Yeni Üyelik
31.
Bölüm

🎭 6 HIZLI VE VELİAHT

@mavimsu_

 

 

 

 

Hayatınız boyunca hep sevgiyle kalın, saygıyla kalın, aşla kalın ve de kitabımı okumaya devam ederek kalın.

 

 

 

 

 

Keyifli okumalar dilerim.

 

 

 

 

 

(🎭)

 

 

 

 

Bölüm Sözü

 

 

 

 

 

Korkarım derim korktuğumdan

 

 

 

 

değil, korkunun ecele faydası

 

 

 

 

yoktur bilen bilir.

 

 

 

 

Korkusuz olmak korkmamak

 

 

 

 

demektir, hiç değil,

 

 

 

 

Korkunun üzerine gitmesen,

 

 

 

 

hiç durma; hadi eğil.

 

H.G.

 

 

 

 

 

(🎭)

 

 

HIZ! Çok hız! Çokça hız! Bunlar önemli değildi. Önemli olan şey frendi. Arabanın freninden bahsetmiyordum. Kendi frenimden bahsediyordum. İçimde, son sürat git ve arabayı önüne çıkan ilk yere çarp! Hissiyatı vardı. Bu his gitmek bilmiyordu bir türlü. Kendimi öldürmek istediğim için değil, veliahtı yaşatmak istemediğim için bunu yapmak istiyordum.

 

 

Arem Barkın Soykamer! Sen benim devrimim olacaksın. Ya parçalarına ayıracağım seni ya da parçalarıma ayıracaksın beni. Önü yok, arkası yok. Fazlası yok, eksiği yok! Hatta ortası bile yok. Ya sen beni ya da ben seni yeneceğim. Başka bir deyişle bitireceğim. Bitireceksin.

 

 

Yarış çizgisinde on araç vardı. Sürücü koltuklarında ben, gurursuz Hazar kişisi, bakıcılığımı yapmasını isteyen varmış gibi beni korumak adı altında yarışa dahil olan Mert kişisi, annemin katilinin oğlu Lerzan kişisi oturmaktaydı. Bunlar benim ne yazık ki tanıdığım kesimdi. Yarışacak olan diğer sürücüleri ömrü hayatımda ilk kez görüyordum.

 

 

Bir de sürücülerin yanında oturan mendebur kesim vardı. Benim yanımda bir adet gereksiz, terbiyesiz, yersiz, yurtsuz ne idüğü belirsiz, namusuz, şerefsiz, veliaht oturuyordu. Hazar gurursuzu yanına sarı şekerimiz Lara hazretlerini almıştı. Lerzan şerefsizi ise yan tarafına, arkadaşını almıştı. Mert Beyimizin yanında kim olsa beğenirdim peki? Bir adet, en afilisinden puşt.

 

 

Şimdi bu gruba şöyle mantıklı bir gözle bakacak olursak, o zaman bütün kalbim ve bütün içtenliğimle söylemek istiyorum ki: Sizin ben ebenizi! Yok yok ebelere küfür yok! Ebelerin Dünya'ya getirdiklerine küfür var. O yüzden uzun lafın kısası diyor ayak parmaklarından, saç tellerine kadar her yerlerini +18 damgası vurulacak frekansta bipliyorum.

 

 

"Arem!" Elinde tuttuğu telefonu ile ne yaptığını bilmesem bile, sabahtan beri uğraştığını bildiğim adam, biraz sonra başlayacak olan yarışa rağmen, o telefonu elinden düşürmemişti. Ona seslendiğimi duymuş olması bile gözünü oradan ayırması için yeterli olamamıştı.

 

 

"Efendim Tanrıça."

 

 

"Şu karşıdaki dağlar var ya!" Elimle boş arazideki, kalabalık olan kesimin gerisinde, ufuk çizgisinin oralarda; görünen dağları işaret etmiştim. Kafasını telefondan kaldırıp, elimin işaret ettiği yere doğru camdan dışarı bakan adam, tam olarak ne söylemek istediğimi anlamamıştı.

 

 

"Ne olmuş o dağlara tanrıça."

 

 

"O dağlar var ya, o dağlar!"

 

 

"Tamam anladım varlar." Gözleri dağlardan tekrar bana dönmüştü. "Sen niye bu kadar üsteledin?"

 

 

"Hı işte o dağların hepsi sana girsin!" Omuz silkip, cebimden telefonumu çıkarmıştım. Onu yok sayacak ve uzun zaman sonra telefon turu yapaktım.

 

 

Eğer o lanet veliahtı azıcık tanımışsam, şu an ona kal geldiğine, adım kadar emindim. Sessizliği asaletinden falan değildi. Onda ne aradı asalet. Onun sessizliği şokun etkisindendi.

 

 

"Şu lafı, senden başka biri söyleseydi şu an yaşamıyordu." Tehdit mi etmişti?

 

 

"Yiyorsa gel lan, gel beni de öldür." Sertçe burnumu çekmiştim. Gözlerim hâlâ telefon ekranında olduğundan veliahtın tepkisini görememiştim.

 

 

"Oysa ki ben sen hariç demiştim." Orasını zaten anlamıştım.

 

 

"Sen kimsin lan? Kim oluyorsun da bana artistlik yapıyorsun?"

 

 

"Tanrıça, sen iyi misin?" Sesi soru sorar bir tonda çıkmıştı. Gayet iyiydim. Niye sordu acaba?

 

 

"Bak bak, hareketlere bak! Şimdi sıçtım senin ağzına!"Arem ses etmemiş, doğrudan telefonumu çekip almıştı. Bir elinde tuttuğu telefon ekranına bir bana bakan veliaht, gözlerini kısmış ve hedefine beni almıştı. Dikkatli bakarsanız sinirlendiğini anlarsınız.

 

 

"Ben seninle konuşurken sen oyun mu oynuyordun?" Garibim onu siklediğimi falan sanıyordu herhalde.

 

 

"Evet!" Elinde tuttuğu telefonumu çekip almıştım. Ekrana baktığımda gördüğüm sonuç beni bir hayli öfkelendirmeye yetmişti.

 

 

"Al bak, mutlu musun? Öldürmüş işte beni! Resmen tahtıma kara bulut gibi çöktün veliaht." Kahkaha atıp, oturduğu yere sırtını yaslamıştı. Telefonunu eline alıp, beni takmıyor gibi hayatına devam etmesi içimde yine o duyguyu yeşertmişti. Bas gaza ve vur duvara, Hera. Parçalarına ayır şu şerefsizi. Ve bunun sonucunda senin de parçalanacak olman umrunda olmasın.

 

 

Veliaht ile kavga ederken, yarışın başlamasına çok az bir zaman kaldığının farkındaydım. Ona tekrar laf sokup rahatlamak üzereydim ki, yan camımın tıklatıldığını duymuştum. Yokuz biz evde. Siktir git şimdi. Kafamı cam tarafına çevirince evlatlıktan reddettiğim o iki haini görmüştüm. Yönler! Doğu ve Batı! Artık size üvey ana olmasam bana da Hera demesinler.

 

 

Sağ taraftaki tuşlardan birine basıp camı sonuna kadar açmıştım. Gözlerimin hedefine bu iki aptal sarışını alıp son derece medenice konuşmuştum.

 

 

"Su, mendil vb. hiçbir şey istemiyoruz. Ayrıca arabanın camını yıkamaya kalkarsanız, sizi arabının altına alırım. Şimdi siktir gidin!" Arem'in gülüşü kulaklarıma doluşunca yönümü ona doğru çevirmiştim. Kafasını telefonundan kaldırmasa bile ona baktığımı biliyordu.

 

 

Doğu ve Batı'ya tekrar döndüğümde şey demiştim içimden: Siz niye bu kadar masum bakıyorsunuz bana? Tiplere bak! Ağladı ağlayacak gibi bakıyorlardı. Hayır, beni de ağlatacaklardı en son o olacaktı.

 

 

Oysa ki siz yaş olarak benden büyüksünüz. Hem de iki yaş büyüksünüz. Ben niye sizi evladım gibi görüyorum? Hangi büyü lan bu!

 

 

"Hera! Küs müyüz?" Aynı anda konuşmayı severdi ikizler. Ama aynı anda, aynı acıklı ses tonuyla ve aynı dolu dolu olan gözlerle bana bakmaları haksızlıktı. Küçük çocuk gibi dudaklarını büzmelerini saymıyordum bile.

 

 

"Küs değiliz!" Dudaklarımı büzerek konuşmuştum ben de. Ayarlarımla oynuyorlardı.

