı. Adam resmen benim sabrımı sınıyordu. Tepemin atası değil, ona giresi vardı artık.

 

"Bünyeme aşırı yükleniyorsun ama sen." Patlarsam atomlarını, atomlarına kadar ayıracaktım.

 

"Sadece şakaydı tanrıça, sakinleş."

 

"Bana sekiz yıldır, ah pardon, sekiz yıl kırk iki gün boyunca benim ruhum bile duymadan peşimde olmanın mantıklı bir açıklamasını yapar mısın artık. Yoksa ben namus elden gidiyor deyip seni boğayım mı?" Hâlâ sırıtıyordu. Neden bilmiyorum ama artık bu adamın, ona baş kaldırmam ve tehdit etmem konusunda beni bilerek körüklediğini düşünmeye başlamıştım. Sanki o, karşında duran hâlimden zevk alıyordu.

 

"Nefes almak için." Kaşlarım yine ve yeniden çatılmıştı.

 

"Daha detaylı bir anlatım talep ediyorum." Kafasını tamam anlamında sallamıştı. Allah'ım, ne olur bu sefer çok şaşırmayayım. Azcık şaşırayım. Yüksek oranda şaşkınlık yüzünden öteki tarafa gidecektim artık.

 

"Her gün sadece bir saat seni izliyordum. Ne bir dakika fazla ne de bir dakika az. Tam olarak bir saat boyunca seni izliyordum. Bazen okulda oluyordun. Bazen kafede. Bazen orda, bazen burda fark etmez. Her gün bir saat seni izleyip nefes alıyor, sonra gidiyordum."

 

"Neden? Özellikle bir saat niye?" Soru soran gözlerimi suratına dikmiştim.

 

"Daha azı yetmiyordu. Daha fazlası da sadece izlemek değil, dokunmak istememe neden oluyordu." Sesi dümdüzdü. Etkisi yoktu. Sözleri ise ölümdü. Etkisi çoktu.

 

"Arem." Sesim çektiğim acıyı içinde yaşadığı tükenmişlikle harmanlayarak dışarıya çıkmıştı. Gözlerimin içine bakmıştı, veliaht.

 

"Efendim, tanrıça."

 

"Arem! Ben o değilim." Derin nefes almış ve tek solukta içimdeki yangını haykırmıştım. "Onu özlediğin için nefes alamadığın her an, onun mezarına gidecektin, benim yanıma değil. Ona dokunmak istersen, ondan kalan eşyalara dokunacaktın, bana değil. Arem, ben o değilim. Ben Melisa değilim. Bana bunu yapma..."

 

Gözleri yemyeşil ormanların karanlığına bürünmüştü sanki. Yeşilin en güzel tonu kararmıştı. Bataklık olmuştu. Beni bu bataklık alı koyarsa, o zaman boğulmuşum demektir. Karanlığının esiri olamayacak kadar büyük bir aydınlığım yok. Karanlığında boğulursam eğer, bilmen gerekenler vardır.

 

"Sana Melis olduğunu söylemedim ben."

Neden böyle davrandığımı sorguluyordu. Ona göre söylemiş olması gerekiyordu. Söylemediyse verdiğim tepkiyi hak etmemiş demektir. Peki ya hisler ne olacaktı?

 

"Karşında o varmış gibi davrandın ama. Söylemedin, hissettirdin sen. Onu hissetmek için değil mi? Senin şu an bile yanımda olman onu hissetmek için değil mi?"

 

"Öyle!" Ruhsuz bir şekilde verdiği cevap içimi böylesine keskin bir acı ile doldurmamalıydı. Onun için değmezdi. Hoş, bunun için de değmiyordu zaten.

 

"Bir gün senden kurtulacağım. Kafamı çevirdiğim hiçbir yerde sen olmayacaksın. Bunu ne zaman fark edeceksin, onu da söyleyeyim hemen; ne zaman lotus çiçeğini özlediğinde, onu hissetmek için onun mezarına gittin, işte o zaman artık tanrıçanın bu hikayede yerinin olmadığını göreceksin. Bunu sana ben göstereceğim." Kendimden ve sözlerimden emindim. Yaparım dediğimi yapardım. Hep yapmıştım. Yine yapardım.

