Yeni Üyelik
32.
Bölüm

🎭 7 İKİ ULU BİR TANRIÇA

@mavimsu_

 

 

 

Hayatınız boyunca hep sevgiyle kalın, saygıyla kalın, aşkla kalın ve de kitabımı okumaya devam ederek kalın.

 

 

 

 

Keyifli okumalar dilerim.

 

 

 

 

(🎭)

 

 

 

Bölüm Sözü

 

 

 

 

Benliğini yitirmiş her insan, kölesi olmuştu karanlığın. Kötülük yemiş, kötülük içmişti. Bundan zevk almıştı. Ya da sadece zevk aldığını sanmıştı. Oysa ki aklı başında olan her insan bilirdi ki deliler, onlara bakıp "İyi ki onun gibi değilim" demek, şükretmek için için vardı. Şükür sebebi sayılan bir deli, en eğlendiği anda bile sadece en acınası olandı.

H. G.

 

 

 

(🎭)

 

Gözler bakar mıydı, yoksa görür müydü? İyi olan bir gözün görmesi miydi, yoksa bakması mı? Değildi. Cevap bunların hiçbiri değildi. Bakmak, görmediğin sürece bir işe yaramazdı. Gördüklerine bakamamanın ise pek bir anlamı olamazdı. İkisi bir olmalıydı, birlik olmalıydı. İşte bu uyum yakalanırsa, diğer herkes benim için bakanlar ve görenler olarak kalacaktı.

 

Bakanları, görmediklerinden ötürü yenebilirdim. Görenler de bakamadıkları için dengim değildi. Her şey benim için çok güzel gidecekti. Lâkin her şey o karşıma çıkana kadardı. O benden biriydi, o benim gibi biriydi. O görüyordu, fakat o aynı zamanda bakıyordu da. Uyumu yakalamıştı benim gibi.

 

Uyumu yakalayanlar olarak şimdi karşı karşıya gelecektik. Birbirinin aynı, birbirinin azı, birbirinin fazlası olanlardık biz. Zıt kutuplar birbirini çeker ve aynı kutuplar birbirlerini iterlerdi. Benim gibiydi o da, aynıydık onunla. Bu yüzden itiyorduk birbirimizi, itildikçe yıkıyorduk her şeyi.

 

Seni görüyordum, bizi görüyordun. Sana bakıyordum, bize bakıyordun. Seni alt edebilecek kadar iyi düşünüyordum, bizi alt edebilecek kadar iyi düşünüyordun. Her hareketini tahmin edebiliyordum, tıpkı her hareketimi tahmin edebiliyor olduğun gibi. Söylesene şimdi! Birbirinin aynı olan ikimizden biri, diğerini alt edebilir miydi?

 

"Birazdan seni almaya gelir. O gelmeden sana hediyeni önceden vermek istiyorum." Düşüne düşüne indiğim merdivenlerin bitiminde bambaşka bir ses duymuş, düşündüğüm bambaşka adamı zihnimin derinlerine itmiştim. Sesini duyduğumu, görmeye başladığımda merdivenleri inmeyi bitirmiştim. Birkaç haftadır aynı evde beraber kalıyorduk. Hoş, ben tek başıma kalıyordum, o ise arada ne alemlerde olduğumu kontrol etmek için geliyordu.

 

Ona karşı sert davranmak istemiyordum. Eğitimli biriydi. İşlerin yolunda gitmediğini anlardı. Bu da üstlerine beni ispiyonlaması için yeterli bir sebepti. Arem, bir keresinde bana; onunla uğraştığını söylemişti. Bu sayede eve gelecek vakti olmuyordu. Çok iç içe olmadığımız için de kendimi sürekli onun tarafından sobelenecek gibi hissetmiyordum. Kim bilir adamın başına ne çoraplar örüyorlardı da haftada iki, en fazla üç kez tek yüzünü görebiliyordum?

 

Kansu! Nam-ı diğer sözde ağabeyim. İtalya'daki serüvenimizden çıkardığım sonuç şuydu: Veliahtlar her şeyi biliyordu. Kim olduğumu, neden aralarına sızdığımı, beni gönderenin devlet olduğunu ve daha nicesini. Ancak devlet ve ulular bundan habersizdi, çünkü ortada bir antlaşma vardı.

 

Ulular vakti zamanında bütün dünya devletlerinin gizli işler adamlarıyla, antlaşma yapmıştı. Antlaşmaya göre devletler, en eğitimli, en güvenilir, en donanımlı ajanlarını veliahtların içine gönderebilirlerdi. Bunda bir sıkıntı yoktu. İşin kritik noktası şuydu: Deşifre olmak. Eğer ulular tarafından üst düzey şekilde yöneltilmiş olan veliahtlar o eğitimli ajanı ifşalarsa, o zaman ajan, hangi devletten geliyorsa, bizzat o devlet kendi adamını öldürecekti.

 

Veliahtlar beni biliyordu. Yüksek ihtimalle devlet bunu bilirse Kansu tarafından öldürülmem gerekirdi. Şanslıydım ki veliahtlar buna izin vermezdi. Veliahtların neden izin vermediği kısmına gelecek olursam, olay basitti: Ben onlar için en afilisinden bir yemdim. An itibariyle şanslıyım lafını geri alıyordum.

 

Veliahtlar, kim olduğumu ifşalarsa devlet tarafından infaz edilecektim. Yok eğer gizli tutarlarsa, bunu da benim yüzüm suyum hürmetine değil, Melisa Aksel'in yüzü suyu hürmetine yapacaklardı. Melisa'nın katili bilinmiyordu. Ve onun kim olduğunu öğrenmeleri için veliahtların, Hera Türkeş'e ihtiyacı vardı.

 

Yukarı tükürsen bıyık aşağı tükürsen sakal! İki ucu boklu değnek! İki arada bir derede! İçinde bulunduğum durumu açıklayacak daha çok deyim vardı da benim söyleyesim yoktu. Neticede hepsi, bütün hikayenin bana girdiğini söylüyordu.

 

"Elinde tuttuğun kutunun uzun ince dikdörtgen bir kutu olduğunu varsayacak olursak, o bir kolye. Yüksek ihtimalle içinde ya dinleme cihazı var ya da GPS! Ah, nasıl düşünemem! Kesin ikisi birden var." Sessim bariz bir şekilde ben bunu yer miyim? diyordu.

 

Kansu yüksek sesle gülmüştü. Kansu'nun da gülüşü güzeldi, ama veliahtım kadar değil. En gülüşü güzel olan oydu. "Tanrım, bundan bize ne Hera?" diye düşünmeye başladı beynim. Sonra kalbim cevap verdi:

 

"Ne demek bize ne? Adam her güldüğünde mutlu oluyoruz. Hatta

Çoğu zaman, onu güldürmek için ekstra çaba harcıyoruz. Çünkü biz mutlu olmayı özledik."

 

Evet beynim. Kalbime katılıyorum. O hep gülsün istiyoruz. Çünkü mutlu olmak güzel şey.

 

"Umarım bu mutluluk boğazımızda kalır Hera!" Beynime göre o haklı çıksında, dilerse hepimiz can çekişelimdi.

 

Sevgili kindar beynim! Eğer boğazımızda kalırsa sana söz, mutlu olamadığımız gibi mutlu olmalarına da izin vermeyeceğiz...

 

"Güzel tahminler. Sadece birini tutturmuş olsan da."

 

"Kesin içinde dinleme cihazı var dediğim kısım tuttu." Bu kez sadece tebessüm etmişti.

 

"Hayır! Bunun bir kolye olduğu kısmı tuttu." Elindeki kutuyu almam için bana doğru uzattığında, onu çok bekletmeden kutuyu almış ve hemen açmıştım.

 

 

Siyah taştan, hoş bir kolye. Etrafını beyaz küçük taşların sardığı zarif, siyah, şekil olarak kalpten olma kolye. Çok beğendiğimi itiraf etmek istiyordum. Güzel kolyeydi. Ne vardı ki hâlâ bu kolyeye güvenmiyordum. Takamazdım.

 

"Efsaneye göre Hera Zeus'a çok aşıkmış..." Kansu'nun sesini duyduğumda öfkenin damarlarımda gezindiğini hissetmiştim. Midemde karıncalanma oluşmuştu. Başımda şimşekler çakar olmuştu. Ne saçma sözdü öyle.

 

''Hera'nın Zeus'a aşık olduğu söylenilen hiçbir efsane dikkatimi çekmez benim Kansu!'' Şaşırmışa benziyordu. Lafını bölmüştüm, kusura bakmasın o da. Ya da baksındı. Umrumda olacağını sanmıyordum. Hera'nın Zeus'a olan aşkı sadece bir komploydu.

 

Annem Gül Türkeş mitoloji aşığı bir kadındı. Ben on sekiz yaşına geldiğimde, babam annemin bu aşkı için tuttuğu notlardan oluşan, kitabını bana vermişti. Bu kitap en sevdiği mitolojiye ait olan o kitaptı: Yunan mitolojisi.

