Yeni Üyelik
2.
Bölüm

YANIK KAĞIT MEZARLIĞI

@mel.rly

Sanrıların yarattığı bir şehir vardı. O şehir de yağmur eksik olmaz, rüzgâr asla durmazdı. Solmuş yapraklar düşerdi sürekli avuç içine. Bundan rahatsız olunmazdı. Üstüne hoşuna bile giderdi. Parmaklarını yavaşça kapatırken avucunun içinde kırılan kenarları ve en son kum gibi akan parçaları bazen insana yaşadığını, var olduğunu hissettirirdi. Bazı ruhlar, bazen hissetmeye muhtaçlardı. Dışarıdaki seslere sus diyebilmek, yaşamı hissetmek; onu avucunun içinde tutmak, var olmak için muhtaçlardı. Yağmura, toprağa, ateşe belki de bir yaraya, bir ize, en çok da bir sanrıya... Bir cadde vardı zihnimin derinlerinde. İçinde çokça kurumaya yüz tutmuş ağaç, yağmurdan dolayı sudan görünmeyen asfalta sahipti. Ağaç dalının hemen altında terk edilmiş durak gecenin koynunda salınırken sadece sokak lambasının aydınlattığı bu karanlık cadde de sadece bir tane adım sesi duyuluyordu.

Yağmurun sesini bastırırken adımların sahibi ise kalbindeki sanrıları yağmurun ardına gizliyordu. Siyah botlar durağa yaklaşırken herhangi bir otobüsün gelmeyeceğini biliyordu. Bunun bilincinde adım atıyordu. Artık bir beklentisi de yoktu. En başından beri böyle bir arayış içine girmemişti. Sadece sessizliğe muhtaçtı. Hayatı ona, bunu sunmadığında sessizliğin kendisi olmak istemişti lakin başaramamıştı. Kahverengi uzun saçlarının arasını rüzgâr okşuyor, sanki ona zincirlenmiş kaderden hemen önce şefkatiyle onu sarıyordu.

Kimsesi yoktu. Çok insan vardı belki de hayatında ama hep yalnızdı. Çevresindeki gürültüye rağmen; güneş batana, ay doğana kadar bir başınaydı. Böylece kendiyle daha çok baş başa kalıyor, ruhunu dinleyebiliyordu. Kahverengi saçlarının aralarına sığınan vazgeçişlerin izi yağmur damlalarıyla beraber akıp gidiyor, tamamen yok ediyordu tüm gerçekliği.

Kendimi, ben değilmişim gibi zihnimin içinde, ruhumu yansıtan bir hava da oynatmak kendimi uzaktan tüm berraklığıyla görmek gibiydi. Tüm korkularımı, mutluluğumu, üzüntümü, şaşkınlığımı görebiliyordum. Görmek istemediklerimi ise o havanın ardına saklıyor, sonsuza dek kaybolmasını sağlıyordum.

Sığındığım o kişiydim.

Yağmur’dum ben.

Yağmur İz Sonel.

Odamın camından izlediğim kasvetli havayı gözümün önünde terk etmem gerektiğini biliyordum çünkü geç kalıyordum. Saat iki de bir buçuk saatlik dersim vardı. Daha sonra işe gidecektim fakat duş almak haricinde yatağımdan kalkmamıştım. Üstelik saat şu an bir sularındaydı. Aşağı kattan herhangi bir ses gelmiyordu. Evde kimsenin olmadığını düşünmeye itiyordu bu sessizlik beni. Hoş, herkes evde olsa dahi bu çatının altı yine sessizdi. Kimse kimseyle konuşmak, muhabbet etmezdi. Şen şakrak bir ailem yoktu ama... en azından kan bağı olan insanlar bir, iki muhabbet edebilirdi değil mi? Neyse. Alışmıştım buna. Bu sessizliğe, bu sevgisizliğe. Dokunmuyordu artık bir yerlere içimde, vazgeçmiştim.

Yorganı itekleyerek kalktım yattığım yerden. Banyoya gidip işlerimi hallettikten sonra kuruttuğum uzun saçlarımı tepeden dağınık bir topuz yapıp tutturdum. Gözlerime hafif kapatıcı, yanağıma allık sürdükten sonra takılarımı üzerime geçirdim. Takı takmayı seviyordum. Onlar artık vücudumun bir parçası gibi geliyordu bana, onlarsız eksikmiş, çirkinmişim gibi hissediyorum. Belki de onlara bağlanmıştım, bilmiyordum ama onlarsız yapamayacağım kesindi.