 

"Böyle bir şey olursa o zaman sen de şunu bilmelisin, tanrıça." Kafasını yüzümün yakınına getirmişti. Gözleri gözlerimi tarumar etmeye devam ediyordu. "Bu hikayede artık özleyeceğim bir değil, iki kadın vardır."

 

Şaşırmıştım. Çok şaşırmıştım, hem de. Bunu beklemiyordum. Arem'in bir gün beni Melisa için değil, ben olduğum için özleyebileceğini bilmiyordum. Bunu ondan duymayı hiç, ama hiç beklemiyordum.

 

"Doğru mu duydum ben?" Oturduğum merdiven köşesine doğru eğilmişti. Hemen yanımda oturuyordu. Elini belime atıp beni kendine doğru çekmişti. Bir eli sırtımda yer edinmişken, diğer eli yüzümü avuçlamıştı.

 

"Doğru duydun. Ben görebiliyorum, senin içini görebiliyorum. Tıpkı senin benim içimde kopan kıyametlerden haberdar olduğun gibi, ben de senden haberdarım."

 

Küçük dilimi yutu yutacaktım artık. Yalan söylemiyordu. O zaten yalan söylemez, doğruları saklardı. Onu da benim için yapardı. Veliahtında dediği gibi, biz birimizin içini görebiliyorduk. Arem'in içi bana karşı dürüsttü. Bunu yaşadığıma inanamıyordum. Arem Barkın Soykamer, Hera Türkeş'e bir lotus çiçeği için değil, tanrıça olduğu için değer veriyordu.

 

"Aferin böyle adam ol işte." Romantizmi çok severdim. Okurum, izlerim, yaşamak isterdim ama yaşatamazdım. Olmazdı. Bazılarımızın ruhu odun olabiliyordu. Arem, ortaya çıkan odun tarafım yüzünden kahkaha atmıştı. Onun benimle alay etmesine izin vermeden doğrudan konuya girmiştim.

 

"Hadi kalk, gidelim de geriye kalanları kurtaralım." Sırıtarak kafasını sallamıştı. O da biliyordu, kurtarmak istediğim ilk kişinin kendi canım olduğunu.

 

*

 

Yedinci kurbanımızı kurtarmak için kapının önünde toplanmıştık. Benim sayemde bir mola vermişti, beylerin hepsi.

 

Her yeni insanla beraber içimde bir merak duygusu beliriyordu: Acaba babam burada mıydı? Sonra kendi kendime, 'Aptal! Bizim şansımıza kalsa kesin babam sonuncu kişidir.

 

Astsubay Kerim Almaz. Sırada kurtarılmayı bekleyen sekizinci kişiydi. Onunla beraber son üç kişi kalmıştı. Bu üçlüden biri babamdı.

 

"Büyük bir azimle çıktığınız yolda ilk üçe giriş yaptığınız, her ne kadar geberin diye kurduğum tuzakların hepsini atlatsanız da, helal olsun size. Tebrik ediyorum hepinizi." Sen de bizi tebrik etmesen hâlimiz haraptı be dış ses.

 

"Konuşma kardeşim. Boş boş konuşma, vallahi geliyorlar bana sen konuştukça." Sanki konuşmasa gelmiyorlarmış gibi konuşan Hazar'ın tepkisi çok ikonikti.

 

"Harbi aklıma gelmişken kaç zamandır soracağım, soracağım diyorum, hep unutuyorum. Bu dış ses kim?" Olaylar sürekli üst üste hücum ettiği için, belki de en başından beri sormam gereken kritik soruyu bir türlü soramamıştım. Kavga, dövüşten sıra gelmemişti.