 

Dikkatimi en çok çeken şey, bu kitapta geçen 'Yanlış Bilinen Efsanenin Doğrusu' başlığı altındaki yazılanlardı. Annem adımı Hera koymuştu. Çünkü Hera'nın hikayesine inanırdı annem. Hera'nın masumluğuna inanırdı. Hera'nın kaybettiğine inanırdı. Hâliyle kızının adını Hera koymuştu. Benim inandığım tek bir efsane vardı. O efsaneye bu kadar körü körüne bağlanmamın nedeni, annemin bağlı olmasından ötürüydü.

 

Kansu bana boşluğa bakarcasına bakıyordu. Duygularını gizlemekte iyiydi. Oysa ben duyguları hissetmekte iyiydim. Gözlerine bakıp tebessüm ettim.

Onun merakını hissediyordum ve merakını giderecektim.

 

"Benim inandığım efsaneye göre Hera hiçbir zaman Zeus'u sevmedi. Hiçbir zaman aşık olmadı. Hera aşk Tanrıçası değildi. Hele Zeus gibi bir Tanrıya aşık olacak bir Tanrıça hiç değildi. Zeus çok uğramıştı onu ikna edebilmek ve kendisiyle evlenmesini sağlamak için ama nafileydi.

 

Hera, aşka inanmadığı gibi, Zeus'un aşkına da inanmıyordu. Zeus onu takip ediyordu. Kendi tapınağına gelip ona yalvaran Zeus, Hera tarafından her kovulduğunda soluğu başka bir kadının teninde alıyordu. Böyle bir adam aşık olamazdı. Aşk kelimesini kirletiyordu resmen. Onun istediği tek şey Hera'nın bedeniydi.

 

Efsaneye göre her Tanrı'nın ve Tanrıça'nın kendi tapınağı vardı. Bu tapınaklara bir başka Tanrı veya Tanrıça'nın girmesi, Titan Helios ile Okeanos'un kızı olan Perseis'in saygı değer kızı, kadim büyücü Kirke tarafından korunma kalkanı ile engellenmişti. Kirke'nin büyüler Tanrıçası olması bunu keza yapabilmesine olanak sağlamıştı. Böylece bir Tanrı ve Tanrıça, diğer Tanrı ve Tanrıça'lardan güvende kalabiliyordu, tapınağından ayrılmadığı sürece."

 

Elimdeki kutunun içindeki kolye üzerinde parmaklarımı gezdirmiştim. Efsane ve onunla beraberinde gelen güç. Tanrıça Hera hakkında ne zaman bahsetsem içimde anlamlandıramadığım güç oluşuyordu. Özellikle de gücün kendisi öfkem ortaya çıktığı zaman geliyordu. Bana tanrıça diye seslenen veliaht'a sahiptim. Oysa benim tanrıçalığım adımdan değil gücümden geliyordu. Kansu ile tekrar göz göze gelince onun boş bakan gözlerini görmüştüm. Aynı zamanda onun giderek artan merakını hissetmiştim. Ona istediğini yeniden vermiştim.

 

"Hera'nın ona hiç pas vermediğini gören Zeus, bir gece çok büyük bir fırtına çıkardı. Her taraf Zeus'un öfkesinden nasibini alıyordu. Tapınağından Zeus'un öfkesini izleyen Hera, uzak diyarlardan birinde güzeller güzeli bir kuşun yağmurun altında canını kurtarmanın peşinde olduğunu görmüştü. Dayanamadı Hera. Kuşu aldı, kendi elleriyle kendi tapınağından içeri soktu. En azından yağmur durana kadar ona bakabilirdi."

 

Kafamı ağır ağır iki yana doğru sallamıştım. Derin nefes alıp vermiştim. Aldığım nefeste isyan vardı. Aldığım nefeste nefret vardı. Gözlerim yeniden kutunun içindeki kolyeye kaymıştı. Kansu'nun bakışlarının ağırlığı altında eziliyordum. Kolye gücümü sömürüyordu.

 

"İşler hiç istediği gibi gitmemişti. Kuş form değiştirmişti. O zavallı bir kuş değildi. O istediğini elde eden Zeus'un kendisiydi. Zeus artık Hera'nın tapınağı'ndan içeri girmişti. Hem de bizzat Hera tarafından içeri alınmıştı. Şayet bir başka tapınağa sadece o tapınağın sahibi izin verirse girilebiliyordu. Ve Hera kuşu içeri kendi rızasıyla almıştı. Zeus'un karşısında güzeller güzeli olan, hep arzuladığı o tanrıça vardı. Hikayenin bundan sonraki kısmında Zeus, Hera'ya tecavüz edecekti. İstediğini alıp orayı terk eden Zeus, arkasında acı çeken bir Tanrıça bırakacaktı. Hera kendine geldiğinde intikam isteyecekti. Bunun için yapamayacağı şey yoktu. Bir Tanrı'nın bir Tanrıça'ya tecavüz etmesi bütün Olympos'u ayağa kaldırırdı. Hera'nın bunu bir şekilde ispatlaması lazımdı."

 

Gözlerim bir kez daha kutudan ayrılıp kutuyu bana uzatan adama dönmüştü. Onun gözleri bir saniye bile olsun benim üzerimden ayrılmamıştı. Anlattığım efsane hoşuna gitmişti. Suspus şekilde gece karası gözlerini üzerime dikmiş, tek laf etmeden beni dinliyordu.

 

"Hera işe koyulmuştu. Yer altına gidecek ve en az Zeus kadar güçlü olan Hades'ten yardım isteyecekti. Fakat işler istediği gibi gitmeyecekti. Kendisine yardım ederse Zeus'un hükümdarlığının biteceğini ve Zeus gittikten sonra kendisini yer altında tutabilecek kimsenin olmayacağını söyleyeceği Hades'e hiç gidememişti. Zeus tüm bu planlardan haberdar olmuştu."

 

Kansu'nun gözlerinde kırılma görmüştüm. Hera'nın Zeus tarafından tuzağa düşürülmesini anlatırken o kırılmayı görememiştim. Ancak Hera'nın intikam alacakken o intikamı alamadığını söylediğimde gözlerinde beliren kırılmaya an ve an şahitlik etmiştim. Sanki ihanete uğramak sorun değil de intikam alamamak asıl mevzuydu. Kansu değişik biriydi.

 

"Hera'yı yer altına inmeden yakalayan Zeus, en son binlerce yıl önce babası Titan Kronos'u yok etmek için kullandığı büyüklükteki güçlerini bu kez Hera için kullanmıştı. Öyle ki onu sonsuza dek simsiyah kalp şeklinde taştan bir kolyenin içine hapis edecekti."

 

Kilit sözleri sarf ettiğimde Kansu'nun gözleri bana verdiği kolyeye kaymıştı. Yüzünde soğuk tebessüm belirmişti. Öylesine soğuk bir tebessümdü ki aslında alay ediyordu. Benimle değil, kesinlikle benimle değil! Kansu kolye ile alay ediyordu. Hissediyordum tüm varlığımla hissediyordum... O bakışlarında, o tebessümünde gördüğüm duyguyu hissediyordum. Kansu'nun bana verdiği kolyeyle alıp veremediği bir şey vardı. En az benim kadar haz etmiyordu kolyeden.

 

"Hera'nın yokluğu tüm dikkatleri Zeus'un üstüne çekerdi. Bütün her şey ortaya çıkabilirdi, Hera'nın yaşadıklarını öğrenen tüm Tanrıça ve Tanrı'lar ayaklanabilirdi. Zeus'un bir şey yapması gerekirdi. Aklına bir fikir gelmişti. Bu sayede toprağa şekil vermişti. Toprağa Hera'nın yüzünü vermişti. Kısacası Hera'nın Klonunu yapmıştı Zeus."

 

Kansu'nun kolye üzerinde gezinen gözleri hızla beni bulmuştu. Sonra tekrar kolyeye bakmıştı. Sonra dönüp tekrar bana bakmıştı. Gözlerinde kırılma yoktu. Gözlerinde kırılmalar vardı. Şaşırmıştı ve isterse şaşırdığını gizleyebilirdi. O kadar çok şaşırmıştı ki şaşkınlığını gizlemeye fırsat bile bulamamıştı. Onu bu denli hayrete düşüren şeyin ne olduğunu merak etmiştim. Merak ettiğimle kalacağımı biliyordum. Sorsam da söylemezdi. Sadece bir an için gözlerinde bana karşı farklı bir duygu görmüştüm. O bakışı onda ilk kez görmüştüm. Konuşmuyor, susuyor, gerekmedikçe benimle muhatap olmuyordu ama Kansu bana ilk kez merhamet duymuştu. Duyduğu

merhamet o kadar kısa süreliğine gerçekleşmişti ki bir an için 'doğru mu gördüm acaba?' Diye kendimi sorgular olmuştum. Sonra kendimi sorgulamayı bırakmıştım. Çünkü doğru görmüştüm. Çünkü ben, bana acıyanı nerede görsem tanırdım.

 

"Bir Tanrıça vardı karşısında, onun yaptığı. Lakin bu Tanrıça topraktandı. Gücü yoktu. Tıpkı bir insan gibiydi. Hiçbir gücü olmayan bir insan Olympos'a mümkün değildi ki giremezdi. Elinde tuttuğu Hera'nın kolyesini hatırladı. Bu iş görürdü. Zeus toprak Hera'ya, o kalp kolyeyi taktığında topraktan suret artık canlanmıştı. Bir Tanrıça enerjisi yayıyordu etrafına. Zeus bu enerjiyi hissettiği an başardığını anlamıştı."

