Yeni Üyelik
4.
Bölüm

🎭 3 ORMAN'IN GÖZLERİ

@mavimsu_

 

Hayatınız boyunca hep sevgiyle kalın, saygıyla kalın, aşkla kalın ve de kitabımı okumaya devam ederek kalın.

 

 

 

keyifli okumalar dilerim

 

 

(🎭)

 

 

Bölüm Sözü

 

 

Başlangıç sadece sonun başıdır.

 

Öyleyse her son bir başlangıçtır.

 

Her başlangıç bir sonda var olacaktır...

 

 

 

H. G. 

 

 

(🎭)

 

İçinde grinin her tonunun bulunduğu odamda yine düşünmekle meşguldüm. Saçma sapan şeyleri düşünüyor olmak en azından düşündükçe delireceğim şeylerden beni uzak tuttuyordu. Çok geçmeden gözlerim odamda turlamaya başladı. Gri dolabım, gri çalışma ve makyaj masam, hatta gri duvarlarımı tek tek tarıyordu gözlerim. Sanki her gün onları görmüyormuş gibiydiler. Gri benim en sevdiğim renklerden biriydi. 'Ben beyaz değilim, beyaz gibi pürüzsüz ve temiz değilim ama onun gibi olmak istiyorum.' derdi sanki.

 

Çıkmam lazımdı kök saldığım yataktan. Üstümü giymeliydim. Dışarıda beni düşmanları için yem yapmak isteyen bir takım insanlar vardı. Onlara ben yem olmak için çok hazırım diyebilmeliydim. Peki gerçekten hazır mıydım?

 

Saate bakasım geliyordu birden. İçimdeki bu dürtüye itaat edip kafamı yatağımın ucundaki çekmecenin üstüne konumlandırılmış saate doğru çevirdim. Henüz saat sabahın yedisiydi. Ekim ayının 8'i olmalıydı ayrıca bugünün tarihi. Bu bilgiyi kafamın içine not ettim.

Çıplak ayaklarım sıcak yataktan soğuk zeminle buluşunca bütün vücudum titremelerin avucuna bırakmıştı kendini. Örtünmeyi sevmezdi ayaklarım. Hep çıplak dolaşırlardı. O zaman üşütsünler de akılları ayaklarına gelsindi.

 

İlk istikametim odamın içinde bulunan banyom olmuştu. Banyodaki tüm işlerimi halletmem toplamda en fazla on dakika sürmüştür diye tahmin ediyordum. Orada işim bitince hemen yatağımın sağ yanında bulunan beyaz özentisi gri renkli dolabımdan siyah dar kot pantolon çıkarmıştım. Çok geçmeden giyinmiş olduğum siyah ve dar kot pantolonu siyah ve dar bir kazakla kombinlemeyi tercih ettim. Bugün de çok siyah oldum, biraz da renkli giyineyim diye düşünürken bu kez de üzerime siyah kot ceketimi geçirdim. Bu da benim kararlılık seviyemdi işte, ne yaparsın.

 

Aynanın karşısına geçmiş, tüm yaşadıklarımı ve olacak olanları düşünüyordum. Düşünüyorum, öyleyse varım diyorum. 'Nereye varsın Hera? Sen şimdi var olmayan birinin yerini varlığınla doldurmaya gitmiyor musun?' Bu var olmak mıdır, yoksa yoktan var etmeye çalışmak mı?

 

Yansımama kayıyordu gözlerim. Saçlarıma dikkat kesiliyordum. Saçlarım uzun, siyah ve altlarından dalga dalgaydı. Saçımın tamamını boyatma cesareti gösteremediğim için sadece bazı tutamları griydi. Bu grilik ne yalan söyleyeyim yakışıyordu bana. Güzel olana her şey yakışırdı zaten. Böyle kalsın, diyordum saçlarım için. Onların açık kalması adına onay veriyordum. Hem saçlarımı toplasam ne olacak ki? Zaten ben kafamın içini toparlamayı beceremiyordum.

 

Çıkmam lazım boş evden. Duvarlar beni boğuyordu. Babam yok. Uzun zamandır da gelmiyor eve. Dünde gelmedi, ondan önceki günde. Babam hayattaydı fakat sanırım artık hayatımda olmayacaktı. Dün ders çıkışı eve gelirken siyah minibüs tarzı bir araba kesmişti önümü. İçinden takım elbiseli adam çıkıp, bana şu an elimde tuttuğum akıllı telefonu uzatmıştı. "Yarın sabah en geç saat sekizde sana verdiğim bu telefonu aç ve içinde kayıtlı olan numaraya 0-5-0-2 şeklinde mesaj at." Bazen bazı şeyleri sorgulamamak gerekirdi. Belki de şu an dış kapının önünde karşı tarafın bana cevap yazmasını bekliyor oluşum bu yüzdendi.

