Yeni Üyelik
28.
Bölüm

🎭 3 GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE

@mavimsu_

 

 

 

Hayatınız boyunca hep sevgiyle kalın, saygıyla kalın, aşkla kalın ve de kitabımı okumaya devam ederek kalın.

 

 

 

 

Keyifli okumalar dilerim.

 

 

 

 

(🎭)

 

 

 

 

Bölüm Sözü

 

 

 

Her insanın içinde bir

 

 

 

kamburu vardır; belki görünmez,

 

 

 

ama yükünü taşır.

 

H.G.

 

 

 

(🎭)

 

 

Çok zor iki seçenek arasında kalmıştım. Öylesine zor iki seçenekti ki, hangisini seçsem aklım diğerinde muhakkak kalacaktı. Hayatım boyunca bu kadar derin çıkmazların içine düştüğüm çok nadir anılarım vardı. İşte bu, onlardan biriydi. Sorarım şimdi insanlığa: Neden ben? Bu çıkmazı yaşayacak başka insan kalmamış mıydı? Bu bana reva mıydı? Ah, kalbim verdiğin eziyette daha fazla dayanamayacaktı. Maalesef birini seçmek zorundaydım. Çünkü, çünkü açtım.

 

 

Ekmeğime çilek reçeli mi sürmeliydim? Yoksa vişne reçeli mi? Bütün insanlığı derin derin düşündüren tek soru. Tabii içlerinden birine alerjisi yoksa. Bunun içindi kara kara düşünmelerim. Günün sonunda aklımın bana verdiği yetkiye, midemin de onayını katarak bir dilim ekmeğime sürdüğüm balı afiyetle yemiştim.

 

 

O son lokmayı yedikten sonra artık doyduğuma emin olmuştum.

 

 

Olaylı geçen kahvaltı sonrası, Arem Barkın Soykamer tarafından boğazıma ve koluma pansuman yapılmıştı. Boğazımda bulunan yara izi, çok zorladığım için kanamıştı. Kolumda bulunan Hazar Orhon'dan kalma silah yarası ise dikiş atılmaya gerek olmayan türden sıyrılmış, küçük bir izdi. Onlar için küçük, benim için oldukça büyük olan o izin intikamı neyse ki alınmıştı.

 

 

Her konuda en mükemmel benim diyen veliahtım, tıp konusunda da en mükemmel o olduğu için bundan sonra yaralarımı zorlamamam gerektiği ile ilgili bir ton nasihatta bulunmuştu. Ardından eklemişti: "Eğer Hazar isteseydi, sadece küçük bir sıyrık açmazdı kolunda. Aksine, kolunu parçalardı. Biliyorsun değil mi tanrıça?" Buna binaen ben de: "Eğer o herifin kolunda benimki gibi küçük yara açtıysan, ebediyen beni kaybetmişsindir." demiştim. Veliahtımın bunun üzerine bana verdiği cevap içimi rahatlatmıştı doğrusu. "Sana zarar verdiği için onun koluna dikiş atacaklar, tanrıça."

 

 

Herkese zehir zıkkım ettiğim kahvaltıyı tek başıma yalayıp yuttuktan sonra bütün sülaleyi birbirine katan ve akşamına ilahi paylaşan yenge edasıyla üç silahşörlerin de aralarında olduğu veliahtların yanına doğru gitmiştim. Veliahtların tüm o kavgalara, vurmalara, kırmalara rağmen yan yana olduğunu görünce dayanamayıp bağırmıştım:

 

 

"Naber gurursuzlar ve de akmasa da damlıyor denilecek kadar az sevdiklerim."

 

 

Üç silahşörler Hazar, Erdem ve Evren beni duymamazlıktan gelirken, bitirim ikili Mert ve Arem gülümsemişti. Tutunamayanlardan Doğu ve Batı Beyler ise bana cevap verme sorumluluğunu üstlenmişti.

 

 

İkizlerin söylediğine göre Ulular, Veliahtları küçük yaşlardan itibaren ağır eğitimlerden geçirdikleri gibi onları ağır disiplin içinde tutarak koordine etmekten de geri kalmamışlardı. Öyle ki bugüne kadar veliahtlar içinde düşmanlık asla olmamış. Onları tek bir insan olarak düşünmek lazımmış. Biri bu insanın beyniyken, diğeri kalbiymiş. Ötekisi ayağıyken, bir diğeri eliymiş. Birinden birinin eksikliği demek bu insanın yarım kalacağı demekmiş. Bu da Uluları bir hayli öfkelendirmiş. Batı son cümlesini şu şekilde tamamlamıştı: "Emin ol Hera'cığım, Dünya üzerinde aklı başında yaşayan hiç kimse Uluları öfkeliyken görmek istemez. Hatta Dünya üzerinde yaşayan hiç kimse Uluları görmek istemez. Bakma, biz emir kuluyuz sadece." Sanırım tam da burada korkmam gerekiyordu. Peki korktum mu? Aman banane onlardan. Sanki veliaht olacağım.

 

 

Özetle; ikizlerin tüm sözlerinden çıkardığım sonuç veliahtların gurursuz oldukları değil, aksine aldıkları eğitimler yüzünden birbirlerine kin güdemedikleri yönündeydi. Mesela Erdem zamanında Arem tarafından ağzı burnu dağıtılmış bir adamdı. Buna rağmen Arem'e hiç gocunmamıştı. Samimiyetleri kaldığı yerden devam etmişti. Aynı olayın benzerini yaşayan Hazar da Arem tarafından koluna açılan yarayı diktirip, gelmişti. Bu ikili şimdilerde bahçede Arem ile karşılıklı oturuyordu. Hatta, ben içeride tıkınırken camın arkasından gördüğüm kadarıyla Arem'in anlattığı bir şeye Hazar kahkaha atmıştı.

 

 

Veliahtlar her ne yaparsan yap, birbirlerinden kopmayacaklar, Hera. Nedense içimden bir ses, Uluların eğitikleri veliahtlar kadar sağlam bağları olmadığını söylüyordu. Ve de benim içimdeki ses daima haklı çıkardı.

 

 

Fakat söz konusu bu olduğunda, beynimi kurcalayan bir takım sorunlar ortaya çıkıyordu. Düşüncelerim sorunların ortaya çıkmasına zemin hazırlıyordu. Ulu ve Veliaht yapılanması çok uzun süreye dayanan güçlü bir saltanata sahipti. Babadan varise geçen düzen uzun yıllardır varlığını sürdürüyordu. Bu da demektir ki şimdinin Uluları bir zamanların Veliahtlarıydı. Eğitim sistemi her veliaht için aynı olduğuna göre, şimdinin uluları da tıpkı şimdinin veliahtları gibi birbirlerine sadakatle bağlı olacakları eğitimlerden geçmiş olmalıydı. Eğer hislerimde haklıysam ve ulular arasında düzen anlaşmazlığı varsa, bunun tek bir anlamı olabilirdi. Uluların geçmişi oldukça karanlıktı.

 

 

Arem, Hazar'ın kolunu delip geçmişti. Buna rağmen, o ikili arasındaki soğuk savaş bir saat bile sürmemişti. Veliahtlar için böylesine bir olay önem teşkil etmezken, bir önceki veliahtlar arasında ne olmuştu da birbirlerine düşmüşlerdi bu adamlar? Ulular kimdi?

 

 

Bunun cevabını yalnızca veliahtlar bilebilirdi. Bunu onlara soracaktım. Tabii ki bana cevap verme sorumluluğunda olmayacaklardı. Ancak ağızlarından çıkan her dolaylı yoldan geçen söz, bana parçaları birleştire birleştire, en az bir tane saklı kapıyı açmam için yardımcı olacaktı.

 

 

Arem, çok değil bir saat önce Türkiye'ye geri döneceğimizi söylemişti. Kalkmak için beni bekliyorlardı. Ben ise daha çok beklesinler diye uyuşuk uyuşuk kahvaltımı yapmıştım. Doğu ve Batı ile geçen sohbetimizin arasına gurursuz veliaht dalış yapmıştı.

 

 

"Gelmeseydin bücür. Biraz daha bekler, ağaç olurduk biz nasıl olsa. Ne zahmet ettin." Hele hele yüzsüze de bakın. Sen gurursuz olup benimle konuşma hadsizliğinde bulunabilirsin, ancak ben gururumu kendime mesken belemişimdir. Bunun için rahatlıkla söylemek isterim ki, seni çiğ çiğ yerim. Yutmam, tükürürüm. Durup dururken zehirlenmeye gerek yoktu.

 

 

"Kişinin kendisi veya bağlı olduğu bir grubun, toplumun veya buna benzer bir yerin mensubu olmanın varlığına sahip olması, geçmişi ve hatta başarıları ile övünmesi, bundan haz almasıdır."

 

 

"Ne?" Hazar yüzüme öküzün trene baktığı gibi bakıyordu. Tren kısmını bilmem ama öküz kısmı çok yerinde olmuştu.

 

 

"Gururun tanımını yaptım işte sana. Hani sen de yok ya, ondan. Yazık dedim, bunu bilmeden bu yaşına kadar gelmiş, bundan sonra bilmeden gitmesin dedim. Biliyorum, biliyorum, çok iyiyim. Teşekkür etmene gerek yok, gurursuz." Herkes hızlı hızlı söylediklerime gülerken, o sinirini yatıştırmak ister gibi derin derin nefes alıp veriyordu. Sonunda konuşmaya başladığında yüzünde ki sinirli ifadeyi de peşi sıra silmişti.

 

 

"Biliyor musun bücür? Artık ne yaparsan yap, sana karşı öfkelenmeyeceğim. Hem ne demiş atalarımız bilirsin. Çocukla çocuk olma." Sözlerinin sonunda sinsice sırıtıyor olması, sabır kotamı doldurmaya yetmişti.

 

 

"Çocuk olduğunu iddia ettiğin kişi, parmağını bile kıpırdatmadığı hâlde, sana kolunda onu hatırlamanı sağlayacak hatıra izi hediye etmişken; çok konuşma istersen." Hazar soktuğum lafın onda bıraktığı etki yüzünden ayağa kalkmak istediğinde Erdem onu tekrar yerine oturtmuştu.