 

 

"Gerçekten mi?"

 

 

"Gerçekten. Çünkü daha önce hiç küs olduğum birilerinin kafasını gövdesinden ayırmak istememiştim. Sanırım biz küsten bile öteyiz. Anladınız mı beni aptal Sarışınlar!" Acı falan yok Rocky! Acıma falan hiç yok Rocky!

 

 

Önce birilerine, sonra bana bakıp aynı anda bir kez daha konuşmuşlardı.

 

 

"Ama biz seni gerçekten seviyoruz!" Onu zaten biliyordum. Ama önemli olan can yakmak, kalp kırmak ve nicelerini bana yaşatmadan sevmiş olmanızdı. Ve siz bana bunu yapmadınız. Bundan çok daha fazlasını yaptınız. Yaptıklarınızın sevgi anlamında hiçbir geçerliliği yoktu. Kaleşlik anlamında ise birincilik size aitti.

 

 

"Ee yani! Ben de kendimi seviyorum. Seviyor olmanız, sizi affetmem için yeterli bir sebep değil."

 

 

"Ben seninle küs kalmak istemiyorum." Demişti Batı. İkizi Doğu kafası ile onu onaylamıştı.

 

 

"Size küs olmadığımızı söylemiştim." Önüme dönmüş ve elimle onları kış kışlamıştım.

 

 

"Bizi affetmeni sağlamanın bir yolunu biliyorum ben." Batı'ya umursamazca bakmıştım.

 

 

"Eğer elinde ölümsüzlük iksiri varsa neden olmasın?" İşte sizi affetmem, tıpkı bu iksirin var olmasının mümkün olması kadar mümkündü.

 

 

"Yarışın tasarımcıları biziz. Dolayısıyla sana çıkar sağlayabiliriz." Bunlar beni başarıya giden yolu kendi tırnağıyla kazıya kazıya gitmek varken, bulduğu ilk kestirmeyi tercih eden biri falan sanıyordu herhalde. İşte şimdi size söyleyecek bir çift lafım var yönler...

 

 

"Bana bunlarla gelin, canımı yiyin aptal sarışınlar. Söyle bakalım Yön:2 nasıl olacak bu iş." Doğu ve Batı'nın gülümseyip birbirleriyle çak bir beşlik yapması, onların gerçekten çocuk ruhlu olduğunu düşündürmüştü. Kafamı ne alemde acaba şu herif diye Arem'e çeviresim gelmişti. Hazar'ın yerini o devir almış olmalıydı. Ne varsa o telefonda? Çıkmak bilmedi.

 

 

"Ha bu arada Arem'e güvenebilir miyiz Beyler?" Böylece baş veliaht kişisi, dikkatini telefonundan ayırdı.

 

 

"Tabii ki güvenebiliriz Hera. Teknik olarak kaybedersen en çok başını ağırtacağın kişi Arem olacaktır. Bunu göze alabileceğini sanmıyorum."

 

 

Gözünü kısıp ikizlere bakan veliaht, Doğu'nun konuşması biter bitmez, gözlerinin odağına beni almıştı. Gözleri ile Doğu'yu işaret edip yakasını silkmişti. Şu anda yaptığı şey pandomim adı altında illallah etmekti.

 

 

Adam hiç konuşmadan bana ömrümü yedin dedi ya la...

 

 

Tekrar kafasını telefonuna çevirip sizi takmıyorum imajını çizmesi, hareketi bitmez eş zamanlı olarak gerçekleşmişti. Neyse, en azından bu konuda ona güvenebilirdim. Çünkü yarışı kaybedersem ayrı, hile yaparak kazandığım duyulursa ayrı sıkardım onun canını. Bunun farkında olması güzeldi.

 

 

"Bak şimdi Dünya'nın gelmiş geçmiş en güzel kadını." Batı Bey sanırım yağ çekme seansımız başladı. En sevdiğim! Azcık daha övün beni de egom şaha kalksın. Gerçi o hep şaha kalkar. Olsun yine de övün onu. Hak ediyor.

 

 

"Yol boyunca hız limitini sürekli kontrol etmen gerek. Her on metrede bir barikat olacaktır. Bu da keskin dönüş yapman lazım demektir. Ortalama olarak dört dakikada bir hızını 100'ün altına indirmen gerek." Batı konuştukça pist üzerinde yapmam gereken hareketleri hayal ediyordum. Hayal ederek oluşturduğum hikayeyi kafama daha iyi kazıyordum. Böylelikle ne yapmam gerektiğini unutsam da, hikayeyi unutmayacaktım. Hikayeyi unutmadığım sürece yanlış da yapmayacaktım.

 

 

"İki kere viraj aldıktan sonra karşına iki sapak çıkacak. Herkes sağ taraftan gidecek, çünkü diğer sapağın önüne tahta bir çit yerleştirdik. Ancak sen buraya dalacaksın. Senin aracının o çiti kırması çok kolay olacaktır. O yolu neden kapatığımıza gelirsek, kestirme bir yol geçiyordu oradan. Yarıştan çok önce, diğerlerinin burdan gitmemesi için oranın uçuruma çıktığını söylemiştik. Maksadımız daha zorlayıcı bir yarış olması ve kimsenin kestirme yolu tercih etmemesi yönündeydi. Ancak şu anki maksatımız senin kazanmış olman."

 

 

Güzel! İkizler gönlümü hızla fethediyordu. Aklımın bir köşesine bunu kesinlikle not olarak düşmüştüm. Her dört dakikada bir keskin viraj. Bu da hızı yarıya düşürmek demek. İlk iki dönüşten sonra iki yol ayrımı çıkacaktı ve ben açık olana değil, önüne sed kurulmuş olana dalacaktım. Evet, kesinlikle bu iş harika olacaktı.

 

 

"Devam edin! Yarış nerdeyse başlamak üzere." Aynı anda kafa sallamışlardı.

 

 

"Girmiş olduğun kestirme yoldan dümdüz gitmen lazım! Ormanlık bir alanın içinden geçiyor senin girdiğin yer. Ağaçların bitişi seni tekrar yarış güzergahına getirecektir. En önde ki yarışçı ile aranda totalde minimum kırk saniyelik bir mesafe farkı olacaktır. İşte bu hem bir avantaj hem de bir risk."

 

Bana anlatılan hikayeye göre elde edebileceğim tek şey avantajdı. Risk oluşturan herhangi bir durum söz konusu değildi. Ancak ikizlerin surat ifadesi tam tersi durumlarında söz konusu olduğunu gösteriyordu.

 

 

"Nasıl bir risk?" Doğu anında sorumu cevaplamıştı.

 

 

"Alana geçiş yaptığın an yolun üzerinde kırmızı bir şerit göreceksin. O şeritin anlamı beni geçtiğin an taarruza geçebilirsin demek. Bu yarışın bir numaralı eğlencelerindendir." Taarruz adı altında savaş başlatacakmışız gibi hissediyordum.

 

 

"Ne gibi taarruz mesela?"

 

 

"Son teknolojik silahlar gibi." Yutkunduğumu gizlememe gerek bile yoktu.

 

 

"Kural şu: Öndeysen yarışı kazanma ihtimali en yüksek olan sensindir. Ama aynı zamanda en çok tehlikede olan da sensindir. Çünkü üstünlük sen de olduğu için senin hedefine alacağın hiçbir araç olmaz. Ancak arkanda kalan tüm araçlar seni hedefine alır." Sizin ben tasarlayacağınız eğlencenin ta orta yerine tükereyim aptal sarışınlar.

 

 

"Ayıptır söylemesi, ben nasıl hayata kalacağım?" Sesim isyanımı temsilen boğuk çıkmıştı. Batı gülümsemişti. Elini arabanın üst kaputuna dokundurup, iki kere üst üste ona hafifçe vurmuştu. Tekrar bedenini eğip, camdan içeri bana baktığında konuşmuştu.

 

 

"Bugatti La Voiture Noire! Sürücü koltuğunda oturduğun bu canavar bin beygir gücü sayesinde sana inanılmaz bir hız kazandıracaktır. Her ne kadar bizim üretimimiz olmasa bile bu araç bizden parçaları keza üzerinde taşır. Oldukça donanımlı bir modifiyesi vardır. Zırhı çelikten bir gömlektir. Üç cm çelik kaplama. Camları kurşun geçirmezdir. Bu sizi hayata tutar tutmasına fakat şu an için tek sorun zırh değil, tekerlekler." Tek sorun dediği şeyin en büyük sorun olması durumu yok muydu? İnsanı çıldırtırdı bu ikizler.

