Yeni Üyelik
1.
Bölüm

🎭GİRİŞ🎭

@mavimsu_

 

 

 

 

Hiç gözlerini kaldırıp, sonsuz maviliklere dalıp, ufuk çizgisine baktın mı? O yer, gökyüzünün kucak açtığı topraklarla buluştuğu, ince ve uzun bir hat gibidir. İnsanlar ona ‘ufuk’ der, ama bu isim yanlış! Aslında onun adı ‘sonsuzluk’ olmalı. Yol alırsın, adımlarını sürersin, adımlarca atarsın adımlarını; fakat sonunda tükenirsin. Çünkü o ufuk çizgisine erişmek, ona varmak mümkün değil. O, hep bir adım ötede, ulaşılmaz bir hayal gibi durur. İşte bu kitap, hayalleri ulaşılmaz olanlara armağanımdır. Yine de pes etmeyip çabalayanlara hediyemdir. Sonunu bile bile o yolda yürüyenlere emanetimdir.

 

"1995"

 

Genç adam, içinde yer edinen karanlık duyguların ve seslerin anlamını çözemez bir hâldeydi. Aniden ortaya çıkan ve tüm varlığını esir alan bu huzursuzluğun sebebi ne olabilirdi? Bir eli, siyah saçlarının arasına kaydı; kalın parmaklarını, telli saçları arasında gezdirdi durdu. Başına saplanan ağrılar, ağrı eşiği yüksek olan bu adamı bile rahatsız etmeye yetmişti. Başının ağrısına, kalbinin sızısı da eklendiğinde, ne yapması gerektiğine karar veremez bir duruma düşmüştü.

 

Arkadaşıyla sahilde oturup balık tutmaya devam mı etmeliydi, yoksa evine gidip ailesini kontrol mü etmeliydi?

 

Adam, denizin dalga dalga seslerine odaklandı; denizin kokusunu içine çekti. İçinde anlamsız bir savaş vardı; ok yaydan çıkmış, silahlar kuşanılmıştı. Belki de savaş, yoktan başlamıştı. Evet, çoktan değil; savaş, yoktan, bir hiç uğruna başlamıştı.

 

Aile önemliydi; adamın ailesi, onun için önemliydi. Öz olmaması, neyi değiştirirdi? O insanlar, onun için önemliydi.

 

Oturduğu yerden hızla kalktı; izci sandalyesi, onun kalkmasıyla beraber yere devrildi. Çıkan gürültü arkadaşının bakışlarının ona değmesine neden oldu. Dündar Aksel, elinde tuttuğu oltayı gelişigüzel yere fırlattı. Arkadaşını çok sık böyle görmezdi; içinde yer edinen huzursuzluğu iliklerine kadar hissetmişti. Arkadaşı için bir şeyler ters gidiyordu; sebebi neyse, bunu öğrenmesi gerekirdi.

 

“Bir sorun mu var, Attila?” diye sordu Dündar.

 

Atilla, bir o başa bir bu başa gidip geliyordu. Arkadaşının sesini duyduğunda, bakışlarını olduğu yerden çekip ona sabitledi: “Var.”

 

Attila’nın sesi anlamsızca sert çıkmıştı. Şu an için neden öfkeli olduğunun o da bilincinde değildi. İçinde yer edinen öfke duygusu, damarlarında akan kan gibi bütün vücudunu çepeçevre sarıp sarmalamışken, adeta öfkeye bürünmüş bir hâldeyken bile, neden öfkeli olduğuna anlam veremiyordu.

“İyi, gidip çözelim o zaman,” dedi Dündar.

Attila, arkadaşına baktı. Dündar böyle biriydi; bir sorun varsa, o sorunu daima ortadan kaldıracak çözüm bulmaya yeminliydi. Bedeli her ne olursa olsun, ne kadar imkansız olursa olsun, Dündar Aksel daima olmayanı olduran bir adamdı.