 

 

Erdem, Hazar'ı sakinleştirmeye çalışırken, daha fazla bu yorucu ve gurursuz dolu atmosfere katlanamadığım için tekrar konuştum. "Kudurmanız bittiyse, kalkıp gidelim artık. Ülkemi özledim. İnanılacak gibi değil ama okulumu bile özledim." Sözlerim üzerine Arem, ayağı kalkıp yanıma doğru gelmişti. Kolunu boynuma dolamış, kafamın üstüne öpücük kondurmuştu. Ona karşı hâlâ içimde kötü hisler vardı.

 

 

Dünden önce içimde olmayan bir histi bu his. Öyle ki, Arem bana her yaklaştığında, beynim, bedenime kaç sinyali veriyordu. Bu tuhaftı. Ve de Hera Türkeş, tuhaf olan her şeyden nefret ederdi. Kendimi onun kolları arasından var gücümle geri çekmiştim. Bana sarılan kolları otomatik olarak boşluğa düşmüştü. "İkinci bir emre kadar benden uzak duruyorsun, veliaht." Kaşlarını çatmış, ne yaptığımı anlamak için kafa patlatırcasına bana bakmıştı. Bunun için kendini yormasına gerek yoktu. Ben ona istediği açıklamayı zaten yapacaktım.

 

 

"Benden bir müddet uzak dur, veliaht." Kaşları sözlerim üzerine mümkünmüş gibi daha çok çatılmıştı.

 

 

"Neden?" Sesi öfkeli değildi. Sadece merak doluydu.

 

 

"Kalbim ve beynim ilk kez birbirine zıt gitmiyor. Dünden bu yana ikisi de aynı şeyi söylüyor." Merak duygusu, ondaki yerini giderek artırıyordu. Bunu gözlerinde görmem mümkündü.

 

 

"Ne söylüyormuş sana kalbin ve beynin?" Gülümsedim. Biraz sonra söyleyeceklerim için değil, buradaki herkesin biraz sonra söyleyeceklerim için beni hafife alacağını bildiğim için gülümsedim.

 

 

"Yok et diyorlar, veliaht. Aklımda, kalbimde seni yok etmem gerektiğini söylüyor. Aklım bunu uzun zamandır söylüyordu ama kalbim ona uyandığımdan beridir eşlik eder oldu. İşin garip yanı ise, ben dün geceyi zerre hatırlamıyorum." Önce sadece bakmıştı. Herkesin hareketliliği azalmıştı. Sözlerim, dün geceyi hatırlayanlar da tepisizliğe neden olmuştu. Kısa süre sonra Arem, sırıtmıştı. Tıpkı dediğim gibi davranmıştı. Beni hafife almıştı.

 

 

"Hisler gereksiz birer duygu yığınıdır. Hatta hisler duygu bile değildir, önsezidir." Arem bana doğru adımlamıştı. Açtığım mesafeyi kapatıyordu. "Benim hayatımda bir olmuş olanlar vardır, bir de olacak olanlar. Olma ihtimali olanlara, anlayacağın üzere yer yok tanrıça." Bir eli yüzüme doğru çıkmıştı. Yüzüme düşen saç tutamını yavaşça kulağımın arkasına yerleştirmişti. Soğuk parmakları yüzüme temas ettiğinde acısı hâlâ taze olan boğazıma rağmen sertçe yutkunmuştum. Karşımda Arem değil, Kamer vardı. "Senin içinde bu böyle olsun. En azından boşa evham yapmazsın." Soğuk sesini son kez duyduğumda geriye doğru adımlamıştı.

 

Aramızda yeniden mesafe olunca, rahatça nefes almıştım.

 

 

"Senin dediğin gibi, veliaht! Senin hayatında yeri yoktur. Yalnız bu benim hayatım. Ben hayatımı hissederek yaşarım. Hayatım boyunca hislerimin bana hiç zararı dokunmadı. Tekrar ediyorum, hiç zararı dokunmadı." İkinci kez tekrar ettiğim kelimeyi bu kez tane tane söylemiştim. Amacım sadece kendimi daha iyi ifade edebilmekti. Ya da karşımdaki için tehditte olabilirdi. Nasıl algılarsa öyle olsundu.

 

 

"Yani demek istiyorsun ki, bu hisler birilerine zarar verecek, ama bu kesinlikle sen olmayacaksın." Sesi düşünceliydi. Beni anlamaya çalışıyordu.

 

Düşmanlığımı değil, düşmanlığımın boyutunu anlamaya çalışıyordu. Ona verebileceğim zararı tartığı için böylesine düşünüyordu.

 

 

"Aynen öyle." Yine güldü. Hatta bu kez kahkaha attı. Alay ediyordu benimle. Ciddiye almıyordu beni. Bana kendini ne diye gizlersin, bilmem ki. Sen üzerine büyük ve yalandan karakter kabuğunu örtmüş olsan bile, ben seni görebiliyorum. Kibirlisin, veliaht. Bu Dünya'nın görüp görebileceği en kibirli adam sensin. Öylesine büyük kibrin var ki, beni göremiyorsun, veliaht. Sen beni gördüğünü zannediyorsun. Kibrin seni yüceltmekten geri kalmaz, ben ise yüceleni yere çalmaktan geri kalmam, veliaht.

 

 

"Tanrıça... Söylesene, senin gibi masum birinin bir veliahtı yendiği nerede görülmüş?" Hâlâ alay ediyordu. Hâlen daha alay ediyordu.

 

 

Kırılmıştım. Hakkım varmış gibi kırılmıştım. Saygı değer ruhum yere yatırılmış ve çuvaldız batırmak suretiyle ağzı dikilmişti. İğneyi kendine batıramayanlar, çuvaldızı bana batırarak; beni susturmaya çalışıyorlardı. Alışıktım. Acının her hâline alışık olmuş bir ruha ev sahipliği yapıyordum. Ruhumun en alışık olduğu şey sessizlikti. Ağzının dikilmesi gereksiz olmuştu. Ben zaten sustuğum için hep soğuk nevale ve en çok da ruhsuzun teki olmuştum.

 

 

Benimle dalga geçenler, beni hafife almaya devam edeceklerdi. Ben kırgınlık parçalarımı süpürüp, ruhumun gerilerine doğru yorgunca atacaktım. Gerilerde bir yerlerde her yer parça parça olacaktı. Oysa ileride bir yerlerde duran ben dâimâ gülecek, ilelebet alay edenle; alay edecektim.

 

 

"Hani bana tanrıça diyorsun ya sen, veliaht. İşte bu yüzden sen kaybedensin. Şayet tarih bilir ki tanrıçaların dengi her daim tanrılar olmuştur." Son söz her zaman bana ait olmalıydı. Yoksa içim rahat etmezdi.

 

 

Veliahtların geri kalanları, Arem ve benim aramızda geçen her ciddi konuşmada yaptıkları gibi susma haklarını kullanmışlardı. Arem'in gözlerinden saniyelik olarak geçen kuşkuyu görmüştüm. Kuşku düşüncesi, bakışlarına saniyelikte olsa yansımıştı. "Acaba mı?" Demişti gözleri 'acaba' temelde şuna dayanıyordu: "Acaba gerçekten bir Tanrıça bir Veliahtı yenebilir mi?" Yenilgiyi hak edersen, neden olmasın, veliaht.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

*

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sonunda canım ülkem Türkiye'ye geri dönecektik. Velihatların lüks uçağında herkes gibi ben de yerimi almıştım. Arem'den rahatsızlık duyan tarafım hâlen varlığını koruduğu için bu kez cam kenarına oturmuş, yanıma da Mert'i oturtmuştum. Yüzsüz veliahtım Arem ise hemen önümdeki koltuğa oturmuş, kafasını arkasına yaslamıştı. Nispet yapar gibi bir de yanına gurursuz veliaht Hazar'ı almıştı. Orman yeşili gözlerini üzerimden bir an olsun ayırmayan veliahtın bana karşı bariz öfkesi vardı.

 

 

Erdem, Evren, Doğu ve Batı diğer cam kenarında karşılıklı oturuyorlardı. Şu meymenetsiz yedi adamın suratına bakmaya normal şartlarda daha fazla tahammül edemez, uyurdum uyumasına; ama bu kez öyle yapmayacak, onlarla sohbet edecektim. Sırf daha iyi sohbet edebilmek için genelde karşı olduğum bir şey yapmış ve ağrı kesici içmiştim. Başka türlü kesiklerimin sancısı geçecek gibi değildi. Ben acılarımdan dolayı güzel laf sokamazdım. Bu işte beni kesinlikle öldürürdü.

 

 

"Ulular ve Veliahtlar nasıl kuruldu?" Tüm gözler an itibariyle üzerimde toplanmıştı. Yanlış bir şey sormamıştım. Rahatsız edici bir şey sormuştum. İlk cevap gurursuz Hazar'dan gelmişti.

 

 

"Sanane!" Onu ve öfkesini takmamıştım.

 

 

"Tekrar ediyorum, Ulular ve Veliahtlar ilk nerde ve ne zaman ortaya çıktı?" Hazar onu hiç takmamış olmama sabır çekmişti.

 

 

"Sana bunu niye anlatalım Hera Türkeş?" Evren ile o konuşur konuşmaz, göz göze gelmiştik. Kaşlarını çatmış, beni süzüyordu.

 

 

"Düşmanlarımı tanımak istiyorum. Ondandır." Herkes gözlerini kısmıştı. Yan yana kala kala tepkileri de aynı olmuştu.

 

 

"Hera'cığım bizi düşmanın olarak mı görüyorsun?"

 

 

"Dostum olarak mı görmeliyim Batı?"

 

 

"Evet! Evet aynen öyle görmelisin. Biz sana zarar vermeyiz. Asla vermeyiz."

 

 

Yalan! Yalan! Yalan! Hepsi yalandı. Hepsi palavraydı. Hepsi dümendi. Hera bunları asla yemeyecekti.

 

 

"Tüh ya, görüyor musun? Oysaki ben dün gece bana verdiğin o bütün geceyi unutmama neden olacak karışım yüzünden sabahına boğazımdaki dikiş izleriyle uyanınca, hayır bir de üzerine gurursuzun biri tarafından kolumdan vurulunca sizi düşmanım sanmıştım. Nasıl yaparım böyle bir şeyi?"