 

 

"Tekerlekler ne?"

 

 

"En büyük rakibin Hazar. Hedefinde tüm yarış boyunca sen olacaksındır. Sana onun aracından bahsetmek istiyorum."

 

Batı'nın gözü Arem'in oturduğu koltuğun camından dışarı kaymıştı. Onun baktığı yere ben de bakmıştım. İkimizin de hedefinde hazar ve onun manyak arabası vardı. "Hazar'ın aracı üst düzey güçtedir. Ford racing kompresörlü 5.4 litre ve sekiz rush motoru. İki bin beygir güç ve yaklaşık olarak yedi yüz libre tork ile ardışık multipack yakıt enjeksiyonu sağlar."

 

 

Türkçe meali gelir mi hocam?

 

 

"Ha öyle diyorsun! Bak hemen anladım. Lan oğlum, anlayacağım dilden konuşsanıza."

 

 

Birbirlerine bakan ikizlerden sözü devir alan Doğu olmuştu.

 

 

"Senin aracın bin beygir gücünde, onunki ise iki bin. Bu durumda kestirmeden gitmiş olmanın hiçbir anlamı olmazdı. Çünkü Hazar her türlü senin önünde olurdu. Hem de çok fazla önünde. Neyse ki biz zamanında ne olur ne olmaz diye Arem'in arabasına bin HP gücünde nitro motor takviyesi yaptık. Sen şimdi HP ne demek diye sormadan onu da söyleyeyim: Horse Power yani HP kısaca Beygir Gücü olarak ifade edilebilir. İkizim ve ben zamanında bu aracın motoruna ne olur ne olmaz diye bin HP gücünde nitro motor takviyesi yaptık. Yani uzun lafın kısası, ana motor bozulma durumu gösterirse diye yedek motor koymuştuk. Ancak sen, bu sistemi aynı anda iki motoru çalıştırarak kullanacaksın. Ana motorun yedek motor ile beraber çalışması demek, iki bin HP güç demektir. Bu da seni Hazar'ın aracı ile aynı konuma getirir."

 

 

Bir şeyler şimdi anlam kazanmaya başlamıştı. Derin nefes alıp vermiştim.

 

 

"Yani şu an gücüm ve onunki arasında eşitlik söz konusu ve ben kestirmeden gidersem onun kazanma ihtimali sıfır. Anladığım kadarıyla yarıştaki en güçlü araçlar bize ait. Öyle mi?" Yönlerin ikisi de kafasını aşağı yukarı sallamıştı.

 

 

"Evet, aynen öyle."

 

 

"Batı! Sen en son tekerlek sorununu demiştin. O ne iş?" Batı, bana imâlı gözlerle bakmıştı. Büyük ihtimalle uzun zamandır sormamı bekliyordu.

 

 

"Hazar'ın aracının kaporta kısmında araca modifiye ettirdiği bir şey var." Aha işte geliyordu, gelmekte olan. Batı'nın ifadesi bile korkutucuydu.

 

 

"Maxbum (makinalı tüfek isimi), 7.62×51 mm, altı namlulu, yüksek atış oranlı (500 ila 1.500 mermi/dakika)'da atabilen makineli tüfektir. Ve kırmızı şeridi geçtiğiniz an Hazar bu araçta ki üç santimlik çelik zırhı bildiği için doğrudan lastikleri hedef alacaktır. Aracın lastiği normal bir araç lastiğinden çok daha dayanıklı olsa da Hazar'ın dakikada 500 ila 1.500 mermi atan makinasına, totalde en fazla bir dakika dayanabilir. Mesafe yakınlığınız ve mermi gücünün şiddet eşiğinin fazla olması demek bir dakikanın üstü sizin için mümkün bile olmaz demektir."

 

 

Kafamda canlanan senaryo gözümü korkutmaya yetmişti. Hera Türkeş korkabilirdi. Bu çok normaldi. Ama Hera Türkeş korkularına yenilmezdi. Daima üzerine gider, geri adım asla atmazdı.

 

 

"İyi de, araç hız göstergesi minimum 100'ü gösterse dahi o hızla aracı sürerken, tekerleklerin aniden iflas etmesi demek, hıza bağlı olarak araç kontrolünün benden çıkması ve büyük ihtimalle kaza yapmam demek. Eğer daha yavaş sürersem bu kez kestirmeden gitmemin bana hiçbir faydası olmayacaktır. Çünkü yavaş gittim demek, Hazar beni solar demekle aynı şey."

 

 

İkizlerin surat ifadesi benimle beraber düşmüştü. Kestirmeden gidiyor olmanın bir faydası yoktu. Yarışı her türlü kaybedecektim.

 

 

"Durum çok riskli. Ne yapmayı düşünüyorsun? Neticede birincilik olmasa da ikincilik garanti."

 

 

Hera Türkeş'e birincilik dururken, ikincilik küfür gibi gelirdi. Benim nezdimde rezillik gibi bir şeydi. Bir şeyler düşünmem gerekiyordu. Bir şeyler düşünmem ve ona göre hareket etmem gerekiyordu. Kaybedemezdim. Hera Türkeş, kaybetmez, yenilmez değildi belki, ama kaybetmek ve yenilmekte ona göre değildi. Kafamı biraz daha böyle devam ederse tutup camdan fırlatacağım telefona ve onun sahibine çevirmiştim. Tuhaf bir şekilde Arem'e bakmak beynimi atağa geçiriyordu. Sanki beynim Arem'i bir tehdit olarak görüyordu ve ondan zarar görmemek için harıl harıl çalışmaya başlıyordu. Son günlerde benim bilmediğim ancak beynimin bildiği şeyler oluyordu. Bu açık ve net bir şekilde ortadaydı.

 

 

İçimden bir ses, bunun sebebinin boğazımda bir kesikle uyandığım o sabahın gecesine ait olduğunu söylüyordu. Ve benim içimdeki o ses asla yanılmazdı.

 

 

Gözlerimin ona döndüğünü hisseden veliahtım, gözlerini bana çevirmişti. "Seninle ölmeye bile varım tanrıça. İstediğin riski alabilirsin." Kulağının biz de olduğunu zaten tahmin etmiştim.

 

 

Kaybetmemi o da istemiyordu. Oysa, ben en büyük zaferimi onu mağlup ederek almak istiyordum. Acaba bunu bilse yine kaybetmemi istemez miydi?

 

 

Emindim ki Arem'in aracında Hazar'ınki gibi yüksek donanımlı silahlar vardır. Lakin oyun gereği önde giden ateş hakkına sahip değildi. Taarruz hakkı geriden gelene aitti.

 

 

Düşün Hera, düşün! Ateş edemiyorsun. Ama ateş hattındasın. Teknik olarak bir savaş anının ele alacak olursak, üzerine doğru gelen oklar varsa seni bu oklardan kim korurdu? Kim korurdu Hera?

 

 

Tabii ki kalkanın korurdu.

 

 

Peki benim kalkanım kim? Camdan dışarı doğru bakıyordum. Gözüm tanıdık olan o yüzü arıyordu. Büyükçe bir kalabalık olsa da onu görebilmiştim. Kalkanım oradaydı. Mert Aksel!!!!

 

 

Sigarasının dumanını üfleyen adamın, hiçbir şeyden haberi olmaması ne acıydı öyle. Dumanı dışarı üflüyor arada bileğindeki saatten yarışın başlayacağı anın gelip gelmediğini kontrol ediyordu. Ne demişti Arem? "Mert'in bu tür yarışlara katılma gibi bir huyu yoktur. Bu kez katıldıysa sebebi sensin. Seni, Hazar ve Lerzan'dan korumak için dahil oldu."

 

 

Eğer kazanmak için değil de korumak için oynuyorsa, o zaman oynasındı. Ve ben de sayesinde kazanabileydim. Mert'i hedefine alan gözlerim, suratımda şeytani bir sırıtışın benim iznim dışı belirmesine neden olmuştu. Arem'in gözleri, bir bana bir de sırıtarak baktığım yere doğru mekik dokur olmuştu. En sonunda anlamıştı. Çok iyi anlamıştı, kafamda dönenleri. Şayet aynen şöyle demişti:

 

 

"Saniyeler içinde günü kurtaran zekanın en büyük hayranıyım tanrıça."

 

 

Sesi, gerçekten bana karşı olan hayranlığını yansıtıyordu. Ona hak vermek gerekirdi. Hayran olunmayacak gibi değildim.