 

Kansu'nun üzerimdeki gözleri benden ayrılmıştı. Kafasını yan tarafa çevirmişti. Elleri pantolonun cebindeydi. Gözlerimin içine bakmak onu rahatsız ediyordu. Bana bakmıyor, benimle ilgilenmiyordu. Beni dinliyordu. Beni dinlemek hoşuna gidiyordu. Ancak aynı zamanda beni dinlemek hoşuna gitmiyordu. Neden? Kansu'yu bir anda böylesine değiştiren şey neydi?

 

"Hikayenin devamında Klon Hera ve Zeus evlenecekti. Zeus, Hera'yı defalarca kez aldatacaktı. Sanki onun aşkından ölüyormuş gibi gösterdiği toprak Hera, sözde onu kıskandığı için birçok vukuat işleyecekti. Hera, Zeus'un sevdiklerine gösterdiği ilgiyi kıskanarak intikam almak için çeşitli eziyetler düzenlemiş olarak mitolojiye geçecekti. Semele'yi kandırıp ölümüne sebep olmuş, Io'yu bir ineğe dönüştürmüş ve Heracles'i deliliğe sürükleyip ailesini yok etmesi için kışkırtmıştı. Leto'ya, doğum yapması için herhangi bir yer bulamadırmış, böylece Leto uzun süre çile çekmiş ve zorlu bir doğum yapmıştır. Ayrıca, Zeus'un bir diğer sevgilisi olan Europa'ya da Hera'nın müdahalesiyle çeşitli zorluklar yaşatılmıştır. Hera, Zeus'un sevgililerine verdiği her türlü ilgiyi ve aşkı kıskanarak onlara acı çektirmiş ve hayatlarını zorlaştırmıştır."

 

Soğukça gülmüştüm. Soğuk gülüşüm Kansu'nun dönüp bana bakması neden olmuştu. Hâlâ büyük bir merakla beni dinlediğini görmek, hikayeyi devam ettirmem için içimde istek uyandırmıştı.

 

"Aslında Zeus, bunların hepsini, Hera'nın peşinde dolandığı dönemde Hera'nın onu reddetmesi yüzünden yaptırmıştır. Herkes görsün istemişti. Onu reddeden Tanrıça'nın şimdi ona ne yaparsa yapsın,

sadık kaldığını, yetmeyip Zeus'un peşinde dolandığı diğer kadınlara karşı kıskançlığı yüzünden bir canavara dönüştüğünü herkes görsün istemişti."

 

Kansu hikayenin gidişatını anlamıştı. Kansu benim kolyeden neden nefret ettiğimi anlamıştı. Kansu benim, Hera'nın Zeus'a olan aşkının gerçek olmadığını iddia etme sebebimi anlamıştı. Kafasını aşağı yukarı ağır ağır sallaması aslında artık onun da benimle aynı hikayeye inandığını gösteriyordu.

 

"Bir kolyenin içine hapis olan Tanrıça Hera, her şeye boynuna takılı olduğu Klon Hera sayesinde şahitlik edebiliyordu. O herkesi görüyordu lakin kimse onu görmüyor, duymuyordu. En çok duanın edildiği tapınaklardan birinin sahibi olan Hera'ya artık eskisi gibi kimse dua etmiyordu. Kimse onun adını anmıyordu. Çünkü herkes Hera'nın kıskançlığı yüzünden bu denli acımasız olabileceğine inanmıştı. Artık o sevilmiyordu."

 

Sesim, hissettiğim acının dışa vurulmasıydı. Tanrıça Hera benim için her zaman en güçlü tanrıça olarak kalmıştı. Onun hakkında duyduğum kıskançlık hikayelerine, mitolojide yer alan o efsanelerin hiçbirine inanamıyordum. Oysa aslında mitolojinin bel kemiği Hera'nın yaptığı vukuatlar olabilirdi. Zeus ve Hera olmasa belki de böylesine karmaşık bir mitoloji ortaya çıkmayacaktı. Küçüklüğümden genç kızlığıma kadar Hera hakkında birçok kötü efsane duymuştum. Hiçbiri Hera'nın kötülüğüne inanmama neden olmamıştı. Annemin defterini bulduğumda artık neden böyle hissettiğimi anlamıştım. Hera, Hera'yı gözünden tanırdı. (Yanlış) Tanrıça, tanrıça kalbinden tanırdı. (Doğru) Ben Hera'yı tanıyordum. Hera hiçbir zaman kötü biri olmamıştı. Hera her zaman tanrıça olmuştu ve ona ne yakışıyorsa onu yapmıştı.

 

"Hera'nın kalbi olarak bilinen kolye efsanesi yanlıştı. Çünkü o, Hera'nın kalbi kolyesi değildi. O kolye gerçek Hera'nın hapis edildiği kolyeydi."

 


 

 

 

 

Okuduğunuz efsane,
'Külden Elbisem' adlı kitabımda yer alan, bizzat benim tarafımdan oluşturulmuş bir efsanedir. Yunan mitolojisinde böyle bir hikaye bulunmamaktadır.

 

 

 

 

"Bunu daha önce hiç duymamıştım." Kansu, her bir kelimemi dikkatle dinlemişti.

 

"Normaldir. Bazen insanlar yanlış olana o kadar körü körüne inanır ve onu yayarlar ki doğru olanı hiç duymazlar bile," gülümsemişti. Bir o tarafa bir bu tarafa çevirdiğim yetmezmiş gibi acaba dinleme cihazını nereye taktılar diye kurcaladığım kolyeyi elimden nazikçe almıştı.

 

Arkama doğru adımladığını gördüğüm için, açık bıraktığım uzun saçlarımı el yardımıyla topladım. Kansu kolyeyi boynumun etrafından geçirip çengelini takınca saçlarımı serbest bıraktım. Geri çekilir sandığım adamın bir anda kulağıma doğru eğilmesini beklemiyordum.

 

"Hera'nın kalbi daima Hera'da atar. Ve atacak."

 

Sıcak nefesi tüylerimi diken diken etmişti. Kalbim anlamadığım bir şekilde hızlanmış, dilim damağım resmen kurumuştu. Sesinin tonu beni yerle yeksan etmişti. Kansu'da çözemediğim şeyler vardı.

 

"Ben sana hediye almadım yalnız."

Önümü ona doğru dönmüş ve aramıza bir adım kadar mesafe koymuştum. Mesafeler iyiydi. İnsanı genç tutardı.

 

"Hediye işi bir öpücük verirsen de halledebiliriz,"gülmüştüm. Hayır, sonra da Hera niye bu kadar sivri dili diyorlardı.

 

"Hediye almadığımı söyledim. Bir hediye vermek istediğimi değil." Kaş çatmıştı. Omuz silkindiğini gördüğümde tebessüm etmiştim.

 

"Şansımı denedim sadece." Ya ya, eminim ki öyle olmuştur.

 

"Kolyeyi çaktırmadan boynuma taktın ama baştan söyleyeyim, dosta korku düşmana güven veren bir tipin var Kansu." Gülmüştü. Lakin bu kez yüksek sesle kahkaha atmıştı. Gülüşü asildi. Bakışları asildi. Kansu veliahtlardan sonra gördüğüm en güçlü enerjiye sahip kişi olabilirdi. Yaydığı güç enerjisi ve sahip olduğu otorite en az bir veliaht kadar yoğundu.

 

"Veliahtların her birinin kolunda yüksek teknoloji bir saat var. Bu saatin birçok özelliği vardır. Senin şu an bilmen gereken; takip cihazı, dinleme cihazı ve benzeri her türlü küçük ajan aletlerini direkt tespit ediyor olması olsun."

 

Bahsettiği saatlerin Batı ve Doğu'nun yapımı olduğuna emindim. Kansu'nun bilmediği konu ise o saatlere İtalya'da çok güzel şahitlik ettiğimdi. Zamanında Arem'in adamının belinden kaptığım silahı Arem'e doğrultmuş, tetiği hiç düşünmeden çekmiştim. Sonuç neydi peki? Koca bir hiç. Nedeni neydi peki? Sevgili yön bir Doğu, saati ile silahımı etkisiz hâle getirmişti. O saatler kendi ürettikleri silahın üretim kodunu girdikleri gibi o aleti etkisiz hâle de getirebiliyordu.

 

"Aman ne hoş." Kollarımı önümde birleştirmiştim. Veliahtlara sahip olmak ve onlara muhtaç olmak arasında dağlar kadar fark vardı. Eğer Melisa Aksel gibi onlara sahip olsaydım, o zaman Dünya'nın en güçlü adamlarına ailem diyebilirdim. Lakin ben Hera Türkeş olarak veliahtlara muhtaçtım. Ölmek istemiyordum. Bu durumda sırtımı onlara yaslayamıyor, her iki taraf için de yedi yirmi dört nöbet tutuyordum. Yaşadığım çok lanet olası bir histi. Ben artık dinlenmek istiyordum. Sadece ruhum dinlesin istiyordum. Hepsi buydu.

