Yeni Üyelik
7.
Bölüm

🎭6 KAMER'DE BİR GECE

@mavimsu_

 

Hayatınız boyunca hep sevgiyle kalın, saygıyla kalın, aşkla kalın ve de kitabımı okumaya devam ederek kalın.

 

 

Keyifli okumalar dilerim...

 

 

(🎭)

 

 

Bölüm Sözü

 

Sonra bir kız vardı orada. Ağlayan yalnız bir kadın. Sordum ona ve dedim ki: "Neydi be senin derdin?" Gözleri gözlerime değdi ve dedi ki bana: "Ben sadece sevdim."

 

H. G. 

 

 

 

(🎭)

 

Arabanın içi dışarısına oranla çok daha sıcaktı. Ha! Bir de bana ne yapacağımı bilemediğim için gelenler de vardı. Onun da ateşi basmış olabilirdi her yanımı. Arem, aracı çalıştırmak için benim evimin adresini vermemi bekliyordu. Ben sözde evimin adresini maalesef ki bilmiyordum. En azından henüz bilmiyordum. Veliaht gözlerini üzerimden çekmiyordu. Benim aklım bu durumun içinde henüz sağlam yalan üretememişti. Uzun süreli sessizlik geçmişti aramızda. Hatta öyle ki daha fazla sessizlik demek şüphe duygusunun gün yüzüne çıkması demekti.

 

Bunun olmasını katiyen istemiyordum. Aklıma gelen ilk adresi vermiştim ona. O da hemen yola koyulmuştu zaten. Arabayı çalıştırdığını görünce arkama yaslanmış, pencereden geçip giden yolu seyre dalmıştım. Bir yerden sonra yanından süratle geçip gittiğimiz araçları saymaya başlamıştım. Şu anda tam olarak kırk iki arabayı solamış bulunmaktaydık. Fazla hız erken öldürür bilmez misin veliaht?

 

Hızla ilgili problemim yoktu. Ben de hız yapmayı severdim. Lakin dediğim gibi, ben yapıyorsam severdim. Kendime güvenim tamdır da yanımdaki pek bir güven vermiyordu. Sessiz ve bol hızlı geçen yolculuğun ardından söylediğim adresteki mahalleye gelmiş bulunmaktaydık. Arabanın önünde durduğu yer sekiz katlı eski binanın önüydü. Veliahtın soru dolu gözlerini üzerime sabitlediğini hissediyordum. Yüksek ihtimalle koskoca milletvekilinin kızının böyle bir yerde neden yaşadığını sorguluyordu.

 

"Burada yaşamıyorum. Sadece bu gece kafamı dinlemeye ihtiyacım var."

Camdan dışarı bakıp tekrar ona dönmüştüm. Sessizce beni dinliyordu.

 

"Arkadaşım da kalacağım." Sözlerim Arem'in kafasındaki soru işaretlerini gidermiş olacak ki çatılmış kaşları gevşemişti. Eminim bu hareketinin farkında bile değildi. Konuşma sırası ondaydı artık.

 

"Saat geç oldu. İstersen arkadaşını ara. Kapıyı sen gidene kadar açmış olur."

Çok ince düşünüyordu. Bana karşı olan nazik ses tonu ona karşı içimde istemsizce oluşan kötü duyguları tek tek yok ediyordu.

 

"Olur... "

Onu onayladıktan sonra Afra'yı aramıştım. Oldukça uzun süredir arkadaştık. Son zamanlarda muhbirlik yaptığım için onu fazlasıyla aksatmıştım.

Muhtemelen telefonu açtığında bana demediğini bırakmayacaktı. Telefon biraz daha çaldığında sonunda hattın ucundan Afra'nın sesini duymuştum.

 

"Ooo yavru kuş aklına geldik bakıyorum."

Tepkisinde haklı olduğundan ses etmemiştim. Arem'in gözlerini üzerimde hissettiğimde doğrudan konuya girmiştim.

 

"Senin evin önündeyim. Kapıyı aç!"

Önce susmuştu. Neden sustuğunu anlamamıştım. Susmak ona göre değildi.

 

"Açamam."

Sesini duyduğumda yavaş yavaş öfkelendiğimi hissetmeye başlamıştım.

Uykusuz, yorgun ve tehlikedeydim. Trip atmayı biraz daha geciktiremez miydi?

 

"Ne demek açamam trip atmanın sıra-"

 

"Evde değilim yavru kuş. Poyraz'la beraber Antalya'dayız."

Gözlerim şaşkınşıkla açılmıştı. Evde değil miydi? Derin nefes alıp vermiştim. Şansım olsa zaten şaşardım.

 

"Antalya'da ne işiniz var?"

Sesim bıkın çıkmıştı. Yapacak bir şey yoktu. En azından sohbeti uzatabilirdim.