 

 

Batı utanarak kafasını önüne eğmişti. Öfkeli sesim hepsinin yerinde dikleşmesine neden olmuştu. Onları kolay kolay kabulleneceğimi ve de hatalarını görmezden gelecek kadar çok seveceğimi, düşünmüş olmalılardı.

 

 

İnsan sevmeye meyilli olabilirdi. Sevgiye aç ve sevgiye susuz olan tarafına söz geçiremiyor olabilirdi. Lakin Hera en çok kendini severdi. Ben beni bilirdim, ben beni. Bana kimse zarar veremezdi.

 

 

"Peki sen? Sen bizim dostumuz musun? Yoksa düşmanımız mısın, çirkin cadı?"

 

 

Erdem Eraslan. Diğer adıyla Puşt olan o adam. Bugün çok sessizdi. Uzun zaman sonra bu vesileyle ilk kez konuşmuştu.

 

 

"Dostumsan hiçbir şeyinim. Düşmanımsan başına gelebilecek her şeyim." Gülümsemişti. Kafasını yasladığı yerden yavaş yavaş doğrulmuş, gözlerini gözlerime dikmişti.

 

 

"Neyine güveniyorsun bu kadar, çirkin cadı? Kabul et artık! Sen bu yedi adamın arasına girdiğin ilk gün kaybettin."

 

 

Erdem'in git geli hâllerinden gına gelmişti. Sürekli imâ ediyordu. Açık açık söyleyemediği şeyleri imâ ettiği için düşünmekten yorulmuştum.

 

 

"Kaybederim ve kazanırsınız. Bu benim için hiçbir anlam ifade etmez. Ama size çok şey kaybettirir."

 

 

"Neyi kaybettirir mesela?"

 

 

"Sevdiklerinizi kaybettirir." Gülmüştü.

 

Gülmüştüm.

 

 

İnsanlar hafife alırdı. Veliahtlar da öyle yapıyordu. Tek farkla! İnsanlar rakiplerini kendilerinden küçük gördüğü için hafife alırdı, veliahtlar ise kendilerini rakiplerinden üstün gördüğü için hafife alıyordu.

 

 

"Sen masumlara zarar veremezsin." Beni gözlerinde çok masum görüyorlardı.

 

 

Kahretsin! Melisa Aksel kadar masum olduğuma inanıyorlardı.

 

 

"Niye? Ben iyilik meleği miyim?" Kafasını iki yana doğru sallamıştı. En azından bir konuda hemfikirdik.

 

 

"Bu hayatta en çok değer verdiğim insan kim biliyor musun, çirkin cadı?"

 

 

"Kız kardeşin Asya." Erdem'in kardeşine olan inanılmaz büyük sevgisi vardı. Aynı şey Hazar için de geçerliydi. Bu iki veliaht buradaki en iyi ağabey olabilirdi. Ondan sonra tabii. Çünkü Dünya'nın en iyi ağabeyi Lotus çiçeğinin ağabeyi olan kişiydi. Mert Aksel...

 

 

"Evet öyle. Peki söylesene çirkin cadı, sana zarar verirsem sen gerçekten masum olan kız kardeşime zarar verebilecek misin?" Sınırlarımı zorlamak, tüm veliahtların genetiğinde vardı. Olsundu. Erdem'in kendisi kaşınıyordu. O hâlde kaşımak bize de farz olmuştu.

 

 

"Asya Kumru Eraslan. Yaş yirmi. En büyük hobisi çizmek. Her şeyi her an çizebilecek bir kız. Yeter ki yanında kağıt kalem olsun. Güzel sanatlar lisesinin ardından üniversite için tercih edeceği bölüm, yine sanat aşkı üzerine oldu. Oldukça tatlı, güzel ve masum bir kız. Ah tabii kim derdi ki bu masum kızımızın, bir zamanların ağır bağımlılarından olduğunu." Erdem'in karşısında, bir şişe suyu ben konuşurken içmek için ağzına götürmüş olan Doğu, son sözlerimi duyduğu için miydi bilinmez, ama tüm suyu püskürtü vermişti. Herkes şaşkın şaşkın bana bakarken konuşmaya devam etmiştim.

 

 

"O zamanlar daha on yedi yaşındaydı kızımız. Bir okul çıkışı onca korumanın arasından sizin kızı kaçırıyor düşmanlarınız. Hemen yakalanacaklarını biliyorlar tabii. En kısa şekilde en ağır darbeyi vurmak istiyorlar size. Ha bir de uyuşturucu üretimine engel olduğunuz için kızı öldürmek yerine intikamlarını daha mizahi bir şekilde almayı tercih ediyorlar. Bana soracak olursanız bence kafaları güzeldi heriflerin. Yoksa aklı başında olan kimse veliahtları karşısına almazdı." Soğuk kahkaham Erdem'in elini yumruk yapmasına neden olmuştu.

 

 

Erdem'i test etmeyi amaçlıyordum. Dün gece boğazına o kesiği ben açtım demişti.

 

Neden olarak: zaafıma oynadın kendimi tutamadım demişti. Şu an hayatındaki en büyük zaafına oynuyordum. Sinirini çıkarmak için üzerime atlarsa, evet bu demektir ki bana zarar veren kişi Erdem'di. Olur da kendini tutarsa o zaman bu demektir ki... Veliahtlar benim en büyük düşmanlarımdı.

 

 

"Çok güçlü, yeni üretim bir madde var ellerinde. Damar yoluyla alınan türlerden. Adına zehir tacirleri kendi arasında sarı leblebi diyor. Damardan alınanı öyle büyük etki yaratıyor ki kullananı, sanki yıllardır kullanıyormuş gibi kendisine bağımlı hâle getiriyor. Her ne kadar siz Asya kızımızı kurtarmış ve tüm o adamların kafasına sıkmış olsanız bile küçük kızımız için artık çok geçti. O çoktan maddeyi vücuduna almıştı." Yerimde iyice kurulmuştum. Erdem'in atağa geçmesini bekliyordum. Atağa geçerse düşmanımın kim olduğunu bilirdim. Kalkmazsa vay hâlime!

 

 

"Kızımız artık bağımlıydı. Keşfi yeni yapılmış olan madde için tedavi şarttı. Bunun için kimya mühendisi Mert Aksel ve ekibi hemen devreye girmiş olsa da tedavi için zamana ihtiyaç vardı." Mert adını duymasıyla beraber öksürmeye başlamıştı. Hikayeye böylesine hakim olmam, çoğunluğu kuru kuru öksürtmüştü.

 

 

"Bir bağımlıya zamandan bahsedemezsiniz. O madde ister, hemen ister. Alamazsa tıpkı Asya'nın da yaptığı gibi cinnet geçirip, sinir atakları yüzünden kendinden geçer. Asya'nın bu durumda olduğu zaman içinde ağabeyi olan Erdem'in karar vermesi gerekiyordu." Bakışlarımın yakıcılığı Erdem'in üzerinde gezmişti. Tek kaşı havaya kalkan Erdem'den hâlâ yanıt alamamıştım. "Ya kız kardeşi için tedavi bulunana kadar, onun her gün uyuşturucu diye diye kendinden geçip, delirmelerine göz yumacaktı ya da kardeşi için tedavi bulunana kadar kriz geçirmesin diye kendi elleriyle ona zehir aşılayacaktı."

 

 

Erdem'in gözlerinde saniyelikte olsa acı görmüştüm. Kalbine ağrılar girdiğine emindim. Zaafı olan zaafiyet gösterir. Hadi Erdem! Düş artık!

 

 

"Şimdi sen söyle bakalım Erdem Eraslan. Kendi ağabeyinin bile acımasızca her gün zehir yedirdiği o kıza, kafam atarsa ben aramızda bir kan bağı olmadığı hâlde niye zarar vermeyeyim?" Son söz son darbe demekti. Daha üstü yoktu. En çok canı buradan yanardı.

 

 

Büyük kaos bekliyordum. Beklentilerim arasında Erdem'in beni tutup bilmem kaç bin fit yüksekten aşağı atması bile vardı. Lakin kesinlikle gülmesi hatta kahkaha atması yoktu. Hayır, bu kesinlikle yoktu. Tanrı aşkına, bu adamın sinir krizi, öfke nöbeti, cinnet artık Allah ne verdiyse hepsini toptan geçirmesi gerekmiyor muydu? Yoksa ben mi yanlış biliyordum? Aa, sanırım sadece kaşınıyordum.

 

 

"Duydun mu dediğini liderim?" Erdem'in sırıtışı bozulmadan sorduğu sorunun muhatabı, bakışlarının odağındaki kişi, yani Arem Barkın Soykamer'di. Erdem, Arem'in ona cevap vermesini beklemeden tekrar konuşmuştu.

 

 

"Zeki ve kurnaz. Üstelik kendisine acımadıldığı takdirde acımasız olacağını söylüyor. Bu kez kesinlikle kesin gözüyle bakamıyorum. Her türlü olayda Arem varsa kazanan belli diyen ben, bu kez Arem kazanır diyemiyorum." Erdem Eraslan tarafından bana karşı iltifat yapılmamıştı. Erdem Eraslan olanı söylemişti. Ne düşünüyorsa onu söylemişti. Bunlar onun benim hakkımda olan gerçek düşünceleriydi.

 

 

Boğazımda o kesiği Erdem Eraslan açmamıştı.

 

 

Boğazımda o kesiği kim açmıştı?

 

 

"Kazanmak ya da kaybetmek benim için önemli değil kardeşim. Ben sadece benim olanı istiyorum. Aldıktan sonra tanrıça isterse bana kıyametimi bile getirebilir. Sorun yok." Son noktayı Arem koymuştu.Erdem için suskunluk zamanı başlamıştı. Her şeyin farkında olan yedi adam ve sadece parçaları birleştirmeyi başarırsa işin içinden çıkabilecek olan Hera Türkeş. Gel de çık işin içinden çıkabilirsen.