 

Kansu'nun bana cevap vermeye fırsat bulamamasının nedeni telefonunun çalmasıydı. Cebinden çıkardığı telefonunu açıp hemen kulağına götürmüştü. Karşı tarafı dinledikten on saniye sonra telefonu tek kelime etmeden kapatmıştı. Gözleri gözlerimi bulduğunda konuşacağını anlamıştım.

 

"Seninki gelmiş." Benimki. Sahi gerçekten de o benimki miydi?

 

Bugün yılın son günüydü. 2022 senesi öyle ya da böyle birkaç saat sonra bitecekti. 2023'ten beklentimiz büyüktü.

Haftalardır Arem ve Mert'i ha bugün ha yarın diye oyalıyordum. Nedensizce hazır hissetmiyordum kendimi. Onların aileleriyle tanışmaktan ziyade o masada iki Ulunun da olacağı gerçeği geriyordu beni. Üstelik birinin oğlu annemin katiliydi. Ve bunu onun yüzüne açık açık haykıramazdım. Çünkü onlar beni Hera Türkeş olarak değil, Hera Uysal olarak tanıyordu. Yaşamak için açık vermemek temel şarttı.

 

Kafamı Kansu'ya doğru çevirip onu başımla onaylamıştım. Arkamı dönüp vakit kaybetmeden yola koyulduğumda, Kansu arkamdan bağırmıştı. "Kolye artık senin olsa da ona iyi bak. Senin yüzünden üzülmelerini istemiyorum."

Adımlarım olduğum yerde durmuştu. Yönümü Kansu'ya doğru çevirmiştim.

 

"Üzülmesini istemediğin kişiler kim?"

 

"Kolyeyi sana vermemi isteyen kişilerle aynı kişiler."

 

"Kolyeyi bana vermeni isteyen kişiler kim?"

 

"Üzülmesini istemediğim kişilerle aynı kişiler."

 

Ayaklarımı yere sertçe vurmuştum. Çıldırtıyordu beni. Burnumdan soluyarak adını haykırmıştım. "KANSU!!!" Yeniden kahkaha atmıştı.

 

"Onlar seni bilir ve sen'de onları bilirsin. Hera'nın kalbi her zaman Hera'da atar. Ve Hera kalbinin rotasını şaşırsa bile yönler onu dâimâ doğru yolda tutar."

Kaşlarımı çatmıştım. Onu anlamaya çalışmak Arem'i anlamaya çalışmakla kıyasıya yarışırdı. Başımı olumsuzca sallamış ve tekrar önüme doğru dönmüştüm. Adımlarım devreye girdiğinde tuhaf adam Kansu'nun sesini yeniden duymuştum.

 

"Dikkatli ol Hera. Ve ne olursa olsun açık vermemeye çalış. Tıpkı konuştuğumuz gibi, rahat ve sıradan ol."

 

"Sana da mutlu yıllar Kansu, sana da!"

Ona dönüp bir kez daha bakmamıştım. Haykırışım! zaten yeterince gerginim bir de sen beni germe diyordu.

 

Hızlı adımlarla boğazdaki yalının dışına çıkmıştım. Dün iki katlı müstakil bir ev kızıydım, bugün yalı kızı. Hakikaten be kızım Hera, nerden nereye?

 

Bahçe kapısının orada dikilince, korumalar hemen kapıyı açmıştı. Kapıdan dışarı çıktığımda kafamı sol tarafa çevirmiştim. İşte karşımda eşi benzeri olmayan, araba yarışında karşılaştığı bütün engellere rağmen, sinir hastası bir manyağa toz yutturan; o mükemmel ötesi araba vardı. Ve bir de Arem.

 

O günden sonra delik deşik olmuş o arabayı bir daha böyle gıcır gıcır göremeyeceğimi sansam da, sadece bir gün sonra beni okuluma bırakmak için gelen Arem'in eskisinden bile güzel olan arabasını gördüğümde içimden aynen şöyle demiştim: "Fakirim, fakirsin, fakiriz..."

 

Hızlı adımlarla arabaya doğru ilerlediğimde Arem'in kapısı açılmıştı. Benim için Dünya'nın gerçekten en harika yüzüne sahip olan adamı oydu. Kusursuz bir güzelliği vardı. Eğer hayatım onun hayatına hiç dahil olmasaydı ve ben onu sadece tesadüfen görüp yanından geçip gitmiş olsaydım bile muhtemelen bütün hayatım boyunca gördüğüm en yakışıklı erkek o olurdu.

 

Yanıma doğru gelen adam, tıpkı benim ona yaptığım gibi baştan aşağı beni süzmüştü. Aramızdaki tüm mesafeyi kapattığında kafasını eğip yanağıma uzun sayılabilecek bir öpücük bıraktı. Tekrar kafasını kaldırıp gözümün içine baktmıştı.

 

"Çok güzelsin tanrıça." Üzerimde lacivert bir gece elbisesi vardı. Çok abartılı değildi, çok sade değildi. Olması gerektiği gibiydi. Üst kısmı belimi sımsıkı sarıyordu. Alt kısmı ise boldu. Elbiseyle aynı kumaştan bir kurdela bel kısmımda bulunuyordu. Göğüs dekoltesi kare şeklindeydi. Balon kollara sahip olması ayrı hava katıyordu. Çok tatlı bir elbiseydi.

 

 

"Teşekkür ederim." Gergin olduğumu bildiği için soğuk çıkan ses tonumdan hiçbir şekilde rahatsızlık duymamıştı. Aksine, son kez yanağımı öpüp binmem için kapımı açmıştı. Arem için Dünya'nın en acımasız adamı denildiğine bakılmaması gerekirdi. O gerçekten Dünya'nın en ince ruhlu adamlarındandır. En azından söz konusu kadınlar olduğunda bu yanını onda rahatlıkla görebiliyordum.

 

Açtığı kapıdan içeri bindiğimde kapımı kapatmıştı. O arabanın etrafında dönerken ben de emniyet kemerimi takmakla meşguldüm. Onun kapısı açıldığında ben de kemerimi takmayı başarmıştım. "Kolyen güzelmiş." Arabaya bindiğimizde gözleri boynuma takılmıştı. Genelde gözleri hep yüzümde dolandığı için kolyeyi yeni fark etmiş olmalıydı. Sesinden bir imâ sezmiş olsam da, bunu açıkça dile getirmediği sürece ona söylemeyecektim.

 

"Biliyorum. Ben de çok beğendim." Önüne dönen yüzü, sesimi duyar duymaz bana doğru dönmüştü. Sanki kolyeyi beğendiğimi söylemekle ona küfür etmek aynı şeymiş gibi bakıyordu bana.

 

"Gerçekten mi?"

 

"Ne, gerçekten mi? Arem." Onun şaşkın çıkan sesine göre benim sesim fazlasıyla umursamazdı.

 

"Kolyeyi gerçekten beğendin mi?" Sesi, cevabımın hayır çıkmasını diliyorcasına çıkmıştı dudaklarından. Ya da bana öyle gelmişti.

 

"Beğenmediğim bir şeyi niye takayım veliaht?" Gözlerini gözlerimden ayırıp önüne dönmüştü. Kafasını aşağı yukarı sallayıp arabayı çalıştırmıştı.

 

"Sanırım seni kıskanıyorum tanrıça." İtiraf gelmişti. O da bu duruma hayret ediyordu. Onun hayret etmesi artık benim de hayret etmeme neden olmuştu.

Arem beni daha önce Mert'en kıskanmıştı. Kansu ile aynı ortamda kalmamı istemediği için onu benden uzak tutmuştu.

 

Bunlar sorun değildi. Sorun olan kendine şu an hayret ediyor olmasıydı. Sanki, ah tanrım, sanki daha önceki tüm kıskançlıkları yapmacıkmış da şimdi gerçekten kıskanır olmuştu. Hem de gerçekten kıskanır olmuştu.

 

Hiçbir şey demeyecektim bu konuyla ilgili. Onun açık verdiğini düşünmesini istemiyordum. Korkunç bir zekası vardı. Ve onun zekası beni bile manipüle edebilecek türdendi. Onun tarafından manipüle edildiğimi düşünüyordum. Elimde bir kanıtım olduğu için değil, böyle hissettiğim için düşünüyordum. Hera hislere çok önem verirdi. Ve benim hislerim bana her ne kadar elimde dişe dokunur bir kanıt olmasa da veliahtlara özellikle de veliahtıma güvenmemem gerektiğini söylüyordu.

 

"Senin moralin mi bozuldu? Yoksa bana mı öyle geldi? Veliaht." Gözlerini yoldan saniyelik olarak ayırıp bana çevirmişti. Çok geçmeden yönünü tekrar önüne doğru sabitlemişti.

 

"Sana öyle gelmiş." Evet! Evet, kesinlikle senin moralin çok bozuldu. Canın çok sıkıldı. Baksana, sesin buz gibiydi.

 

"Arem Barkın Soykamer! Sevgili veliahtım, bana trip atıyor. İşte bu kayda değer." Kafasını bir kez daha hızla bana doğru döndüğünde, onu elimdeki telefonumla kayıt altına aldığımı görmüştü. Nerdeyse gülecek gibi olmuştu. Nerdeyse ama.

