@mel.rly
|
Vazgeçişlerin emaresi, demiş annem bir kere babama. Hemen ölmeden önceymiş. Bendim. Vazgeçişinin emaresiydim, iziydim, yarasıydım. Hastalıklarla doğmuş bir hücre, cesedim ise bedenim olmuştu. Ruhumun iplere bağlanıp kanlı elleriyle iki yana çekiştirdiği zihnim bunu her gün kendine tekrar ettiriyor, her salise aklına kazıyor; her saniyesinde kabullenmeye çalışıyordu ama hiçbir zaman kabullenemeyecekti, bunu anlamıyordu. İpler yavaşça kırmızıya boyanıyor, zihnimi kan gölüyle dolduruyordu. Çıkış yolu bulmaya çalıştığım tüneller bordoya boyanıyordu ve ben her batan güneşte boğuluyordum. Gözlerimi kapattığım an düşüncelerimde başlayan ihtilal beni uykuya daldırana kadar enseme nefesini üflüyordu. Buna engel olmak isteyen yanımı ise zihnimin dip köşesi sivri ucunu ona saplıyordu. Çaresizlik bir nefesti belki de. Soluk boşluğuma tıkanan soluklarımın başka bir nedeni olamazdı çünkü. Her geçen gün cam kesikleri yutuyormuş gibi bir his bırakıyordu içime. Gökyüzü mezarlığında bir yıldız daha denizin karanlığına gömülürken ruhumun katili olan zihnim o mezarlıkta her gün can buluyordu. Bazılarına ölüm zorken bana nefes almaktı can çekiştiren. Elimi tutarken hayatımdakiler onları itenin hep ben olmamdı asıl can çekiştiren. Bunlarla doğmayı ben seçmemiştim ama belki kayaların ayağımın altından kaymasına izin verirdim. Kalbim ayaklarımın altında ezilirken içinde kalan kırıklar topuklarıma batıyordu. Bazen bu hisler bana yaşadığımı hissettirirken bazen ise geceyi koynuna çalan kabuslarımın birer anıları oluyorlardı. Geceler benim için birer kaçışken düşüncelerim sanki bu anı bekliyormuşçasına çoğalıyor beni yoruyordu. Yorulmuştum. Düşünmekten yorulur muydu peki insan? Ben çok yorulmuştum ve bunun çaresi ya da devası yoktu. Bununla yaşamak zorunda bırakılmıştım, buna alışmak zorundaydım; bunu anlamalıydım ama zihnim ruhumu mahzenin karanlığına kilitlerken ruhumun attığı çığlıklar düşüncelerimin dört bir yanında yankı yapıyordu. Sözler anlamsızdı çoğu zaman. Anlatılanlar biçimsizdi, şiirler şairsizdi. Sonu gelmeyen bir döngünün içindeydim ve bu döngü asla bitmeyecek gibiydi. Sürekli üç noktayla biten bir kitap vardı ve ben bu kitabın sonuna nokta koymaktan çekinmeyecektim. Hasta. Benim tanımımdı. Öyleydim, hastaydım ve bunun herhangi bir tedavisi yoktu. Ben Vera Aslan. İsmimin anlamı, zarardan uzak durmaktı. Ben buydum. Benden uzak durulmalı, ruhuma yaklaşılmamalıydı. Zihnimin pembe dünyasını gölge de bırakan ve gecenin sonunda gündüzü getirmeyecek olan siyahlığıma kimse dokunmamalıydı. Dokunanın parmak uçlarına benim karanlığımdan katran bulaşırdı. Silemezdi, tenine işlerdi. Benim ruhuma işlediği gibi. Benim de silmek istediğim çok zaman olmuştu. Kazıyarak çıkarmak, tamamen üstümden atmak fakat nafileydi. “Bahtsız yavrum...” İlk intiharımdan sonra duyduğum sözdü bu. Hastanedeydim, yoğun bakım ünitesinde. Hemen yan odamda kalan hastanın ailesi görmüştü beni. Duymuşlardı anlaşılan hikayemi. Camdan bana bakan yaşlı, başında eşarbı olan teyzenin; hemşire girmek için açtığı kapının ardından duymuştum sesini. Bahtsız yavrum. Kadersiz, bahtsız, öksüz. Başımın ağrısı asla dinmiyordu. Şakaklarıma sanki iğneler batıyormuş gibiydi, bu hep vardı. Bazı şeylerin çözümü olmaması imkansızdı değil mi, ölüm hariç her şey olabilir miydi? Bir şeyin imkânsız olması için illa ölüm mü lazımdı? O zaman annem neden yanımda değildi? İçimdeki boşluk büyüktü, bu en az kalbim kadar ruhuma da yansımıştı. O