Üstüme beyaz kazak, altıma siyah kumaş pantolon giydikten sonra siyah geniş kesim deri ceketimi üstüme geçirdim. Büyük kol çantama bugün ki dersin kitabını ve defterini koyduktan sonra birkaç kişisel eşyamı atıp kapattım. Çantamı ve telefonumu alarak odamın kapısını açıp aşağı indiğimde düşündüğümün aksine oturma odasında koltukta oturmuş kapalı televizyonun siyah ekranını izleyen babamı gördüm. Adım seslerimi duyarak kafasını bana çevirdiğinde ruhsuz bakışları bir dakika boyunca üzerimde dolandı. Gerginlikle alt dudağımı dişledim. Sıcak basmaya başlamıştı, gözlerim sulanıyordu.

“Nereye?” dedi umursamaz sesiyle.

Dudaklarımı araladım fakat bir an sesimi bulamadım. Boğazımı temizleyerek, “Okula,” diye mırıldandım kısık çıkan sesimle.

“Podyuma mı gidiyorsun okula mı? Makyaj da yapmış bir ton.” Dediğinde homurdanması buradan duyuluyordum.

Ne cevap vereceğimi düşünemedim. Babamın -ailemin- bu hallerine alışıktım. Kendimi bildim bileli bu sözler, bu imalar hep hayatımdaydı. Evden çıkmadan önce veya eve girdikten hemen sonra benimleydiler. Genel de cevap vermezdim. Sessizce dinler çıkar giderdim nereye gideceksem. Bu hallerim onları daha da sinirlendirdiğinde yapacak bir şey bulamazdım. Sıradanlaşan bir rutindi benim için. Bir insan, her gün her gün duygularının bastırılmasını rutin edebilir miydi? Ben etmiştim. Başka çarem yoktu. Başka çıkış kapım yoktu. Ya bana karşı uyguladıkları bu baskıyı arkamı döndüğümde sırtımın ardında bırakacak unutacaktım ya da kendimi onlara kaptırıp, zehirleyecektim. Ben kabullenmeyi seçmiştim.

Ruhum sancılıydı. Bunu biliyordum. Sakince ama içten içe acı çektiğinin de farkındayım ama eğer ardıma bıraktığım acıları önüme alırsam, göğüs kafesimi darbelerden nasıl koruyacaktım?

Bu yüzden sessiz kaldım. Cevap vermedim bir süre, babam da daha bir şey demedi. Yutkunarak içimdeki düğümü bastırdım. “Çıktım ben...” diye fısıldadım sessizce.

“Erken gel. Oraya buraya takılma, zaman kötü.” Dedi bana bakmadan. Yandan profilini izledim bir süre. “Tamam.” Dedim saha sonra.

Kapıya doğru ilerlediğimde az önceki cümlesini az çok anlayabiliyordum. Eskiden ailelerin bu konu da her ne kadar baskıcı olmasını istemesem de şimdiki zamana bakınca gerçekten bu konu da baskıcı olmaları gerektiğinin bilincindeydim. Zaman çok kötüydü. Öyle kötüydü ki bazen bu çağ da doğduğum için nefret ediyordum. Küçük yaşta birbirlerini öldürenler, aramızda gezinen psikopatlar, sokak arası uyuşturucu satıcıları... bunlar vardı evet ama en berbat olanı, kadınların yaşadığı acımasız ve vahşi ölümlerdi. Daha geçen haberlerde gördüğüm ve etkisinden çıkamadığım iki genç kız vardı. Benden yaşça küçüklerdi, belki benim gibi okuma hayalleri vardı... bunları düşündükçe kendimi delirme noktasında buluyordum. Adalet neredeydi? En merak ettiğim soru buydu. Gerçekten adalet neredeydi?

Evden çıktığımda kulaklığımı almadığımı fark ettim ama zaten okul dönüşüm geçi bulacağı için her halükârda kulaklık takmadığım aklıma geldi. Arkamdan biri veya bir araba yanaşırsa sesini duyamazdım. Sonrasını düşünemiyordum, bu yüzden el mecbur tedbirli olmak zorundaydım.

Evimiz ormanlık bir alandaydı. Şehrin en sık ağaç bulunan bölgesindeydik ve asla bundan şikayetçi değildim. Uzun bir orman yolunu gittikten sonra birkaç sokaklar, içlerinde uzun olamayacak kadar katlı binalar vardı. Bazıları villaydı, mesela benim evim sadece iki katlıdan oluşuyordu. Bizden başka kimse yoktu, bahçesi de bize aitti. Burayı seviyordum, en azından nefes alabildiğim bir yerdi. Otobüs durağının önüne geldim. Bekleme sandalyesine oturduğumda telefonumdan otobüsün ne zaman geleceğine baktım. Yaklaşık sekiz dakika gösteriyordu. Bu sekiz dakika da önümdeki yeşilliğin tadını çıkarabilirim diye düşündüm.