 

"İstersen Poyraz'a sor."

Birkaç gıcırtının ardından Poyraz'ın sesini duymuştum.

 

"Al! al! götüme sok telefonu."

Ağzım şokla açılmıştı. Poyraz'ın ağzının bozukluğu arabanın içinde şiddetle yankılanmıştı.

 

"Offf Poyraz tut işte! Kolum yoruldu senin yüzünden."

Afra'nın bıkkın sesini duyduğumda yanlış kişileri aradığımı çok geç olsa da fark etmiştim.

 

"Mr. Fantastic misin kızım sen? Şu durduğun pozisyona bak. Yönelimimi bilmesen, bana halleniyor diyeceğim."

 

Gözlerim bir kez daha şokla açıldığında telefonda geçen tüm o konuşmayı Arem'in duymamasını umut etmiştim. Gözlerim onun suratına çıktığında gülmemek için kendisiyle mücadele ettiğini görmüştüm. Ona baktığımı hissettiğinde gözleri bana dönmüştü. Hiçbir şey söylemeden omuz silkmişti. Kulak misafiri olmaktan zevk aldığını böylece vurgulamıştı. Tekrar derin nefes alıp vermiştim. Ondan bakışlarımı alıp, camdan dışarı çevirmiştim. Rezil olmuştum. Hem de öyle böyle değil.

 

"Mr. Fantastic mi? O kim be?"

Afra'nın sesini duyduğumda, konu hangi ara buraya geldi diye düşünmeye başladım.

 

"Cehaletin yüzünden ağlayasım var ama makyajım bozulur diye ağlamayacağım."

Benim de rezil oluşum yüzünden ağlayasım vardı ama konu sardığı için ağlamayacaktım.

 

"Marvel Comics'ten 'Mr. Fantastic' Ya da gerçek adıyla Reed Richards'tır. Mr. Fantastic, 'Fantastik Dörtlü' adlı süper kahraman grubunun en sevdiğim üyesidir. Süper gücü, vücudunu istediği şekilde uzatabilmesi ve esneyebilmesidir. Hiç mi film izlemedin cahil?"

Poyraz tekrar konuştuğunda bahsettiği filmi izlemeyi aklımın bir köşesine kazımıştım. Umarım rezil olduğuma değecek türden iyi filmdir.

 

"Aman neyse ne? Hera telefonda, konuş onunla."

Afra'nın trip atan sesini duyduğumda bu gece artık bitsin diye en son tanrıya dua edecek kıvama gelmiştim.

 

"Aaa kraliçem mi aradı? Çekil kız şuradan."

Az kalmıştı yakında Afra büyük patlardı nasıl olsa.

 

"Hera kuşum... Nasılsın minik serçem?"

Poyraz'ın sesi tekrar arabanın içinde yankılandığında üzerimde bir kez daha rezil olmuş olmanın rahatlığı vardı ya da ağırlığı da olabilirdi emin değildim.

 

"Antalya'da ne işiniz var Poyraz?"

Doğrudan konuya girdiğimde beni hiç bekletmeden cevabı vermişti. Sohbet sarıyor olabilirdi ama yanlış kişinin yanında sarıyordu. Uzatmaya gerek yoktu.

 

"Pride yürüşüne katılacağız. Şimdi oteldeyiz. Yürüyüş yarın olacak. Seni de götürmek istedik ama hiç açmadın telefonlarımızı." Trip attığı için sona doğru sesi fazlasıyla incelmişti.

En büyük eğlenceyi kaçırdığıma inanamıyordum. Poyraz'ın olduğu tüm yürüyüşler mükemmel olurdu. Oysa ben veliahtlar operasyonuna hazırlandığımdan dolayı onlarla konuşmayı hep sonraya ertelemiştim.

 

"Dersler çok yoğundu hiç fırsatım olmadı."

Gözlerim tekrar Arem'e döndüğünde onun pür dikkat bizi dinlediğini görmüştüm. Öyle özel hayat falan, hiç kimsenin umurunda değildi artık.

 

"Bir dahaki sefere kesinlikle geliyorsun. Şu sarı çiyanla uğraşmak gerçekten çok zor. İkimiz beraber yolalım artık şunu."

Poyraz tekrar Afra'ya sataştığında hattın ucundan çığlık sesi gelmişti.

 

"Ehh yeter ama artık. Şimdi göstereceğim sana sarı çiyanı."

Yüksek ses yüzünden yüzümü ekşitmek zorunda kalmıştım. Bahsettiğim büyük patlama gerçekleşmişti.

 

"Aaahhh kız bırak saçımı. Şimdi ben sana göstermez miyim-"

 

Dıttt! Dıttt! Dıttt!

 

Telefon kapandığında yutkunmuştum.