 

Henüz mesajı göndereli çok olmamıştı. Zaten ben attığım mesajın süresini daha hesaplayamamışken kime ait olduğunu bilmediğim bir numaranın sahibi bana bilmediğim bir adresin konumunu atmıştı. Yine nereye gidecektim kim bilir? Gittiğim adreste beni neler bekliyordu? İşte en büyük bilinmezliğimin sahibi olan soru... Siyah jeep'ime binmiştim. Kendimi yollara teslim ede ede ilerliyordum bilinmezliğe doğru. Tek başıma araba sürerken yapmayı en sevdiğim şey son ses müzik dinlemekti. Resmen stres atmak için birebir çözümlerden biridir.

 

Arabamın içinde tekrar tekrar dinlediğim şarkı 'Ceg'in Normal' şarkısından başkası değildi. Bu şarkının sözlerinde kendimi buluyordum. Sözlerde hayat vardı. Sözlerde yaşanmışlıklar vardı. Sözlerde yaşacaklarımın ağırlığı vardı. "İsterdim normal olmak. İsterdim olmak normal. Ama normal olmam anormal. Benim normal olmam anormal."

 

Yaklaşık olarak bir saatlik süren yolculuğun ardından geldiğim yer yapı olarak muhteşem türden yapılardandı. Hatta buraya yapı demek haksızlık olurdu. Deyim yerindeyse burası modern yapılanmanın sanat eseri niteliği taşıyan saray yavrusuydu. 'İstanbul Milli İstihbarat Teşkilatı Hizmet Binası.'

 

Bir kez daha anlamıştım kabul ettiğim görevin ne denli büyük iş olduğunu. Bundan bir hafta önce İstanbul Ordu Komutanlığı'ndaydım. Şimdi ise MİT'e misafir olacakmış gibi görünüyordum. Saydığım bu iki yerde her insanın giremeyeceği yerler arasında bulunuyordu. Ben ise buraya girebiliyordum çünkü ölmüş ve gitmiş bir kadından torpiliydim.

 

MİT'in Türkiye'deki ana karargahı Başkent Ankara'daki Kale adındaki binasıdır. İstanbul, İzmir, Diyarbakır gibi büyük bölgelerde inşa edilmiş üstler de vardı. Anladığım kadarıyla, biz Ankara'daki merkez binaya bağlı olan yapılardan birinde faaliyet gösterecektik. Ankara merkez binasına bağlı İstanbul Üstü'nde bulunma sebebim tam olarak bu olmalıydı.

 

Hizmet binaları azımsanmayacak ölçüde teknolojik yapıdaydı. Öyle ki şu an karşımda duran yatay mimaride dikdörtgen şeklinde tasarlanan yapı, maksimum güvenliği sağlayacak şekilde her türlü kara ve hava bombardımanına karşı koyabilecek güçteydi. Nerdeyse tek katlı ev yüksekliğinde olan giriş kapısının önünde beklerken arabadan indiğimi gördüğü an beni beklediğini tahmin ettiğim adamın biri gelmişti yanıma. Çok geçmeden kendisini takip etmemi söyleyen takım elbiseli kaba saba adamla beraber büyük kapıdan içeri girmiştik. Aracımın teslimini yine burada bulunan adamlardan biri almıştı.

 

Takip ettiğim uzun, sert ve takım elbiseli adamla ilerlemiş olduğumuz alan için devasa kelimesini kullanmak eksik kalırdı. Buranın başını görüyordum ancak sonunu kestiremiyordum. İçerisi oldukça kalabalıktı. Kadınlı erkekli ciddi giyinen ve birbirleriyle muhatap olmayan insanlarla doluşmuştu dört bir yanım. Tüm odağını işine veren giriş kısımdaki bilgilendirme bölgelerinde dosyalara gömülmüş insanlar mevcuttu. Adını bile bilmediğim garip adamla giriş salonundan dümdüz ilerleyerek ana salonla bağlantılı koridorlardan birine giriş yapmıştık. Beyaz renginin çok fazla kullanıldığı göz alıcı yapının içinde bulunduğumuz koridorda yine beyaz renginin vermiş olduğu ferahlığı içinde barındırıyordu.