 

Bir grup beyinsiz heriflerde bana cevap vermek adına aynı anda konuşmuştu. Daha doğrusu, beyinsiz olduklarını gözler önüne sermişlerdi. Onlar kim mi? Puşt Erdem ve Yönler, Doğu-Batı ile Allah'ın cezası Mert'i. Aynı anda verdikleri cevap ise beynimi derin düşüncelerin esiri yapacak kadar sorgu sual içeren türdeydi.

 

"Düşmanımız."

Bunlarla yola çıkacaksanız eğer, o yolun size gireceğini de hesaba katmalıydınız.

 

"Aman Tanrım, inanamıyorum. Demek düşmanınız. Ben de halanızın kızı sanıyordum, ne zamandır. Bildiğim iyi oldu."

 

"Dalga mı geçiyorsun, güzelim?" Yok be Mert'cim, onu da nerden çıkardın.

 

"Hiç yapar mıyım? Öyle bir şey."

 

"Yaparsın." Tek kelimelik cümleleri, aynı anda söyleyebilme güncellemesi gelmişti heriflere. Sizi fabrika ayarlarınıza döndürme zamanı geldi de geçiyordu.

 

"Evet yaparım. İtirazınız mı var?"

 

"Yok." Hepsi aynı anda konuşunca göz devirmiştim. Bunlarla bir arpa boyu kadar yol alınmazdı.

 

Yavuz komutanın "E hadi içeri girelim" komutu ile önden, o peşi sıra ise biz odaya girmiştik. Kerim Bey, odanın içinde bulunan tahta kare masanın arkasında bulunan sandalyede eli kolu serbest bir şekilde oturuyordu. Ön tarafta yine bir tahta sandalye vardı. O boştu. En son eli kolu serbest birini gördüğümde iki kaplan ile baş başa kalmıştık. Bir ufak ürpermemiş değildim.

 

Masanın ortasında siyah bir kutu vardı. İçinde ne olduğunu açmadan bilemezdik. "O şerefsiz kutuyu siz gelmeden açmama izin vermediği için, içinde ne olduğunu ben de bilmiyorum." Kerim Bey son derece rahattı. İçinde bomba çıkınca görürüm ben sizi, Kerim Bey.

 

"Şimdi açmana izin veriyorum asker. Oyun başladı çünkü." Dış ses yine varlığını hatırlatmıştı. Asker, masanın ortasında olan kutuyu kendine doğru çekip kapağını hiç acaba içinde bomba var mı diye düşünmeden bir hışımla açmıştı. Tamam, anladık, ölmek senin için sorun değil. Ama belki benim için sorun. Hep siz, hep siz olmaz böyle.

 

Kerim Bey kutunun içine elini daldırarak içinden colt türü 6 mermi alan revolver tabanca çıkarmıştı. Bu tabanca genelde Rus ruleti için kullanılan tabancalardandı. İzlediğim filmlerden aklımda yer edinmişti.

 

Sanırım yeni oyunu anlamıştım. Rus ruleti oynanacaktı. Ancak Kerim Beyin oturduğu sandalye dışında içerde sadece bir tane daha sandalye vardı. Bu rulet aramızda biri ile oynanacaksa, Allah'ım lütfen o ben olmayayım.

 

"Kamer! Rulet sen ve asker arasında olacak. Ancak bir farkla. Altı atışın altısını da sen yapacaksın. Hedefinde asker olacak. Kurşun belki birinci atışta namludan çıkacak, belki iki de, belki üç'te ya da belki de altı da. Bunu bilemeyeceksin. Sadece tahmin edebilirsin." Hayatımda daha saçma çok az oyun duymuştum. Her türlü adam ölecekti. Oyun falan değildi söyledikleri.

 

"Diyelim ki kurşun üçüncü atışta gelecek diye düşündün. İlk iki atışın hedefine boş olduğu için zarar vermedi. Üçüncü atışı duvarı nişan alarak yapacaksın. Kurşun tahminin üzerine üçte çıkarsa tebrikler, kazandınız demektir. Fakat çıkmazsa, o zaman geriye kalan iki askeri kurtarmaya gelmeniz gerek yok. Çünkü onlar çoktan ölmüş demektir."