Fena hâlde rezil olmuştum. Babam bana hep arkadaşlarını iyi seç derdi. Onun isteklerini yerine getirmeyen tarafım dersini bugün fazlasıyla ağır şekilde almıştı. Arem ile göz göze gelmek bile istemiyordum. Daha fazla rezilliği bünyem kaldıramazdı.

 

"Bir şey teklif etmek istiyorum."

Arem'in eğlenen sesini duyduğumda başımı koltuğa yaslamış bakışlarımı arabanın tavanına sabitlemiştim.

 

"Teklifinizi iletiniz. Biz size geri dönüş yaparız."

Yorgunca konuşmuştum. Ne söyleyeceği hakkında hiçbir fikrim yoktu.

 

"Benimle gelmeye ne dersin?"

Tavanı izleyen bakışlarım hedefine onu almıştı.

 

"Nereye?"

Sorumu ona sorar sormaz gözlerini gözlerime dikip cevap vermişti bana.

 

"Kamer'e."

Gözlerimi kısıp onu izlemeye devam etmiştim.

 

"O ne be?"

Fazlasıyla medeniyet görmüş olmanın etkisiydi, tepkimin sebebi. Bana gülümsemişti. Sokak lambasının ışığı, arabanın içini az da olsa aydınlatıyordu. Işığın izin verdiği kadarıyla görüyordum yüzünü ve mimiklerini.

 

"Kamer benim evim."

Ha öyle miymiş? Dermiş gibi bakış attım ona. Henüz ne dediğini tam olarak kavrayamamıştım. Sözlerinin çıktığı anlamı kavradığımda ise sertçe bakmıştım ona.

 

"Beyefendi çok affedersiniz ama bir şey sormak istemekteyim."

Sözlerim, iğneli dilim sayesinde batma özelliği taşımaktaydı.

 

"Buyur Tanrıça."

Ben iğneliydim, iğneli olmasına ama veliaht umursamazın tekiydi. Batıyor olması ona işlemiyordu.

 

"Sapık mısınız?" Sözlerim arabanın içinde duyulur duyulmaz bir anda arabanın içini kahkahası doldurmuştu. Beklenmedik tepkisi sebebiyle neye uğradığımı şaşırmıştım.

 

Kahkahasını duyunca kalbim hızla atmaya başladı, sanki bir kuş kanat çırpıyordu içimde. O kahkaha, o an, bütün dünyayı unutturacak kadar güzeldi. Yüzümde bir gülümseme belirdi, hiç istemeden. Gözlerimde bir ışıltı varmış gibi hissettim. Sadece baktım. Öylece baktım. Fena hâlde baktım.

 

"Bana ne kadar iyi geldiğinin farkında olsan, öyle bakmayı keserdin tanrıça."

Aniden durup gözlerime yoğun şekilde baktığında bakışlarımı dayanamadığım için çekmiştim ondan. Ön camdan dışarı baktığımda düşünmeye başlamıştım. Babamın beni hiç düşünmeden tutup attığı ateşi, düşünmeye başlamıştım. Benden istenilen onlara yakın olmamdı. Çok değil saatler önce bunu yapmaktan vazgeçmiştim. Vazgeçtiğim an veliaht çıkıp gelmişti. Hissediyordum artık hep çıkıp gelecekti.

 

Kaçışım yoktu. Birimizden biri kaybedecekti ama asla ikimiz de aynı anda kazanamayacaktık.

 

Yapmak zorundaydım. Kaybetmemek için kazanmak zorundaydım.

"Hadi gidelim." Kendinden emin çıkan sesim, bana bile yabancıydı.

Ona bakmadan konuşmuştum. Gözlerini tüm merakıyla beraber üzerimde hissediyordum.

 

"Nereye tanrıça?"

Sokak lambasından aldığım bakışlarımı onun orman gözlerine çıkardığımda kendisinin, hâlâ daha beni izlediğini görmüştüm.

 

"Kamer'e."

Sesim geceye yayılmıştı. Gecenin içinde kaybolmuştu. Ben hikayenin bu kısmında sadece konuşmuştum. Oysa sesim hikayenin sonunda çığlık olarak yankılanacaktı.

 

Bana son kez bakıp, önüne dönmüştü Arem. Bahsi geçen Kamer'i daha şimdiden merak eder olmuştum.

 

*

 

Arabanın penceresinden dışarıya bakıyordum. Yol, uzanıp gidiyor, hiç bitmeyecek gibi görünüyordu. Yolun kenarında sıralanmış ağaçlar, birer birer geride kalıyordu. Hafif bir rüzgar, yaprakları hafifçe sallıyordu. Karşımda uzanan manzara, her an değişip duruyordu. Yol, uzun sayılacak türden yolculuk boyunca akıp gitmişti.