 

Çok geçmemişti ki bir asansörün önünde durmamış olalım. Hemen önümde bulunan asansör şimdiye kadar hiç rastlamadığım türden bir özelliğe sahipti. Baştan aşağı camdan oluşuyordu. Oldukça güzel bir görüntüydü. Tuhaf adam önce benim geçmem için eliyle asansörü işaret etmişti. Ah tuhaf olabilirim ama centilmenim de diyorsunuz yani. Tuhaf ama aynı zamanda centilmen olan bey, bana asansörün görünüşü gibi çalışma sisteminin de diğer asansörlerden farklı olduğunu yine tek hareketiyle istemeden de olsa göstermişti. Burada parmak okuyucu vardı. Yani bu asansörün çalışmasını istiyorsanız o zaman önce buna izninizin olduğunu ona kanıtlamalıydınız.

 

Yanımdaki bey sağ el baş parmağını sisteme okutuktan sonra parmak izi bölümü yeşil yanarak bizi onaylamıştı. Okutma işleminin ardından yine sağ tarafta olan cam duvarda dokunmatik tuşlar ortaya çıkmıştı. Gördüğüm tuşlar gidebileceğimiz katlara aitti. Tuhaf adam sekizinci kata basmıştı.

 

Asansörün hareket etmeye başlamasıyla çıktığımız katları camın arkasından görmek inanılmazdı. Özellikle de geçtiğimiz katlardaki insan yoğunluğunu görmek beni bir hayli şaşırtıyordu. Tanrı aşkına buranın personel nüfusu kaç? İki bin falan mı?

 

Sonunda asansör ineceğimiz katta durmuştu. Sekizinci kat koridorunda sağ tarafa doğru yol almıştık. Centilmen bey önde bana yolu gösteriyordu. Bu kat diğer katlara oranla daha sakindi. Centilmen bey siyah çerçeveli kırmızı kapının önüne gelince durdu. Kapı, bana görünüş olarak sinema salonlarının kapısını andırmıştı. Tek bir farkla: kapının kilit kısmında açmak için kol yoktu. Aksine, kilit sistemi dokunmatik şifre paneliydi. Aman sanki devlet sırrı vardı arkasında. Gerçekten mi Hera? Kapıyı bırak, bina komple devlet sırlarının güvence altına alınması ve korunması için yapıldı.

 

Beni buraya kadar getirmekle mükellef olan yanımdaki bey, kapının şifresini tuşlayınca kilit sistemi devre dışı bırakılmıştı. Kapı iki yandan hareketle açıldı. Kapının açılmasının ardından yanımdaki adam ilk kez konuştu. Tabii bende ilk kez sesini duydum. "Hera Hanım, toplantı salonu koridor boyunca dümdüz ilerlerseniz karşınıza çıkan ilk kapı olacaktır. Sizi orada bekliyorlar."

 

Kafamı sallayıp, beni buralara kadar getiren adama teşekkür dahi etmeden hızla içeri girmiştim. Karşımda yine geçen seferki gibi bir görüntü vardı. Dar karanlık koridor ve o koridoru aydınlatmak için neden bu rengi seçtiklerini bir türlü anlayamadığım kırmızı toplardan olan ışıklandırma. Bu seferki toplar duvara değil tavana asılıydı. Aman ne büyük fark. Yaklaşık olarak 25 ile 30 adımdan sonra karşıma yine yine ve yeniden bir kapı çıkınca durmuştum.

 

İyi haber, bu seferki kapının açmak için basit bir kulpu vardı. Kötü haber, o kulpu çevirecek istek ve hevesin bende esamesi bile yoktu.

 

Daha fazla oyalanmanın benim için faydası yoktu. Hatta ne kadar çabuk, o kadar hızlı bitişe varmak demekti. Sahip olduğum düşünceden hareketle kapıyı çalmaya gerek duymadan kulpu çevirip içeri girdim. Kalabalık bir ortam görmeyi bekliyordum, geçen seferki gibi ancak karşımda sadece üç kişi vardı. Bunlar yuvarlak masa şövalyelerinin genç kesim üyeleriydi.

 

İçlerinden sadece birini tanıyordum. Daha doğrusu adını biliyordum: "Kansu". İçeri girdiğim ilk an göz göze gelmiştik. Beni gördüğü an gülümsemişti. Gülüşüne karşılık vermek isterdim ama kusura bakmasındı. Adım adım ölüme gitmekle meşguldüm. Bu yolda etrafıma gülücük saçamayacak kadar asabiydim.