 

 

"Şu kızı birazcık tanıdıysam amacına ulaşmak için yapabilme ihtimalin olan her şeyi öğrendiği zaman sadece sana değil hepimize kıyamet olacaktır." Erdem'in susma grevi çok uzun sürmemişti. Bana hitap edişini görmezden gelirsem, söylediklerinde haklı olduğu aşikar olurdu. Şayet yapardım. İkilinin arasında geçen konuşma beynimi yakıyordu. Şifreli konuşuyorlardı ve ben ister istemez olayı çözmek için beynimi zorluyordum. Bir cevap elde edememek beni geriyordu. Gerilmek istemediğim için konuşmaya karar vermiştim.

 

 

"Kapatın artık şu konuyu. Neticede ne sizin bana olan sevginiz gerçek ne de ben size hayatımın herhangi döneminde güvenebileceğim. Boşa kafa ütülemeyin."

 

 

"Yalnız ben seni gerçekten seviyorum güzelim." Hemen yanımda oturan Mert Aksel'in ağzından çıkan sözleri duyunca gözlerimin hedefine onu almıştım. At yalanı seveyim inananı be Mert...

 

 

"Benim sevgimde gerçek Hera'cım." Sevgili yönler yine kendilerinden beklenileni yapmış ve aynı anda konuşmuşlardı. Benden iki yaş büyük olmaları onları çocuk olarak görmemem için engel değildi. Onlara baktıkça 'acaba' demekten alı koymamıştım kendimi. İçimde tutamadığım acabayı çok geçmeden sesli dile getirmiştim.

 

 

"Gerçekler Doğu ve Batı'nın bile canını yakmak isteyeceğim kadar kötü mü Arem?" Sesimin çatallaşmasına engel olmamıştım. Hepsinin gözlerinde kırılmalar olmuştu. Yutkunmuştu hepsi. Gerçekler acıydı. Gerçekler acıtırdı. Acıdığı kadar acıtırdı.

 

 

"Sen sadece benim canımı yakmaya bak." İtiraz etmemişti Arem. Öyle bir şey yok dememişti. Aksine kabul etmişti. Yine de sadece kendini öne sürmüştü. Sanki, Ah sanki dinleyecekmişim gibi.

 

 

"Sana Uluları ve Veliahtları anlatabiliriz Hera. Tabii şartımızı kabul edersen." Evren Korkmaz'ın sadece konuyu değiştirmeye çalıştığının farkındaydım.

 

 

"Dur tahmin edeyim: Ben de size, sizin hakkınızda bu kadar şeyi nasıl bildiğimi anlatacağım." Kafasını evet anlamında aşağı yukarı sallamıştı. Adildi. Kabul edilebilirdi.

 

 

"Kabul ediyorum."

 

 

"Ee beyler bücür hazretlerine bütün hikayemizi kim anlatmak ister." Gurursuz Hazar'ın en az kendisi kadar gurursuz olan sözleri üzerine herkesin gözü Batı'cığıma kaymıştı.

 

 

"Niye herkes bana bakıyor lan?"

 

 

"Aramızda en çenesi düşük olan sensin ikizim." Doğu'nun sözleri normal bir insanın kalbini kırabilirdi. Neyse ki Batı normal olacak en son insan bile değildi. Zaten kendisi de ikizini pek takmamıştı. Ya alışıktı ya da umursamazdı. Bence her ikisi birdendi.

 

 

"Düştün mü şimdi elime Hera'cığım?" Gülümsemiştim. Şebek falandı ama tatlıydı da.

 

 

"Elime düşen sen olsaydın sana yapabileceklerimi düşün sonra devam et aptal sarışın." Gözleri boşluğa kaymıştı. Düşünüyordu. Arada kaşlarını çatıyor, gözlerini kısıyordu. Durum değerlendirmesi yapar gibi hâl vardı üzerinde. Düşünme işlemini bitirmiş olacaktı ki gözleri tekrar gözlerime odaklanmıştı.

 

 

"E o zaman ben en masum hâlime giriş yapıp öyle anlatayım diyorum." İsabet olurdu. Kafamı evet anlamında aşağı yukarı sallamakla yetinmiştim.

 

 

"Tarih 18. Yüzyıl zamanlarıydı. Osmanlı'nın çöktü çökecek zamanları yani. Birçok tarihçinin ortak noktada buluşup, kabul ettiği bir şey vardır ki o da Osmanlı çağa ayak uyduramadığı için yıkılmıştır. Gavur icadı demişlerdi. Belki de bu yüzden kaybetmişlerdi. Batı Dünyası, 18. yüzyılda hızlanan - buna örnek verecek olursak James Watt'ın buhar motoru gibi günlük yaşamı büyük ölçüde kolaylaştıran teknolojik icatların peşi sıra gelmesiyle - bilim dolu dönemlerini yaşamaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu, yarı Avrupa'lı olmasına rağmen bu gelişmelerin oldukça gerisinde kalmıştı. Bizim hikayemizin daha doğrusu yapılanmamızın kuruluşu işte tam olarak bu döneme denk gelmişti. Sevgili atalarımız tarafından yönetilen Osmanlı devletinde zenginler sadece iktidar olan aileden çıkmıyordu. Ülkenin bir de soylu aileleri vardı. İşte o aileler bizim büyük büyük nene ve dedelerimizdi Hera."

 

 

Batı, kendisine su molası vermiş, kafasına suyunu dikerken ben de bu yapılanmanın kuruluş tarihinin çok eskiye dayandığı gerçeğiyle yüzleşiyordum. Ne demek 18. yüzyıldan beri?

 

 

"Dönemin zengin olan aileleri hanedana bağlı olsa da hanedan ile aynı noktada buluşmadıkları başka bir noktada hemfikir olmuşlardı. Teknoloji. Özellikle de silah teknolojisi. Gelişmelerden geri kalıyorlardı. Üretmiyorlardı. Bu yıkılış demekti. Hepsi farkındaydı bunun ancak aynı zamanda hanedana karşı gelmekte istemiyor, susuyorlardı." Batı'ya sinsice bakıp, sırıtmıştım. Ona bakıp güldüğümü gören Batı susup, göz kırpmıştı. Onun dilinde bu: Hayırdır? Demekti.

 

 

"Ne malum? Belki karşı çıktılarda sen gelip burada bana tam tersini anlatıyorsun." Lafını böldüğüm Batı önce derince nefes almış, ardından burun kemerini sıkmıştı.

 

 

"İllaki her şeyi bileceksin değil mi?"

 

 

"Evet!" Gülüşümü yüzümden bir an olsun silmemiştim.

 

 

"Arem'in büyük büyük atası günlük tutan bir adamdı. Aynı şeyi kendi varisine de aşıladı. O da kendi varisine diye diye gitmiş bu olay. Kamer'ler de aile geleneği hâlini almış. Bütün önemli olaylar Kamer'ler tarafından not edilir ve Kamer aile sandığına kitlenir. Bahsi geçen bu sandık lafın gelişidir. Yüzyıllardır süregelen bir şey olduğu için Kamer aile sandığı aslında devasa oda hatta odalardan oluşmaktadır. Elimizdeki belgeleri ezbere bildiğimiz için hikayenin gerçekliğinden şüphen olmasın lütfen Hera'cım."

 

 

Kamer'lerde gelenek hâline gelmişti öyle mi? Arem'in günlük tutacağına olan inancım sıfırdı. Veliahtım orayı kesinlikle daha çok, önemli olayları kayıt etmek için kullanıyor olmalıydı. Şayet günlük duyguların yazıldığı yerdi. Ve bana Arem'in duyguları değil bilgileri gerekiyordu. Bahsi geçen aile sandığı neredeydi? Kesinlikle onu bulmam gerekiyordu.

 

 

"İzninle devam ediyorum." Kafamı işin ne zaten? Köle, dercesine aşağı yukarı sallamıştım. Ukala olmayı seviyordum.

 

 

"Tarih 18. yy gerisinde bırakmıştı. Osmanlı devletinin son padişahı ve 115. İslam halifesi olan Sultan Mehmed Vahîdeddin dönemine girdiler. Artık bizimkiler de dahil olmak üzere herkes biliyordu ki Osmanlı'nın ömrü bitti bitecekti. Doğu cephesi'nde Ruslar ve Ermeniler, Güney cephesi'nde İtalya, Fransa ve İngiltere, Batı cephesi'nde İtalya ve Yunanistan ile savaş yapılacaktı. İşte o kederli yıllarda bizim büyük büyük dedelerimiz bir araya gelecekti. O zamanın soylu ailelerinden olan altı aile bir araya gelecekti. İlk kez o zaman atağa geçeceklerdi. Şimdilerde Dünya devletleri bizimle ilgilendikleri gibi bu soylu altı aile ile de yakinen ilgileniyorlardı. Buna rağmen aramızda bir kan bağı olup olmadığını ispatlayamıyorlar Hera." Batı kısa süreliğine susup tebessüm etmişti. Ukalaca bir hâl takılmıştı. Bana mı özeniyordu?

 

 

"Hoş onlar, yapılanmamızın ne zaman ortaya çıktığını bile bilmiyorlar da neyse." Elimle Batı'ya dur işareti yapmıştım. Anında susmuştu.

 

 

"Öğrenirlerse ne olacak? O aileler ile aranızda kan bağı olduğunu hatta onların sizin büyük büyük atalarınız olduğunu öğrenirlerse ne yapabilirler ki size?" Merakım giderek gün yüzüne çıktığından, pür dikkat onu dinliyordum.

 

 

"Kamer'lere ait aile sandığının peşine düşeceklerdir. Sandığı onlardan korumak için o ailelerle kan bağımız yokmuş gibi davranıyoruz. Bu sayede sandığı bizi işin içine katmadan aramaya devam edeceklerdir." Kaşlarım anında çatılmıştı. Bedenim gerilmişti. Beynimin arkasında türlü türlü senaryolar oynamaya devam ediyordu.

 

 

"Bu bir tuzak mı?"

 

 

"Nasıl yani?"

 

Batı ne demek istediğimi anlamamış gibi yüzüme şaşkın şaşkın bakıyordu.

 

 

"Sabahtan bu yana Kamer aile sandığı, Kamer aile sandığı deyip duruyorsun. Amacınız beni sandığın peşine düşürmek falan mı? Bu bana karşı oynadığınız bilmem kaç numaralı oyunlarınızdan biri olmalı."

 

 

Zeki kadın olmak için çok fazla şey bilmeye gerek yoktu. Zeki olmak için şüpheci olmak ve detaylara önem verip fark etmekte etkili sonuçlar doğururdu.