Henüz 20’lerin başındaki iki genç delikanlı, o an birbirlerinin gözlerinin içine baktılar. O ana kadar Dündar’ın içinde huzursuzluğa dair hiçbir iz yokken, birbirlerinin gözlerinin içine baktıkları an, ters giden şeyin ne olduğunu anladılar. Hissetmek böyle bir şeydi; bir şey olduğunda hissedersin, sevdiğin birine bir şey olduğunda hissedersin, sevdiğin birinin sevdiği birine bir şey olduğunda yine hissedersin. Çünkü hissetmek tam olarak böyle bir şeydi. Acıyı değil, sevdiğinin acısını hissedince hissetmiş olursun.

“Siktir!” demişti Dündar. Oysa Attila, arkadaşı gibi kalıp küfür etmek yerine, çoktan bir ok gibi yayından fırlamış ve evine doğru yola çıkmıştı.

Dündar ise, etrafında onu korumakla yükümlü olan adamlarına emirler yağdırıp, Attila’nın evine doğru yola çıkmalarını emretmişti. Kendisi de arkadaşının peşinden gitmek için adımlarını ve öfkesini hızlıca devreye sokmuştu.

Bir deli vardı; bariz bir şekilde ortadaydı. Bir deli vardı ve o delinin elinde delicesine bir güç vardı. Attila, o deliden nasibini gün geçtikçe almaya devam ediyordu. Ancak bu kez, bu kadarını o bile beklememişti.

Attila, ne kadar zamanın geçtiğini bilmiyordu; geçip giden bu zamanın onu ne kadarını tükettiğini hesap edemiyordu. Boğazında bir yumru, yutkunamıyordu; koruyamamanın ağırlığı, ailesini, neslini koruyamamanın yükü omuzlarında yük oluyordu. Adamın yeni yeni ortaya çıkan kamburu ona ağır geliyordu. Bir savaşı vardı, ailesiyle idi; korumakla mükellef olduğu kimseler vardı ve işte o kimseler de ailesinin ta kendisiydi. Adamın barışı ailesiyle iken, savaşı yine ailesiyle idi. Nihayetinde, yolun sonunda, iki katlı müstakil bir konak görüş alanına girmişti. Onun evi...

Lakin, artık her şey için fevkalade geçti; evinin etrafında itfaiye neferleri, evin üzerinde tüten dumanlar, evin etrafında mahalleli ve takım elbiseli zevat olarak ikiye bölünmüş insanlar vardı…

Adımları orada durdu, sokak ortasında, öylece durdu… Titreme sarstı bedenini, zangır zangır titriyordu… Ruhu, bedeninden ayrılıp ayrılmamak arasında bir mahşer yerinde kalmıştı. Adam, henüz hayatta iken, ruhunun arafta kaldığını idrak etti.

Bir el hissetti omuzunda; Dündar, peşinden gelmişti. Dündar, olanı biteni arkadaşı gibi idrak ettiğinde, her şey için artık çok geç olduğunu bilen iki dost, öylece o zamanın da ötesine takılı kalmışlardı. Kimsesizliğe itilen bir adamın acısına takılıp kalmışlardı. O adam, belki şimdi, yeniden kimsesiz kalmakla cezalandırılacaktı. Üstelik hiçbir suçu yokken, boynuna bir günah ipi dolanmış, o ip günahtan bir tavana asılmış, ayaklarının yerle teması kesilmişti; adama, hiç işlemediği bir günahın cezası kesilmişti.

Bir hasetlik vardı ortada, bir kıskançlık, bir çekememezlik, bir isyan ateşi… Yangın çıkmış, cayır cayır etrafı sarmış, herkesi içine katıp kül etmişti. Bir günah, bir de günah keçisi vardı; o günah, bugün çıkagelmiş ve keçiyi kurban vermişti.

“Şimdi değil, dik durman gerek, şimdi tökezleyemezsin kardeşim,” demişti Dündar, elini Attila’nın omuzuna yerleştirerek, ona var olan gücünden takviye yapmıştı. Dik durması gerekiyordu, şimdi sırası değildi; Dündar doğru söylüyordu, adam ona hak vermişti.