 

 

Arem'in telefonla Mert'i araması üzerine sevgili kalkanım yerinden fırlamış ve doğrudan bizim aracın olduğu alana gelmişti. Diğerleri ortada yoktu. Büyük ihtimalle o sinirle, yarışta beni öldürmesin diye Hazar'ın sinirini yatıştırmaya çalışıyorlardı. Bunu da benim hatrıma değil, hemen yanımda oturan ve bana bir şey olması demek, ona da olması demek olan, veliahtımdan ötürü yapıyorlardı. Bundan emindim.

 

 

Mert, Arem'in olduğu tarafta durunca Arem camını açmıştı. Kafasını camdan aşağı doğru indiren Mert, gözlerinin hedefine ilk beni almıştı. Esmer güzeli olan bu yakışıklı veliaht, beni her gördüğünde yaptığı gibi yine otuz iki diş gülümseyip öyle konuşmuştu.

 

 

"Ne haber güzelim?" Lafı uzatmadan, doğrudan konuya girmekte yarar vardı. Şayet yarış başladı başlayacaktı.

 

 

"Tüm yarış boyunca aracınla beni takip et. Başka bir yola sapma ya da beni korumak için sağ veya solumdan ilerlemeye kalkma. Eminim ki buradaki herkes gibi senin aracın da zırh ile kaplıdır. Zarar göreceğini sanmam. Sen sadece bitiş çizgisine çok az bir zaman kala aracınla arkamdan gelmeye devam et. Bunu bana borçlusun. Ve eğer laf sokmamı istemiyorsan neden borçlu olduğunu sormazsın bile."

 

 

Oldukça haklıydım. Bunu bana borçluydu. Eğer ölen kardeşinin katili ortaya çıksın diye beni yem yapıyorlarsa, bana borçlu oldukları çok şey vardı da ben mütevaziliğimden ödün vermiyordum.

 

 

Önce şaşırmış olan yüzü, sonrasında tepkisiz bir hâl almıştı. Çok geçmeden konuşmayı akıl etmiş olmasaydı, yarış başlamak üzere konuş artık be adam! Diye çığırabilirdim.

 

 

"Söylediğin her şeyi yapabilirim. Ancak bunu sana borçlu olsam bile bedava yapabileceğimi sanmıyorum." Aramızda kurnaz bir, akla sahip olan tek kişi ben değildim. Kıstığım gözlerimin hedefine onu almıştım.

 

 

Doğu ve Batı, film izler gibi bizi izliyorlardı. Arem ise...O telefonu ona yedirmeme az kalmıştı. Adam bizi takmıyordu. Çok kısıtlı bir zamanımız kalmıştı. İnkar etme lüksüm, maalesef yoktu. Ve bu lanet veliaht, benim için diğer veliahtı ikna etmeye çalışmak şöyle bir kenara dursun, bizi tınlamıyordu bile.

 

 

"Evet, nedir?" Elimle Mert'e konuşması için işaret vermiştim.

 

 

"Bir akşam yemeği. Sen, ben, annem ve babam. Ha tabii bir de seninle tanışmak için can atan Arem'in ailesi de olacaktır."

 

 

Arem'in neden sustuğu şimdi anlaşılmıştı. Bu kadar zeki olmak yorucu olmuyor mu, şerefsiz veliaht? Adam resmen planımı ben daha akıl edememişken, böyle bir planı akıl edebileceğimi tahmin etmişti. Üstelik kaşla göz arasında bunu Mert'e de bildirmişti. Çok ciddi söylüyordum, o telefonu yedirecektim ona.

 

 

Öyle ya da böyle, güzel bir anlaşmaydı. Kabul etmemem için hiçbir sebep yoktu. İşin ucunda Mert'in Ulu olan babası ve Arem'in baş Ulu olan dedesi yer alıyordu. Boru değil, iki Ulu'ydular. Tanışmak benim için büyük bir fırsattı. Açıkçası, normal şartlarda bile böyle bir teklifi geri çevirmezdim. Veliahtlara güven olmuyordu. Bir şekilde onlar tarafından alacağım zarar var mı? Yok mu? öğrenmeliydim. İşe koyulmakta fayda vardı. Cevabımı daha fazla düşünmeden tekte vermiştim.

 

 

"Kabul edilmiştir."

 

 

Mert'in sırıtışı çok geçmeden gün yüzüne çıkmıştı. Arem gözlerini telefonundan ayırmazken, Mert camdan içeriye doğru yumruğunu uzatmıştı. Yine gözlerini telefondan ayırmadan yumruğuna yumruğunu tokuşturan Arem'i, kırmızı görmüş boğa gibi kudurarak izliyordum. İşte buna ikili ittifaklık denirdi. Ve bu çok havalıydı. Beni delirten kısımda tam olarak buydu. Bu hikayenin havalı kişisi bendim. Yerimde gözü olanın gözü çıksın, efendim.

 

 

İkizler ne alemdeydi merak etmiştim. Onlara döneyim de şu kahrolası ittifakları görmeyeyim diye kafamı onlara doğru çevirmiştim ki ikisi de aynı anda bana öpücük atmıştı. Bunu görünce gülmeden edememiştim. Ah, yüce tanrım, bunca aptal kulunun içinde aklı başında olan tek kişi olmak çok yorucuydu.

 

*

 

 

Pistin gerisinde, başlama çizgisinin önünde beş araç duruyorduk. Arem aracın nasıl çalışacağını bana tane tane anlatmıştı. Doğu ve Batı ise kimseye çaktırmamaya özen göstererek, ana motor ve yedek motoru birbirine bağlamıştı. Görenler arıza var mı yok mu? Diye rutin kontrol yapıyorlar sanmıştı. Lerzan ve Hazar sağ ve solumda yerlerini almıştı. Beş araç önde, beş araç bizim arkamızda bir vaziyet hâlindeyken yarış başladı başlayacaktı. Benim arkamda duran araç, Mert'in aracıydı. Mert'in hemen yanında Erdem vardı. Büyük ihtimalle hiçbir şeyden haberi yoktu puştun. Mert onu hâlleder, diye umut ediyordum.

 

 

Kafamı sağ tarafıma çevirip Hazar'a doğru bakmıştım. O ve yanında oturan sarı şeker Lara, zaten bana bakıyordu. Hazar bana göz kırpıp şeytani bir sırıtış atmıştı. Sanırım birileri beni parçalamak istiyordu.

 

 

Sol tarafıma doğru bakınca Lerzan'ı görmüştüm. Kendisi ve yanında ki arkadaşı bizden bağımsız yarışa odaklanmış, görünüyorlardı. İkisini de gözü geri sayım tabelasındaydı.

 

 

Son bir dakika kalmıştı. Geri sayım bittiğinde yarış başlayacaktı. Doğu-Batı, Evren, Elena, Görkem, Hazan, Asya kalabalığın ön taraflarında duruyorlardı. Yarış başladığı an bu kalabalığın hepsi araçlarına binecek ve bizim gittiğimiz yolun tersi istikametine doğru gideceklerdi. Bitiş çizgisine yarış pistinin olduğu alandan gidilmesi, demek yirmi küsür dakikalık bir yarış olacağı anlamına gelmekteydi. Seyirciler tersi istikametten giderse, on dakika içinde bitiş çizgisinde olacaklardı. Bu da birinciyi çok önceden görebilmeleri anlamına gelirdi.

 

 

"Arabanda güneş gözlüğü var mı, veliaht?" Arem, gözlerini sadece birkaç saniyeliğine telefondan ayırmıştı. Arabanın kendi olduğu taraftaki bölmesini açıp, içinden güneş gözlüğü kutusu olduğu belli olan, kutuyu bana uzatmıştı. Senin rahatlığını yesinler, veliaht.

 

 

Az sonra kurşunların, mermilerin havada uçuşacağı bir yarış olacaktı ama adamın Dünya umurunda değildi. Ben lüksüm diye haykıran gözlüğümü takıp, özgüvenimi, veliahtı takmayı reddederek fullemiştim. Geriye sadece son bir şey kalmıştı: Ses sistemini fullemek. Yüksek sesle müzik olmadan araba sürülür mü, kardeşim?

 

 

 

⚠ Dikkat şarkı aşırı derecede Hera Türkeş hissi uyandırır...