 

Sonunda araba durduğunda, büyük ve ihtişamlı olan kale kapısına benzer bir kapının önünde durduğumuzu görmüştüm. Sadece kapınının önünde bile yirmiden fazla adam vardı. Tahminim sadece evin değil, bu bölgenin tamamının düzinelerce adam tarafından korunduğu yönündeydi.

 

Orman gözlü adamın evi ormanın tam da içindeydi.

 

Kapı her iki yanında hareketle açılınca Arem, duran arabasını tekrar çalıştırmıştı.

Araba büyük, ihtişamlı kapıdan geçip içeriye doğru yol aldığında, gözlerim kocaman açıldı. Karşımda uzanan manzara, tam anlamıyla bir masal dünyası gibiydi. Her bir detayıyla büyüleyici ve göz kamaştırıcı bir bahçenin içindeydik. Renkli çiçeklerle süslü, yeşillikler içindeki geniş çim alanı, rüzgarın hafif esintisiyle sallanan nadir bitkiler ve zarif ağaçlar, bana daha şimdiden huzur vermişti.

 

İleride yükselen ev ise, adeta bir saraydı. Zarafeti ve ihtişamıyla göz boyuyordu. Beyaz mermer sütunlar, yüksek tavanlarla birleşerek bizi karşılamıştı. Her bir detay özenle seçilmiş, estetik bir zenginlik sunuyordu.

 

Bahçenin merkezindeki muhteşem havuz, ışıltılı sularıyla göz kamaştırıyordu. Havuzun kenarındaki şezlonglar, dinlenmek için mükemmel bir noktaydı.

 

Sadece giriş kısmı o kadar harikaydı ki buranın dizaynına resmen düşmüştüm. Minimum bir ormanın içinden harika taşlar ile döşenmiş yolun üstünden gidiyormuş gibi hissediyordum. Araba durunca aynı anda inmiştik. Büyük ve muhteşem yapıda olup adeta "ben lüksüm" diye bas bas bağıran evin dış mimarisi şu anda ilgimi zerre çekmiyordu. Arabadan inerken bahçenin tam ortasında duran o eşsiz güzelikteki yer, şu anki hedef noktamdı. On iki Büyük Olimpus Tanrısı'nın heykeli... On tanesi kendi aralarında yuvarlak halka oluşturmuştu. Onlar:

 

•Bilgelik ve savaş tanrıçası Athena

 

•Müzik Tanrısı Apollon

 

•Deniz Tanrısı Poseidon

 

•Savaş Tanrısı Ares

 

•Doğa ve Bekaretin Tanrıçası Artemis

 

•Tarım Tanrıçası Demeter

 

•Güzelik Tanrıçası Afrodit

 

•Eğlence Tanrısı Dionysos

 

•Zenginlik Tanrısı Hermes

 

•Metalurji tanrısı Hephaistos'tu.

 

Her heykelin birbiri arasındaki uzaklık üç veya beş metreydi. Ayrıca heykellerin her birinin boyu en az üç metreydi. Halkanın tam ortasında on iki Olimposlu'nun diğer iki isimi yer alıyordu. Onlar mitolojide kral ve kraliçe olarak geçen Göklerin ve Şimşeklerin Tanrısı Zeus ile bereket ve doğurganlık Tanrıçası olan Zeus'un eşi Hera'dı.

 

Hera'nın elinde kendi simgesinden biri olan zambaktan asası vardı. Keza eşi Zeus'un elinde de kendisiyle özdeleşmiş şimşeği yer alıyordu. Her ikisinin yüz ifadesi nefreti barındırıyordu. Asalarını birbirlerine doğrultmuş vaziyette adeta birbirlerini boğmaya yer arayan iki heykel olarak duruyorlardı karşımda.

 

Tarihte Yunan mitolojisine ait birçok kehanet bulunuyordu. Ben bu kehanetlerin birçoğunu biliyordum. Adımdan dolayı birçok kez araştırma yapmıştım bununla ilgili. Oldukça eğlenceli bir konuydu. Daha önce sadece bir kehanete bu heykellerin resmettiği konuyla ilgili hikayeyle karşılaşmıştım. O hikâye annemden bana yadigârdı. Bunun üzerine pek âlâ konuşulabilirdi. O hikayeyi kimse bilemezdi. Bu Veliaht nerden biliyor diye konuşulabilirdi? O gün bugün değildi. Bugün için çok daha vahim konular söz konusuydu. O konu aydınlığa kavuşulmadan başka bir konuya mümkün değildi ki giriş yapalımdı.

 

"Bu heykeller buraya beni tanıdığın anla aynı zamanda gelmemiştir değil mi? Çünkü daha tanışalı 24 saat olmadı da."