Sonbaharda olmamızdan dolayı ağaçların yaprakları sararmıştı. Hatta çoğu dökülmüştü. Bazen onların üstüne basarken tereddüt ederdim, nedendir bilmezdim ama... canları yerinde duruyor diye düşünürdüm. Her solan kalp, ölmüş müydü? Saçmaydı değil mi? Bazen böyle saçma şeyler düşündüğüm için kendime kızıyordum.

Miyav.”

Hemen yanı dibimden duyduğum sese kulak verip o tarafa döndüğümde küçük siyah beyaz bir kedinin paçalarımın yanına yanaştığını gördüm. Titriyordu. Çıldırmış gibi art arda miyavlıyordu Sürekli yağmaya devam eden bir yağmurun altında ıslandığı belliydi. İçim de bir yerlerde kırılma olurken onu almak için eğildim. Ellerimi uzattığımda an bilek kısmımda olan kazağın kumaşına çamurlu patilerini geçirdiğinde burnumun direği sızladı. Avucumun içinde un ufacık kalırken kucağımda doğru çektim onu. Çok küçüktü, nereden baksanız bir aylık falandı. Daha fazlasının mümkünatı bile yoktu.

Ben onu kucağımda oturtturduğumda miyavlaması yavaş yavaş kesildi. Onu burada bırakamayacaktım. Buna vicdanım el vermezdi fakat geri de eve dönemezdim. Bu hem babamın dikkatini çekerdi hem de kedi için döndüğümü görürse kızardı. Küçük kedi miyavlayarak daha çok patilerini geçirmeye başlarken alttan bakışlarını bana yolluyordu.

“Ne kadar küçüksün sen öyle...” diyerek ona zarar vermekten korkarak parmak uçlarımla kafasını okşadım. Bu onu anında mayıştırmıştı ama titremesi hala devam ediyordu. “Annen falan yok mudur ki senin?” Kedi buna karşılık miyavladı, söylediklerimi anlıyormuş gibi bir hali vardı. Eğer bir annesi varsa etrafta onu buradan götürmem büyük acımasızlık olurdu fakat etrafı dinlediğimde rüzgârın ve yağmurun sesi hariç tek çıt bile yoktu. Üstelik elimin altında duran minik fazla zayıftı, karnı da boştu.

Uzaktan gelen otobüsün farı yola düştüğünde sesini de duyumsar gibi oldum. Hemen sonrasında yaklaşan otobüsle kediyi avucumun içinde tutarak yavaşça ayağa kalktım ve ona dikkat ederek otobüsün önümde durmasını bekledim. Akbilimi okuttuktan hemen sonra burada çok kişi oturmadığı için boş bulunan yerlerin birine geçip oturdum.

Kedi huzursuzlanmış gibi miyavlayınca istemsiz bir şekilde dudak büzdüm. “Ne oldu bir tanem?” Yine beni anlamış gibi sesli miyavlayınca tek tük dolu olan otobüste birkaç kişi bize dönmüş, daha sonra kucağımdaki kediyi gülünce gülümsemişti. Küçük, elimi canımı acıtmak için değil de sanki ona bakmam için ufakça ısırdığında yüzüne baktım. Ona döndüğüm an kafasını elime sürttüğünde sevilmek istediğini anladım. “Seni bırakmam daha biliyorsun değil mi?”

Kafasını elime daha çok sürttü, bu beni gülümsetti.

Onu sevmekle meşgul olduğum için kısa süren yolculuğun ardından otobüsten indiğimizde karşımdaki okula baktım. Gözlerimi elimdeki minnoşa çevirdiğimde, “Önemli olan bir dersime girdikten sonra seni veterinere götüreceğim tamam mı? Yok yazılırsam bu gıcık hocanın beni sınıfta bırakma ihtimali var...” Küçük hırlamalar çıkardı. Bunu onay anladım.

Okula girdikten sonra kuytu köşedeki banka ilerledim. Çantamı tabureye koyduktan sonra onu, eğer sıcaklarsam diye çantamın köşesinde tuttuğum badiye sardıktan sonra kitaplarımı elime alarak çantaya yerleştirdim ve rahat ettiğinden emin oldum. “Sakın ses çıkarma tamam mı? Yakalanırsak ailemi bile çağırabilirler ve ben seni evime götüremem... Anlaştık mı?” Aramızda küçük bir bakışma yaşadık. Bana çantanın dibinden mayışmış gözlerle bakıyordu, tek bir miyavlama duyamıyordum. Eğer uyursa işim kolaylaşırdı. Çantam genişti, kalıp olduğu için kumaşı birbirine yapışmıyordu, bu bana artı sağlamıştı. Kitabımı kolumla vücudum arasına sıkıştırdıktan sonra önüme gelen saçlarımı düzeltip kampüsün bahçesine durmaya son verdim ve binaya girdim. Kendi dersliğime giderken arkamdan gelen sesle irkildim.