 

"Ne yapıyorsun sen, tanrıça? Kapa şunu." Tekrar ruhsuz çıkan sesi beni başladığım yoldan alıkoyacak güçte değildi.

 

"Ne mi yapıyorum? Tabii ki bunu kayıt altına alıp, Yön 1 ve Yön 2 ile kurduğumuz: 'Gurursuzlar, On Yediler, Puştlar, Korkusuz Korkaklar ve Baş veliahtlar Giremez' adlı dedikoduyu kesinlikle yapmayıp ilim, irfan, bilim konuştuğumuz grubumuza bu gecenin sabahlama konusu olarak atacağım." Bunu tekte söylemek gerçekten çok zorlamıştı beni. Ama Hera Türkeş olmak her zaman olmayanı oldurmak demek olduğu için sıkıntı yoktu. Halletmiştim.

 

"Batı ve Doğu ile grup kurdunuz öyle mi? Benim bundan haberimin olmamasını nasıl sağladınız peki güzelim? Ayrıca grup ismi gerçekten çok yaratıcıydı." Burada demek istediği şey şuydu: Ben senin telefonunu yedi yirmi dört gözetim altında tutuyorum. Böyle bir gruptan haberimin olmaması imkansız.

 

"Şöyle ki veliaht, Doğu ve Batı bilgisayar uzmanı. Hani teknoloji şirketleri falan var ya, işte bunu sağlamak onlar için çok zor olmadı. Yaratıcı bulduğun grup isminden de anlayacağın üzere, baş veliahtların da gruba girmesi yasak." Kafasını aşağı yukarı sallamıştı. Bir ufak alındın sanki veliaht.

 

"Benden gizli iş çevirdiler demek." Ah, bu işin sonu yönler için hayırlı olmayacaktı anlaşılan.

 

"Çocuklarımdan uzak duruyorsun, veliaht." Gözleri gözlerimi bulduğunda yönünü hâlâ onu çektiğim kameraya indirmişti.

 

"Siz iki şerefsiz de, şeytan tüyü var." Kafasını tekrar önüne döndüğünde onunla uğraşmaya devam etmek isteyen yanım, isteğini hemen gerçekleştirmek için işe koyulmuştu. Ekranı bu kez kendime doğru çevirmiştim. Kameranın boynumu gördüğünden emin olduktan sonra diğer elimle boynumdaki kolyeyi tam ortasında bulunan siyah taşından tutup kameraya yaklaştırmıştım.

 

"Sevgili evlatlarım, sizce kolyem çok güzel değil mi?" Karşımda Doğu ve Batı varmış gibi konuşuyor olmam delirdiğimin ispatıdır.

 

"Ben çok beğendim. Bugüne kadar aldığım en güzel hediyem olabilir. Boynumdan hiç çıkarmamak gibi hayallerim var." Galiba arabanın hızı artmıştı. Yoksa bana mı öyle gelmişti?

 

"Ama şimdi siz bunu bana kimin aldığını merak edersiniz değil mi? Ben biliyorum, Yönlerimi kesin merak ederler. Hemen söyleyeyim o zaman! Bu kolyeyi bana alan çok çok yakışıklı bir ad..."

 

"Tamam! Sen kazandın. Evet, o kolyeyi sana alan kişiyi biliyorum. Ve hayır, şimdi ki aklım olsa bunu sana vermesine ses etmemek yerine o kolyeyi ona yedirirdim." Arem sustuğunda kahkaha atmıştım. Kaydı ikizlere öpücük atarak bitirdiğimde baş veliahtı daha fazla sinirlendirmemek için susmuştum.

 

*

 

Arem ile el ele büyük ve gösterişli duran kapıdan içeri girmiştik. Herkes burada bizi bekliyordu. Restoran hizmete kapalıydı. İçeride sadece Aksel ve Soykamer aileleri yer edinmişti. Ha tabii bir adet Türkeş ve bir adet Soykamer damadı olmasından ötürü, içeride olduğunu bildiğim Korkmaz kişisi de vardı.

 

Arem'in anne babası, Mert'in anne babası dışında, içeride Arem'in zerre haz etmediği, benim de ilk tanışmamın fazlasıyla olaylı geçmesi yüzünden nefret ettiğim kuzeni Lerzan vardı. Baş Ulu olan Vural Soykamer'in de burada olduğunu bilmek beni bir hayli geriyordu. Etrafta onlarca takım elbiseli koruma ve restoran çalışanları bulunuyordu. İçerisi ve dışarısı yüksek ölçüde güvenlik çemberine alınmıştı.

 

Normal şartlarda her yıl başını sessiz sakin evinde pijama, terlik, televizyon ile geçiren biri için yoğun stresli geçecek bir yılbaşı olacaktı. İçerideki adamlara açık vermemem gerekiyordu. Gerek Arem, gerek Mert, gerek Kansu bunun için beni defalarca eğitimden geçirmişti. Her ne kadar iyi bir oyuncu olduğumu bilsem de heyecanım geçmek bilmiyordu.

 

Her şeyden öte içeride anne ve baba vardı ki, ben onların ölen kızlarının tıpatıp aynısıydım. Ulular'dan biri olan Dündar Aksel ve eşi Hacer Aksel umarım bu geceyi bana katlanılmaz kılmazlardı. Şayet Hacer Hanım'ı ilk kez Evren ve Elena'nın nişan töreninde görmüştüm, onda da beni görür görmez bayıldığı için eşi ile nişandan hemen ayrılmak zorunda kalmışlardı.

 

Arem'in zamanında onu sekiz yaşında bir çocukken terk edip giden anne babasını görmek beni germiyordu. Arem'den dolayı büyük ihtimalle onlara sert yaklaşacaktım. Bu benim elimde olan bir şey değildi. Bir anne ve baba için Dünya'nın en değerli nimeti kendi evladı olmalıydı. Ancak Arem'in anne ve babası için kendi refah ve mutlulukları daha önce gelmişti ki, onu bırakıp gitmişlerdi. Bu da onlara karşı ön yargılı olmaktan kendimi alı koyamama neden oluyordu.

 

Geniş ve ihtişamlı koridordan geçince büyük altın varaklı bir kapının önünde durmuştuk. Kapı, kendisini iki yandan tutan iki görevli tarafından açılınca, bizi daha doğrusu beni bekleyen meçhul sona doğru emin adımlarla ilerlemiştik. Arem'in baş parmağı elimin üstünde daire şeklinde hareket ediyordu. Hareketleri daha çok beni sakinleştirme çabasından ötürüydü.

 

Gözlerim birkaç adım uzağımızda, büyük yuvarlak masanın etrafında oturan insanların üzerinde geziniyordu. Kızıl görümcek, nişanlısı korkusuz korkak Evren Korkmaz, en küçük Kamer olan Görkem, Arem'in babası Azer Soykamer, annesi Meral Soykamer, dedesi Vural Soykamer ve kuzeni Lerzan Soykamer vardı. Aksel'ler ise daha azınlıktaydı. Dündar Aksel, Hacer Aksel ve Mert Aksel.

 

Unutma ki Mert ve Arem, bir de o ikisinden ötürü Evren senin tarafında, Hera. Sen kendini ezdirmesin evet, ama onlar da buna izin vermezler, Hera. Bu kez yalnız değilsin, Hera. Bu kez değil, Hera.

 

Arem ile onlara yaklaştığımızı birer ikişer fark eden herkes, gözlerinin odağına bizi almıştı. Tek bir kişi bize bakmıyordu. Tek bir adam. Vural Soykamer... Baş Ulu. Önündeki eti kimseyi takmadan kesiyor, çatalına alıyor ve ağzına atıyordu. Onun dışında başka hiç kimsenin önünde yemek tabağı yoktu. Bizi beklemek onun umrunda bile değildi, anlaşılan.

 

Bizi fark eder etmez yerinden fırlayan biri vardı. Bir kadın. Bir anne. Kızını kaybetmiş bir anne. Bizi gördü ve bize koştu. Daha ben ne olduğunu anlamadan hızla sarılmıştı bana. Kendimi kolları arasında bulduğumda bu durumu yadırgamıştım. Onun bana olan hasret dolu sarılışı Arem ile el temasımızın kesilmesine neden olmuştu.

 

İki kez anne demiştim ben. İkisi de alınmıştı benden. Başka anne istemem. Ben lanetliyim. Benim en büyük lanetim hasret kaldığım anne kokusudur. Ve sen her ne kadar anne gibi koksan da, ben o kokuyu içime çekmem. Neticede doğum günüm yaklaşıyor...

 

Uzun uzun sarılmak istediği beli olan kadının kollarından kendimi güç bela çekip almıştım. Çok güzel kokuyordu kadın. Ve benim onun kokusundan bir an önce kurtulmam gerekiyordu.

 

Kollarından çıkmam, ellerimi elleri arasına almasına neden olmuştu. "Kim olduğumu bilmiyorsun biliyorum. Ama ben kim olduğunu biliyorum. Sen Melisa'mın bana gönderdiği bir hediyesin. Kızım, annesinin hasretine sessiz kalamadı işte. Bana seni gönderdi."

 

Ne o? Yoksa bu da bir ikinci kez geldi vakası mı? Ya da, sen on yedi yaşındasın vakası da olabilirdi. Neyse ki önceden bu lafları boy boy yediğim için şimdi etki etmiyordu.