 

İçerisi geniş bir toplantı salonuydu. Dikdörtgen, yaklaşık yirmi kişilik masa, salonun ortasında yer alıyordu. Tanımadığım üç kişi ise arkalarını dönmüş bedenlerini, cam duvara dayamışlardı. Her biri birer ekranın karşısındaydı. Sarışın kız ve biri kumral, biri esmer iki erkeklerdi.

 

Yanlarına gitmek için adımlarımı ileriye doğru attım. Onlar da efendilerine itaat ederek onlara yaklaşmama izin verdiler. Yanlarına vardığımda Kansu bana elini uzatıp nasıl olduğumu sormuştu. Ben de karşılık olarak "çok iyiyim hatta bugün bence ölmek için harika bir gün." demiştim. Sözlerim onun daha çok gülmesine ve kafasını iki yanına sallamasına neden olmuştu. Oysa ben espiri yapmamıştım.

 

Kansu kendisine yakışanı yapıp diğer iki kişiyi tanıtma işine koyulmuştu. Erkek olanın adı Atlas, kız olanın adı ise Almina idi.

 

Bugün burada toplanmıştık çünkü bu gece şu sonumu bizzat getireceğinden emin olduğum veliaht ile tanışacaktım. Daha doğrusu beni görmesi, tanışmak istemesi için yeterli olacaktı, çünkü ben onun ölen sevgilisinin birebir aynısı gibiymişim falan.

 

Bunları duymak ölen kızı merak etmeme neden olmuştu. Daha doğrusu, "bu bana benzeyen hadsiz, koskoca Dünya'da benzeyecek başka birini bulamadı mı?" diye çığırmama neden olmuştu. Kansu bana kızın resimlerini göstermişti. Gerçekten aramızdaki benzerlik beni bile şaşırtmıştı. Hatta Kansu'ya onunla aramızda bir akrabalık bağının olup olmadığını sormuştum. Gerçi akraba isek, onlar zenginlerken ben neden fakirdim, orası ayrı meseleydi. Kader bu ya annemi bir adam öldürüyordu ve ben o adamın yeğeninin ölen sevgilisine tıpatıp benziyordum.

 

Ölen sevgili Melisa Aksel ile aramızdaki tek fark, saç ve göz renklerimizdi. Benim gözlerim ela, onunkiler siyahtı. Benim saçlarım siyah, onunkiler ise zengin sarısıydı. Bir de ten rengi farkımız vardı. Kesinlikle ben daha güzeldim. Aksini iddia eden, edemezdi.

 

Kansu ve diğer iki kişi, Melisa'nın kim olduğunu uzun süre araştırsalar da bulamamışlardı. Kız bundan dokuz sene önce, on yedi yaşındayken ölmüştü. Ölenin Aksel ailesinin kızı olmasından, kızın ölüm sebebinin Arem'in sevgilisi olmasına kadar hiçbir şeyi ilk başlarda bilmiyorlarmış. Bildikleri tek şey veliaht ve yanındaki bir kişi daha vuruldu bilgisiymiş.

 

Kansu ve diğerleri bir tek fotoğraf bile bulamamışlar. İşte bu aileler bu denli güçlüymüş. Devletten bile bir şeyleri gizleyebilecek kadar.

 

Melisa'nın öldüğü tarihte ben henüz on üç yaşında bir çocuktum. Sevgili şu an nerde olduğundan bir haber olduğum babam, veliaht'ın sevgilisinin ölmesinin üzerinden dört yıl geçmişken mafya bozuntusu ailelerin peşine düşmüş. Yine bu aileler ile bağlantılı çıktığı gizli görev sonucu Melisa'ya dair bir takım bilgilere ulaşmıştı. Melisa'nın, Aksel'lerin kızı olduğu ve aynı zamanda Arem'in sevgilisi olduğu gibi bir takım bilgilere.

 

Ancak onu asıl şaşırtan şey Melisa'nın fotoğraflarıymış. Çünkü gördüğü kızla kendi öz kızı arasında inanılmaz benzerlik varmış. Öz kızı o tarihlerde zaten ölen kızın vurulduğu yaştaymış. İşte o gece babam hem bacağını hem de öz kızını bu uğurda kurban vermiş.

 

Babamın malulen emekli olması gibi bir durum söz konusu dahi değilmiş. Babam beni eğitmek, aynı zamanda büyük aileler operasyonunu birinci elden yönetmek için gizli göreve çıkmış. Onlardan anladığım kadarıyla babamın emriyle beş yıldır beni takip ediyorlarmış. Bu sayede zamanı gelmeden bahsi geçen ailelerden biri ile tesadüf eseri karşı karşıya gelmem sürekli engellenmiş.