 

 

Iggy Azalea'nın "Team" şarkısı arabanın içinde çalmaya başladığında Arem, gözlerini telefondan tekrar kaldırıp bana çevirmişti. Son bir dakikanın içine girmiştik ve Arem'in sırıtan yüzü, daha şimdiden eğlendiğini gösteriyordu. " fanatiğim sana tanrıça..." diyerek konuşmuştu, ardından kahkaha atmıştı. Kafasını iki yana doğru sallayıp tabelayı işaret etmişti ve yüzündeki gülümseme bir an olsun gitmemişti. Veliaht için işler yolunda gidiyordu.

 

 

Tabelaya baktığımda geri sayımın başladığını görmüştüm.

 

 

10...9...8...7...6...5...4...3...2...1...0

 

 

Ve yarış başlasın!!!!

 

 

Herkes gaza basmıştı, ben hariç. Arem bana doğru dönüp göz kırpmıştı, bu daha çok hayırdır demenin kısa yoluydu. Ben de önümdeki manzarayı kafamla işaret etmiştim. Kafasını işaret ettiğim yöne doğru çevirince tekrar yüksek sesle gülmüştü.

 

 

Lerzan ve Hazar'ın, yarış başladığı gibi sağ ve soldan beni kıstırmaya hatta yoldan çıkarmak için çarpmaya kalkışacaklarını gayet iyi biliyordum. İlk saniyelerde onların beklediğinin aksine öne atılmamıştım. Onlar ise aynı anda öne atılmaları ve benim araya girmemem sebebiyle, ben yerine birbirlerine toslamıştı.

 

 

İşte şimdi atak sırası Hera Türkeş'te. Birbirlerine kapı tarafından çarpan iki aracın ve o iki araç içindeki, dört gerizekalının, etrafından dolanarak gaza basmıştım.

 

 

484 km/sa maksimum hıza çıkabilen bu araç, 0'dan 300'e 10 saniyeden kısa bir sürede çıkarken, 400 km/sa hıza da 30 saniyeden kısa bir sürede ulaşabiliyordu. Ancak bunun bilincinde olduğum gibi her dört dakikada bir keskin viraj olduğunu ikizler sağ olsun öğrenmiştim. Üç buçuk dakikada bir hızımı azaltmam gerektiğinin farkındaydım.

 

 

Yan dikiz aynasından Mert'in arkamdan geldiğini görmüştüm. Önüme atılmıyordu. Zaten amacı birinci olmak değildi. Onun amacı benim birinci olmamdı. Yarışa geç başladığım için önümde olan altı araç vardı ve ben sağ ve soldan saniyelik makaslar atarak bu sayıyı 4'e çok kısa sürede düşürmüştüm.

 

 

Lerzan'ın arabası, Arem'in arabası ile boy ölçüşemezdi. Henüz o bana yetişemese de yine dikiz aynasından baktığımda, Hazar'la aramda çok az bir fark kaldığını görmüştüm. Sanırım biraz daha hızlanmanın tam sırasıydı. O zaman bas gaza tanrıça! Bas gaza! Kim tutar seni bas gaza? Yollar senin, hiç durma, hadi uçur bizi burdan...

 

 

Hız limitini fena hâlde zorluyordum.

 

 

"Veliaht! Sen o telefonla kiminle yazışıyorsun sabahtan beri!" Önümdeki arabanın sahibi kimdi bilmiyorum, ama onu geçmek için direksiyonu sağa kırıyordum, o önüme geçiyordu, sola kırıyordum, yine önüme geçiyordu. İlla Hera gel beni parçala diyordu bunlar.

 

 

"Kimse ile konuşmuyorum! Sadece uzun zamandır işleri aksatık. Özünde iş adamıyım ben. Uğraşmam gereken dosyalar, belgeler var. Buradan olabildiğince hâletmeye çalışıyorum." Özünde iş adamıyım ben. Özünde iş adamı ama özünde değilse karşısındakine geçmiş olsun.

 

 

Arabamın tekerleklerini sağa doğru hafif kırmıştım ki, önümdeki araç o yöne geçeceğimi sanıp, arabasını tamamen o tarafa kırmıştı. Bunu fırsat bilerek arabayı sola kırıp bir kez daha hızımı artırmıştım. Gerimde mal gibi bıraktığım araç ile solamam gereken son iki araç kalmıştı.

 

 

"Arem Barkın Soykamer! Sevgili İş Adamı Bey, bilmenizi isterim ki yemedim." Arem'in verdiği tepkiyi göremiyordum. Kafamı ona saniyelik olarak döndürmeye fırsatım yoktu. Gözüm sadece yoldaydı.

 

 

"Hera Türkeş! İnan bana, doğru söylüyorum."

 

 

Arabanın hızını düşürmüştüm. Biraz sonra keskin bir dönüş yapacaktım. Mert, ben hızlandıkça hızlanıyor, ben yavaşladıkça yavaşlıyordu. Viraj aldıktan hemen sonra dikiz aynasından geride kalanları kontrol ettim. Son hız ilerleyen sürücülerden biri aniden alması gereken dönüşü alamamış ve bariyerlere çarpmıştı. Yüzümde gülümseme belirmişti.

 

 

Önümdeki diğer iki aracın dönüş almalarını fırsat bilerek gazı kökledim ve birincilik ünvanını elde eden aracın sürücüsü oldum. Ah, Hera Türkeş olmak çok güzel hissettiriyordu. Daima birinci olmak ve daima birinci olmak için çabalamak... İşte Hera Türkeş en güzel bu şekilde ifade edilebilirdi. İkinci olmak hayatım boyunca yaşadığım bir şey değildi. İkinci olmak kaldırabileceği bir şey hiç değildi.

 

 

Geriye sadece son bir keskin dönüş kalmıştı. O dönüşü aldıktan sonra karşımıza yol ayrımı çıkacaktı. Herkes önüne engel konulmayan alana dalarken, ben Arem'in arabasına kıyacak ve tahta çitlerden oluşan bariyerlerin arasına dalacaktım. Ormanlık alanı geçtikten sonra ise bizim için gerçek aksiyon başlayacaktı.

 

 

Yol üzerinde benim dışımda sürekli dikkat ettiğim iki araç vardı: biri Hazar'ın, diğeri ise beni veya Hazar'ı solamak için harekete geçmeyen, aksine arkamdan ayrılmayan Mert'in aracıydı. Diğer arabalar çok gerimizde kalmıştı. Hazar ile başa baş gidiyorduk. Ne o beni solayabiliyordu ne de ben onu. Normal şartlarda Hazar'ın bizi solaması mümkündü, ama Doğu ve Batı Arem'in arabasına nitro yedek motor takviyesi yaptığı için yarışı daha iyi arabaya sahip olan değil, daha iyi sürücü olan kazanacaktı. Ya da sadece kestirmeden giden de kazanabilirdi. Kim bilir?

 

 

"Tanrıça?"

 

 

"Ne var veliaht?" Hazar'a karşı yenilirsem yaşayamazdım. Bunun bilincinde olduğum için agresiftim.

 

 

"Benim canım sıkılıyor. Telefondan tüm işleri hâlettim. Konuşsana benimle."

 

 

Koskoca veliaht olduğuna bakmasınlar bu adamın. Bazen 'ilgi ilgi' diye zırlayan küçük bir çocuk olabiliyordu yanımda. Düşmanları görse, şok geçirirdi.

 

 

"Normalde çok iyi cevap verirdim de sana yiğidi öldür hakkını yeme demişler. Seninle konuşmak bana iyi geliyor. Ve benim kazanmak için iyi olmaya ihtiyacım var."

 

Hızımı yavaşlatmıştım. Biraz sonra ikinci dönüşü alacaktık.

 

 

"Bunu bir iltifat olarak kabul ediyorum."

 

Ona bakmadan tebessüm etmiştim. Direksiyonu tutan ellerim, bir taraftan yuvarlak direksiyonun köşeleri üzerinde ritim tutuyordu. Tırnaklarımın direksiyona değerken çıkardığı sesler aklımı oyalıyor ve beni rahatlatıyordu.

 

 

"Bunu ilk ve son iltifatın olarak da kabul edebilirsin." Gözlerimi yoldan ayırmamıştım, buna rağmen otuz iki diş sırıtığını hissedebiliyordum.

 

 

"Hadi o zaman bana kendini anlat."

 

Burnumu çekmiştim. Yüzüm istemsizce kırışmıştı. Beynimin önüne geçmişten bir takım parçalar gelip yer edinmiş, totalde bütünü görmemi sağlamıştı.