 

"Ya da sadece, insan insana benzer cümlesinin vücut bulmuş hâli olabilirim, Hanımefendi."

 

Ellerimi nazik olmaya özen göstererek elleri arasından çekip almıştım. Hemen yanımızda duran Arem'in elini tutup onu kendimle beraber boş sandalyelerin olduğu alana sürüklemiştim. Arkamızda bir adet acıklı anne bırakmış olmam bile umrumda değildi.

 

Yuvarlak olan büyük masada solumda, Arem sağımda, Mert olacak şekilde oturmuştum. Yanına oturur oturmaz Mert bana doğru eğilmiş ve kafamın üstüne bir öpücük kondurmuştu. Öpücük, onun dilinde az önce anneme karşı olan tavrının benim için bir sakıncası yok demekti.

 

Yönümü geride bıraktığım Hacer Hanım'a doğru çevirmiştim. Ona bir kere daha bakarsam pişman olacağımı da biliyordum. Yine de bakmıştım. Eşi Dündar Aksel yerinden kalkmış ve onu tekrar masaya oturtmak için çabalıyordu. O annenin gözleri dolu doluydu. Hera Türkeş, bir annenin sevgisine layık olmadığını bir kez daha herkese ispatlamıştı.

 

"Geç kaldınız küçük Hanım. Ve ben bekletilmeyi sevmem," duyduğum sesle konuşan kişiye dönmüştüm. Arem'in dedesi, Baş Ulu Vural Soykamer'e. Kafasını tabağından kaldırmayan adamdan yoğun bir negatif enerji alıyordum. Saçma, ama içimden bir ses: Şimdiden gardını kuşanmalısın kızım diyordu.

 

"Neyse ki arabayı torununuz kullanıyordu. Bu sayede lafınızı üzerime alınmama gerek kalmadı efendim," sesim de bariz alay vardı. Hera eğer oyuna dahil olduysa o zaman dalga geçerdi. Hera dalga geçiyorsa şebekliğinden değil, bilgeliğindendi.

 

Kafasını yavaşça önünden kaldıran adamın gözleri doğrudan üzerime dikildi. Simsiyah gözler... Hissediyordum, çok iyi hissediyordum. Bu gözler ya sonum olacaktı ya da sonu yazmama sebep olacaktı.

 

"Ukala insanlardan haz etmem," demişti sertçe. Nedense ben, sizden direk insanlardan haz etmediğiniz izlenimini aldım, ama hadi hayırlısı.

 

Kendisine bir cevap vermek yerine sadece ukala ukala sırıttım. Bazen bazı gülüşler doğru zamanda yapılırsa karşınızdaki insanda küfür etkisi yaratabiliyordu.

 

"Sevgiline kim olduğumu iyi öğretin sanıyordum, Kamer!" Lafım meclisten dışarıydı, ama sevgilin mi demişti o? Arem'in gözlerine baktım, sonra yanımdaki adama. Dedesine, dedesi gibi bakıyordu. Saf karanlık... Çokça karanlık... Sadece karanlıktı bakışları.

 

"Oysa ki bende sevgilimin üzerine çok gitmesiniz sanıyordum,". Masada dönüp duran bir "sevgili" kelimesi vardı ki, insana ulan benim niye bundan haberim yok? dedirtiyordu.

 

Arem ve onun sevgili dedesinin birbirini yemesine mani olmak için mi, yoksa gerçekten merak ettiği için mi? diye sordu bu soruyu, bilinmez, ama bu kez konuşan kişi masanın ikinci büyük lideri olan Dündar Aksel'di.

 

"Seninle tanışmak için Arem ve Mert'i ne kadar zorladığımı bilemezsin Hera. Her ne kadar buraya kendi rızanla gelmediğini bilsem bile, gecenin sonunda güzel bir yıla girmeni sağlayacağım," Sesinde Vural Bey'in aksine yumşak ton vardı.

 

Belki bu masadaki herkes Dündar Aksel'in asıl sözlerini anlamamıştı ama anlayan bir kesim olduğu da aşikardı. Az önce Dündar Aksel, Vural Soykamer'e rest çekmişti. Bu gece beni savunacak olan ekibe bir yenisi daha katılmıştı.

 

Masaya derin bir sessizliğin hakim olduğu sürede, Dündar Aksel eliyle garsonlara servis yapın işareti verdi. Arem daha önce bu adetten bahsetmişti. Her yılbaşı gecesi genelde bütün Ulular ve aileleri burada olurmuş. Menü daha önceden belirlenmiş olduğu için yemek seçme hakkı kimseye tanınmazmış. Bu benim katıldığım ilk yılbaşı olacağı için sadece Aksel ve Soykamer aileleri olacaktı yılbaşında. Arem ve Mert'in bunu yapmasının amacı beni daha rahat ettirmekti.

 

Yemekler masaya konup servis yapan garsonlar geri çekildiğinde, ağzını açan ilk kişi yine bu masada benden haz etmeyenlerden biriydi: Lerzan Soykamer, Arem'in kuzeni, annemin katilinin oğlu.

 

"Ee Hera'cım, annenler nasıl?" Bel altı vurmuştu yine. Kaşınıyordu. Ama bu sefer onu kaşıyamayacağımı da biliyordu. Arem neyle tehdit etmişti onu bilmiyordum ama dedesine benim Türk istihbaratı tarafından gönderilen bir ajan olduğumu kesinlikle söylememişti. Buna rağmen oyun oynamaktan da geri kalmıyordu.

 

"Çok iyiler, sağ ol, sorduğun için. Senin babanlar nasıl?" Bel altı öyle değil, böyle vurulurdu işte.

 

Mert'in bıyık altından güldüğüne şahit olmuştum. Şahsen ben de Lerzan'ın bozulan ifadesini görünce gülmemek için kendimi zor tutuyordum.

 

Önümdeki bonfileyi küçük parçalar hâlinde kesip yiyordum. Daha doğrusu yemeye çalışıyordum. Üzerimde bir'den fazla göz varken oldukça zorlanıyordum.

 

"Babanın eski bir Milletvekili olduğunu duydum. Ne hikmetse kızından yeni haberimiz oluyor," Arem'in dedesi oldukça şüpheci bir adam olmalıydı. Ya da belki de benden gerçekten şüphelenmişti.

 

"Anlamadım efendim. Neticede eski bir Milletvekilinin kızını bilip ne yapacaktınız?" Son derece soğukkanlı ve umursamaz bir tavırda önümdeki tabağım ile ilgilenirken kurmuştum cümlemi. Kestiğim lokmayı ağzıma götürdüğüm zaman göz teması kurmuştum Baş Ulu Beyimiz ile.

 

"Doğru! Normal şartlarda sen pek umursadığım biri olamazdın," demişti. Ya sabır! Ya sabır!

 

"Ortada anormal şartlar vardı da benim mi haberim yok?" Gülmüştü. Bu gülüşü biliyordum. Oltaya düştün gülüşüydü. Bende genelde birine sağlam bir laf sokmadan önce ortayı açardım. Karşı taraf yemi yutup istediğim cevabı verince tıpkı böyle sırtırdım.

 

"Ortada daha ne kadar büyük bir anormallik olabilir ki? Neticede sen buraya ölenin yerini doldurmak için geldin." Bazen çok acımasızdır hayat. Ve bazen insanlardır hayat kadar acımasız olan. Bir insanın on beş saniye önce yuttuğu lokması şimdi boğazında kalabilir miydi? Kalıyordu. Çok fena kalıyordu hatta. Öyle ki yutkunsa geçeceğini bilse bile yutkunamıyordu.

 

"Kimsenin birinin yerini doldurduğu yok. Onun canını yakmaktan vazgeç,"

Arem'in dedesine karşı olan öfkesi, ona karşı beni korumaya çalışması bile iyi gelmemişti. Ya da Mert'in elimi elleri arasına alıp, kulağıma sakin olmamı, yanımda olduğunu söylemeleri ah! hiçbir şey bana iyi gelmiyordu.

 

İnsanlar böyle düşünüyordu değil mi? Melisa'yı görmüş, tanımış herkes benim hakkımda böyle düşünürdü. Hera Türkeş, Melisa Aksel'in yerini doldurmak için var diyordu. Bu çok ağır yük olmuştu. Yüküm giderek ağırlaşıyordu.

 

Dünya ile iletişimim yine kopmuştu. Hissediyordum. O geliyordu. Bizi korumak için geliyordu. Hera burada zayıf düşmüştü. Hera'nın şahlanması için Türkeş'in gelmesi gerekiyordu. Türkeş'in soğukluğunu hissediyordum. Türkeş'in umursamayışını. Türkeş'in sağladığı güç namına olan her şeyi hissediyordum. İşte şimdi sırada ışıklar.

 

Gözlerimi tekrar açtığımda kin dolu gözlerimi ona kitlemiştim. Beni buraya getiren adamın dedesine. "Ne, yoksa buraya sadece bunları söylemek için mi geldin?"