 

Hikaye bununla sınırlı kalmamıştı. Mesela artık görev boyunca babamı görmemem gerekiyormuş. Çünkü ben artık Hera Türkeş değil, Hera Uysal'mışım. Bir soy isim, bir insana ancak bu kadar uyum sağlardı zaten.

 

Annem ve babam Ziya Uysal ve Zehra Uysal, İtalya'da emekliliklerinin tadını çıkarırken ben Türkiye'deki sevgili ağabeyim olan Kansu Uysal ile beraber yaşıyormuşum. Babam olan Ziya Uysal emekli bakandı. Bu gece ağabeyimin de davetli olduğu nişan töreni vardı. Arem Soykamer'in kız kardeşi Elena Soykamer ile velihatlardan Evren Korkmaz nişanlanıyordu. Tabii bende bu nişana abim Kansu ile gidecek ve Arem'in gözüne gözüne sokacaktım kendimi.

 

Nişan akşam sekizdeydi. O saate kadar bütün merak ettiklerimi bir bir öğreniyordum onlardan. Açık vermemek için hayatımda minimum değişiklik yapmaya çalışmışlar. Kısacası uyum sağlamam gereken şeyler yeni soyadım, yeni ailem ve Atilla Tuğrul Türkeş'in hayatımda hiç olmaması gibi basit şeylerdi. Çok basit şeylerdi. Çok.

 

Uzun sürmeyen sohbetin ardından artık adının Almina olduğunu öğrendiğim sarışın kız beni geceye hazırlayabilsin diye binadan ayrılma vaktimiz gelmişti. Almina'nın sürdüğü araç şehrin en ünlü kuaförlerinden birinin önünde durmuştu. Sarı hanımefendi kendine yakışanı yapıp, yol boyunca tek kelime etmemişti benimle. Kuaförden içeri girmek üzereyken peşimden gelmişti. Arka tarafta birkaç poşet vardı. Onları elime tutuşturmuştu.

 

"Bunların içinde gece giyeceğin kıyafet, ayakkabı, çanta falan hepsi mevcut. Akşam Kansu seni almaya gelecek." Oh çok güzel, bedenimden tut ayak numarama kadar her şeyimi biliyorlardı. Poşetleri aldığım gibi kuaförden içeri girmiştim. İçerideki çalışanlar sanırım beni bekliyorlardı. Beni gördükleri gibi iki kişi kolumdan tutup koltuklardan birine oturtmuştu. Hızlıyız.

 

Kimsenin aklına bana ne tür bir şey istediğimi sormak gelmiyordu sanırım. Özellikle kafamın üstünde ellerini kavgaya hazırlar gibi belinde birleştiren, saçının önünü maviye boyatmış bebek suratlı genç erkek için, fikrim önem teşkil etmiyor gibiydi. Tanrım, resmen adamdan sayılmıyordum.

 

"Saçı ensede toplamak bunun yüzüne gitmez. Çok makyajı da yüzü kaldırmaz."

Bir şeyden değildi ama haklı diye sesimizi de çıkaramıyorduk.

 

"Doğaçlama dalıyorum saça."

Kaşlarımı çatmıştım.

 

"Dalmak mı?"

Aynadaki yansımama tip tip baktı.

 

"Mecazdan da anlamıyor soğuk nevale."

Kalbim kırıldı toplayasım da gelmiyordu.

 

"Ha, bir de soğuk nevale."

Öfkelenmek istemiyordum. Ama kalbim kırılmıştı artık ne yapalım?

 

"Bebeğim, sen niye şaşırdın ki buna. Hayatın boyunca sana kimse 'kız sen ne sıcak kanlısın' dedi mi?"

Düşünür gibi yaptım. Gülümseyip öyle cevap verdim.

 

"Yoğğğ demedi."

Ağzımı gere gere konuştuğumda gülmüştü...

 

"Yani haklıyım."

Bilmiş bilmiş konuştuğunda gülmüştüm...

 

"Yani daha fazla uzatırsan sen saçıma dalmadan ben sana dalarım." Yutkunmuştu. Korktu sanırım.

 

"Dalmak mı?"

 

Gün içinde en çok burada gülmüştüm. Çocuk sayesinde tüm gerginliğim az da olsa gitmişti. "Sanırım mecazdan anlamayan bir tek ben değilim."