olsaydı nasıl olurdu? İşte bazen bunu sormadan duramıyordum ama daha sonra bunun imkânsız olduğunu fark ediyordum. Çünkü annemin başka çıkışı olmadığını aldığım yaşlarla daha iyi anlıyordum. Anne, imkânsız kalsan da hep ben seni hiç affetmeyeceğim çünkü bana bir ölüm borçlusun. Yalnızlık, dizime kadar çamur kadar yakınımdaydı. "İlaçlarını düzenli kullanıyor musun Vera?" Boş gözlerimi duvardan çekmek istemedim. İlaçlarımı alıyordum, buna zorunluydum. Almak istemesem bile babam zorla ağzıma tıkıyordu. Gerçekten, iyi huylu duygularım yoktu ama kanser gibi vücudumu saran duygularımı onlarla susturmak zorundalar mıydı? Çünkü bir halta yaramıyordu ve bundan ne psikoloğum ne de babamın haberi vardı. Duvara bakmayı sürdürdüm. Anne seni bir ilaçla affettirmek istiyorlar ama bu benim iyileşmem kadar imkânsız. "Vera?" Mecburi bir şekilde çenemi psikoloğuma çevirdim. Ruhumdan sızan hissizlik gözlerimdeydi. Bunu anlamaması olanaksızdı ama o anlamamak da ısrarcıydı. Madem anlamayacaktı neden buradaydım? Düşüncelerimi bir kenara atmayı denedim. "Alıyorum." Başını aşağı yukarı salladı ve iki de bir burun kemerinden düşen gözlüğü düzeltti. İki cam parçasını birleştiren eşyayı uzanıp aldıktan sonra yere atıp kırmamak için kendimi dizginledim. Sinirime oynuyordu, buna engel olamıyordum. Sürekli onunla oynamak zorunda mıydı? Ya da takmak? Zorunlulukları umurumda değildi, onu çıkarmalıydı. Bakışlarım asla ona dokunmazken sadece düşüp duran gözlükteydi bakışlarım. "Gözlüğü çıkarır mısınız?" dedim düz bir sesle. Kaşları yukarı kalktı, yaşından dolayı alnı kırıştı. "Anlamadım?" diye sorduğunda dürüst oldum. Kaybedecek zamanım yoktu, bir an önce onu çıkarmalıydı. "Gözlüğünüz beni rahatsız ediyor Özgür Hanım." Birkaç saniye bana baktıktan sonra, "Ah," dedi. "Tabii ki çıkartırım." Siyah çerçeveli gözlüğü çıkartıp masaya koyduktan sonra bir iki kez gözlerini kırpıştırdı. Yüzünde hafif tebessümle tekrar bana baktığında, hiç düşmeyen gülümsemesine şaşırmadan edemiyordum. Yalancı bir tebessümdü veya değildi, bunu beni alakadar etmezdi. "Geçen hafta seninle konuştuğumuzda enerjiktin Vera. Hollanda’nın sana iyi geldiğini düşünmüştüm. Bu hafta modunun düşük olmasının bir nedeni var mı?" Ona verebileceğim birçok cevap, dudaklarımın arasından çıkacak bir hiç vardı. Düşüncelerimi kelimelerime dökebilsem çözümü zaten kendim bulabileceğimi anlamıyor olması sinir bozucuydu. Ona karşı bir kez dürüst olmuştum ve hiçbir seansımızda eskisi kadar ona şeffaf olmamıştım. Aslında o hatamdan önce de çok şeffaf değildim fakat Özgür Hanım kurnaz biriydi. Beni avlayabileceği noktaları ne kadar tıkasam da bir yere yakamı tutmuş ağzımdan lafı cımbızla çekip almıştı. Her ne kadar açık konuşmak istemesem de hissettiklerimi açıklayabileceğim sözcükler olmadığı için kafa karıştırıcı bir cevap verdim. "Nabzımın atıyor olması." Bana öylece bakakaldığında aklında dönen tilkilerin zihnini az çok tahmin edebiliyordum. Bir süre yüzümü ve ifadelerimi izledi. Gülümsemesinin yerini ciddiyet eser almıştı. Özgür Hanım’ın gerçek yüzü buydu. Önünde açık olan siyah sert kapaklı defteri kenara çekti, iki elini masanın üstünde birleştirdi. "Kendine zarar verme gibi bir düşüncen var mı?" Başımı iki yana salladım, böyle bir düşünce zihnimde şu anlık yaşamıyordu. "Yok." "Pekâlâ, o zaman neden böyle söyledin?" İrdeliyordu. "Çünkü nabzımın atması beni rahatsız ediyor." Genelde geceleri fakat nadirde olsa günlük hayatımda beni rahatsız eden