“Yağmur!” Hemen yanımda beliren ve benimle yürümeye başlayan Yaprak ile ona gergince gülümsedim. Yaprak sınıftan arkadaşımdı. Çok yakın değildik fakat genelde birlikte dolaşırdık. Onun benden ayrı olarak bir arkadaş grubu vardı. Bu grup okulun en popülerlerini kapsıyordu. Bu yüzden onlardan uzak durmak benim için en iyisiydi. Metodum şuydu; ne kadar az insan o kadar az baş ağrısı...

“Derse geç kaldık kızım biraz hızlı yürü! Karel Hoca zaten gıcık vallahi ondan sonra girersek hem bizi almaz hem de dersten bırakır.”

Evet Karel Hoca.

Karel Kanturalı.

Adam gerçekten adı gibi, tüm okula -tek öğrencilere değil buna öğretmenlerde dahildi- kasırga gibi esiyor, tabiri caizse terör estiriyordu. Sinirli değildi fakat çok gergindi. Hataya taviz vermezdi. Karadenizli olduğunu duymuştum fakat ne kadar doğru bilmiyordum. Özellikle buz dağını aratmayan mavi gözleri; BEN TEHLİKELİYİM! Diye bağırmaktan başka bir şeye yaramıyordu. Onunla çok sohbetimiz yoktu. Hatta benden nefret ettiğini bile düşünüyordum çünkü gerek okul içinde gerek okul dışında karşılaştığımızda gözlerini üzerime dikiyor; öfkeli gözlerle beni izliyordu.

“Haklısın,” dediğimde tabii ki dermiş gibi bana baktı. İkimizde hızlanırken alt dudağımı dişledim. Umarım... umarım çantamdaki bu küçük bebek beni derste ele vermezdi...

Yaprak ile koridorun sonundaki kapıya geldiğimizde gergince birbirimize baktık. Dudaklarımı birbirine bastırırken Yaprak’ın sıçtık bakışlarını umursamamaya çalıştım ama ciddi anlamda sıçmış olabilirdik... Dersliğin kapısı kapalıydı. Bu da demek oluyordu ki Karel Hoca çoktan derse girmişti. Bunu anlamamızın sebebi ise... dersliklerin kapısının derslerin işlenme saatleri haricinde kapılarının kapanmasının yasak olmasıydı.

“İlk sen gir ben giremem,” diyerek beni itekledi Yaprak. Ona şaşkınca bakarken imkânı yoktu kapıyı tıklatıp içeri girmemin ama bu ders önemliydi. Geri kalamazdım! Üstelik çalıştığım için her vakit benim için önemliydi, hepsini değerlendirmeliydim.

“Ben yapamam...” dedim çaresizlikle Yaprak’a.

“Lan ben hiç yapamam. İçeri adımımı atıp o adamın SENİ ÖLDÜRÜRÜM bakışlarına ilk ben maruz kalırsam oracıkta işerim.” Diyerek cümlelerini pisleştirdi. “Hem bak sana sadece bakıyor, kızmıyor. Bana geçen bir ton fırça çekti...” Yüzümü avuçlarının arasına aldı, bu sayede dudaklarım öne doğru çıktı. Şu an kesinlikle bir ördeğe benziyordum. “Şu kaşa şu göze bak, pofuduk yanaklarından bahsetmiyorum bile... sana kim kıyabilir oy canım.”

“Yanaklarım acıyor,” diye homurdandım ama sesim garip çıkmıştı. “İlk sen mi gireceksin?” yavru kedi bakışları attığında gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum. Kara bela, “Tamam.” Dediğimde Yaprak ellerini yüzümden çekerek iki eliyle bu sefer omuzlarımı pat patladı. “Hadi bebeğim göreyim seni!”

Derin bir nefes alarak kapıyı tıkladım. İçeriden sert bir, “Gel!” sesi duyduğumda arkamdaki Yaprak’a baktım. Gergin bir şekilde tırnakları ağzındaydı. Önüme dönerek kapıyı açtığımda ilk içeri giren ben oldum. Amansızca hızlanan kalbimle soluklarım da doğru orantılı hızlandı. Sakin ol, sakin ol...