Sokağın sonunda durmak yerine, sokağın tam ortasına doğru koşmaya başladı; adım atmıyordu, bir adımı bir başkasının üç adımına denk gelecek şekilde koşuyordu. Belki diyordu, dışarıdaki rüzgar kalbime değer de, içerideki yangınım serinler.

Yangınlar, yanıp kül olanlar… Onlar kurtarılamazdı, herkes kurtulurdu bu hayattaki, herkesi kurtarmak mümkündü, kül olanlar hariç. Kül olanları sadece serinletebilirdiniz, başka da elinizden hiçbir şey gelmezdi.

Adamın varlığını hisseden insanlar, onun geldiğini görünce birer ikişer yolu açtılar. Ambulans siren sesleri, itfaiye siren seslerine karışıyordu; yangın sönmüş olmalıydı. Fakat adam, hâlâ bir şeylerin yandığını hissediyordu; mesela içeriden, bir yerlerin, ona ait bir yerlerin, atan bir şeylerin yandığını hissediyordu. Bir bakıma, kan pompalayan bir şeyin yanıp kül olduğunu hissediyordu.

Evinin bahçesinde hunharca bir kalabalık vardı; kalabalık, ona yolu açtı. Sonra gözlerine yerde yatan üç siyah torba değdi; o üç siyah torba içinde üç farklı insanı barındırıyordu, üç farklı ve artık hayatta olmayan, yanıp kül olmuş insanı…

 

Sınıf öğretmeni Aysun Türkeş, (yandı, bitti, kül oldu.)

 

Terörle mücadele savcısı Cihan Türkeş, (yandı, bitti, kül oldu.)

 

Henüz daha 17 yaşında olan Zeynep Sevde Türkeş, (yandı, bitti, kül oldu.)

 

Attila’nın kan bağı olmasa da can bağıyla bağlı olduğu, onu büyüten, yetiştiren ve onun için çok önemli olan ailesi; yandı, bitti, kül oldu.

 

Etrafındaki insanların sesini duyuyordu; onların vah vahlamasını, ona acıyan gözlerle bakmasına an ve an şahit oluyordu. Kimsesiz kalmıştı ve bu acıya bir tek o şahitlik yapmamıştı. Bugün burada olan herkes, onun kimsesiz kalışına an ve an şahitlik etmiş ve ona acımaya başlamışlardı. Bir deli rüzgar esti, bir poyraz esti ki, adamın ayakları yerle temasını kesti; sertçe dizlerinin üzerine çöktü, tökezledi. Adam orada öyle bir tökezledi ki, ayağa kalkmayı hiç istemedi.

 

Yanan bir şeyler vardı; bir ev yanmıştı, bir de bir hayat yanmıştı. Var olan her şey yandığı zaman, hiçlik insana kucak açardı. Hiçliğe sarılan bir insan, hiç olmuş olan her şeyi boş verirdi. Adam acıyı boş vermişti; acı o kadar fazla gelmişti ki, acıyı boş vermişti. Bir acıyı yüksek düzeyde yaşamak buydu; öyle fazla olur, öyle katlanılamaz olurdu ki, yapabileceğin tek şey acıyı hissetmemek olurdu. Acının en yüksek dozu, insanı hissizleştirirdi.

 

Dündar, bitmiş vaziyette olan arkadaşının imdadına yetişmişti. Artık yapılacak hiçbir şey yoktu; ambulansların ya da itfaiyelerin burada durmasının anlamı yoktu. Adamlarına emirler yağdırmaya başlamış, etrafta olan bütün kalabalığı dışarı çıkartmıştı. Herkes, bahçe kapısından teker teker çıkıp gidiyordu; herkes Attila’yı acısıyla yalnız bırakıyordu. Bahçede Attila ve onun arkadaşından başka kimse kalmadığında, dışarıdaki deli rüzgar yerini yağmur tanelerine bırakmıştı.

 

Çünkü bazen bazı yağmurlar, ateşi söndürmeye yetecek güçte değildir. Çünkü bazen bazı yağmurlar, vakti zamanında yağmak yerine yangına geç kalır; her şey yanıp bittiğinde, külleri çamura bulamak için damla damla yağmaya başlardı.