 

 

İtalya'da lazer ışınlarının arasındayken ölümle burun buruna olduğumuzu fırsat bilerek, veliahtları kandırmış ve onların ağzından laf almıştım. Şu an ise kazanmak ve kaybetmekle burun burunaydım. Yoksa veliaht aynı şeyi bana yapmaya mı çalışıyordu? Kabul etmek gerekirse tuhaf bir şekilde Arem ile düşünce yapımız aynıydı. Aynı şeyleri düşünüyor, aynı adımları atıyorduk. Kimin kimden daha üstün olduğunu zaman gösterirdi.

 

 

Korkarım ki bizim aynı anda atan kalplerimiz yoktu. Bizim beyinlerimiz aynı anda ve aynı şekilde çalışıyordu.

 

 

"Diye sordu, hakkımda benim bile bilmediğim şeyleri bilen adam." Çok merak ediyorum veliaht. Bilmediğin neyi anlatabilirim sana?

 

 

Kafa kafaya giden iki aracın düşman sürücüleri olan ben ve gurursuz Hazar, aynı anda dönüş aldık ve büyük bir tozu havaya kaldırdık. İşte bu baya havalı olduğu için damarlarımda akan adrenalin beni yine ve yeniden gülümsetmişti.

 

 

Kemer diye bir şey olmasa, şu keskin dönüşler yüzünden camdan dışarı fırlardık.

 

 

"Sevdiğin ve sevmediğin şeyleri bilmiyorum. Sen hiç anlatmazsın." Doğru söylüyordu. Bu hayata benden başka kimse, neyi sevip neyi sevmediğimi bilemezdi. Hiç kimse bunu umursamazdı ya da umursayacak biri hiç olmamıştı.

 

 

"Sen sor, ben cevaplayayım o hâlde." Beraberlik devam ediyordu. Ne ben gurursuzu ne de gurursuz beni geçebiliyordu.

 

 

"En sevdiğin renk ne mesela?" Hiç düşünmeden cevap verdim, zaten cevabı bildiğim bir soruydu.

 

 

"Gri."

 

 

"Oysa ki ben kırmızı diyeceksin sanıyordum. Genelde en çok o renk ağırlıkta giyiniyorsun." Kırmızı, babamın en sevdiği renkti. Küçüklüğüm boyunca bana daima kırmızı elbiseler almıştı. Kırmızı giyinmek ben de sadece alışkanlık olmuştu.

 

 

"Sen, kırmızıdan nefret ediyorsun değil mi?" Alaylı bir mırıltı çıkmıştı ondan. Son sürat araba kullandığımdan gözüm yollarda, kulağım veliahtaydı. Bu hızla arabayı sürerken saniyelik bir dikkat dağılması bile çok tehlikeli olabilirdi.

 

 

"O kadar belli oluyor mu ya?"

 

 

"Kırmızı derken bile tiksindiğini belli ederek çıkıyor sesin. Ah, sanırım artık haftanın her günü kırmızı giyineceğim." Bunu yapardım doğrusu. Sırf Arem'in gıcık olacağını bilsem, boynuma kırmızı diye dövme bile yapabilirdim.

 

 

"Kırmızıyı bir tek senin üzerinde seviyorum tanrıça."

 

 

Yine görmediğim hâlde emindim sırıttığından. Adam, resmen kaybetmemi ve ikimize de araç içinde elli takla atırmamı istiyordu. Aksi takdirde dikkatimi dağıtmasının hiçbir mantıklı açıklaması yoktu.

 

 

"Arem, sesini kesip, adam akıllı sorular sormaya ne dersin acaba?" Kısa süre içinde cevap vermişti. Kaç dakikadır araç kullanıyordum? 20 dakika dolmuş muydu?

 

 

"Sen nasıl istersen öyle olsun tanrıça."

 

Veliaht, Hera'yı değil, Türkeş'i dinliyordu. Artık bunun bilincindeydim. Canım yanmıyordu. Arem'e ve onun sevgisine dair umut dilemeyi bırakalı çok olmuştu.

 

 

"Bu hayatta en çok korktuğun şey nedir?"

 

Yeni sorusu gün yüzüne çıkmıştı.

 

 

"Kaybetmek..." Cevabım netti. Keskindi. En önemlisi doğruydu. Yüksekten bile kaybetmekten korktuğum kadar korkmuyordum. Arem kısa bir süre susmuştu. Sadece kısa bir süreliğine.

 

 

"Sevdiğin birini kaybetmek gibi mi? Yoksa yenilmek gibi mi?"

 

 

"Sevdiğim birini kaybetmişsem zaten yenilmişim demektir veliaht." Arem'i umursama Hera. O seni değil Türkeş'i merak ediyor. Türkeş böyle sorulara nasıl cevap verecekse öyle cevap ver.

 

 

Yol ayrımını buradan çok net görebiliyordum. Bundan sonrası benim için kazanmak demekti. İkizler benim gireceğim orman yoluna tahta bir bariyer koymuşlardı. Burası kestirme yoldu. Ve diğer sürücüler buranın uçurum yolu olduğunu sanıyordu. Ben hariç.

 

 

Hazar normal olduğunu sandığı açık alana doğru arabasını kırarken, ben tam tersi yöne doğru çevirmiştim direksiyonu. Böyle bir araba için içim cız etse de, saniyeler içinde tahta duvarın içinden geçip kestirme olan orman yoluna dalmıştım. Parça parça olan, tahta çitten geriye kalanlar etrafa uçmuştu. Buradan ikizlere not: eğer bu bir oyunsa ve bana yalan söylemişlerse, artık hayatlarına dördüz olarak devam edeceklerdi. İkisini de ortadan ikiye ayıracağımdan kimsenin şüphesi olmasındı.

 

 

Araç içinde, telefon sesi çalmaya başlamıştı. Arem'in telefonundan geliyordu ses. Mert ve Erdem dediğimi dinlemiş ve arkamızdan gelmeye devam etmişlerdi. Yolun geri kalanında Mert'e daha doğrusu kalkanıma fazlasıyla ihtiyacım vardı.

 

 

Arem arabada yankılanan müziği kapatmış, telefonunu açmıştı. Sessi hoparlöre aldığının farkına konuşanı duyunca varmıştım. "Ulan kardeşim! Yine ne dedin de kıza, seni kendiyle beraber uçurumdan aşağı atmak için son sürat gaza basmış gidiyor." Diye haykırmıştı Mert.

 

 

Sadece sırıtmıştım. Arem'in bana yaptıklarından veliahtlara bile zaman zaman gına gelebiliyordu. Ama buna rağmen Arem'in bana karşı oynadığı her oyun söz konusu olduğunda, ilk günden beri arkadaşlarının arkasında, ahanda böyle durdukları için, kendileriyle çelişmekten geri kalmıyorlardı.

 

 

"Kestirmeden gidiyoruz, uçurum falan yok orada." Demişti Arem.

 

 

"Çirkin cadı hile yapamadan kazanamayacağını anladı herhalde."

 

Erdem'in alaycı sesini duyduğum an ortaya alaycı sesim çıkarak, ona karşılık vermişti.

 

 

"Aynı çirkin cadı, kurşunlara karşı sizi kalkan olarak kullanacağı için bu kez istediğini demekte özgürsün puşt."

 

 

"Ne kalkanı lan?" Alaycı ses gitmiş, şaşkın ses gelmişti.

 

 

"Zafere giden yolumda tekerleğimi koruma kalkanı olarak seçtim sizi. Hadi yine iyisiniz." Arem'in kahkaha sesi yine kulaklarıma doluşmuştu. Melodi gibiydi mübarek. Ben ne kadar laf sokmaktan zevk alıyorsam, Arem de bir o kadar laf sokmamı dinlemekten zevk alıyordu. Ve evet, ona laf sokmam da buna dahildi.

 

 

"Bana bundan bahsetmemiştin güzelim." Mert'in sesi daha çok bundan neden şimdi haberim oldu benim? Diyordu. Hiç çekemeyeceğim senin sitemlerini şu an.

 

 

"Karşılıksız yapmıyorsun ya bunu. Ona sayarsın. Arem, sen de kapa telefonu, dikkatim dağılıyor. Bak her yer ağaç kaynıyor zaten, gireceğim bir tanesine o olacak." Dümdüz yoldu aslında. Direksiyonu kırmadığım sürece hiçbir sıkıntı yoktu. Ağaçlar yolun sağ ve solunda sıralı hâldelerdi.

 

 

Veliahtım sözüm biter bitmez telefonu arkadaşlarının yüzüne kapatmıştı. En azından söz dinliyordu. Bu da bir şeydi.