 

Senin kuracağın oyunun çarkına tüküreyim ben. Bu adil değil. İnsanların hayatını tahmin üzerine riske atamazsınız. Ya doğru tahminde bulunamazsa Arem? O zaman ne olacak? Babam. Diğer iki askerden biri benim babam. Onu kaybedecektim. Onu kaybedemezdim.

 

"Bu çok saçma. Bir tahmin üzerine iki can alacaksın. Kaldı ki doğru tahmin edilmezse buradaki asker canından olacak. %10 bile değil Arem'in doğru tahmin yapması."

Batı'ya katılıyordum. Yemin ederim sonuna kadar Batı'ya katılıyordum.

 

"Batı haklı. Arem, sen de bir şey söylesene kardeşim."

 

Evren Korkmaz'ın konuşması yönümü veliahtıma çevirmeme neden olmuştu. Düşünüyordu. Başkası için sadece boş bakıyor gibi görünüyor olabilirdi ancak ben başkası değildim. En azından artık bugün başkası değildim. O boş bakmıyordu. O ne yapacağını düşünüyordu. Sana güveniyorum veliaht. Bulursun sen. Hep buldun. Yine bulursun. Bulmak zorundasın.

 

Arem son bir kez daha bana baktıktan sonra kafasını sallamıştı. Bunun anlamını biliyordum. Arem Barkın Soykamer bir yolunu her zaman bulurdu. Bulmadığı yol çıkmazdı. "Oğlum ne yapıyorsun? Kabul etme oyunu. Sonu kanlı biticek. Gözünü seveyim oturma oraya."

 

Mert ile ne zamandır tanışıyordu acaba Arem. Çocukluğundan beri ise eğer en az on beş yılları vardı. Benim ise Arem'le gerçek anlamda tanışıklığım bir aya tekabül ediyordu. Buna rağmen ben Arem'in o masaya neden oturduğunu anlamıştım. Fakat kardeşlerinin hiçbiri anlamamıştı. Hepsi Arem'i yapmaması konusunda uyarıyordu. Ne yani seni gerçekten bir tek ben mi görebiliyorum?

 

Bütün yapma etme laflarına rağmen Arem son derece rahat bir şekilde sandalyede oturmuştu. Arem ne kadar rahatsa Kerim Bey de o kadar rahattı. O ikisi ne kadar rahatsa bende o kadar rahattım. Diğer on üç adam için aynı şeyi söyleyemeyecektim. Yavuz'un o nerdeyse hiç konuşmayan ekibi bile Arem'i bu oyunu oynamaması konusunda defalarca uyarmıştı.

 

Veliahtım onları hiç takmadan eline tabancayı alıp önce rutin kontrol yapmıştı. Ardından yerine yaslanan kollarını birbirine dolayıp adeta "bitse de kurtulsam" değil, "ölsem de kurtulsam" tarzında olan Kerim Bey'e namluyu doğrultmuştu. Arem ilk kez tetiğe basıncaya kadar nefesimi tutuğumu fark etmemiştim.

 

Bir gitti, kaldı geriye beş. Çok geçmeden ikinci kez basmıştı Arem. Kalbim ağzımda atıyordu. Odanın içindekiler Arem'i çıktığı yoldan döndüremeyeceklerini bildikleri için sessizce izlemek ile yetiniyorlardı. Üçüncü tetiğe basışını görünce çıkan o ses sadece boşa atış yapan tabancanın sırasını dördüncüye devir daim ettiğinin göstergesiydi.

 

Tam olarak ne zaman duvarı nişan alacaksın Arem. Beni hayal kırıklığına uğratmazsın biliyorum. Sadece korkuyorum. Babamın ölmesinden korkuyorum.