 

Kahkaha atıp "alemsin şekerim" demez mi? Allah'ım, nedir benim senin şu salak kullarından çektiğim.

 

*

 

Kuaföre geldiğim saat öğleden sonraya denk geliyordu. Şu anda ise saat sekizi on geçeyi gösteriyordu. Sonuç gerçekten harikaydı. Bu kadarını ben de beklemiyordum.

 

Üzerimde canlı tonlarda kırmızı gece elbisesi vardı. Yere kadar uzanıp derin yırtmaça sahip ince, ip askılı çok klas bir elbiseydi. Saçlarım için açık bırakılıp doğal dalgalar verilmesine karar kılınmıştı. Bu kararı şu saçının önü mavi olan deli çocuk vermişti. Yoksa benim ne haddimeydi.

 

Ayaklarımdaki ayakkabılara resmen aşık olmuştum. İp bağlanmalı şekilde bileklerimin üstüne kadar gelen ve iplerin üstü taşlarla donatılmış sanat eseri niteliğinde ayakkabılardı.

 

Yüzümde ağır tonda makyaj yoktu. Genellikle kahve tonları kullanılmıştı gözlerimde, ancak makyajın can alıcı noktası dudaklarıma yapılmıştı. Kan kırmızısı ruj kullanılmıştı. Şu kadarını söyleyeyim, bugün bu kızdan bir tek Baş Veliaht etkilenmeyecikti. Hoş o da zaten benden ben olduğum için etkilenmeyecekti.

 

 

 

Çalışanlardan biri dışarıda beni bekleyen aracın olduğunu söyleyince artık gitme vaktimin geldiğini anlamıştım. Kuaför kapısından dışarı çıktığımda Kansu'yu siyah bir BMW'nin önünde üzerinde ona çok yakıştığını itiraf etmem gereken siyah takım elbisesi ile beni bekler vaziyetteyken görmüştüm. Göz göze geldiğimizde beni beğendiğini her hâlinden belli etmekte sakınca duymamıştı. Hatta deyim yerindeyse göz bebekleri parladı bile diyebilirdim. Kendine gel, biz kardeşiz seninle. Yanına ulaştığımda kendi etrafımda bir tur dönüp nasıl olduğumu sormuştum. Aldığım cevap kısa ve özdü:

 

"BÜYÜLEYİCİ."

 

Araç boyu seyahat ederken Kansu ile insanlara anlatacağımız hikayeyi tekrarladık. Ben Hera Uysal! 22 yaşındayım. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi üçüncü sınıf öğrencisiyim. İki kardeşiz. Annem ve babam emekliliklerinin yurt dışında tadını çıkarmak istedikleri için iki yıldır ülke dışında. Ağabeyimle beraber İstanbul'da yaşıyorum. Gibi gibi devam eden sıkıcı bir hikaye...

 

Giderek yaklaşıyorduk beni bekleyen hazin sona. Nişan töreninin olacağı saraya nihayet gelmiştik. Araçtan inince bizi vale karşılamıştı. Kansu aracın anahtarını valeye vermişti. Hemen ardından bana kolunu uzatmıştı. Ben de çok sorgulamadan sevgili ağabeyim Kansu'nun koluna girmiştim. Nişan töreni saat sekizdeydi; biz yolla çıktığımızda saat sekizi çoktan geçiyordu. Biraz geç kalmıştık. Bu da aynı zamanda bütün ekip komple şu an içeride demek oluyordu.

 

Sarayın etrafı yoğun güvenlik çemberine alınmıştı. Dışarıda eminim ki 100'den fazla koruma vardı. İçerdekileri düşünemiyordum bile. Girişteki güvenliğe içeri davetli olduğumuzu göstermek için davetiyemizi göstermiştik. Tanrım, çok heyecanlıydım. Neden böyle oldum birden bire? Ah, sanırım ölmek istemiyordum. Henüz daha çok genç ve güzeldim- yani, ölmek için.

 

Kansu ile salona ulaşmak adına büyük alanda kol kola yürüyorduk. Kendisi bana birkaç taktik vermişti. Bunlardan en önemlisi 'içerdekiler seni görünce sana kitlenip kalacaklardır. İşte bu yaşandığında bunların farkında değilmiş gibi davranma; aksine, bunlar neden bana bakıyor? Deyip onlara aynı bakışlarla karşılık ver. Unutma, onları tanımıyorsun ve tanımadığın insanlar sana bakıyor olacak içeride. Farkında olmamış gibi davranman bu durumda ahmaklık olur. Adamlar dünya piyasasını yönetiyor. Seni çakmaları kolay olur. Sakın açık verme!' sözleriydi.