Sanırım ben onun bir sapık olduğunu düşünmekten asla vazgeçmeyecektim. Tabii o da her seferinde bana kendini açıklamaktan vazgeçmeyecekti.

 

"Hayır. Sekiz yıl kırk üç gündür burada duruyor bu heykeller."

Vay canına oldukça uzun zaman olmuştu. İçim az da olsa rahatlamıştı.

 

"Peki benim adımın Hera olduğunun farkında mısın?"

3 yaşındaki çocuk sendromu baş göstermişti ben de. Durmadan soru soruyordum. Arem iyi bir ebeveyn olabilirdi. Bıkmadan ve nazikçe cevaplıyordu.

 

"Evet, Tanrıça."

Gözlerini gözlerime diktiğinde tekrar konuşmuştum.

 

"Hani şu senin için çok değerli olan kıza da benziyorum ya ben?"

Kaşları ilk kez çatılmıştı. Yine de sesinin tonu aynıydı.

 

"Sadede gel Tanrıça." Bakışlarını benden alıp, heykellere doğru çevirmişti.

 

"Bu çok tuhaf bir durum?"

Elimle ensemi kaşımıştım. Konuya girmek istiyordum ama konunun onun tarafından olan hassasiyeti sebebiyle tam anlamıyla giriş yapamıyordum.

 

"Nesi tuhaf ki?"Sıkıntıyla konuşmuştu. Derin nefes alıp vermişti. Hâlâ anlamamıştı.

 

"Nesi değil ki?" İçinde olduğumuz durumun nesi tuhaf değil ki veliaht?

 

"En iyisi tesadüf deyip geçelim."

Yanlış anlamıştım çünkü beni anlamıştı. Sâdece anlamamış gibi yapmayı tercih etmiş olmalıydı.

 

"Ben geçerim geçmesine de sen geçebilecek misin?" Sözlerimde yoğun oranda imâ vardı. Gözleri tekrar gözlerimi bulduğunda üzerime doğru eğilmişti. Korumalara da eğlence çıktı sayemizde iyi mi?

 

"Ben de geçerim. Ama senden değil."

Sesinde yatan yoğun imâyı hissettiğimde ona garip olduğuna emin olduğum bakışlarımı yollamıştım.

 

"Ne demekti bu şimdi?"

Şaşkın şaşkın ve garip garip bakıyordum ona.

 

"Ne anladıysan o, Tanrıça."

Omuz silkmişti. Üzerime doğru eğilen vücüdu dikleştiğinde son sözüne cevap vermemi beklemeden arkasını dönüp gitmişti. Bana da açık kalan ağzımı kapatıp peşinden gitmek kalmıştı. Bunu yaparken arada Tanrı ve Tanrıçalara Allah'ın selamını vermeyi de ihmal etmemiştim. Ayıptır.

 

Arem'i peşinden takip ediyordum. Yine büyük kapılardan birinin önünde durmuştuk. Yanındaki panele avuç içini koymuştu veliaht. Bu sayede açılacaktı kapı. Yine çok zeki olduğum anlardan birindeydik. Kapı kilit sistemini devre dışı bırakarak açılmıştı. Önden veliaht, arkasından da ben içeri girmiştik. Evin dışı gibi içerisi de ne kadar güzelmiş diye düşünürken biri konuşmuştu. Ne vardı ki, konuşan ne bendim ne de veliaht'ın kendisiydi.

 

"Hoş geldiniz, Arem Bey ve güzel Hanımefendi."

Etrafta bizden başka kimse yoktu. Konuşan kişiyi göremiyordum.

 

"Hoş buldum ama sizi bulamadım tam olarak nerdesiniz acaba?"

Gözlerim her tarafı tarıyordu. Yoktu. Kesinlikle burada bizden başka kimse yoktu.

 

"Her yerdeyim."

Sesini duyduğumda içimi ürperti kaplamıştı. Veliahta güven olmayacağını bilmem gerekirdi.

 

"Oldu o zaman, biz sizi tutmayalım."

Her yere göz gezdiyorum ama kimseyi göremiyordum. Seste çok yakından geliyor gibiydi. Cinler mi bastı evi? Nereden geliyordu bu ses?

Veliaht'a çevirmiştim gözlerimi. Kendisi zaten pür dikkat beni izliyordu.

 

"Bir şey soracağım, izninle." Benim

korku dolu gözlerime karşın onun gözlerinde eğlendiğini belli eden izler vardı.

 

"Tabii, lütfen." Kafasını devam etmem için hafifçe sallamıştı.

 

"Evini cinler basmış. Ben bir Fatiha biliyorum, o da ancak bana yeter. Gidiyorum ben. Senin evin senin cinin. Başının çaresine bakacaksın artık."

Arkamı dönüp kapıya doğru yol almıştım. Tam açık kapıdan çıkıp gidecektim ki veliaht konuşmuştu.