 

Dündar, dizlerinin üzerine çökmüş, acıdan ağlayamayan ve sadece önündeki ceset torbalarına boş boş bakan kardeşine bütün hüznüyle bakmaya başlamıştı. Derken, bahçe kapısında bir ses duyulmuştu. Dündar’ın bakışları hızla oraya dönmüştü; kardeşi hâlâ kendinde değildi. Muhtemelen etrafında olup biten hiçbir şeyi idrak edemiyordu. Adamlarına “kimse içeri gelmeyecek” emrini veren Dündar, içeri giren kişinin sadece adamlarını alt edebilecek biri olduğunu biliyordu. Bakışları kapının girişine döndüğünde, onu gördü:

 

Baş Ulu Bey’i.

 

Derin nefes alıp verdi. Bir veliaht olarak Baş Ulu’ya saygıda kusur etmemesi gerektiğini bilirdi. Öylece baktı ve sonra geçip gitti yanından. Baş Ulu içeri girerken, o kapıdan çıkıp gitti. Veliaht olmanın sorumluluklarından biri olarak, göz göze geldiği adama baş selamı vermekte zorlansa da, bunu yapıp öylece orayı terk etti.

 

Baş Ulu Vural Soykamer, haberi alır almaz yola çıkmış ve doğrudan onun yanına gelmişti. Attila’nın yerde dizleri üzerine çöktüğünü görünce derince nefes alıp vermişti. Attila gibi deli şimşek bir adama, yere diz çöküp acıya boyun eğmek yakışmıyordu.

 

“Ayağa kalk,” dedi Vural sertçe. Attila onu duymadı; yahut duyuyor olsa bile, duymazlıktan geldi.

 

“Ayağa kalk, yoksa yanıp bitip kül olmuş aileni delik deşik eder, ölü bedenlerine kurşunlarımla rahat vermem.”

 

Attila duyduklarını idrak ettiğinde hızlıca ayağa kalktı; öyle büyük bir hızla ayağa kalktı ki, sanki öfkesi onu yakasından tutup çekip fırlatmıştı. Attila öfkesi ile ayağa kalktı.

 

“Oğlunun sana benzediği nasıl da belli,” tükürürcesine konuşmuştu adam. Nefret ediyordu; karşısında duran adamdan da, onun oğlundan da, iliklerine kadar, hücrelerine kadar nefret ediyordu. Vural, gözlerinde yanıp sönen nefreti gördüğünde, yumruklarını sıktı; o nefreti hak etmediğine inanıyordu.

 

“Haberim yoktu,” diyen Vural’a, adam kafasını hayır anlamında sallayarak karşılık verdi.

 

“Bir deliye delicesine bir güç verirsen, o delinin yapabileceği her şeyden sen sorumlusundur. Haberinin olmaması hiçbir şeyi değiştirmez,” sesi ortalığı ayağa kaldırmaya yetecek türdendi. Yağmur, her iki adamı da sırılsıklam yapmıştı. Attila’nın siyah saçları yüzüne yapışmıştı; elleri sıkı sıkıya birbirine kilitlenmiş, yumrukları birer taş gibi sertçe gözler önüne serilmişti.

 

“Sorumluluğu kabul et ve onu bana ver.”

 

“Bunu onun yaptığı kesin değil; birbirinize karşı olan nefretinizi bilmeyen yok. Belki de bu başka birinin işidir; öfkene yenik düşme.” Attila yerinden doğrulup hızlı adımlarıyla Vural’ın yakasına yapıştı. Adam, Attila’ya karşılık vermiyordu; tepki vermiyordu, elini havaya kaldırmıyordu. Yakasına yapışmış öfkeli surat ifadesine, adeta çamura bulanmış gibi bulanan adama sadece bakıyordu.

 

“Onu bana ver dedim lan!” Attila’nın öfkesi tek bir saniye bile olsun durulmuyordu; içindeki yangın öfkesini harlıyordu.

 

“O bir veliaht, istesem de onu sana veremem.”