 

Gerçekten haklıydı. Bunu kulağıma küpe yapacağım şeyler arasına listelediğimden emin olabilirsin, abicim.

 

Büyük ve ihtişamlı kapının tam önünde duruyorduk. Hem Kansu hem de kendim bana sakin ol komutlarını veriyorduk. Sakin nasıl olunurdu onu bile unutmuştum? Sanırım biraz daha heyecan yapmam demek nereden nefes alınır onu bile unutacağım demekti.

 

Biz geldiğimizde kapının önündeki adamlar, büyük kapıyı her iki yandan tutarak açmışlardı. Böylece durmakta olan ayaklarımız tekrar harekete geçmişti. Salona inmek için devasa ve süslü bir merdiveni inmeniz gerekiyordu. Biz nişana baya geç kalmıştık. Ya da geç gitmemiz daha uygundu. Resmen kendimi baloya son dakika yetişen kül kedisi gibi hissediyordum. Tek fark, o beyaz atlı prensine ben ise katilime doğru gidiyordum.

 

Kapının açılması ile devasa kalabalık bize dönmüştü. Buradan onları göremiyordum. Merdivenleri Kansu'nun da desteği sayesinde inmiştik. Nereye gidecektik bilmiyordum. Kansu durunca dururdum herhalde. Çok ilerlememiştik ki bir kırılma sesi duydum. Cam kırılması. Kafamı refleks olarak sesin geldiği yöne çevirdiğimde onu gördüm. Onunla göz göze geldim. Katilimle ilk kez orada göz göze geldim...

 

Çok ani olmuştu. Çok ani bakışmıştık. Çok ani kırılmıştı. Bahsettiğim son şey bile bardak olamazdı.

 

O nasıl bir bakıştı? Gözlerinde acı vardı. Gözlerinde ıstırap vardı. Gözlerinde özlem vardı. Onun gözlerinde bitmemiş bir aşk vardı. O aşkın sahibi ben değildim. Bana çok benzeyen o kadındı. Ben bu benzerlikten faydalanıyordum sadece.

 

Gözlerim yere doğru kaydı. Yerde, bir kadehten geriye kalan cam parçaları ve kırmızı sıvı gördüm. Şarap olması lazımdı o kırmızı sıvının. Beni görünce mi düştü elinden? O kadar mı şaşırdın Arem? O kadar mı sevdin? Gözlerim durmuyordu yerinde. Lakin tekrar ona bakacak cesaretleri de yoktu. Etrafa bakıyorlardı bu seferde. Onun etrafındakileri tarıyorlardı. Sonra birinde daha duruyordu gözlerim. En az onun kadar betbah olmuş birinde.

 

Bana benzeyen kızın ağabeyinde. Mert Aksel'de. Dayanamıyordum o gözlere bakmayı sürdürmeye. Zaten Kansu tekrar yürüyor o yürüyünce bende yürüyordum. Arkamda bir Dünya yıkılmış adam bırakarak öylece yürüyordum. Kansu ile masalardan birine geçmiştik. Bana sakin olmamı söylüyordu. Sakinim diye yalan söylüyordum ona.

 

Yalancı! Yalancı! Bana kimse inanmaz.

Sahi gerçekten de inanmaz mıydı?

 

Telefonumu çıkarıyordum çantamdan. Onunla oynuyordum. Uzun zamandır konuşmadığım arkadaşım Afra'ya yazıyordum hâlini hatırını merak etmiştim ondan. Ya da üzerimde olduğundan emin olduğum gözlere tekrar bakacak cesareti kendimde bulamıyordum belki de ondan. Ya da diğerlerine haber versin diye yazmıştım ona. Belki de ikili oynamak istiyordum. Evet, evet kesinlikle ondan...

 

Derken Kansu'nun dedikleri geliyor aklıma 'Dikkat çekmek istemiyorsan sana baktıklarının farkında olduğunu onlara göster.'

 

Kafamı kaldırıyorum telefonumdan, önce Kansu'ya bakıyorum yanına gelen tanımadığım adamlarla konuşmaktaydı. Hadi kızım diyorum yaparsın sen. Kafamı üzerimde olduğunu hissetiğim gözlere çeviriyorum. İlk onun gözlerinde duruyor gözlerim. Canı yanıyor belli ama hâlâ çok şaşkın sanki rüyaymış gibi.