Kendime telkinler verirken direkt olarak gözlerimin içine bakan adamla kendimi dip dibe bulduğumda yutkunamadım. Dudakları neredeyse alnıma değecekti fakat kendimi zor bela bir adım geri itmiştim. Şaşkınca ona bakakalırken onun gözlerinde her zamanki mekanik duruş vardı. Hafif kirli sakallı çenesi neredeyse alnıma çarpacaktı bundan son anda kurtulmuştum. Alnına dökülen hafiften kıvırcık saçları her zaman olduğu gibi yine asiliğini koruyordu. Onu bu kadar detaylı incelemek istemiyordum fakat böyle yakınımda durdukça bakışlarımı üstünde dolaştırmaktan geri kalamıyordum. Hafiften yanağımın kızardığını hissettim. Üstüne üstlük gözlerimde sulanıyordu. Adamla göz göze geldin diye otur bir de ağla Yağmur!

“Yerine geç.”

Afalladım. “Ne?”

Geri çekildiğinde burnundan sert bir nefes verdiğini duydum. Önüm açılırken tekrardan, “Yerine geç dedim, neyini anlamadın?” dediğinde duraksamamı o kadar salakça bulmuştum ki hemen şu anda yerin kat ve kat altına gömülmek istiyordum!

“Peki,” diyerek saçmalığımı devam ettirdiğimde kafamı eğerek utançla yanından geçecekken sertçe fısıldamasını duydum. “Kafanı kaldır.”

Adımlarım sekteye uğradığında yandan bakışlarımı yandan ona çevirdim fakat ben ağır hareket ederken o çoktan yanımdan tüm soluğumu ve dikkatimi alarak geçip gitmiş, masasına varmıştı. Birkaç defteri ve kitapları karıştırmaya başlamıştı. Tam dersliğin ortasında durarak öğrencilerin dikkatini çektiğimi fark ettiğimde hemen önüme dönerek boş bir köşeye oturdum. Yaprak yanıma anında kurulduğunda alnında sanki ter varmış gibi silmişti.

“Abi çok gericiydi lan. Allah’tan bir şey demedi,” dediğinde ona cevap vermeden başımı salladım.

Tahtadan bir slayt açan Hoca ile dikkatimi oraya verdiğimde bakışları sınıfta bir kere gezindi fakat bana uğramadı. Bunu sorun etmedim, o sinirli bakışlarla tekrar karşılaşmaya cesaretim olduğunu sanmıyordum.

“Bugün ki konumuz diğer konunun devamı değil gençler.” Diye başladığında gözlerimi ona diktim. “Dönem sonu yaklaştı, dersimden geçmeniz için yüzde yetmiş sınav notu, yüzde otuz vereceğim projeden sorumlu olacaksınız. Bu ders projeyle alakalı olacak.” Konuşmasını nefes almak için noktaladığında bir kız, “nasıl bir projeden bahsediyorsunuz hocam?”

“Anlatacağım.” Dedi düz sesiyle. “Her biriniz benim seçtiğim bir kitabı okuyacaksınız. Sayısını belirlemedim fakat aynı kitabı dört ya da beş kişi okuyacak. Kitaplara göre grup oluşturacağım, yakında sizi bilgilendiririm. Konuları benzer olacak ama verilmek istenen mesajlar hep birbiriyle çelişecek. Bu şekilde sınıf içinde bir oturum oluşturacağım, verilen sürenin sonunda kitaplar burada tartışılacak. Kim ona verdiğim kitabı daha iyi savunursa ona göre değerlendirmeye alacağım.”

“Hocam grupça mı çalışacağız bireysel mi?” diye sordu önümde oturan Orhan.

Hoca bir, iki saniye Orhan’a baktıktan sonra, “size kalmış,” Dedi. “Tercihim yok bu konu da. Nasıl daha hazırlıklı olacaksanız.” Birkaç kişi onaylar mırıltı çıkardığında başka soru soran olmamıştı. Zaten yeterince açıktı tüm her şey, soru soracak olan yüksek ihtimalle bir şeyler sormak için sorardı.

“Şimdi sizlere çok genel ikilemde kalınan bir konuyu söyleyeceğim, bunun üstünde biraz tartışacağız.” Hepimizin görülebileceği şekilde dersliğin ortasına geldi. Üst vücudunu komple saran siyah boğazlı kazağının altındaki kaslar gergindi. “Kalana mı zordur sizce yoksa gidene mi?”

Ah bu konu... daha önce de karşıma çıkmıştı. Lisedeydik ve bir kız bunu söyledikten sonra sınıfta kaos çıkmıştı. O zaman yorumumu katmamıştım, şu anda da konuşacağımı sanmıyordum fakat içimde gizlediğim cevap ve gerçekleri hep aynıydı, oradaydı.

“Hocam tabii ki kalana zor bu da sorumu!” diye atıldı bir kız, Aydan’dı.