 

 

Batı, şokla açtığı gözlerini kırpıştırarak bana bakıyordu. Böyle bir şeyi nasıl düşündüğümü sorgulamıyordur umarım. Asıl düşünmeseydim komik olurdu. Şayet eğer Batı, rol yapıyorsa gerçekten mükemmel oynuyordu. "Hayır! Lütfen lütfen böyle düşünme. Ben seni kandırmam. Ben seni bile isteye ateşe atmam. Sen merak ettiğin için anlattım ben onları. Senin için anlattım. Yemin ederim gerçekleri söylüyorum. Ne olur inan-"

 

 

"Batı tamam yeter sakinleş kardeşim."

 

 

Doğu yerinden fırladığı gibi ikizinin yanına gitmişti. Yüzünü avuçları arasına alıp durmadan konuşan ikizini sakinleştirmeye çalışıyordu. Batı ise sakinleşecek gibi değildi. Kriz geçiriyor gibiydi. Ona inanmadığımı, beni bile isteye ateşe atabilecek biri olduğunu söylediğim için resmen pişman etmişti beni. Hayatımda ilk kez ağzımdan çıkana pişman olmuştum.

 

 

"Bana inanmalı Doğu. Ona zarar vermeyeceğime inanmalı. Biliyorsunuz ben sevdiklerime zarar vermem. Veremem."

 

 

Onun bu hâllerine daha fazla dayanabileceğimi sanmıyordum. Ani verdiğim kararım beni hızla yerimden kaldırtmıştı. Adımlarım beni onların olduğu yere getirdiğinde gözlerim duracak hedef olarak Erdem Eraslan'ı seçmişti. Geldiğimi fark eden adam ona baktığımı fark ettiği an neden geldiğimide anlamıştı. Herkes gibi o da endişelenmişti. Yerinden beni gördüğü için kalkan Erdem'in yerine yani Batı'nın hemen yanına oturmuştum. Bu sayede Erdem ile yer değiştirmiştik. Doğu ikizini sakinleştirmekle uğraştığı için geldiğimi çok geç fark etmişti. O da tıpkı Erdem gibi ne için geldiğimi hemen anlamış ve kısa süre sonra yerine geçmişti.

 

 

Hızlı hızlı nefes alıp veren elleri tir tir titreyen Batı'ya hiçbir şey demeden onun da demesine izin vermeden başını alıp göğsüme yaslamıştım. Kafası hemen göğsümde yer bulan çocuk adam elleriyle belimi sımsıkı sarmıştı. Saçlarını okşamak için elimi kaldırmış ve ensesindeki saç tutamlarına daldırmıştım. Saçını okşamak isteyen elim, hıçkırık sesi duymamla donup kalmıştı. Batı... Benim güzel çocuk...O ağlıyordu. Ağlamasındı.

 

 

Ağlıyordu ve ben kırılıyordum. Parmak uçlarımı hareket ettirmeye başlamıştım. Usul usul okşamıştım sarı tutamları. Parmak uçlarımdan merhamet akıyordu.

 

 

Bağ: Genellikle iki veya daha fazla kişi arasındaki ilişkiyi veya bağlantıyı ifade eder.

 

 

Hayır!

 

 

Bağ: Bir kişinin kalbinden dışarıya doğru çıkan sevgi kablolarının bir başkasının kalbine takılı olmasını ifâde eder. Duygusal bağ budur.

 

 

Bu tıpkı, tıpkı bir anne ve çocuğu arasında geçen bağ gibidir.

 

 

"Doğu! Tıpkı annemiz gibi kokuyor."

 

 

Donup kalmıştı yine ellerim. Bir rüzgar esip geçti ve ben sessizim.

 

 

Kalbi, kalbimde atmıştı. Kalbim, kalbine bağlanmıştı. Bir kuş ötü sanki uzak yerlerde. Sesi kullaklarımda çınladı ve ben anladım onun dilinden. Müjde verdi küçük kuş.

 

 

Ben artık anne olmuştum...

 

 

Kesik kesik çıkmıştı Batı'nın sesi. Gözlerim Doğu'yu bulduğunda dolu dolu gözlerle bize baktığını görmüştüm. Ardından dudaklarını oynatmıştı Doğu. "Öldü..."

 

 

İkizlerim... Benim aptal sarışın yönlerim. Demek sizinle aynı kaderi yaşıyoruz. Demek siz de annesizsiniz. Tıpkı benim gibi. Doğu'nun da canı yanıyordu. Ona sarılmak istiyordum. Yapamazdım. Önceliğim kucağımdaki çocuğumdu. O iyi olunca diğeri zaten iyi olurdu.

 

 

Göğsüme sokulan adamın saçıyla oynamaya başlamam onu sakinleştiriyordu. Onun sakinleştiğini gören herkes, rahat nefes almıştı. Batı ise sadece bana daha çok sokulmak ile meşguldü. Fırsatçı sarışın seni.

 

 

"Batı, saçıyla oynandığı gibi uyuya kalır. O yüzden izninle onun başlattığı hikayeyi ben devam ettireyim Hera'cım." Doğu'nun bana minnetle bakan gözlerine, onu kafamla onaylayarak cevap vermiştim. O anlatmaya ben de ikizinin saçlarıyla oynamaya böylece devam etmiştim.

 

 

"Sanırım en son devletlerin, bahsi geçen ailelerle kan bağımız olduğunu öğrenemedikleri kısımda kalmıştık." Lafını hızla kesmiştim.

 

 

"Hayır, devletlerin bahsi geçen sandığı bulamamasında kalmıştık." Doğu gülmüştü.

 

 

"Dediğim dedik biri olman çok yoruyor." İşinize nasıl gelirse artık veliaht bey. Gözlerini kırpıştırıp kafasını sol tarafına doğru yatırmıştı. Aklınca bana şirinlik yapıyordu. Yön bir işte ne olacak.

 

 

"Dediğim yerden devam et bakalım."

 

 

"Yeter ki sen iste." Sırıtıp öpücük attığında ben de gülmüştüm.

 

 

"Bütün geçmiş ve gelecek planlarımız, Kamer aile sandığına not edilmiştir. Kamer ailesi uluları bu işi veliahtlarıyla beraber yapar. Veliaht geçmişte yapılan tüm işleri en ince detayına kadar not ederken, ulularsa gelecekte yapılması gerekeni varisine not ettirir. Bu gelecek kavramı bundan yüz gün sonrasına da ait olabilir yüz yıl sonrasına da. Yani ulu sadece torununa değil, torunun torunun torununa bile görev verebilir. Bu da, görevler Kamer ailesi tarafından yapıldığı için Baş Ulu ve Baş Veliahtın Soykamer ailesinden çıkmasının en büyük sebeplerindendir."

 

 

Doğu uzun soluklu konuşmasına ara verdiğinde tepki vermem için beni izlemişti. "Uzun lafın kısası ben bu sandığa ulaşırsam hepinizin içinden geçerim." Önce bana sonra birbirlerine bakmışlardı. Hemen ardından içleri çıkana kadar gülmüşlerdi. Batı hariç. O çoktan kafası göğsümde uyumuştu.

 

 

"Bücür! Bücür! bücür! Bu dediğin mümkün bile değil. Kamer aile sandığı senin aklının almayacağı türden yoğun güvenlikle korunur. Ayrıca o sandığın yerini Kamer ulusu ve de varisi dışında kimse bilemez. Daha biz bile bilmezken, bence sen de hiç o toplara girme." Hazar'ın gülüşü yüzünden hiç eksilmemişti. Şimdi anlaşılmıştı neden öyle içleri çıkana dek güldükleri. Oranın yerini öğrenmek ayrı, öğrenince içine girmek ayrı uğraştı. Ya da sadece imkansızdı. Neyse ki hiçbir zaman imkansızın varlığına inanmamıştım. İmkansız diye bir şey yoktur. Sadece zaman alırdı.

 

 

"Sana sandığı açık açık anlatmamızın nedeni buydu güzelim. Çünkü aile sandığının varlığını öğrenmen bizim için önem arz etmiyor. Bilsen bile bulamazsın." Mert'in sesiyle, göğsümde uyuyan sarı çocuğuma kaymıştı gözlerim. Ah tanrım! sarı çocuğuma çok haksızlık etmiştim.

 

 

"İyi tamam anladık en güçlü sizsiniz. Artistliğiniz bittiyse devam et Doğu." Doğu bana bakıp, kafasını sallamıştı. Ben de kafamı sallamıştım. O devam etmek için sallamıştı ben ise siz görürsünüz demek için sallamıştım. Siz görürsünüz ve size göstereceğim. İşte bütün mesele bu.

 

 

"Bizim yapılanmamızın tam tarihi 1920 yılının Ekim 1'ine dayanır. Atalarımız o tarihlerde Osmanlı'dan yana ümitlerini yitirmişti. Saltanat artık bitmişti. Altı ailenin altısı da çok daha fazla güçlenmek istiyordu. İşte o gece ilk konsey toplandı. Konsorsiyum gerçekleşti. Aileler bir araya gelip karar aldı. Öncelikle bütün güç ve servet tek elden yürütülmek için toplanacaktı. Silah üretimi yapacaklardı. O zamanın şartları ve teknolojisi ele alındığında bahsi geçen silahların tabancadan ibaret olduğunu söylememe gerek yoktur umarım."

 

 

Doğu'ya gözlerimi kapatıp açarak cevap vermiştim. Kısık sesle konuşsam bile Batı rahatsız oluyordu. Sessizlik en iyisiydi.

 

 

"Kurulan yeni ve gizli fabrikalarda, güvenilir mühendis ve çalışanlardan yeni model silahlar yapılması talebi, ilk etapta rafa kaldırıldı. Mevcut silahların benzerinin yapılması istenmişti. Yine ilk etapta satış kesinlikle yapılmayacak, aksine her şey gizli tutulacaktı. Böylece büyük devletlerin daha çiçeği burnunda olan bu yeni yapılanmaya darbe vurması engellenmiş olacaktı. Uzun süre gelir elde etmeksizin depo edilen silahlar daha sonrasında ülkelere değil, ülke içindeki silahlı örgütlere, ki onlara halk arasında mafya deniyor, satılacaktı."