bir durumdu bu. Henüz kimsenin haberi yoktu. Sinir bozucu sesler bazen kulağımı tırmalıyordu ve ben bu anlarda ne yapacağımı bilemiyordum. Bana bir çözüm söylese iyi olurdu. Tabii eğer varsa. "Nabzının atması neden seni rahatsız etsin ki? Sonuçta bu yaşamın gerçeklik kısmı ve yaşadığının da bir kanıtı." İlaçlardan dolayı kurumaktan çatlayan dudaklarımı yaladım. "Gece yastığa başımı koyuyorum ve her yer sessizlik içerisinde olduğunda bir anda kulağıma, boynumda derimin altında atan nabzı hissediyorum. Bütün vücudumu bu ses titretirken, beni rahatsız ediyor. Sürekli kıpırdanıp bunun son bulmasını istiyorum." Derin bir nefes verdi, gözlerinde kaygıya ait parıltılar gördüm. "Bu ne zamandan beri bu şekilde canım?" "Bir aydır aralıklı zamanlarda oluyor. Her gün olan bir durum değil.” Duraksadım. Aklıma gelen düşünceyle, “Hastalığımın bir başka belirtisi olabilir mi?" diye sordum. Sus artık Vera. Ona kendim hakkımda bu kadar bilgi vermemeliydim. Reşit olsam da ahlaki kurallara aykırı olarak babama, benim hakkımda bilgi verdiğini biliyordum "Önce tırnağının kenarını soymayı bırakır mısın güzelim?" İrkilerek bakışımı ellerime çevirdiğimde dediği gibi derimi yolduğumu gördüm. Hatta birkaç yerine tırnağımı o kadar derin bastırmış olmalıyım ki hafifçe kan sızıyordu. Yaptığım şeyin farkında değildim. Her zamanki gibi. Dediği gibi kaskatı kesilen parmaklarımı çektim, yaralarım sızlıyordu. Masanın kenarındaki danışanları ağlarlarsa diye bulundurduğunu bildiğim peçeteden bana uzattığında tırnağımın kenarlarına bastırdım. "Şimdi Vera beni iyi dinle canım. Bu Borderline'nın bir belirtisi gibi gözükse de maalesef değil. Borderline daha çok, kişiliğinle ve duygularınla alakalı olduğunu biliyorsun ve biz seninle çok yol katettik." Evet, sen öyle düşünmeye devam et. "Sana tam şimdi bir tanı koyamam fakat bahsettiğin durum Mizofoni hastalığının bir belirtisi." Göğsüm yükseldi ve alçaldı. "Açıklar mısınız?" Tabii dercesine kafasını hareket ettirdi. "Mizofoni hastalığı, kişilik bozukluğunun yanında kendi başına bir durumdur. Günlük seslerden rahatsız olma ve bunlara karşı tiksinç, öfke, rahatsızlık duyma gibi belirtileri gösterir. Müdahale edilmediğimi sürece şiddetli anksiyete bozukluğuna sebebiyet verebilecek türden bir hastalık." Söyledikleri mantıklıydı ve ruhumun içinde debelenip duran gece bunu kabul etmek istemiyor, karanlığına gömmeye çalışıyordu. "Siz şimdi hastalıkla çerçevelenmiş hayatıma bir hastalığın daha mı dahil olduğunu söylüyorsunuz? Saçmaladığının farkında mıydı, yoksa ona ben mi söylemeliydim? "Hayır, hayır. Bunun tanısını ben koyamam. Benim sana mantık çerçevesi içinde yaşadığını çözümlemeye çalıştığım kelimeler bunlar. Son zamanlarda yaşadığın rahatsızlığa bir isim koyması için seni önceden yönlendirdiğim psikiyatriste gitmen gerekiyor. Eğer müdahale edilmesi gereken bir durum varsa gerekeni yapacaktır." Sesimi çıkarmadım, konuşmadım. Dudaklarımı aralayıp zehirli kelimelerimi döksem neye yarayacaktı ki zaten. Müdahale edilmesi gerek bir durum varsa, diyordu. Gerekeni yapacaktır. Gereken neydi? Bir ilaç kutusu daha mı yoksa birkaç şırınga sakinleştirici mi? Anne diye fısıldadım içimden. Görüyor musun bunlar senin eserin. Senin için bir umut yoktu, hiç olmamıştı. Şimdi benim de içimdeki babama ait olan umut tohumu parçalanmıştı. Borderline, mizofoni... Bunlar düzmece kelimelerden ibaretti. Ne zaman anlayacaklardı asıl benim, bu kelimeler olduğunu, sanmam. Hiç