Karel bakışlarını ona çevirdi. Kaşlarını çatarak, “Neden peki? Gerekçesiyle beraber söyleyin. İçi boş yanıtlarınızı istemiyorum.” Dediğinde Aydan’ın bozulduğunu gördüm fakat hemen dudaklarını araladı. “Hocam çünkü giden, gitmiş. Yani bu durumda tabii ki kalana zor olacak.”

Ah... cidden mi?

“Hoca giden gitmiştir, gittiği gün bitmiştir.” Diye arkalardan bir çocuk seslendiğinde birkaç kıkırtı yükseldi.

“Arkadaşlar!” Dedi Karel gür sesiyle. “İçi boş veya şakamatik cevaplarınıza istemiyorum. Yeterli ciddiyette değilseniz şimdi çıkabilirsiniz.” Büyük bir sessizlik hâkim olduğunda konuşmasına devam etti. “Devam edelim.”

Ön sıralarda oturan Sinan, “Hocam bence kalana zordur. Giden zorla veya değil gitmiştir. Çözüm aramamıştır, kaçmıştır ve gitmiştir. Kalan onun anılarıyla, hatıralarıyla yaşamak zorunda kalacağı için bence kalana zordur.”

“Tek anıları olan kalan kişi mi?”

Evet bunu söyleyen bendim ama kendimi tutamamıştım. Anında tüm bakışlar bana dönerken Sinan kaşlarını kaldırarak hayretle bana bakıyordu. Derslerde genelde söz almazdım. Hocalar hep kendileri kaldırırlardı sordukları sorulara cevap verip geri yerime otururdum. Ne var canım yani okulda hayaleti oynuyorsam... Karel

Hocanın da bakışları bana dönerken söz aldığım için dudağımın iç kısmını ısırdım. Anında pişman olmuştum. Zamanı geri alamıyor muyduk?

“Hayır da onu o anılarla acı çekmek için terk eden giden kişi. Anıları olsa ne olur?” dediğinde Sinan alayla madem konuşacaktım tam konuşayım diyerek dudaklarımı araladım.

“Belki gitmeye zorlanmıştır?” dedim kısık çıkan sesimle.

Sinan yüzünü buruşturdu. “Bu sadece bir bahane.”

“Hayır değil,” diyerek karşı çıktım yerimde dikleşerek. “Ya kendi isteğiyle ya da zorla tamam giden gitmiş ama kalan neden peşinden gitmemiş? Madem acı çekiyor madem çok seviyor neden kalkıp peşinden gitmiyor? Giden belki de bunu bekliyor... Belki de kalandan gelecek bir adımın bekleyicisi ama kalan sadece acısını çekerse zamanla atlatacaktır. Peki giden? Hep bir umut, hep bir bekleyiş içinde olacak. Sürekli açık yara olarak kalacak o gidiş onda, geçmişte bıraktığı kalan da. Kalan tartışmasız bencil biridir. O yüzden gidene zordur.”

Tek solukta söylediğim ve sıraladığım cümlelerin ardından soluk almak için kendime izin verdiğimde Yaprak’ın, “Oha lan bu kısımdan düşünmemiştim hiç ben.” Dediğinde, önümde oturan Orhan arkasını dönerek, “Vallahi bende. Şimdi empati yaptım da... cidden olay gidene zor.”

“Bu da bir bakış açısı.” Dedi Karel Hoca gözleri bendeyken. Sert bakmıyordu, mavileri durgunlaşmıştı. “Başka düşüncesi olan var mı?”

“Madem gitti ve kalanın peşinden gelmesini bekliyor. Kendisi dönsün. Kalan niye peşinden giderek yüzsüz olsun ki?” Bunu diyen Aydan’dı. Dudaklarımda tatsız bir tebessüm yer edindi. Tabii ki bunu gerçekten hissederek söylememişti çünkü gerçekten empati yapsaydı böyle konuşmazdı. Kimse ona cevap vermediğinde birkaç kişinin bakışını üstümde hissettim bu yüzden boynumdan yukarı sıcak hava dalgası beni sardı. Göz pınarlarımın hafiften yandığını hissettim. Bir elim kulağımın arkasına attığım saçıma gitti. Saçımın bir tutamını tutarak yüzümün önüne getirdim. Bir şekilde kızarıklığımı saklamaya çalışıyordum. Karel Hocaya baktığımda düz gözlerinin üzerimde dolandığını ve sanki bir yanıt vermemi beklediğini gördüm. Boğazımı temizledim.