 

Yol bitmek üzereydi. Konuşasım vardı bugün. Veliahtım ile konuşasım vardı. Yol bitmeden tekrar konuşmuştum.

 

 

"Peki, ben sana bir soru sorabilir miyim veliaht?"

 

 

"Gönder gelsin tanrıça." Onu göremiyordum. Varlığını ve sesini hissediyordum. Bana iyi geliyordu ve iyi gelen şey ilk kez iyi değildi.

 

 

"Eğer bir gün sana aşık olursam, kalbimi kırar mısın?"

 

 

Beklemiyordu. Böyle bir soruyu o da beklemiyordu. Hoş, bu soruyu sormayı ben de beklemiyordum. Sadece merak etmiştim. Ben de insandım ve o etkileyici bir adamdı. Hani şu fazla maruz kalınınca aşık olunacak tiplerdendi. Ve ben ona ister istemez fazla maruz kalıyordum. Eğer aşık olacağım kişiyi ben seçseydim, bu güveneceğim biri olurdu. Yani elimde olsa, ondan etkilenmezdim bile. Veliahtta kapılıp gitmek benim elimde değildi. Ve benim elimde olmayan her şey beni çok korkuturdu.

 

 

"Buna izin vermem!" Demişti birden bire. Sesi kendinden emindi.

 

 

"Kalbimin kırılmasına mı?" Önce susmuştu. Konuşmadan önce kısa bir süreliğine susuyorsa, o zaman anlamını bilmediğim bir cevap gelecek demektir.

 

 

"Bana aşık olmana..."

 

 

Derin bir anlamı vardı bunun. Çok derinden gelen bir anlamı. Onun en derininde ben yoktum. Ve en derinini görmeme asla izin vermezdi. Bir gün öyle bir an gelecekti ki, ne imâ ettiğini anlayacaktım. Bunu bana o gösterecekti. Ve o günün gelmesi, demek her şeyin gün yüzüne çıkması demekti.

 

 

Susmuştum. Artık veliaht ile konuşasım yoktu.

 

 

Ormanın içinden gittiğimiz kestirme yol bitmek üzereydi. Çok değil, sadece saniyeler sonra, ana yarış güzergahının içine dalacaktık. Yarışa odaklandığım için, Arem'e odaklanamıyor, hiç yoktan son dediğine cevap dahi veremiyordum. Ya da yarış sadece bir bahaneydi. Ben Arem'in kendisine odaklanmak istemiyordum. Bugünlük bu kadar dert yüklenmesi yetmişti.

 

 

Yarış yolunun içine girdiğimde, buranın son derece sakin olduğunu görmüştüm. Kestirmeden gelmenin avantajlarıydı bunlar. Mert arabasını yine tam olarak arkamdan gelmeye konumlandırmıştı. Bu saatten sonra, o benim için Mert değil, kalkanımdı.

 

 

İkizler, yarış pistinin bu kısmında yere konumlandırılmış kırmızı bir şerit olduğunu ve bu şerit geçildiğinde artık yarıştaki her aracın en öndeki aracı hedef alıp onu diskalifiye edebileceğini söylemişti. Arem bu tür yarışlara katılmazdı. Fakat o gurursuz, bu tür yarışlara bayılırdı. O yüzden, ne aracı Hazar'ın aracı kadar hızlıydı, ne de tekerlekleri uzun süreli ateş hattında kalma faktörüne dayanabilirdi. Hız sorununu, ikizlerin arabaya yedek motor koyması ve nitro güç sağlayan motorun ana motora bağlanması sayesinde, hız oranının iki katına çıkması vesilesiyle hâlletmiştik. Ancak, tekerlek sorununu kolay kolay alt edemezdik.

 

 

Çok düşünmeden kendime bedava kalkan istemiştim. Kendileri beş saniye sonra işinin hakkını çok güzel verecekti. Hazar'ın arabasının gerimizden geldiğini görmüştüm. Aman Yarabbi! Aha başladı manyak.

 

 

Dikiz aynısından ara sıra onları izliyordum. Hazar'ın aracının ön kaportasında yer alan bölme açılmıştı. Yavaş hareketlerle üste bir asansör edasıyla çıkan makinalı tüfeğin, parçalamak istediği asıl araç, benim şöför koltuğunda olduğum araç olsa bile bunu yapamıyordu. Çünkü o sağa kırınca Mert sağa kırıyor ve önünü kapatıyordu. Sola kırınca aynı senaryo yine yaşanıyordu. Düşmana sıkar gibi sıkıyordu. Oğlum arabadaki senin kardeşin lan! Ne bu öfke bu celal

 

Metale değen kurşun seslerini aramızdaki mesafeden rahatlıkla duyabiliyordum.

 

 

Mert'in arabası çok dayanmazdı. Şu an kudurduğuna emin olduğum Hazar, onu çok yakın bir süre içinde alt edebilecekti. Bitiş çizgisine metreler kalmıştı. Arabayı kökleme ve olabildiğince mesafeyi rakibimle aramda açmak için neyi bekliyordum acaba?

 

 

Son sürat giden arabanın hız göstergesinin son ibreyi göstermesini sağlayacak kadar hızlandığımın bilincine vardığımda, Hazar'ın da aynı şeyi yaptığını ve bana yetişmek için gaza bastığını görmüştüm. Mert dayanabildiği kadar dayanmış ve benim alacağım tekerlek hasarını en aza indirmişti. Bundan sonrası için zekamı devreye sokmaktan çekinmiyordum.

 

 

Aramızdaki mesafeyi giderek kapatan Hazar, bana en çok yaklaştığı anda, bütün öfkesini kusar gibi mermi kusan silahının hedefine beni almıştı. Kazanmak varken kazanmak hiçbir zaman bana ait olmadı. Hera Türkeş daima kazanmalıydı. Karşısındaki kim olursa olsun, nerede olursa olsun fark etmeksizin kazanmalıydı. Aksi mümkün değildi. Aksi mümkün olamazdı.

 

 

Arabayı zikzak şeklinde sürmeye başlamıştım. Direksiyonu bir sağa bir sola kırıyor, aynı zamanda konsantre olmaya ve yoldan çıkmamaya çalışıyordum. Bunu yapmanın nedeni Hazar'ın hedefine tekerleklerimi alma ihtimalini en aza indirmekti. Ne kadar çok hareket edersem nişan alma ihtimali o kadar çok eksiye düşerdi. Bu iyi olmasına rağmen işin bir de kötü yanı vardı.

 

 

Bu hızla zikzak çizerek aracı bitiş çizgisine kadar sürmem kolay bir mevzu değildi. Her an kontrol benden çıkabilirdi. Her şey bir yana, midem bulanırdı benim. Keza şimdiden kusasım gelmişti.

 

 

Bitiş çizgisini göremesem de kalabalığı görebiliyordum. Yolun iki tarafına da tek sıra hâlinde yayılmış büyük bir kalabalık vardı. Midem ve ben, bunu başarabileceğimize emindik.

 

 

"Kazanmak istediğini görebiliyorum tanrıça. Eğer kendini kasmayı bırakmazsan, ortalama on saniye sonra arabaya takla attırtacaksın. Şimdi toparlan güzelim."

 

 

Midem fena hâlde kendini bozmuştu. Bu önemli değildi. Önemli olan aklımın ve mantığımın da bozmuş olmasıydı. Bütün içtenliğimle kazanmak isteyen bendim. Yine de beynim harekete geçip, beni sakinleştirmemişti. Arem iki gaz verince hemen atağa geçmişti haspam.

 

 

Kasılmayı bırakan bedenim başını tekrar dik tutmuştu. Hazar'ın, üzerime kurşun yağdırma seansı bitmiş olacak ki artık ses duymuyordum. Zikzak çizmeyi bırakmıştım. Buna rağmen başım dönmeye devam ediyordu. Gebereceğimi de bilsem pes etmeyecektim. Ya kazanacaktım ya da kazanacaktım. Başka yolu yoktu.

 

 

Hazar ile yine burun buruna gidiyorduk. Ah bunu yapmak zorunda kaldığıma inanamıyordum. Böylesine mükemmel bir şeye nasıl kıyardım şimdi.

 

 

Çok pis kıyardın...

 

 

Hem veliaht zengindi. Fark edeceğini bile sanmıyordum.

 

 

O zaman üç diyorum...

 

 

Hayır! hayır iki diyorsun...

 

 

Yanılıyorsun, bir diyorum...

 

 

Ve şimdi ben de sıfır diyorum...