 

Dördüncü tetiğin basılımı da yine Kerim Bey'in bedenine doğru olmuştu. İki hamle. Son iki hamle. Birinin duvarı hedef alması gereken son iki hamle. Mümkünse duvarda iz bırakması gereken son iki hamle. Tanrım, sanırım nereden nefes alınırdı unuttum. Mert'in yanıma geldiğine şahit olmuştum. O da çok fazla endişeliydi benim gibi. Bu oyunun kan dökülmeden bitmesini istiyordu. Elini elime doğru uzatıp avucu arasında haps etmişti elimi. Benden destek almaya ihtiyacı var gibi görünüyordu. Tuhaf olan şey elimi tuttuğu an tekrar nefes almaya başlamamdı.

 

Arem, beşinci kez tabancanın namlusunu askere doğrultmuştu. Ah, kurşunun altıncı da olduğunu düşünüyordu öyleyse. Peki, bu doğruysa bile bu kanıya nereden varmıştı?

 

On saniye süren bekleyişin ardından tetiğe tekrar basılmıştı. Beşinci atışta boş geçmişti. Bu durumda kurşun altıncı atıştaydı. Altıncı atış duvara nişan alınarak yapılmalıydı. İlk beşte boş olduğu için kurşun duvarı böylece delicekti. Kimseye bir şey olmayacaktı. Hepimiz derin bir nefes almıştık. Sevinç çığlığı atmak üzereydim. Tabii eğer Arem'in altıncı atışı yapmak için namluyu duvar yerine Kerim Bey'e doğrultuğunu görmeseydim. Bakın işte buna halk arasında "sevinci kursağında kalmak" diyorlardı...

 

"Kardeşim, ilk beş atış doldu zaten. Altı duvara doğru olacak." Değil mi ya? bence de. Mert ile hemfikir olduğum doğruydu. Kerim Bey de Arem'e anlamayan gözlerle bakıyordu. Bizim de anladığımız söylenemezdi.

 

"Hayır kardeşim, altı duvara doğru olmayacak." Lafını tamamlar tamamlamaz tetiğe basmıştı Arem. Gözümü sımsıkı kapatmıştım. Ağzımdan bir çığlık bile kaçmış olabilirdi.

 

Duymayı beklediğim tabancanın ateş aldığının kanıtı olan ses yerine, her boş atıştan sonra çıkan sessizdi. Bu da ne demekti şimdi?

 

"Tebrikler Kamer. Yine her zaman olduğu gibi oyun içinde oyun oynandığını fark ettin. Açıkçası şaşırdığımı söyleyemem."

 

Bir dakika! Bir dakika! Durum analizi yapmaya başla hemen Hera! Tabanca altı atış yaptı, altısından biri ya duvarda ya da Kerim Almaz'ın üstünde patlayacaktı. Kerim Almaz'ın üstünde patlarsa o ölecekti. Duvarda patlarsa biz kazanmış olacaktık. Ancak bir de namlunun duvara doğrultulması söz konusu olsa bile patlamaması durumu vardı. Bu olsaydı biri babam olan diğer iki asker şehit edilecekti.

 

Tabanca boştu. Arem bunu en başından anlamıştı fakat eğer anlamayıp tabancayı duvara doğrultup tetiği çekmiş olsaydı, ah devamını düşünmek bile istemiyordum. Babam ölecekti.

 

Teşekkür ederim veliaht. Beni hayal kırıklığına uğratmayacağını biliyordum.

En azından bu kez bundan emindim.

 

Mert'in eli arasında olan elimi nazikçe çekmiştim. Daha fazla beklemenin alemi yoktu. Bugün bu adam babamın hayatını zekası sayesinde kurtarmıştı. Hâlen daha yerinde oturan adamın etrafından dolanarak sımsıkı sarılmıştım

Sayende kimsesiz kalmadım veliaht. Sana herkesimi borçluyum.

 

Sarılışıma ilk başta şaşıran adam çok geçmeden sarılarak karşılık vermişti. "Teşekkür ederim. Çok teşekkür ederim." Kulağına doğru fısıldayarak teşekkür ettiğim adamın ne için teşekkür ettiğimi anladığına emindim. "Etme tanrıça. Seni mutlu eden hiçbir şey için bana teşekkür etme." Boynuma bir öpücük kondurması da bu sözlerinden sonra olmuştu.