“Eğer stabil bir konu üzerinden değerlendirirsek pek tabii böyle düşünebilmen normal.” Duraksadım. “Ya giden, kalan tarafından gitmeye zorlanmışsa? Neden hep kalana empati yapıyoruz ki... daha acınası göründüğü için mi?” Soluk alma ihtiyacı duyarak kafamı iki yana salladım. “Tek taraflı bir empati, sadece kaçış yöntemidir. Giden kişi aslında aslın da ilişki için en büyük fedakarlığı yapmış; acı çekeceğini bile bile hayatını, düzenini, belki de ailesini yani her şeyini, bırakmış gitmiştir ki kalan hatalarını anlasın. Yani kalan peşinden giderek yüzsüz olmaz, gerçekten âşık olur...”

Son sözlerimi söylememle beraber çantamdaki varlığını unuttuğum kedi cümlelerimi onaylamak adına miyavladığında gözlerimi kapatarak yutkundum. Bu sefer ciddi anlamda tüm gözler üstüme döndüğünde küçük çamur yumağı bir kez daha miyavladı. Dişlerimi birbirine bastırarak çantama uzandım. Karel hocanın sesi çıkmıyordu ama bakışlarını üstümde hissediyordum. Yaprak şaşkınca ortamızda duran benin çantama gözlerini dikmişti.

“Bana onun içinde düşündüğüm şeyin olmadığını söyle...” diye fısıldadığında ona umutsuz bir bakış attım.

“Çantasında kedi mi var?”

“Oha Karel Hoca kesin derslikten atacak.”

“Karel hocanın dersinde de böyle fiyasko...”

Kedi yavrusu art arda bağırır gibi sesler çıkardı. Çantamın fermuarını açarak içine baktığımda çantanın dışına çamurlu patileriyle tırmanmaya çalıştığını gördüm. Onu, etrafımdaki kısık gülüşlerden ve gergince bekleyişle beraber çantanın dibine itmeye çalıştığımda kızar gibi uzun tırnağını elimin ayasına geçirdiğinde refleksle, “ah,” diyerek elimi çektim.

“Hocam...” diye mırıldanan Yaprak ile gözlerimi ilk ona sonra üzerimize ansızın gölgesi düşen Karel hocaya baktım. Çenesi kaskatıydı, sinirle soluyordu. Karel hoca oturduğumuz masanın başındayken, “Bu konu ile alakalı daha iyi bir çıkarım yapabilecek var mı?” istemsizce kafamı hafifçe çevirerek Aydan’a baktığımda kısmış gözlerle beni süzdüğünü gördüm. Kimse Karel Hocaya cevap vermediğinde dudaklarını birbirine bastırarak aşağıya yukarı sallamıştı. “Normalde bu oturumun daha uzun süreceğini düşünmüştüm fakat öyle olmadı. Bu haftanın ders programını çoktan hazırladığım için bugün ders işleyemem. O nedenle blok dersi erken bitiriyorum. Çıkabilirsiniz.”

Üstümüzdeki baskı niteliğini gören gölge kalktı. Karel Hoca masasına doğru gitmişti. Yavaş yavaş toparlanmaya başlayan insanlar sınıfı terk etmeye başladığında üstümden kalkan bakışlarla kısa bir rahatlama yaşadım. Yaprak, “Hadi gel Karanfil’e gidelim.” Diyerek ayaklandığında çantanın içinde hala çırpınan kediye baktı. “Bence onu eline al çünkü durmayacak.”

Söylediği şeyi onaylayarak yavru kediyi elime aldım ve çantama kitaplarımı geri koydum. “Senin yüzünden yakalandık...” diye mırıldandığımda masum bakışlar atmaya başladı. Gözlerim kısıldı. “Ben bu bakışları yemem.” Beni taklit ederek gözlerini kıstı. Anında için erirken, “tamam belki biraz yiyebilirim...”

“İz Sonel.”

Derslikte kimse kalmamışken Yaprak benden önce derslikten çıktığında tam kapıdan çıkacağım sırada arkamda duyduğum sesle kalakaldım. Yağmur demedi iz dedi, diye düşünürken kendi kendime göz devirmeden edemedim. Salak senin adın Yağmur İz ya hani! Ama... ben İz’i kullanmazdım ki. Yaprak tabii ki içeri girmemişti. Yüksek ihtimalle Karel Hoca’nın bana seslendiğini duymuştu ve çoktan tabanlarını kalçasına vurarak kaçmıştı.

Diken üstünde Karel Hoca’ya döndüğümde bakışları elimdeki kedi de dolandı. “Dersliğe hayvan sokmak yasak.”