 

Saniyelikte olsa şaşırdığını görmüştüm. Az önce darma duman olduğumu gören gözleri şimdi, şahlandığımı görmüştü. Bu onun için imkansız gibi bir şey olmalıydı. Paramparça olan birinin çok kısa bir süre sonra eskisinden bile dik başlı olması mümkün değildi. Onun bilmediği tek bir şey vardı: Yıktığı kişinin Hera olmasıydı. Ne vardı ki şimdi karşısında oturan Hera değildi.

 

"Sinirlenmiş gibi görünüyorsun evlat."

 

"Sinirleneyim diye elinden geleni yaptığın için olabilir mi, ihtiyar?" Sırtmıştı. Kurnazca, sinsice, şeytanice sırtmıştı.

 

"İhtiyar ha! Bak sevdim işte bunu." Mert'i bilmem ama Arem, şimdi kimin gün yüzüne çıktığını çok iyi biliyordu. Artık onun korumasına ihtiyacım olmadığı için arkasına yaslanıp sırıtarak dedesi ve beni izliyordu.

 

Bedenimi ileri doğru yavaş yavaş hareket ettirmiştim. Göz temasını karşımdaki adamdan hiç ayırmamış, sırıtışımı hiç bozmamıştım. Her iki elimin parmaklarını masanın üstünde uyumlu bir şekilde hareket ettirerek kendi arka plan fon müziğimi yapıyordum.

 

"Beni pek sevmedin galiba." Karşımdaki adam ufaktan ufaktan sinirlenmeye başlamıştı. Bunu değişen surat ifadesinden anlayabiliyordum. Onunla dalga geçiyor olmam, onu kızdırmıştı.

 

"Tek bir lafıma bakar, yüzlerce kurşunun bedenine girmesi." Uyarı!

 

"Ve yüzlerce kurşunun bedenime girmesine bakar, torunun elinden kayıp gitmesi." Tehdit!

 

İkimizin arasında soğuk rüzgarlar esiyordu. Zaaflar ihtiyar. Önemli olan tek şey zaaflar. Arem'in zaafları benim. Ve senin zaafların da Arem. Öyleyse kaybettin çünkü ben öndeyim.

 

"Belki bugün onun zaafları sen olabilirsin ama unutmamalısın ki, dün onun zaafları sen değildin. Benzediğin o kızdı." Göz dağı vermek istiyordu bana. Dün o, bugün sen ve yarın bir başkası diyordu. Geliyor olabilirsiniz ama geçicisiniz de diyordu.

 

"Ne dün gelene benzerim ne de yarına."

Ondan ve onun gücünden korkmuyordum.

 

"Küçük bir kızdan korkmam mı gerekiyor?" Bunun farkındaydı.

 

"Karşımdaki sırf bir ihtiyar diye saygıda kusur etmemem mi gerekiyor?" kahkaha attı. Sesi koca alanda yankılanır olmuştu. Korkutucu bir gülüşü vardı. Neyse ki korkmak Türkeş'e yakışmazdı.

 

Kafasını hemen yan tarafında oturan diğer Ulu'ya çevirmişti. Dündar Aksel'e. Hâlâ sırıtışı yüzünden eksilmemişken konuşmuştu.

 

"Senin kız geldi gözümün önüne. Tir tir titrerdi karşımda. Çoğu zaman cevap bile veremezdi. Korkağın tekiydi. O zaman da derdim bu kız benim torunuma layık değil diye. Ama bir de şu küçük hanıma bakın." Alaycı gözleri bana doğru dönmüştü. Yüzündeki şeytani gülümsemeyi silmeden bana bakarak sözlerine devam etmişti. "Nedense Arem'in Kamer tarafını hatırlatı. İkisi birbiri için yaratılmış sanki. Değil mi Dündar?"

 

Acımasız bir adamdı Vural Soykamer. Acısı olan insanları acısından vurmuştu. Arem'in yerinde dikleştiğini, Mert'in sinirden birbirine kenetlediği dişlerinin sesini, Dündar Beyin nefes alıp vermeyi bırakışını, Hacer Hanımın dolan gözlerini hiç umursamamıştı. Zaten o en başından beri bunu hedeflemişti. Bu kez susmam gerekiyordu. Bu kez canını yaktıkları cevap vermeliydi ona.

 

"Defalarca kez söyledim sana onun adını anma diye. Beni, bizi ondan vurma diye."

Arem yaslandığı yerden kalkmış, bedenini öne doğru eğmişti. "Ne yapmaya çalıştığını biliyorum. Hedefin beni son noktaya getirmek. Böylece o da görsün istiyorsun." Arem o'da dediğinde herkesin gözü bana kaymıştı. Konunun ben olduğunu bilmek iyi gelmiyordu. "Onun benim için ne kadar değerli olduğunu görsün istiyorsun. Ama o zaten biliyor. Onun benim için ne kadar değerli olduğunu buradaki herkes kadar iyi biliyor."

 

Arem Barkın Soykamer fazlasıyla öfkelenmişti. Ve yine Arem Barkın Soykamer öfkesini kusmuştu. Bu kez hedefi ben değildim ama nedeni bilinmez bir şekilde onun her lafı kalbime batmıştı. Kalbim delik deşik olmuştu. Benim bugün canım acımıştı. Benim canım niye acımıştı? Oysa ki Arem'in söylediği her şey kelimesi kelimesine doğruydu. Onun için en değerli olan Lotus Çiçeğiydi ve bunu bu Dünya'da en iyi bilecek olan kişi de Tanrıçaydı...

 

"Sustum! Sustum! ama yeter. Baş Ulu olman umrumda bile değil. Kimsenin gözümüzde Melisa'nın yerini aldığı yok. Kimsede onun yerini alamaz. Sakın bir daha kardeşimin adını ağzına alma. Sakın." Oysa ki bu iki veliaht gerek öfkeleri yüzünden olsun, gerek başka sebeplerden ötürü olsun fark etmeksizin ihtiyara istediğini vermişlerdi. Onların da dolaylı yoldan dediği gibi Hera bir Melisa etmezdi. En azından onların gözünde durum böyleydi.

 

Vural Soykamer bana bakıyordu. Vural Soykamer bana gülüyordu. Çünkü bu kez kazanan Vural Soykamer'di. Ve o bunu biliyordu.

 

"Beni kızımdan vuruyorsun ya ortak. Sana bir şey diyemiyorum. Aklıma hep ihanet eden oğlunun geberip gitmesi geliyor da herhalde ondan olması lazım. Ne yapalım senin de kuyruk acını bir yerden çıkarman gerek, değil mi?" Dündar Aksel, Vural Soykamer'e bir kez daha rest çekmişti. Dündar Aksel, Vural Soykamer ile olan maçında onu hükmen mağlup etmişti. Dündar Aksel artık benim idolüm olan Ulu idi.

 

Vural Soykamer'in iki çocuğu vardı. Biri bugün bu masada oturan veliahtımın babası olan Azer Soykamer'di. Diğeri ise bugün bu masada oturan Lerzan'ın ölen babası olan Arzem Soykamer'di. Arzem Soykamer ihanet eden veliahtı. Arzem Soykamer annemin katili olan adamdı.

 

Vural Bey sinirlenmiş gibi görünüyordu. Ancak Lerzan kadar sinirli olamazdı. Kendisi önce yerinden kalkıp sevgili dedeciğinin yanına gelmiş, kulağına fısıldamıştı. Dedesinden onay alınca masayı terk edip gitmişti. Sanırım dedesinden izin almadan gidemeyecek kadar saygılıydı. Ya da sadece bir korkaktı.

 

"Bu konuyu çok yanlış bir yerde çok yanlış bir şekilde bir kez daha açtın. Sesimi çıkarmıyorum. Bu son olsun Dündar. Sakın bir daha oğlumdan vurmaya çalışma beni."

 

"Konuyu açmamın nedeninin senin kızıma değen lafların olduğunu çok iyi bildiğin hâlde şimdi haklıymışsın gibi davranmakta neyin nesi Vural?" Taraflar iyice kızışıyordu. Babam duysa kafamı kırardı belki ama Dündar Aksel'den aşırı derecede yoğun bir Attila Tuğrul Türkeş vibe'ı alıyordum.

 

Vural Soykamer hiç oralı olmuyordu. Aksine bahsi geçen konuların benim yanımda konuşulmaması gerektiğini düşünüyordu. Konuyu kapatma çabası bundandı. Yoksa onda geri adım atacak bir tip yoktu. Sadece bana güvenmiyordu.

 

"Konu çok uzadı. Sonra konuşuruz nasıl olsa." Belki bir göz dağıydı belki de tehdit.

 

"Meral! Sen konuş bakalım güzel gelinim. Söyle bakalım bize, müstakbel gelinini beğendin mi? Hoş kendisi hiçbirimizle muhatap olmuyor ama." Dönüp dolaşıp lafı bana nasıl sokabilirsiniz ya.

 

Meral Hanım'a baktığım da onu ilk kez süzeceğimin farkındaydım. Kısa kızıl saçları vardı. Elena'nın kime çektiği anlaşılmıştı. Güzel bir kadındı. Ama sanki, sanki burada değilmiş gibi görünüyordu. Gözleri boştu. Hiçlik kadar boştu hem de. Ona bakınca düşündüğüm ilk şey günde kaç doz aldığıydı. Acaba günde kaç doz ağır ilaçlar kullanıyordu da bu hâle gelmişti.