 

"Alice, bütün giriş ve çıkışları kitle."

 

"Peki efendim." Açık kapı kendiliğinden hareket edip kilitlenmişti gözümün önünde. Siktir! Siktir! Siktir! Rezil oldum, imdat. Bir gün içinde daha ne kadar rezil rüsva olacaktım ben? Yavaş hareketlerle olduğum yerden ona doğru dönmüştüm. Sevimli olmaya çalışarak, yüzüme en güzel gülümsememi kondurmuştum.

 

"Zaten anlamıştım ben. Sadece seni denedim." Yersen Hera. Kesinlikle yersen.

 

"Ya, eminim öyledir."

Arem'in sesinde ki alaycı ton ve başını sallayıp durması bile içime öküz gibi oturmuştu. Dalga geçiyordu. Gülmemek için zor tutuyordu kendini.

 

"Öyle zaten." Burun kıvırmıştım. İnanmıyorsa inanmasındı, kimin umrunda? Rezil olan tarafımın umrunda olabilirdi ancak rezil olan tarafımda benim umrumda değildi.

 

"Bende öyle olduğunu söyledim zaten."

Beni yemediği şeyi yediğine inandırmaya çalışıyordu.

 

"Susar mısın?"

Tanımadığımız etmediğimiz adama ne diye trip atarız bilmem ki.

 

"Sen istersen, susarım, Tanrıça."

Neyse ki hikayede odun olan kişi bendim de romantik sözlerinden zerre etkilenmiyordum.

 

"İstedim. Sus!"

 

Kafasını bu gece bilmem kaçıncı kez iki yanına sallayarak gülmüştü. Bu da iyice eğlenmişti sayemde. Aman ne güzel. Az önce susmasını istediğim adama soru sormanın mantıklı olduğunu düşünerek saatin kaç olduğunu sormuştum. İçimden geldiği için yapmıştım bunu. Saati merak ettiğim için değil.

 

"Saat kaç?"

 

"Saat 1:45 , günlerden cumartesi. Sıcaklık 22 derece. Hava parçalı bulutlu. Yarın yağış olma ihtimali %32,5. Nem Oranı 54%."

Cevabı veren cin, aman! Robot Alice'di. Bundan her eve lazımdı. Arem'e döndüğümde gözlerinin üzerimde olduğunu görmüştüm. Şaşırdık mı? Hayır.

 

"O değil de, ben acıktım. Yemek yapmayı da biliyor mu senin robot?" Ben de ki arsızlık seviyesine bazen ben bile hayret edebiliyordum.

 

"Adım Alice! Robot değil efendim."

Al kırdın kırdın. Robot'a robot dediğim için özür dilese miydim acaba?

 

"Sevgili Alice, ben acıktım da, ayıptır sorması, hamarat mısındır?"

Ne özür dileyecektim elin robotundan.

 

"Bugünün menüsü Yunan mutfağına ait. Ara sıcakta horiatiki ve trirokraketes. Ana yemekte suutaki ve pastiçyo. Tatlı olarak da diples var efendim. Umarım hoşunuza gider. Yemeklerin ısınması için fırınları çalıştırdım bile."

 

Sevgili robotcuğum trajik bir şekilde bugünün menüsünün Yunan yemeği olduğunu söylemişti. Demek ki bu evde her gün başka ülkenin yemekleri pişiyordu. Ah ulan, şu hayatta zengin olmak vardı. Bir dakika! Zengin bile bunların yanında fakir kalırdı. Ah ulan, şu hayatta veliaht olmak vardı...

 

"Aa, yerim tabii Alice'cim. O kadar şanslıyım ki Yunan mutfağına denk geldim. Zaten koskoca dünya mutfağında Yunan mutfağından başka bir tek Türk mutfağını yiyebilirim. İyi oldu bu."

Karşılaştığım tek şey sessizlik olmuştu. Error vermişti anlaşılan.

Robotun yaptığım ince göndermeyi anlayacak kadar zekasının olmadığını fark ettiğimde onunla uğraşmayı bırakmıştım. Burada uğraşabileceğim tek kişi olan adama dönmüştüm.

 

"Mutfak nerede?"

 

Keyifli surat ifadesini hiç değiştirmeden onu takip etmemi söylemişti. Öyle yapmıştım ben de. Büyük evin içinde girişten mutfağa gitmek bile beş dakika sürüyordu. Bu da zengin derdiydi işte, ne yapalım?

 

Sonunda üç oda büyüklüğündeki gösterişli mutfağa gelmiştik. Hayır, gördüğüm kadarıyla tek yaşıyordu, hepsi boş israf. Tek demişken, iyi ki onu içimden demiştim, yoksa ikinci bir robot tribini bünyem kaldıramazdı.