 

 

Arabayı sola doğru kırıp Hazar'ın arabasına yandan vurmuştum. Sarsılmanın etkisiyle yoldan çıkar gibi olan arabayı fırsat bilip gaza bir kez daha basmıştım.

 

 

Ve beş!

 

 

Dört!

 

Üç!

 

İki!

 

Bir!

 

 

Finish!!!!!

 

 

Kazanan Hera Türkeş... Hayır! Daha doğrusu bir kez daha kaybetmek varken kazanmayı tercih eden ve onu alan Hera Türkeş.

 

 

Arabanın hızını azaltıp kalabalıktan uzakta bir yere park etmiştim. Gözümdeki güneş gözlüğünü gelişi güzel arka koltuğa fırlatıp kafamı direksiyonun üstüne koymuştum. Biraz nefes almaya ihtiyacım vardı.

 

 

"Araban için üzgünüm." Sesim kafamı yasladığım yerden boğuk çıksa da ne dediğimi anladığına emindim.

 

 

"Arabama bir şey mi oldu ki?" Alaycı çıkan ses tonu, durumu umursamadığını gösteriyordu. Fark etmeyeceğini söylemiştim.

 

 

"Veliaht!"

 

 

"Efendim tanrıça!" Kafamı yasladığım yerden kaldırıp ona doğru dönmüştüm.

 

 

Gözlerine en masum yanımla bakıyordum. O zaten hep görürdü beni. Yine görmüştü. Ve hep görecekti. Dolu dolu gözlerimi gördüğü an yerinden doğrulmuştu. Bedeni kasılmıştı. Ters giden bir şeyler olduğunu anlamıştı. Korku vardı gözlerinde. Korkutmuştum onu.

 

 

"Tanrıça! Sen iyi misin?" Gözleri vücudumu tarıyordu. Fiziksel olarak bir hasar alıp almadığımı tartıyor olmalıydı.

 

 

"Ben..."

 

 

"Sen..."

 

 

"Arem ben..."

 

 

"Sen ne tanrıça?" Bağırmıştı. Çok korkmuştu. Çok korktuğu için bağırmış ve üzerime doğru eğilmişti.

 

 

"Allah belamı versin ki kusacağım."

 

 

Lafım biter bitmez elimle ağzımı sıkı sıkı kapatıp arabadan dışarı çıkmıştım. İki adım ötemdeki ağacın arkasına geçip, midemde sadece mide öz suyum kalana kadar kusmuştum. Galibiyet mide bozan bir şeydi anlaşılan. Sorun yok! Elbet alışırdık...

 

 

Arabanın açılıp kapanan, kapı sesini duyduğumda yerimden doğrulmuştum. Birileri şoku üzerinden atmış olmalıydı. Yanıma doğru adımladığında, elinde bir şişe su tuttuğunu görmüştüm. En ihtiyaç duyduğum anda ve her zaman en doğru olanıyla. İşte Arem Barkın Soykamer benim için böyle biriydi.

 

 

Suyu elinden kaptığım gibi önce ağzımı çalkalayıp suyu yere tükürmüştüm. Ağzımın tadı hep kaçmıştı ya. Bunu yaptığım zamanla eş olarak Arem'in gülüşünü işitmiştim. Sen de burdaydın değil mi? Ee, ben seni unutmuştum ya.

 

 

"Benim gibi elit bir adamın, sen de ne bulduğunu hiç anlamıyorum?" Ben burada bütün galibiyetimi kusmuştum o hâlâ goy goy peşindeydi.

 

 

"Asıl soru o değil! Asıl soru peşinde senin gibi onlarca elit adam olan şu naçizane bedenin sen de ne bulduğu olacaktı." Elimle önce kendimi sonra onu işaret etmiştim.

 

 

Hayır anlamıyordum. Kesinlikle anlamıyordum. Bir insan her seferinde kalesine gol yediğini gördüğü hâlde hâlâ nasıl hücuma geçebilirdi. Bu nasıl bitmek bilmeyen bir kaybetme hırsıydı. Anlamadım ki.

 

 

"Beni deli ediyorsun tanrıça!" Beti benzi toptan giden ve öfkelendiği her hâlinden belli olan veliahtımı, daha çok sinirlendirmek istiyor olmam da bir sakınca olmamalıydı.

 

 

"Doğrusu bana deli olduğun olacaktı."

 

 

"Aksini iddia edebileceğimi sanmıyorum." Göz kırıp bir eliyle beni kendine doğru çekmişti. Kafamı göğsünde sabitleyip iki koluyla bedenimi kendine sabitlemişti. Put gibi duruyordum. Sarılışına karşılık vermiyor ama aynı zamanda geri adım da atmıyordum.

 

 

"Hadi bırak beni! Daha gidip gurursuz arkadaşına hava atacağım." Ben ondan ayırılamayabilirdim. Ama onu kendimden ayırmasını da bilirdim. Arem benden ayrılmış, ayrılmadan önce kafamın üstüne bir öpücük kondurmuştu. Beraber yürümeye başlamıştık. Arem'in eli elimi sıkı sıkıya tutuyordu.

 

 

Kalabalığın olduğu alana geldiğimizde yüksek desibelde konuşmuştu biri. " Hileler kraliçesi de sonunda aramıza teşrif ettiler." Evren'den mi? daha çok nefret ediyorsun yoksa onun kız kardeşinden mi? deseler, ben bu soruya cevap veremem derdim.

 

 

"Yön1, söyle bakalım bu yarışın ilk kuralı nedir?" Yön bir Doğu'ydu. Ve o sorunun ona sorulduğunu hemen anlamıştı.

 

 

"İlk kural: yarış esnasında her şeyin serbest olduğu yönünde Hera'cım." Duymak istediğim cevap Doğu'dan gelince artık daha özgüvenle omuzlarımı dikleştirip cevap vermiştim.

 

 

"Yön1'in de dediği gibi her şey serbestti. Benim akıl ettiklerimi akıl edememiş olmanız beni hileci yapmaz."

 

 

"Ben ikna oldum şahsen." Demişti korkusuz, korkak Evren Korkmaz. Tabii, susar susmaz nişanlısı Elena'nın ateş saçan gözlerini görünce elini teslim olurcasına havaya kaldırmıştı. Öyle ya da böyle, hanımcılık daima önde.

 

 

"Peki söylesene bücür, o bariyerlerin arkasında uçurum olmadığını nerden bildin? Biri ya da birileri sana bu bilgiyi vermiş olmasın." Hazar, gözlerini kısıp hedefine ikizleri alınca benim yavrularım korkudan yerlerinden fırladıkları gibi arkama geçmişlerdi. Aha yedim seni gurursuz. Hanım hanım bunlar benim yavrularım! Modum an itibariyle aktif hâle gelmiştir.

 

 

"Bu iki sarı çocuk, bilmem fark ettin mi? Çünkü hiç etmiş gibi görünmüyorsun, yaramaz ve bir o kadar da kurnazlar. Oyun içinde oyun oynadıklarını anlamak için onlar gibi düşünmek lazım. Ya da başka bir deyişle bir beynin olması lazım. Siz ahmakların biz dahilerle aynı konumda olmaması çok üzücü bir durum."

 

 

İkizlerin kahkasını bastırmaya çalıştıklarını arkamda oldukları için rahatlıkla duyabiliyordum. Umarım Hazar ile benim olmadığım bir ortamda denk gelmezsiniz çocuklar.

 

 

"Bir gün kaybedeceksin bücür. Ve o gün geldiğinde asıl ahmağın kim olduğunu sana çok iyi hatırlatacağım." Arkasını dönüp hızla çekip giden adamın unuttuğu bir şey vardı. Bu hikayede son gülen de, son sözü söyleyen de daima ben olacaktım.

 

 

"Hazar Orhon! Bir kez kaybetmiş olmam daima kazanan olacağınız anlamına gelmez. Eğer bir gün yenilgiye uğrarsam, BİN gün alırım sizden, size ait olan her şeyi." Arkasından bağırmam onu durdurmaya yetmişti. Olduğu yerde durmuş omuzları üzerinden bana bakmıştı. Göz göze geldiğimizde kafasını aşağı yukarı sallamıştı. Tekrar önüne dönüp kalabalığın arasından sıyrılmıştı. Bunun anlamını buradaki çoğu kişi bilmese de ben gayet iyi biliyordum.

 

 

Bu bir savaş ilanıydı.

 

 

O zaman bu saatten sonra,

 

 

Celaliyim...

 

Celalisin...

 

Celali...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(🎭)

Loading...
0%