 

 

İşin içine mafyaların girmiş olması beni şaşırtmamıştı. Şayet bilirdim! Veliahtlar söz konusu ise mafyalar ancak onların getirini-götürünü yapardı.

 

 

"Devlet ve mafya hiçbir zaman anlaşamamıştır. Bu yüzden devlet özellikle silah mafyasının ürettiği bütün silahlara tespit ettiği an el koymuştur. İşte tam bu sırada işin içine bizimkiler girmiş." Doğu hikaye anlatmakta oldukça iyiydi. Heyecan duygusunu diri tutmayı iyi biliyordu.

 

 

"Kendi ülkeleri haricinde tüm ülkelerde bu taktiği kullanmışlar. Önce tespit etmişler. Hangi ülkede hangi silah mafyasının silahına devlet tarafından el konuldu diye. Daha sonrasında acil sevkiyat yapması gereken mafya ile pazarlığa oturmuşlar. Mafyanın kabul etmeme gibi bir şansı yoktu çünkü acil satış yapması gerekiyordu. Bunu bilen dedelerimiz, çoğu zaman normalin üstünde fiyat biçerek, bütün silahları onca zaman bekletiklerine değecek türden; gelir elde edecek şekilde satmışlar."

 

 

Yüzümü burşturmuştum. Meğer veliahtların çıkarcı ve kurnaz olmaları ta atalarına dayanıyormuş. Tüm sülale boyu çakaldı bunlar.

 

 

"Sana örnek vereyim ki daha iyi anla." Doğu yerinde dikleştiğinde gözlerimi ona

 

sonuna kadar açarak dikmiştim.

 

 

"Diyelim ki 'B' adında bir ülke var. B ülkesi savaşta. A ülkesi B ülkesine silah satmak istemiyor ama bu, A ülkesinin mafyasının umrunda değil. A ülkesi, B ülkesine silah satmak üzereyken yakalanıyor. Silahlara el konuluyor. B ülkesi ile A ülkesinin mafyası arasında geçecek olan, sevkiyatın yapılması için sürenin azaldığı tarihlerde mafyaya 'Biz size bu malları bu fahiş fiyata satacağız, kabul etmekten başka şansınız yok. Duyulursa itibarınız yerle bir olur' diyerek dedelerimiz yardım ediyor. Özetle, silahları satın almaktan başka şansı kalmıyordu mafyanın."

 

 

Doğu'nun kurduğu her kelimeyi beynimde tartmış ve yapılan tüm değerlendirmeler sonucunda detayları fark etmiştim.

 

 

"İlk etapta bunu sadece silah mafyaları için yapıyorlardı çünkü daha yeni yeni oluştukları için Dünya'nın dikkatini çekmek istemiyorlardı. Kendilerine satış yapmak için mafyaları seçmişlerdi çünkü mafya onları satmazdı. Senin dediğin gibi, bu itibar meselesiydi. Satış yaptıkları bu mafyalar yüksek ihtimalle raconlarına gölge düşmemesi için sizinkilerden aldıkları silahları kendi silahları olarak gösteriyorlardı." Doğu beni onayladığında tebessüm etmiştim.

 

 

"Bu kesinlikle dahice. Sizin aksinize atalarınız fazlasıyla zekiymiş." Doğu kahkaha attığında, diğerleri homurdanmıştı.

 

 

"Evet, kesinlikle zekilerdi. Ve hayır, bize ettiğin hakareti görmezden geleceğim." Nasıl istersen öyle yap yön bir.

 

 

"Yine de her şey böyle güzel gitmemişti." Doğu'nun tekrar konuşmasıyla heyecanlandığımı hissetmiştim. Heyecanım sesimde yansımıştı.

 

 

"Ne olmuş? Ne olmuş?"

 

 

Ani çıkışımla kucağımda uyuyan sarı çocuğum kıpırdanmıştı. Onu rahatsız etmek istemediğim için elimle kulağını kapatmıştım. Bana daha çok sokulup yerini yapan çocuğum, bilmem kaçıncı rüyasına geri dönmüştü. Kendimi iyice anne gibi hissediyordum. Gözlerim tekrar Doğu'ya kaydığında dudağındaki buruk tebessümüyle bizi izlediğini görmüştüm.

 

 

Doğu ikizine kıyasla daha olgundu. Batı mutluysa Doğu her zaman mutlu olurdu. Onun yaralı mutluluğunu görmek beni daha çok yaralıyordu. Gözlerim destek almak istediği adamın gözlerinde durmuştu. Öyle ya da böyle, Arem demek güç demekti. Onun gözlerine bakınca bu iki yaralı çocuğun ben de açtığı yaralara karşı güç sahibi oluyordum. Orman yeşili gözlerin tek bir bakışı bana güç takviyesi yapmaya yetiyordu. Nitekim öyle de olmuştu. Arem'in bakışları 'sen güçlüsün ve yaparsın' der gibiydi. Onunla olan bakışmamız, aldığım gücün konuşmanın geri kalanında bana yeteceğini bildiğim için yarıda kalmıştı. Gözlerimi hızla ondan alıp, tekrar Doğu'ya çevirmiştim. Yön bir de konuşmasına kaldığı yerden devam etmişti.

 

 

"Aileler arasında ilk başta her şey çok iyiydi. Onları kimse bilmesede onlar kendilerini biliyordu. Güçlendikçe güçlenmiş servetlerine servet katmışlardı. İlk kuşak için kusursuz geçen otuz yıllın ardından 1950'lerin başlarında artık yavaş yavaş taht kavgaları çıkmıştı. İktidarın başındakiler yaşlanıyordu. Ölüm her canlı için kaçınılmaz olandı. Peki onlar öldükten sonra kim geçecekti yerlerine? Onlar kadar iyi yönetebilecekler miydi düzeni? İşte tüm bu sorulardı bitmek bilmez kavgaların oluşumuna sebebiyet veren. Bu sorunları halletmeleri, çözmeleri gerekiyordu. Bunun üzerine yeni kararlar aldılar. Örnek olarak yıkılmış olsa da asırlar boyu ayakta kalmış olan Osmanlı'yı aldılar. Tek farkla. Kral değil kralıklar olacaktı. Kraldan sonra tahta her zaman oturan varis muhakkak olmalıydı. Varis, geleceğin kralı olduğu için en sağlamından kral eğitimi almalıydı."

 

 

Derin nefes alıp vermiştim. Ulu ve veliaht yapılandırması, derin bir konuydu. Sadece bu bile saf güç demekti. Bu adamlar güçlü değil, gücün ta kendisiydi.

 

 

"Bu sayede ortaya Ulular ve Veliahtlar çıktı. Ulular, kralar demekti. Yönetim onların elindeydi. Kendilerinden sonra tahta çıkacak olanlar da veliahtlardı. Veliahtlar, Uluların elleri ayaklarıydı. Düzen böylece yeniden oluşturulmuştu. Fakat yaptıkları değişimler sadece bununla tabi kalmamıştı. Ulular bu işe sıfırdan başlamıştı. Buraya kadar gayet iyi gelmiş olsalar da bu yeterli değildi. Güçlü değil en güçlü olmak istiyorlardı. Kendilerinden sonra tahta geçecek olan varisleri en güçlü kişiler olmalarını sağlayacaktı. Ve işte bu karar veliahtlar için dönüm noktası olacaktı. Eğitimler. Hayır! Hayır! Dünya'nın en acımasız eğitimleri başlamıştı..."

 

 

Veliahtların hepsinde gözlerimi gezdirmiştim. Gerilmişlerdi. Eğitim denilen şey çok üst düzey olmalıydı.

 

 

"Veliaht eğitim sistemine 'Kilit Üçgen' eğitimi adı verilir. İlimi ele alır, bilimi ele alır, siyaseti ele alır, ekonomiyi ele alıralır; ve daha nicelerini içinde barındırır. Yetmez, silah mühendisliği ikinci meslek olarak öğretilir. O da yetmez, sayısız dil ana dilmiş gibi öğretilir. İşkence nasıl yapılır eğitimi verildiği gibi işkenceye karşı dayanıklılık eğitimi de verilir. Ha tabii dövüş eğitimleri de vardır. Tek bir alanı kapsamaz! Birçok stili kapsayan sayısız hocadan alınan sayısız eğitimler vardır. Örnek verecek olursam Samuray stili, Irak üç yüz altmış beş derece dövüş stili, sokak stili, rink stili, aikido, iaido gibi ve daha niceleri gibi diyebilirim."

 

 

"Kuntao var bir de kardeşim. Onu nasıl unutursun? En lanet olanı o." Gurursuz Hazar, lafa atladığında ona bakmayı reddetmiştim.

 

 

"Ne özeliği var ki onun?" Merakım yine gün yüzüne çıktığından, ona bakmadan konuşmuştum.

 

 

"Kuntao: Özellikle koluk kuvvetlerine verilen dövüş sanatıdır. İçerisinde boks, MMA, yakın boğuşma, yer dövüşü, karambit dediğimiz özel bıçaklar, escrima olmak üzere sekiz daldan dövüş bölümleri bulunur. Avrupa'da oldukça yaygındır. Çoğunlukla öldürücüdür. Çoğunlukla tabii." Demişti gurursuz Hazar. Şimdi neden yakındığını anlamıştım. O sayarken yorulmuştum. Onlar ise bunun eğitimini yıllarca almıştı. Velihatlar kesinlikle makina gibi yetiştiriliyordu. Yenilmez ve yıkılmaz olarak ağır eğitimlerden geçiyorlardı.

 

 

"Ulular, veliahtlarını büyük servetler ödeyerek ağır eğitimlerden geçiriyorlardı. Amaçları artık mafyalar değil devletlerdi. Büyük olana oynamak istiyorlardı. Bunun için kimliklerini deşifre etmeleri gerekiyordu. Onlar bunu yapacaktı ancak deşifre işi gerçekleştiğinde onları kimse durdurmamalıydı. Güvenilir adamlara ihtiyaçları vardı. Kendi varisleri onların güvenecekleri tek kişilerdi."

 

 

"Peki devletler onlardan niye silah aldı?"

 

Araya kaynak yaparak sorduğum soruyla Doğu önce kaş çatmış, daha sonra tebessüm ederek cevap vermişti.