 

Bu bir rüya değil Arem. Bu bir kabus. Lütfen erken uyan bu kabustan benim aşka saygım var seni aşkından vurmak istemem. Diğer yıkılan adama kayıyor gözlerim hemen ardından. O daha çok hareketli. Buraya gelmek istiyor belli ama ikizler tutuyor onu. Gözlerim onun gözlerinde duruyor saniyelik olarak. İkizlerin ellerinde deli fişek gibi duran o adam, ona baktığım an yerinde öylesine değil ölmemişcesine sendeliyor.

 

İnan bana benim de canım senin ki kadar yanıyor. Ben kardeş nedir bilmiyorum? Bir abim olmadı hiç. Ama sen belli ki çok düşkünsün kardeşine. Hani şu benzediğim, hani şu ölen kardeşine... Etrafımda geziniyor gözlerim. Melisa'yı tanıyanlar şok içinde. Belli oluyor hâl ve hareketlerinden. Veliahtların geri kalanı hatta gözümün ısırdığı birkaç Ulu bile alamıyor gözlerini üzerimden.

 

Bir tanesi daha var işte o yaralıyor beni en derin şekilde. Mert'in babası bana baktıkça içli içli ağlayan bir kadının saçlarını okşuyordu. Melisa sanırım gelir gelmez anneni ağlatmış bulundum. Ben annelik ne onu bilmiyorum. Beni sırf bunun için affetseniz olmaz mı... Dayanamıyordum siz de yarattığım yıkımı görmeye. Dayanamıyordum. En çok da sana dayanamıyordum Arem. Çek artık gözlerini üzerimden! Yalvarırım çek. Ben senin sevdiğin kadın değilim be adam. Bakma öyle...

 

Telefonuma arama gelmiş gibi yapıyordum. Ardından hızla salonu çepeçevre saran büyük balkonlardan birine giriyordum. Telefon hâlâ kulağımda duruyordu. Etraf buz gibiydi, burada benden başka kimse yoktu. Kansu az önce yaptığıma ne derdi? Acaba, hiç bilmiyordum. Zerre kadar önemsemiyordum. Ben o insanların arasına karışamam diyordum kendi kendime. Artık her şey için çok geçti. Gözler kalbin aynasıdır derler, bu gece gördüğüm tüm gözler hayatım boyunca peşimi bırakmayacaktı...

 

Gözler kalbin aynası ise aynalar çatlamaya başlasa iyi olacaktı. Şayet Hera, onlar da kırılmadık kalp bırakmayacaktı.

 

Arkamdan gelen adım seslerini duymuştum. Hem de aniden. Arkamı dönecek gücü ise bulamıyordum benliğimde. Sonra çok geçmeden ensemde bir nefes hissettim. Buz gibi havadan daha çok titreti verdi beni enseme değen o sıcak nefes. Ah! Keşke gelen Kansu olsaydı. Ama değildi. Biliyordum, gelen onlardan biriydi. Bu koku Kansu'nun kokusu değildi. Bu çok daha güzel bir kokuydu.

 

"Hava çok soğuk, üşüteceksin."

Arkamı dönmüştüm. İşte böylece ayna ilk darbesini almıştı.

İlk kırık hayırlı uğurlu olsundu...

 

Çok şey söylemek istiyorsun değil mi? Ama şimdilik benim için bunu bile duymak yetmişti. Canım yanıyor, canını yakmam gerekiyor, affet beni olur mu? Hem zaten canım şimdiden yandıysa işimiz var demektir onunla...

 

Onu çok daha fazla bekletmemek adına göz göze geliyordum kendisiyle.

Bana bir yabancıya bakar gibi bakmıyordu. Aksine çok başkaydı o bakışları. Anlatsam anlatamazdım, söylesem anlayamazlardı o bakışları. Ben sana, bana böyle bakmayı kes dememiş miydim? Arem...

 

 

(🎭)

 

Ve kestik...

 

İlk karşılama için oldukça tatlı bir sahne olmuş. Bölümleri düzenlediğim için bu bölüm adına şunu söylemek istiyorum: "Külden Elbisem" başlığı altına 50'den fazla bölüm yazdım, ama hiçbiri bu bölüm gibi olmadı. Çok iyi hatırlıyorum, yazarken çığlık çığlığaydım. İlk karşılamaları aşırı heyecanlandırmıştı beni. Ah ah, gözümde canlandı koskoca mazi...

 

Peki kimler benim gibi hissetti bu bölüm? Yazın buraya bakalım.

 

İnstagram : h3linnn00

 

Mavimsulandınız 💋💋💋

 

 

Loading...
0%