Utançla yanaklarım ısındı. Bu konuşmayı yapacağımızı er ya da geç yapacağımızı biliyordum. Bugün kaçsam yarın beni odasına çağıracağına emindim. Karel Hoca dersindeki herhangi bir aksiliğin sebebini inine dibine sorgulayan bir insandı. Diktatördü. Yarım dönem olmuştu belki ondan ders göreli fakat az çok tanımıştım. Huyuna git İz, yağcılık yap... “Biliyorum hocam ama ben onu gelirken yolda buldum, orada bırakamazdım. Gerçekten özür dilerim.”

“Bahanelerinle ilgilenmiyorum. Bunu bildirmem gerektiğini biliyorsun değil mi?” dedi düz sesiyle ceketini üstüne geçirirken. Ceketi de siyahtı. Bu adam baştan sonra simsiyahtı. Dışarıdaki görünüşüne bir renk verecek olsam kesinlikle kömür rengi olurdu. Siyah demezdim çünkü, siyah yakmazdı. Kömür yandığında yandığı yeri de yakardı. Karel Hoca böyle bir insandı.

“Biliyorum.” Sesim kısık çıkmıştı. Eğer bildirirse uyarı alırdım, bu benim dönem sonu karşıma çıkabilecek bir pürüzdü. Açıkçası sorun değildi ama bir de dekanlarla uğraşmak istemiyordum. Bu yüzden belki Karel Hoca’yı ikna edebileceğimi düşündüm. Bu dipsiz bir kuyuya taş atıp o kuyunun dibinden çıkacak sesi beklemek gibi bir durum olacaktı ama denemekten kim kaybetmişti? “Bu seferlik affetseniz olmaz mı Hocam?”

“Olabilir.” Dediğinde küçük dilimi yutacaktım. Ben direkt, beni reddedeceğini düşünmüştüm. Açıkçası ihtimal vereceği sivri uçlu aklımın ucundan bile geçmezdi. Dudaklarını aralayarak, “eğer yıl sonuna kadar asistanım olursan.”

“Ne?” Kaşları havalandı, alt dudağımı ısırdım. “Çok affedersiniz anlamadım?”

Omuz silkerek, “anlamayacak bir durum yok İz. Yıl sonuna kadar asistanım olmayı kabul edersen eğer bu durum aramızda kalabilir. Onun haricinde bildirmek zorunda kalırım.”

“Buna şantaj derler Hocam.”

Ah Yağmur... şu dilini tut!

Karel Hoca’nın bir an dudağının kenarı kıvrılacak gibi oldu fakat bu benim uzun süreli uykusuzluk sorunum ile kaynaklanıyor da olabilirdi. Gerçekten kaç saat olmuştu bilmiyordum fakat bir güne yaklaştığımın farkındaydım. Uyumam lazımdı... hatta derin soluksuz yirmi dört saatlik bir uyku şu an temel ihtiyaçlarımdan biriydi maalesef bu mümkün değildi. Sebebi kabuslardı. Sebebi o kabuslarda yer edinen anılardı. Karel Hoca yüzünde saliselik yakaladığım alay izlerini anında sildi.

“O zaman sana şantaj yapıyorum küçük hanım.” Dedi erkeksi tonlamasıyla. Kol saatine baktıktan sonra bakışlarını tekrar gözlerime çıkardı. “Düşünmek için akşam dokuza kadar vaktin var. Bir saniye dahi gecikme kabul etmem.”

“Ama...” cümlemin devamını ben getiremeden yanımdan geçip sınıftan çıktığında olduğum yerde sekteye uğradım. Elimdeki kediyle koca derslikte tek başıma dikiliyordum. Düşüncelerim karman çormandı. Açıkçası şu an tam olarak ne düşünmem gerektiğini düşündüğüm bir zamandaydım. Ah... biraz karışık olmuştu fakat durumum buydu. Ben bu karmaşıklığı zihnimin içine kanlı ayaklarıyla tekme vuran tutarsızlıkla beraber yaşıyordum.

Yaprak tedirgin bir şekilde önümde belirdi. “Ne oldu? Ay sana seslenince altıma sıçacaktım vallahi.”

Donuk bakışlarımı onun yüzünde gezdirirken yutkundum. “Yıl sonuna kadar asistanı olmamı söyledi.” Dedim kısık sesimle. Yaprak şaşırarak kaşlarını kaldırdığında böyle bir şeyin onun da beklemediğinin farkındaydım.

“Karel Hoca mı dedi bunu?” Başımı salladım. Yaprak alt dudağını ağzının içine yuvarladı. “İyi de o dönem başından beri gelen teklifleri reddetti ve asistana hiçbir zaman ihtiyacı olmadığını söylemişti.”

Yaprak’ı yanıtsız bıraktım. Kalbim artçı depremlerle sürekli sarsılırken asıl depremin bu olmadığının pekâlâ farkındaydım.

Loading...
0%