 

 

"Ha! İşte beklediğim soru tam olarak buydu Hera'cım. Çok doğru dedin, devletler onlardan silah almazdı fakat hikayenin en başında silah üreten silah mafyaları da onlardan silah almazdı. Oysa almışlardı öyle değil mi? Çünkü mecbur bırakılmışlardı. Peki ya devletler de mecbur bırakılsaydı silah almaya?"

 

 

Yutkunmuştum. Kuşaktan kuşağa sınırları zorlayan adamlar, sahip oldukları statüyü kolay kolay kazanmamıştı.

 

 

"Kim böyle bir şeyi sağlayabilir ki?"

 

 

"Veliahtlar." Demişti Arem. Onun sesini duyunca bakışlarımı ona doğru çevirmiştim. Arem ona baktığım an tekrar konuşmuştu.

 

 

"Veliahtlar tarih boyunca saha elemanı olmak için eğitim aldı, tanrıça."

 

Geliyordu gelmekte olan gizem ve aksiyon temalı olaylar.

 

 

"Tahmin etmek istiyorum."

 

 

"Kesin doğru tahmin edecek bak şimdi." En büyük hayranım olan korkusuz korkak Evren Korkmaz, yanında oturan Doğu'nun kolunu dürterek bana olan hayranlığını bir kez daha dile getirmişti.

 

 

"Seni dinliyoruz." Arem susunca konuşmuştum.

 

 

"Devletlerin ajan olarak yetiştirdiği adamları vardı. Tabii uluların da öyle. Ulular, veliahtlarını ajan olması için eğitiyordu. Doğu az önce ülkeler mecbur kaldıkları için silah almak zorunda kaldı demişti. Bu da veliahtların ülkelerin gizli bilgilerini ele geçirdiğini gösterir. Bilgiler karşılığında satış yapma hakkı ve izni kazanıyordu ulular. Bu sayede gün geçtikçe güçleniyorlardı. Yine de bu güce hiçbir ülke ses çıkaramıyordu çünkü uluların elinde onları ebediyen susturacak sırlar mevcuttu. Sizin şerefsizliğiniz atalarınıza dayanıyor demek."

 

 

Konuşmam bitince gülmeden edememiştim.

 

 

"Oysa ki son dediğine kadar çok iyi gitmiştin güzelim." Mert'in sesini duyunca ona bakıp göz kırpmıştım. Sırıtıp öpücük atmıştı. Konuyu dağıtma veliaht. Hele ki dinlemekten zevk aldığım konuysa hiç dağıtma.

 

 

"Kesinlikle senin dediğin gibi olmuştu Hera'cım." Doğu'nun sesiyle yeniden ona dönmüştüm. Bir elim hiç yorgunluk hissetmeden Batı'nın saçları arasında gezinmeye devam ediyordu.

 

 

"Bütün dünya sırlarını yıllardır toplayan veliahtlar, Kamer aile sandığı içinde, yapılanmanın güvencesi olarak hepsini sakladıklar. Ancak Ulular ve Veliahtlar bu şekilde kurulmuş olsalar da hikayeleri bununla sınırlı değildi. Artık çok başka sorunları vardı. Gelişmekte olan silah sanayisi ve gelişmek isteyen kendileri." Bunların atalarında bitmek bilmez bir doyumsuzluk vardı. Hep daha fazlasını istiyorlardı. Şu anki varisleri, Dünya'nın en güçlü aileleri olarak adlarını tarihe onlar sayesinde yazmıştı.

 

 

"Uzun yıllar, beraberinde gelişen teknolojiyi de getiriyordu. Artık sadece tabanca satarak gelişmelerin gerisinde kalmak istemiyorlardı. İnsanlık atom bombası bile üretmişti. Bizim onlardan neyimiz eksikti? Gelişmeleri gerekiyordu. Bir kez daha Osmanlı'yı ele almışlardı. Teknoloji geliştikçe onunla bir bütün olmazsak sonumuz yıkımdan ibaret olur demişlerdi. Bu düşünceleri ise şu anki yönetim şeklimizi ortaya çıkarmıştı. Pay ederek yönetim modeli."

 

 

Doğu konuşmaya devam ederken ben de her bilgiyi aklıma not ediyordum. Bilmek istiyordum. Onlar hakkında her şeyi bilmek istiyordum. Benim doyumsuzluğum bilginin kendisine idi. Onlarınki gücün kendisine idi.

 

 

"Teknolojik silah, askeri silahlanma, kimyasal silah modelleri artık hepsine giriş yapılmalı; bu tarz fabrikalar açılarak bu ürünler üretilmeliydi. Fakat bu ürünleri hep beraber üretmek karışıklığa neden olacağı için her aileye farklı sorumluluklar verilmeliydi. Seçilen aile sadece o tarz silahlar üretmeli ve de o tarz silahlarda kendisini geliştirmeli, piyasanın o alandaki en iyisi olmalıydı. Aksel'ler bu kararla beraber kimyasal sanayi sektörüne girdi. Korkmazlar askeri silahlanma sektörünü bünyesinde barındırdı. Ya da biz, yani Özkurt ailesi, teknoloji dalında faaliyet göstermeye ilk kez o gün başladık."

 

 

Sistematik ve düzenli yönetim modeli tercih etmişlerdi. Doğu'nun da dediği gibi gerçekten gücü aralarında pay etmişlerdi.

 

 

"Düzenin, bütün olması için bunlar yeterli değildi. Satış yapacak, ticari anlaşmalar ve ortaklıklar kuracak aileye de ihtiyaç vardı. Orhon'lar bu konuda devreye girdi. Bununla beraber silahları güvenceye almak da şarttı. Silah bankaları içinse Eraslan'lar atandı." Mükemmel düzen, mükemmel işbirliği. Gerçekten muazzam yönetmiş ve kurmuşlardı her şeyi. Temelde hikayeleri zaman içerisinde karşılaştıkları her sorunu kendi içlerinde pay ederek ve yok ederek büyütmüştü.

 

 

"Bahsi geçen şu silah bankaları, puşt ve ailesine ait olanlar değil mi? Onun hakkında bilgim var." Erdem ona durup dururken sataştığımdan olsa gerek Hazar gibi sabır çekmişti.

 

 

"Sizin yapılanmanız küçük büyük demeden bütün ülkelere silah satar. Ülkeler satın almak zorundadırlar çünkü Kamer aile sandığıyla tehdit edilirler. Bütün ülkelerde Eraslan'lara ait silah bankaları vardır. Örnek verecek olursak, mesela A model silahınızı B tarihinde İsrail'e sattınız diyelim: Yaptığınız anlaşmaya göre İsrail sizden aldığı silahı Eraslan'ların İsrail üslü bankasına yerleştirmek zorunda. Diyelim ki İsrail, sizin savaş açamazsın dediğiniz bir ülkeye savaş açtı. Savaş açarken de sizin silahınızı kullanmak istedi. İşte tam bu sırada Eraslan bankası sizin buradan verdiğiniz talimatlar doğrultusunda kendisini kitliyor. İsteğe bağlı olarak da patlatıyor. Yani silahı satmış olmanız o silahların sizden çıktığı anlamına gelmiyor. Aslında ürettiğiniz her silahın ebediyete kadar sahibi sizsiniz. Satmış olmanız bir şey değiştirmiyor. Siz var ya siz! Gerçekten çok şerefsizsiniz."

 

 

"Yine son cümleye kadar çok güzel gitmiştin güzelim." Mert'e sadece kafamı sallamıştım. Şey der gibi. Aynen aynen.

 

Veliahtlar, onlar hakkında gereğinden fazla bilgiye sahip olduğumu zaten biliyordu. Rahatlığım buradan geliyordu.

 

 

"Son bir konumuz kaldı Hera'cım. Onu da anlatırsam tüm konuya hakimsin artık demektir." Gözlerim tekrar Doğu'yu bulduğunda kucağımdaki ikizinin izin verdiği kadar yerimde kurulmuştum.

 

 

"Son konumuz neden atalarımızla kan bağımız olduğunu gizliyor ve onların soyundan geldiğimizi reddediyoruz kısmıdır." Şimdiye kadar en merak ettiğim kısımda kesinlikle buydu.

 

 

"Bunun sebebi ilk jenerasyon olan Ululardır. Tahtın ilk liderleri suikast düzenlenerek yok edilmişti. Onların varisleri olan veliahtları şanslıydı çünkü liderleri onların eğitimleri için ellerinden geleni yapmışlardı. Ancak ilk Ulular onlar kadar şanslı değildi. İlk liderler eğitim almamış, eğitim vermiş olan girişimcilerdi. Dolayısıyla kendilerine yapılacak olan suikast girişimini varisleri gibi kavrayamamış ve yok olmuşlardı."

 

 

Durun bir dakika! Altı Ulu yok edilmişti öyle mi? Hem de aynı anda. Ah, bundan sonraki varisleri olan veliahtlar ne yapmıştı? Anlat Doğu! Hepsini anlat!

 

 

"Uluların ölümüyle veliahtlar bir anda Ulu konumuna geçmişlerdi. Ancak onlar bu yoldan gitmeyi reddedecek kadar zeki adamlardı. Ekip dağılmıştı. Daha doğrusu ekip dağıldı izlenimi verilmişti. Veliahtlar o gece yapılan suikast girişimlerinde atalarıyla beraber kendilerini de ölü olarak göstermişlerdi. Bunu yapmalarının nedeni ise şuydu: Kamer Aile Sandığını korumak istemeleri. Günün sonunda birçok masum akrabamız ve ilk Ulular o sandık yüzünden öldürülmüştü. Bunun önüne geçmek için o sandık biz de değil izlenimi vermek yerine, o sandığın sahipleri biz değiliz izlenimi verdiler. Bu sayede kimse sandığı onlarda aramayacaktı."

 

 

Arem bir keresinde bana; zeki olan her şey çok tuhaftır. Demişti. Ona şu anda sonuna kadar katılıyordum. Şayet hayatımda daha önce hiç, onların yapılanması kadar tuhaf bir şey görmemiştim.