 

Attila, duyduklarıyla adamın yakasını tutan ellerini, beyninden vurulmuşçasına serbest bırakmak zorunda kaldı. Tam olarak bundan bahsediyordu işte; bir deliye delicesine güç vermek ve o güç yüzünden ona dokunamamak. O seni yakarken, senin sadece yangın ateşinde kavrulmakla yetinmen, bahsettiği şey tam olarak buydu. Kafasını ağır ağır aşağı yukarı salladı, hiçbir şey söylemedi; aksine, hızla koştu ceset torbalarının yanına doğru. Vural, adamın ne yaptığını saniyesi saniyesine izliyordu; kafayı sıyırmış gibiydi. İlk ceset torbasını tuttuğu gibi zincirini açtı, poşetten kül olmuş babasını çıkardı.

 

Ceset, ateşin içinde can çekişmesi sebebiyle tanınmaz hâle gelmişti. Beden, yanmış bir et görüntüsüne sahipti. Cilt öyle bir yanmıştı ki, deride ateşten kavrulma sebebiyle derin çatlaklar oluşmuştu. Et ve kas dokuları, yanmanın etkisiyle büzülmüş ve buruş buruş olmuştu. Yüz denilen şey gitmiş, ondan geriye sadece kemikler kalmıştı. Gözler, yangının ıslak olan her şeyi kurutması sebebiyle içeri doğru çekilmiş ve yok olmuştu; dudakların olduğu yerde ise dümdüz, çatlak izleri vardı. Saçlar, yanmanın etkisiyle kül rengine bürünmüş ve çoğu yerinde tamamen yok olmuştu. Eller ve ayaklar, parmak uçlarına kadar kavrulmuş ve büzüşmüştü, kemikler yer yer açığa çıkmıştı.

 

Vücut içindeki tüm kan buharlaştığı için, 100 kiloluk adamdan geriye sadece 40 kiloluk küçücük bir görüntü kalmıştı. Giysiler, vücuda yapışmış ve büyük ölçüde yanmıştı. Cesetten yayılan keskin yanık kokusu, yağmura ve açık havaya rağmen etrafa sinmiş, kokuyu soluyan herkesin midesini bulandıracak kadar ağır bir hale dönüşmüştü.

 

Yine de bu görüntüyü görmek iki adamın da midesini bulandırmamıştı. Onlar çok daha kötü cesetler gördüklerine eminlerdi.

 

“Ona bak, savcı Cihan Türkeş’e benziyor mu? Babama benziyor mu? Lan, böyle infaz mı olur?” Adamın acısı, sesinin tınısına bile yansımıştı; yanarak ölmek, ölümlerin en acısıydı. Adam bunu bildiği için, onların ölümünden çok, ölüm şekillerine tahammül edemiyordu.

 

Vural, cevap vermek yerine sustuğunda, adam diğer cesedi torbasından çıkarmıştı. Onu da gözler önüne serdiğinde, aslında bu cesedin de bir önceki cesetten bir farkı olmadığını, her iki adam da görmüştü. “Öğrencileri, bu kadın için ‘melek öğretmen’ derler hep. Ona baksana, meleğe benziyor mu?” Vural, onunla şu an için konuşmanın mantıklı olmayacağını anlamıştı; kendinde değildi, kendinde olmadığı için acısıyla hareket ediyordu. Acısı geçtiğinde, onunla tekrar konuşmak için karşısına çıkacaktı.

 

Attila ise aslında Vural’a değil, cesetleri açığa çıkartarak kendisine bir şeyleri ispatlamaya çalışıyordu. Onların öldüğünü ve hatta onların çok acı çekerek öldüğünü kendisine ispatlamaya çalışıyordu. Attila, acıyı kabullenmek istiyordu; şayet sadece acıyı kabullenirse, acıya göğüs gerebilirdi. Vural, arkasına dönmüş ve geldiği gibi bahçeyi terk etmek adına yola koyulmuştu. Bugünün geri kalanında, onun için yapabileceği en iyi şey, onu acısıyla baş başa bırakmak olacaktı.