 

Babama giden yol bitmek üzereydi. Attila Tuğrul Türkeş, lütfen biraz daha dayan. Kızın seni kurtarmadan buradan gitmeyecek.

 

Kerim Almaz, çok geçmeden güvenli alana götürülerek ambulansa ne olur ne olmaz diyerek bindirilmişti. Biz de yine ve yeniden bir kişiyi daha kurtarmak adına dördüncü katta çıkmak için yola koyulmuştuk. "Bu kadar zeki olmak nasıl bir duygu sayın Kamer." Batı'nın elinde mikrofon varmış gibi Arem'in önünü kesmesi hepimize yine başladı dedirtmişti. Hayır, sesini de spikerler gibi yapmakta bir hayli iyiydi.

 

"Bir beyni olmayan senin hissettiğinin tam tersi şeklinde bir his kardeşim." Fena geçirdi veliaht yalnız.

 

"Aşk olsun ağabey, ben sana iltifat edeyim, sen beni yerin dibine sok." Arem, trip atıp önden giden Batı'nın arkasından sadece gülümsemişti. Gözleri gözlerime denk geldiğinde bu gülümseme sırıtışa dönmüştü. Önümde reverans yaparak kolunu uzatmıştı. Gülümseyip reveransına iki yanımda hayali bir elbisenin eteklerinden tutuyormuş gibi eğilerek karşılık vermiş, koluna girmiştim.

 

Dördüncü kattaki doğru odanın önünde dikilmiştik. "Binbaşı Yavuz Yücel içeride sizi bekliyor." Dış ses olmasa bile bunu bilebilirdin. Ben, babamın sona kaldığını bilebilirdim. Nerden mi? Olmayan şansım sayesinde.

 

En önde olan Batı, kapıyı açmıştı. Onu peşi sıra biz takip etmiştik. Hep beraber girdiğimiz odada kötü bir durum görünmüyordu. Binbaşı Yavuz'u arayan gözlerim, kendisini karşımızda bulunan duvarın önünde, eleri tavandan sarkan zincirler yüzünden havada asılı şekilde bulmuştu. Buradan onun yanına gitmemizi engelleyen sıkıntılı herhangi bir durum gözükmese dahi, hepimiz olduğumuz yerden kımıldamamıştık. Ters giden şeyler vardı.

 

"Aranızdan biri arkanızdaki lamba anahtarını kapatıp içerisinin karanlık olmasını sağlarsa, yeni oyunumu ben anlatmadan anlarsınız zaten."

 

Doğu, dış sesin konuşması üzerine tavandaki lambanın ışığını kesen anahtarı kapatmıştı. Ortalık karanlığa bürününce yutkunmaktan başka şansımız kalmamıştı.

 

Sağ ve sol duvarlara sabitlenmiş tuhaf küçük cihazlar vardı. Kendi eksenleri etrafında dönüyorlardı. Işıklar gittiğinde ortam karanlığa bürününce fark etmiştik onları. Kendileri lazer cihazlarıydı. Kırmızı bir duvardan diğerine farklı yönlere doğru hareket eden, çizgiler yayıyorlardı.

 

"Oyunumu görüyorsunuz. Binbaşının yanında bulunan duvarda lazer cihazlarını kapatacak olan bir düğme var. Aranızdan en elastik olanınız lazerlere yakalanmadan karşı tarafa geçecek ve düğmeye basıp sistemi devre dışı bırakacak. Ha tabii beceremez de lazerlere yakalanırsa, o zaman en fazla on beş saniye sonra topluca havaya uçarsınız."

 

"Tek merak ettiğim şey acaba paramı sıçıyorsunuz dış ses bey. Bakıyorumda hiçbir masraftan kaçınmıyorsunuz."

 

"Sadece sizlere layık olmaya çalışıyorum Hera Hanım."

Ah, ondan hiç kuşkum yoktu zaten.