 

 

"Yeni soyadları aldılar. Dünya'nın farklı köşelerinde yaşamaya başladılar. Gizli toplantılar düzenlediler. Kendilerini başka soydan gelen aileler olarak tanıttılar. Tesadüf eseri soylu ailelerin bir araya geldiği düğün, dernek, parti gibi birleşmelerde ilk kez tanışmış izlenimi verip ortaklık kurdular. Silah sektörüne giriş yaptılar. Güçlerine güç kattılar. Yenilmezi oynamadılar. Onlar yenilmez oldular. Ve günün sonunda insanlar için onlar Ulular ve Veliahtlar değil, Ulular ve de Veliahtlar'ı kopyalayıp onların düştükleri hattalara düşmeyen aileler olarak tanındılar. Güçlerini tekrar kazandıklarında Kamer Aile Sandığının onlarda olduğunu tüm dünyaya duyurup, sisteme sahip oldular. Ve işte geçmişten günümüze kadar bu düzen böyle geldi geçti Hera'cım."

 

 

"Sizin için daha düne kadar sorsalar mafya der geçerdim. Ama siz çok çok daha fazlasıymışsınız. Ya da başka deyişle siz harbi büyük şerefsizmişsiniz." Son lafımdan sonra Mert'in konuşacağını bildiğim için, daha o ağzını açamadan, ona bakıp konuştum.

 

 

"Evet Mert! Kesinlikle sona kadar gayet iyi gitmiştim." Herkes gibi o da gülüp arkasına yaslanmıştı.

 

 

"Ee güzelim ben ne zaman Batı'nın geldiği konuma geleceğim." Mert'in imâ ettiği şey göğsümde uyumak istemesiyse eğer, bunun için sıraya girmesi gerekiyordu.

 

 

"Öyle bir şey olmayacak kardeşim. Batı ilk ve sondu." demişti veliahtım. Ben demiştim sıraya girmesi gerekiyordu diye. Hoş Arem komple sırayı ortadan kaldırmıştı ama olsundu.

 

 

Gözlerim göğsümde uyuyan Batı'ya kaymıştı. Ne kadar güzel uyuyordu ama...

 

 

Uçak her zaman uykumu getiriyordu. Batı'ya bakmak tuzu biberi olmuştu. Kendisi bu konuda hiç yardımcı olmuyordu. Daha çok uykum geliyordu onun yüzünden. Gözlerim yavaş yavaş kapanırken Arem ve Mert'in tartışmasını bölen Evren Korkmaz'ın sesi doluşmuştu kulaklarıma.

 

 

"Sizin tanrıça, daha bizim hakkımızda onca şeyi nerden bildiğini söylemeden uyuya kaldı sanırım." Onun sesi kesilir kesilmez Doğu konuşmuştu.

 

 

"Ama bu haksızlık. Anlaşma yapmıştık o kadar." Doğu'dan sonra son kez seçebilmiştim Arem'e ait olan o sesi.

 

 

"Bırakalım da bu kez biz ona değil, o bize haksızlık etsin." Normal şartlarda sana cevap verirdim Veliaht. Normal şartlarda ve de uyanık olduğum anlarda.

 

 

 

 

🎭

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir o yana bir bu yana sallanıyor. E ben baktıkça gazlanıyor. İnadına inadına devam ediyor. Ne oluyor lan? Yangınlar yanıyor. Yangınlar yakıyor.

 

 

Kafamda dönüp duran şarkı aslında biraz da içinde bulunduğum ortamın henüz farkına varamadığım için şekil değiştirmişti. En son uyuyordum. En son uyanacaktım. Lakin şimdi sallanıyordum. Acaba niyeydi? Bunun sebebini anlamanın çok basit yöntemleri vardı. Şey gibi mesela. Kapalı olan gözlerimi açmak gibi.

 

 

Göz kapaklarımı yavaş yavaş araladığımda gördüğüm manzara kesinlikle çok ilginç bir manzaraydı. Şayet yol hareket ediyordu. Yol niye hareket ederdi? Arabadaysanız hareket etmesi çok normaldi. Bu durum, gözünü uçakta kapatan birinin arabada açması kadar normaldi. Arabada olduğum konusunda iç sesimle hem fikirdik. Ancak arabayı biz kullanmıyorduk. İşte bu konuda da fazlasıyla hem fikirdik. Peki arabayı kim kullanıyordu? Bunun cevabını öğrenmek için kafamı yanıma çevirsem iyi olacaktı. Bunlar hep hayata kalmanın altın kurallarıydı. Denendi. Fakat şimdilik onaylanmadı.

 

 

Gözlerim soluna doğru yavaş yavaş döndüğünde onu görmüştü. Hani şu mükemmel, hani şu efsane, hani şu harika, hani şu fevkaladenin de fevkinde olan; hayatımın içine eden adamı. Arem Barkın Soykamer'i.

 

 

"Sonunda uyandın. Uyurken seni izlemek güzel olsa da sesini özlüyorum." Hocam bir siktirin gidin be!

 

 

"Zor olmuyor mu?" Soğuk ve umursamaz tavrım bakışlarını yoldan saniyelikte olsa bana doğru döndürmesine neden olmuştu. Şüpheyle çatığı kaşları bir şeylerin yolunda gitmediğini düşündüğüne dair izlenim veriyordu.

 

 

"Ney tanrıça?"

 

 

"Değer veriyormuş gibi yapmak diyorum. Zor olmuyor mu?" Sıkıntıyla derin bir nefes aldı. Utanmasa oflayacaktı.

 

 

"Başladık yine."

 

 

"Hiçbir zaman başlamadık veliaht ama sana söz, bitireceğiz." İtalya'da uyandığım sabahlardan birinde, boğazımda hatırlamadığım geceden kalma, kesik izini gördüğümden bu yana; fena hâlde kıl olmuştum ona. Arem'in arabayı kenara çekip durdurmasıyla, gözleri beni bulmuştu. Orman gözler, gözlerimi bulduğunda sertçe konuşmuştu.

 

 

"Beni iyi dinle, tanrıça! Ben sana gerçekten değer veriyorum. Sana, ben de dahil olmak üzere, Dünya üzerindeki hiçbir canlı zarar veremez. Saçının tek bir teli bile savaşlar başlatıp barışlar bitireceğim kadar kıymetliyken, benim için, buna asla izin vermem. İster kabul et ister etme! Sen benim tanrıçamsın. Ve ben tanrıçama daima taparım."

 

 

Sen beni kül edeceksin veliaht. Kalbimi, avuçlarına alacak ve yakıp küllerini savuracaksın. Yine de ben, düştüğüm yerden, beni düşürdüğün o ateş çukurundan kazıya kazıya kalkacağım veliaht. Savurduğun küllerimi tek tek toplayacağım. Aylarca sürse de, yıllarca sürse de tüm küllerimi toplayacağım. Sonra onlardan yeni bir elbise yapacağım. Adını da 'KÜLDEN ELBİSEM' koyacağım. Onu üzerime giyecek ve intikam için karşına dikileceğim. Söylesene veliaht! Değer mi buna? Beni küllerimden var etmeye değer mi? Seni kül etmeme değer mi?

 

 

"Bana yalan söylemeyi kes! Kalbimi kıracaksınız, biliyorum."

 

 

"Ya sebebi varsa. Ya mecbursak. Ulan, her şeyi gören aklın bunu nasıl görmüyor, aklım almıyor."

 

Arem ilk kez bağırıyordu. Onu öfkelendirmek çok zordu. O hep sakinliğini korurdu. Bu kez koruyamamıştı.

 

 

"Açık konuş artık. Yoruldum ben be! Her lafından bin tane anlam çıkarmaktan yoruldum."

 

Öfkeli veliahtın öfkeli gözleri artık tam olarak gözlerimi hedef alıyordu.

 

 

"Anla artık! Gerçekler sensin. Benim bütün gayemde tek gerçeğimi yaşatabilmek için."

 

Ben açık konuş dedikçe o daha çok bilmece oluyordu.

 

 

"Sana neden güveneyim? Daha bana açık açık amacını söyleyemezken sen, sana nasıl güveneyim?" Gözleri gözlerimi deliyordu. Öfkeliydi. Öfkeliydim. Bu işin sonu nereye çıkardı bilinmezdi.

 

 

"Çok mu merak ediyorsun?"

 

 

"Evet..." Hâlâ öfkeliydim. Aynı zamanda heyecanlıydım. Umarım gerçekler kaldırabileceğim türden olurdu. Umarım...

 

 

"Seni ilk gördüğümde önümde yarım kalmış bir defter vardı. Ben o defterin yarım kalan sayfalarını seninle doldurmaya karar vermiştim. Oysa seni ilk hissettiğimde her şey değişti. Ben o defteri kapattım. Benim başımda sen oldun, sonumda sen olacaksın. Seni deftere değil kalbime yazmak istiyorum. İzin verir misin? Kalbimin sana tapmasına izin verir misin, tanrıça?"

 

 

Ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilmiyordum. Kitlenmiş kalmıştım. Arem'in ağzından çıkan her söz, büyü gibiydi. Ruhuma işliyordu. O ruhuma kendini işliyordu. O susmamıştı. Konuşmaya devam etmişti. Ruhumu baştan aşağı kendiyle doldurana kadar susmayacaktı.

 

 

Gözlerim dolmuştu. Birinin sevgi sözleri meğer iyi edermiş. Meğer sevgi gerçekten iyi edermiş. Sevgiye yetim, sevilmeye öksüz birinin sevilmesi, ona gerçekten iyi gelirmiş. Ona cevap vermek için ağzımı açtığımda yeni yeni fark ettiğim farklı ses yüzünden susmak zorunda kalmıştım. Sorgu dolu gözlerim Arem'e çıktığında, bana anında cevap vermişti.

 

 

"Doğu'nun acil durum çağrısı bu güzelim. İlk iki çalış yedi saniye, üçüncü çalış dokuz saniye sürer. Bu da nerde olursan ol, telefonu aç, çünkü durum acil demek. Eğer aksi olmasaydı, inan bana, senden cevap almama kimse engel olamazdı." Bana açıklama yapması çok hoştu, hoş olmasına ama ben daha çok üç çağrı dediği yerde kalmıştım. İlk iki çağrıyı duymayacak kadar ne yaşamıştım ben ya?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(🎭)

Loading...
0%