 

O esnada Attila, üçüncü ceset torbasından kız kardeşini çıkarmakla uğraşıyordu. Cesetlerin hiçbiri tanıyacak hâlde değildi; sadece vücut ölçülerinden ve şekillerinden dolayı Attila, hangisinin hangisi olduğunu ayırt edebiliyordu; yoksa yüzleri tanınacak hâlde değildi. Zeynep Sevde, henüz daha çok küçüktü, hayatının baharındaydı; 17 yaşında genç bir kızdı. Abisine çok düşkündü ve tabii abisi de ona çok düşkündü. Kız kardeşi şimdi hayatta değildi. Attila’yı en çok üzen ölüm, tam olarak buydu. O, henüz Attila’nın gözünde küçük bir kız çocuğuydu.

 

Bir an için düşündü: İnsan sevdiğine bunu yapar mıydı? İnsan olan, sevdiğine böyle bir şey yapabilir miydi? Hadi annesi, tamam; hadi babası da, tamam; peki o deli, sözde sevdiği kadına nasıl kıymıştı? O deli, Zeynep’e nasıl kıymıştı? Üstelik daha iki gün önce, onu sevdiğini ve ondan asla uzak durmayacağını haykırırken, şimdi nasıl olur da ölümlerin en acılısını Zeynep'e yaşatmıştı?

 

Adam düşündü; hayatı boyunca yaşadığı her şeyi düşündü, öğrendiği, edindiği deneyimleri düşündü. Oyun içinde daima bir oyun vardır; hatta oyunun kendisi bile, bir başka oyunun kendisine gebe kalması sonucu ortaya çıkmıştır. Adam, bunu bilecek kadar çok şey yaşamıştı. Ani gelen düşünce dalgaları, beynine şimşekler çakarcasına saplanmıştı.

 

Kız kardeşinin bedenini ceset torbasından tamamen çıkarmıştı; koku, midesini bulandırmıyordu, aksine öfkesini harlandırıyordu. Yağmur, her ikisinin üzerine oluk oluk yağdığından, cesetten geriye kalan et parçaları ortalığa doğru savruluyor; çoğu yanmış et parçasının Attila’nın kıyafetlerine yapışmasına neden oluyordu.

 

Adam, kız kardeşinin sol bileğine baktı; bir kemik vardı, derinin üzeri açıldığı için siyah bir kemik vardı. Fakat o kemik üzerinde olmaması gereken bir başka şey vardı; kız kardeşinin bileğinden hiç çıkarmadığı metal bileklik vardı. Zeynep Sevde, o bilekliği ne uyurken, ne uyanıkken, her ne şartta olursa olsun, asla ve asla çıkarmazdı; o bileklik, ona abisinin hediyesiydi. Ancak dün gece saatlerinde o bileklik kopmuştu. Zeynep Sevde tamir edip ona geri vermesi için bilekliğini yine gece saatlerinde abisinin odasına koymuştu. Attila bunu biliyordu, şayet kopmuş bilekliği sabah saatlerinde masasının üstünden alıp, bir ara yapmak için cebine koymuştu.

 

Eli hızla cebine gitti. Tam da hatırladığı gibi gerçek bileklik hâlâ ondaydı. Gözleri şaşkınlık sebebiyle olabildiğince açıldı. Bilekliği tutan eli havaya kalktı. Öfkesi bir kez daha tüm içtenliğiyle ortaya çıkmıştı.

 

Bu bir oyundu.

 

Vural Soykamer ise, bahçe kapısından çıkıp gitmek üzereyken, duyduğu sert sesle olduğu yere mıh gibi yapıştı; öylece kaldı. Kafasını ağır ağır, sesin geldiği yöne doğru çevirdi. Attila, dimdik ayakta duruyordu; yumrukları bir kez daha sıkı sıkıya birbirine kenetlenmişti. Onun bakışlarını gördüğünde, Vural gözlerini sımsıkı kapatmış ve Attila’nın kurduğu son sözleri kafasında tekrar tekrar canlandırmıştı.

 

“Kız kardeşim nerede?”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Külden Elbisem evrenine hoş geldiniz. Başlangıç, sadece sonun başıdır.

 

 

Loading...
0%