 

Etraftaki iki metre heriflere bakmıştım. Elastik olmak için fazlasıyla iri yarıydılar.

 

Üzerimdeki gömleği daha rahat etmek için çıkarmıştım. Aralardan geçerken zorluk çıkarabilirdi. Gömleği yere atarsam bir daha asla giymezdim. Bunun farkında olduğum için gömleği tutması için Arem'e uzatmıştım. Askerler ellerindeki el fenerlerini açtığı için birbirimizi görebileceğimiz bir loşluk vardı etrafta. Gömleği ona uzattığıma tanık olan Arem, ne yaptığımı anlamaya çalışır gibi gözlerimin içine bakmaya başladı.

 

"E tutsana gömleği."

Elimde uzattığım gömleğe ters ters bakmayı kesip, elimden almıştı.

 

"Oraya seni gönderme gibi planlarım yok tanrıça." Anlamıştı. Her zaman anlardı.

 

"Ah tabii biliyorum senin öyle planların olmadığını. Neyse ki ben sen değilim." Kaşları daha da çatılmıştı. Bir ufak sinirlenmişti.

 

"Unut bunu." Keskin sesine aniden karşılık vemiştim.

 

"Hadi ama mantıklı düşün biraz. Aranızda bu iş için en uygun fiziğe sahip olan kişi benim. Bilmem farkında mısınız ama iri yarı heriflersiniz hepiniz. Bırakın da herkes kendi işini yapsın."

 

Boyu 168 olan elli beş kilo bir kızdım. Hayatımın uzun bir bölümünü spor yaparak geçirmiştim. Teknik olarak, iri adamlardan daha yüksek ihtimalle lazerleri atlatabilirdim.

 

"Bücür haklı konuştu. Aramızda fiziksel olarak işin üstesinden gelme ihtimali yüksek olan tek kişi. Boşuna bücür demiyoruz."

 

"Boşuna bücür diyorsun. Boyum normal uzunlukta."

 

"Bana göre kısasın."

 

"Bana göre de sen sırık gibisin, ben bir şey diyor muyum?" Kafasını benim olduğum taraftan çevirmiş, gözlerime bakmayı reddetmişti.

 

"Hiç seninle uğraşamam bücür. Bana dokunma."

 

"Anasının bile eldivenle sevdiği adama ben niye dokunayım zaten." Doğu ve Batı kahkaha attıklarına göre yine iyi geçiriyordum anlaşılan.

 

"Aklım almıyor. Nasıl oluyor zerre bilmiyorum ama bir şekilde bu kızla konuşurken sanki gol atsın diye ona orta açıyormuşum hissine kapılıyorum." Hazar kendi kendine söylenmeye başladığında onu ve varlığını takmayı reddetmiştim.

 

"Her neyse çekilin de sizi kurtarayım köleler."

 

"Bunun normalde egosu çekilmiyordu. Eğer bu işi hallederse bittik biz. İnşallah hep beraber patlarız."

Sus Erdem, sus puşt. Konsantrasyonumu bozma. Patlatırım hepinizi.

 

"Güzelim, emin misin? Yapabileceğinden."

 

Başlamadan önce ısınma hareketleri yapıyordum. Kollarımı kendi ekseninde açıp kapatırken Mert'in sesiyle ona doğru dönmüştüm. Endişeli görünüyordu.

 

"Ben yapacağımdan eminim de sen sanki değil gibi görünüyorsun." Gözlerim alayla baştan aşağı süzmüştü onu.

 

"Yok öyle değil, ben senin için söylüyorum. Yapamazsan patlarsın." Gülmüştüm.

 

"Ben patlarken sen fazladan bir saniye bile yaşayamayacağına göre çok da dert etme bunu kendine istersen." Mert bana hak verdiğinden kafasını sallamıştı. Gözlerimi ondan alıp, devamlı olarak hareket eden lazer ışıklarına çevirmiştim.

 

Hazırım ben. Devam edebilirdim. Zaten başaramazsam en fazla patlayacaktık. Sanki nedir?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(🎭)

 

Loading...
0%