 

Meral Hanım ses çıkarmadan birkaç saniye durmuştu. Vural Bey'e baktı baktı ve ağzını sonunda açtı.

"İzninizle, ben bir lavaboya kadar gidiyorum,'' kimse bir şey diyemeden masayı terk etti.

 

"Meral'dan cevap beklemek saçmalık olurdu zaten. E oğlum, sen ne diyorsun gelin adayına?" Azer Bey elindeki içeceğini son bir kez daha yudumlayıp babasına dönmüştü. "Bu seferki seni bile zorlar diyorum." Kamer ailesinden kimsenin Vural Soykamer'i sevmediği o kadar beliydi ki herkes ona kin ve nefret dolu gözlerle bakıyordu. Sevilecek gibi de değilsin ki be ihtiyar.

 

"O biraz zor oğlum. Neticede Arem buna müsaade etmez. O tanrıçasını benden uzak tutmanın daha mantıklı olacağını bilir." Tanrıça kelimesinin üzerine öyle bir baskı yapmıştı ki, kanım çekilmişti resmen. Burada herkesin anlayamayacağı türden bir şeyler dönüyordu. Ve ben alenen tehdit ediliyordum.

 

Arem'in yerinden kalktığına şahit olmuştum. O da bu tehditi anlamış olmalıydı. Elini bana doğru uzatıp beni de yerimden kaldırmıştı. Gözleri Mert ve Evren üzerinde gidip gelmişti. En son Evren'de takılı kalan gözleri Evren'in de ona bakmasına neden olmuştu.

 

"Kamer'lerin güvenliğinden sen sorumlusun kardeşim. Ailemin sağ salim bir şekilde evlere geçtiğinden emin ol. Biz gidiyoruz. Kalırsak iyi şeyler olmayacak çünkü." Evren kafasıyla onaylamıştı onu. Arem'in bugün dedesine karşı beni ikinci koruyuşu ve dedesini ikinci kez tehdit edişiydi. Vural Soykamer, baş kaldırıştan hem zevk alıyor hem de torununun ona karşı geliyor oluşundan haz etmiyordu. Kısacası Vural Soykamer bir deliydi.

 

Evren'in Arem'i onaylaması üzerine masadaki sorunum olmayan kesimle vedalaşmıştım. Her ne kadar hâlâ lavabodan dönmüş olmayan Meral Hanım'a tanıştığımıza memnun oldum diyemesem de onun geri geleceğini biliyordum. Ne yazık ki, biz gittikten sonra gelmesi pek bir anlam ifade etmeyecekti.

 

Dündar Bey ve Hacer Hanım yine ayağa kalkmışlardı. İkisiyle çok samimi olmaya gerek yok diyerek tokalaşan ve nasıl becerdiler bilmesem de bir şekilde ağzımdan bu kez onların evinde yemeğe geleceğime söz aldırtan ben, oğulları tarafından da bağrına bastırılmıştım. Mert'in kollarından zor bela kurtulduğumda bana sarılan yeni kişi ağzımın 'o' şeklini almasına neden olmuştu.

 

Elena Soykamer. Nam-ı diğer kızıl görümcek. Bana sarılmıştı. Kıyamet falan kopacaktı galiba. Elena'nın sarılışından daha çok şaşırdığım bir şey varsa, o da kulağıma kimseye çaktırmadan kurduğu cümleleriydi. "Kaç Hera buradan. Git! Çok uzaklara git. Bulamamalarını sağla seni. Kendin için bir şey yap. Yaşamak istiyorsan bir şey yap."

 

Benden ayrıldığında yüzüne öyle bir maske takmıştı ki, o an bir şeyden emin olmuştum. Elena ilk zamanlar bana karşı çok iyiydi. Fakat çok sonra birden bire aramız bozulmuştu. Aslında bu oyunun parçası olmalıydı. Çünkü Elena Soykamer az önce sergilediği performansıyla bana usta bir oyuncu olduğunu kanıtlamıştı. Şimdi önemli olan tek bir şey vardı. İlk zamanların Elena'sı mı gerçek Elena'ydı, yoksa son zamanlardaki Elena mı?

 

Çatık kaşlarım onun sert yüzünün hatlarında gezinmişti. Kafamda dönüp duran konu üzerine çok düşünememiştim. Yine ve yeniden birinin kolları arasında bulmuştum kendimi. En küçük Kamer'in. Arem ve Elena'nın en küçük kardeşleri olan Görkem'di bana sarılan. O da tıpkı ablası gibi fısıldamıştı bir şeyleri kulağıma.

 

"Ağabeyimden başka kimsenin dedeme baş kaldırdığına şahit olmamıştım. Sen gerçekten ağabeyimin aynısısın. Ailemize hoş geldin, yenge." Gerçekten mi Görkem? Gerçekten hoş mu geldim ailenize? Eğer öyleyse omzunun gerisinde duran deden, bana her şey yeni başlıyormuş gibi niye bakıyor?

 

 

*

 

 

"Neden geldik buraya veliaht?"

Restoranttan ayrıldıktan sonra, Arem beni evime götürmek yerine başka bir yere götüreceğini söylemişti. Yol akıp gittiğinde geldiğimiz yeri çıktığımız yoldan tanımıştım. Tüylerim diken diken olduğunda, ona geri dönmek için defalarca kez diretsem de beni dinlememişti. Arem beni Türkeş'in ortaya çıktığı ilk yere getirmişti. O uçurumun başına, içinde yakıp kül ettiğim bir adamın olduğu kulübenin; küllerinin kaldığı o yere getirmişti.

 

"Bir dakikamız kaldı."

 

"Ne?"

 

"Yeni yıla girmemize son bir dakikamız kaldı tanrıça."

 

"Bunun şu an bu uçuruma gelmiş olmamız ile ne alakası var Arem?" Çığırışımın tek sebebi, bu lanet yere sadece lanet olası doğum günümde geliyorken beni erkenden getirmiş olmasıydı.

 

Cebinden çıkardığı telefonuyla birkaç tuşa bastığında birdenbire önümüzdeki alan aydınlanmıştı. Gözlerimi aydınlanan yere çevirdiğimde ağzım şokla aralanmıştı. Yıllar önce baktığım yerde, benim tarafımdan yakılıp kül edilen bir kulübe vardı. Orası artık boş değildi. Orada artık çok güzel bir şey vardı.

 

 

Yüksek uçurumun kenarına konumlanmış, görkemli taşlarla inşa edilmiş bu muhteşem ev, manzaraya hâkim bir konumda yükseliyordu. Dış cephesi, sağlam taş bloklarla örülmüş, kusursuz bir denge ve simetriye sahipti. Ön cephesinde geniş, zarif cam pencereler bulunuyor, bu pencerelerden içeriye ışık dolup taşırken, evin dışarıdan bile aydınlık ve davetkar bir hava vermesini sağlıyordu. Kafamı hızla yanımda duran adama çevirmiştim. Bana tebessüm ederek bakıyordu. İki eli yüzümü kavradığında hâlâ kendime gelememiştim.

 

"Bu Arem'in tanrıçasına verdiği bir hediye değil. Bu Kamer'in Türkeş'e verdiği ilk hediyedir. Mutlu seneler, tanrıça."

 

Elleriyle yüzümü okşadığında, yüzü yüzüme yaklaşmıştı. Gözleri gözlerimde gezindi. Benden onay bekliyordu. Kalbim göğüs kafesimin varlığını inkar edercesine attığında sadece bakmakla yetinmiştim. Ben bir bakmıştım ve de o beni tek bakışımla anlamıştı.

 

Yüzü yüzüme daha fazla yaklaştı ve dudaklarımız o anda birleşti. Yumuşak bir çarpıntı bedenimi sardı. Dudaklarının ilk dokunuşu, hafif bir titremeyle başladı; nazikçe dudaklarımı aralayıp içime doğru kaydı. Nefes alışverişimiz senkronize oldu ve birbirimize olan tutkumuz, her öpücükte daha da derinleşti. Beni öptü ve onu öptüm.

 

Dudaklarımızın hareketleri, bir dansın ritmi gibi mükemmel bir uyum içindeydi. Onun dudakları benimkilerle dans ederken, hafifçe ıslandı ve birbirimizin tadını almaya başladık. Dudaklarının yumuşaklığı, beni huzura götürürken, dudaklarımın hafif ısırıkları onun nefesini kesiyordu. Bir eli yüzümü okşuyarak boynuma ilerlemiş, oradan da sırtımda yer edinmişti. Beni kendine iyice bastırdığında, boşlukta duran ellerim havaya kalkmıştı. Kollarımı boynuna dolayıp, elimi simsiyah saçlarının arasına atmıştım. Onun öpüşü sertleştikçe benim ense kökünde duran saçlarına yaptığım eziyet sertleşiyordu.

 

Gözlerim kapalıydı, sadece onun dudaklarının hissine odaklanmıştım. Her bir nefes alışverişimizde, birbirimize olan arzumuz daha da yoğunlaşıyordu.

Onu öpmek, onu sevmek ilk kez kulağa korkutucu değil, dudağa tatlı geliyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(🎭)

 

 

 

Loading...
0%