 

Veliaht, ısınan yemekleri tabaklara koyarken ben de oturduğum yerden onu izliyordum. Yardım edecek değildim herhalde. Madem evin sahibi oydu, o zaman bir zahmet baksındı bana. O yemekleri servis etmek ile uğraşırken ben onu dikizlemek ile uğraşıyordum. Adam aşırı karizmaydı. Yaptığı işi değil de onu kesiyordum daha çok. Bir ara göz göze gelmiştik. Onu kestiğimi görünce sırıtıp göz kırpmıştı. Utandım mı? Hayır tabii ki. Keza hâlâ onu kesiyordum. Bütün yemekleri masaya güzelce servis etmişti. Hamaratı da. Bu konuyla ilgilenemezdim çünkü çok açtım. Nezaketi pek umursadığımı söylemezdi aç olduğumda. Önceliğim daima midemi doyurmaktı.

 

Robot falan da olsa eli ya da daha doğrusu kablosu çok lezzetliydi. Yemeklerin tadı gerçekten enfesti. Yemek yerken aynı zamanda veliaht ile berâber havadan sudan konuşmaya başlamıştık. Beni tanımaya çalışıyordu. Sorduğu sorulardan anlayabiliyordum bunu.

En sevdiğim filmi, en sevdiğim kitabı, okuduğum son kitabı sorduğunda onunla sohbet etmenin aslında fazlasıyla keyifli olduğunu fark etmiştim.

 

Gecenin ilerleyen saatine rağmen bir yandan acıkan karnımızı doyururken, diğer yandan kitaplar hakkında konuşmaya başlamıştık. "Albert Camus'un Yabancı'sı. O kitabı okumayan birini tanımıyorum."

 

Arem, yüzünde duran tebessümü ile, hızla cevaplamıştı beni. "O kitap gerçekten etkileyiciydi. Camus'un tarzını ve felsefesini bende seviyorum." Ona sonuna kadar ve de tüm benliğimle katılıyordum."Tam olarak bende! Ayrıca dönemin siyasi ve entelektüel atmosferini kitapta hissetmek çok etkileyiciydi." Yüzümden gülüşüm hiç silinmiyordu. Biriyle sevdiğim kitaplar hakkında konuşmaya bayılırdım.

 

"Haklısın tanrıça. Camus'un varoluşçu felsefesi, hayatın anlamını sorgulayan herkesi etkiliyor. İkimizi de etkilemiş olmasına şaşmamalı."

 

Onun orman yeşili gözlerine baktığımda konuşmadan önce küçük bir yudum su içmiştim. Boğazımın yumşadığına emin olduğumda tüm içtenliğimle sohbetimize devam etmiştim: "Ben hayatın anlamını sorguluyorum orası kesin ama senden hâlâ emin değilim." Gülümsemişti. Kafasını 'öyle olsun' dermişcesine aşağı ve yukarı sallamakla yetindi.

 

Neredeyse tüm gece boyunca, Yabancı kitabına olan sevgim ve Albert Camus'un eserlerine olan hayranlığım yüzünden dakikalarca konuşmuştum. Hiç bıkmadan beni dinlemişti. Sadece dinlemesi bile başlı başına mutlu olmam için yeterliyken aynı zamanda kendi fikirlerini belirtip kitaplara bambaşka bakış açılarından bakmamı sağlamıştı. İtiraf etmem gerekirdi ki onun yaratıcı bakış açıları ufkumu açmıştı.

 

*

 

Üzerimdeki resmen artık kırmızı görünce kusacağım gece elbisesinden bıkmış vaziyetteydim. Arem beni misafir odalarından birine getirmişti. Üst katlardan birinde Arem'in gelmesini bekliyordum. Kız kardeşinin ara sıra onda kaldığını söylemişti. Onun kıyafetlerini getirmek için gitmişti. Adamın evinde üst kata çıkmak için merdiveni değil, asansörü kullanmak gerekiyordu. Nesin sen? Adnan Ziyagil mi?

 

Oda devasa büyüklüğe sahipti. Kocaman bir yatak vardı. Yatağa bakarak konuşmuştum. "Bir girsem sabaha kadar çıkmayacağım içinden". Veliaht gelene kadar elimi yüzümü yıkamıştım. Tek kullanımlık diş fırçası ile inci gibi dişlerimi fırçalamıştım. Geriye sadece rahat bir şeyler giyip uyumak kalmıştı. veliahtım bana bunu sağlayacaktı. Aradan beş dakika geçmemişti belki de, kapı çalmıştı. "Gir" komutunu verdikten sonra içeri boylu poslu veliahtım girmişti.

 

Al baba bak, içinde yatak olan bir odada bir adamla tek başımayım. Mutlu musun? Şahsen ben mutluydum. Adam hem yakışıklı hem zengindi. Ee daha ne olsundu. Benim için tamamdır. Bir de hikayenin sonunda düşmanın damadın oluyormuş baba. Ayy! öldürürsün sen kocamı kesin. Tüh, dul kaldım iyi mi?

 

Arem, konuşmak yerine elindeki karton poşetleri bana doğru uzatmıştı. Ben de sonunda dul kaldığım hayallerimden çıkıp gerçek hayatta geri dönmüştüm. Şahsen teşekkür etmeyi düşünmüyordum. Misafir olan bendim bakacaktı tabii. İşi neydi?

 

Arem, bana gecemin iyi geçmesini dileyince, karşılık vermemenin ayıp olacağını düşündüğüm için, 'ee o kadar da değil,'diyerek kendisine iyi geceler dilemiştim.

 

Getirdiği hiç kullanılmadığı her hâlinden belli olan gri pijama ve beyaz tişört ikilisini giyinip uyumaya koyulmuştum. Uyku beni kendisine esir olarak almadan önce, saatlerce yataktan çıkmak yok demiştim kendi kendime. Çok uykum vardı. Çok yorgundum.

 

Şimdi gel sabahın beşinde burada kaldır beni uykudan, babacığım. Yapamazsın ki...

 

*

 

Günün ilk olmadığını, aldığım uykunun sağlamlığından anladığım, bilmem kaçıncı ışığına uyanmıştım. Önce sabah rutini olan tavana bakıp hayatı sorgulama eylemini gerçekleştirmiştim. Daha sonra telefonumdan saate bakmıştım. Oha! Saat öğlen ikiydi. Ben en fazla 11.00 falandır sanıyordum. Saati görmemle yataktan fırlamıştım.

 

Benim bu saatte kadar bu evde ne işim vardı? Hepsi yatağın suçuydu. Tam öğlen ikiye kadar yatmalık yatak yapmışlardı. Odanın içinde bulunan banyoda elimi yüzümü yıkamıştım. Dün paketinden çıkardığım diş fırçası ile tekrar dişlerimi fırçalayıp, bir daha bu eve gelmeyeceğimi bildiğim için fırçayı çöpe atmıştım. Dolaptan bulduğum tarakla, sanki gece savaş meydanına gidip kılıç kuşanmışa dönen saçlarımı bir güzel taramış, kabarıklığını yatıştırmıştım.

 

Arem, ince düşünen biriydi. Dün bana pijama takımı getirirken yanında ayrıca uyandığımda giymem için kot pantolon ve tişört ikilisi de getirmişti. Getirdiği karton poşetlerden birinde spor ayakabı bile vardı. Elena ile bedenlerimiz fazlasıyla benziyor olmalıydı. Hepsi tam olarak üzerime oturmuştu.

 

Telefonumu da yanıma alarak aşağı inmek için asansöre binmiştim. Asansördeyken bir yandan da "öldüm mü? Kaldım mı?" diye merak içinde olan sahte abim Kansu'ya "yıkılmadım, ayaktayım, dertlerimle baş başayım," mesajını atıyordum.

 

Kaybolmamaya çalışarak evin içinde Arem'i arıyordum. Bu evden onu bulmadan gitmem mümkün bile değildi. Şehir merkezinden uzakta bilmediğim bir yerdeydik. Dün geldiğim salondan sesler geldiğini duyunca oraya doğru yol almıştım.

 

"Oğlum hâlâ uyanmadı mı?"

 

"Uyansa burda olurdu demi kardeşim. Zırt pırt sorma şunu."

 

"Gelsin istiyorum. Bir an önce göreyim istiyorum. Aynısı lan kardeşimin aynısı."

 

Ses tonunu çıkaramadığım biri ve Mert arasında geçmişti diyalog. Sanırım ortam kalabalıktı. Ben de hiç olmayan o şansıma güvenerek söylüyordum ki kesinlikle hepsi buradaydı. Tüm veliahtlar buradaydı.

 

Arem konuşmuştu o an. Dün geceden sonra ilk kez sesini duymuştum. "Sadece yüz yapısı olarak çok benziyor ona. Tanıyınca karakter olarak birbirlerine hiç benzemediklerini anlayacaksın."

 

Evet! Sanırım Arem olmadan da buradan gidebilirdim. Arkamı dönmüş ve sessiz olmaya özen gösterek ilerlemek üzereydim ki sevgili ev robotu Alice "Tünaydın Hera Hanım. Umarım iyi uyumuşsunuzdur," diye tüm evi inletecek şekilde konuşmuştu.

 

Ben iyi uyudum Alice'cim, darısı tez zamanda senin başına. Ha! Tabii bir daha uyanmamak şartıyla.

 

 

 

 

 

 

 

 

(🎭)

Loading...
0%