anlamayacaklardı. Tek duyguya bile ev sahipliği yapmayan irislerimi saate çevirdim. Bir saat dolmuştu, yarısı benim susmamla geçmişti. "Seans bitti." Dedim kapıya bakarken. Bir an önce çıkıp gitmek istiyordum. Eve gitmek ve soyunup kendimi yatağa atmak şu an tek önceliğimdi. "Peki. Haftaya tekrar görüşürüz Vera, babana psikiyatriye gitmen gerektiğini ileteceğim." Kaşlarım çatılırken olduğum yerde gerildim. Hızlıca, "Hayır buna gerek görmüyorum, Mesut Bey beni tanıyor zaten. Tek gitsem sorun olmayacaktır." Bana karşı yüz ifadesini bozmadı. Söylediklerimi sessizce dinledikten sonra olumsuz cevap vereceğini anladığım suratı ile, "Maalesef bunu yapamam güzelim. Durumun buna elverişli değil." Son cümlesi zihnimi defalarca tırmaladı. Karmaşık gözlerim ve hislerim bir an etrafta takılıp kalsa da irkilmemek için kendimi tuttum. Bir insanın, yarasını yüzüne vurmak açık sözlülük değil. Düpedüz duygu katili olmaktı. Babamın bu konuyu dert edineceğini ve benim için endişeleneceğini biliyordum. Bunu istemiyordum. Daha halledemediğim bir hastalık varken ikincisini öğrenmesi ritim bozukluğu olan kalbine zararlıydı. Öğrense de bir şeyin değişmeyeceğini bildiğimden bu karanlıkta tek olmayı tercih ederdim. Düşüncelerime ihanet ederek anladığımı belirtmek için başımı salladım. Ayağa kalktığımda siyah sırt çantamı omzuma taktım, burandan yarım gününü ektiğim ilk okul gününe gidecektim. Okula gitmem, çalışkan bir öğrenci olduğum anlamına gelmiyordu. Gidiyordum ve uyuyordum, bu kadardı. "İyi günler," dedim aynı ifadesizliğimi korurken. "Haftaya görüşürüz Vera, ilaçlarını aksatma." Terapistin odasından çıktıktan sonra binadan çıkarak beni dışarı da bekleyen arabaya ilerledim. Ön koltuktaki Anton ona daha önceden arabadan inip kapımı açmamasını gerektiğini söylediğim için herhangi bir girişimde bulmuyordu. Babamın bana özel olarak terhis ettiği şofördü. Bunu istemediğimi defalarca söylemiş ve defalarca bu konu yüzünden kavga etmiş olsak da bu konu da o kazanmıştı. Asıl amacının benim her hareketimden haberdar olmak istediğini biliyordum. Bu yüzdendi ilk başta itirazlarım. Arabaya yerleştiğimde hemen, "Nereye gidiyoruz Vera Hanım?" diye sordu. "Okula." Dedim sadece, yolu zaten biliyordu. Asfalt altımızdan kayıp giderken alnımı cama yasladım. Psikoloğumun ofisi hızla arkamızda kaldı. Kucağımdaki çanta titremeye başladığında kaşlarımı hafifçe kaldırdım. Çantamın içinden telefonu çıkardığımda babamın aradığını gördüm. Yeşil tuşa hızla basıp kulağıma dayadım ve sesime enerji kattım. "Efendim baba?" Şefkatli sesi kulağıma anında ulaştı. "Ne yapıyorsun güzelim? Nasıl geçti görüşmen?" Boğazıma oturan yumru ile yutkunmaya çalıştım. Alt dudağımı ısırdığımda cevap vermede gecikmiştim. "Vera?" O görmese de koltukta toparlanma ihtiyacı ile duydum. Yalan söylemeyi beceremiyordum, bunun sebebi ise yalan söylemeyi sevmediğimden değildi. İnsanların yüzüne bilinmesi gereken gerçekleri söylemek istememden kaynaklanıyordu. Kimseye tolerans sağlamadığım bu konu da babama karşı kendimi zorlamak bana iyi hissettirmiyordu. "İyi geçti baba." "Emin misin kızım?" sesi bana inanmadığı gösteren bir bayrak kaldırdı. Babam hiçbir konu da inanmazdı, en azından ona bunu öğretmiştim. Bu yüzden her söylediğimden şüphe eder duruma gelmişti. Bunun tek sebebi de bendim. Bakışlarımı camdan dışarı kaydırdım. "Eminim baba. Yeni verdiği ilaçlar işe yarıyor," Birkaç hışırtı sesi geldi, işinin ortasında aramış olmalıydı. Her zaman önceliği olmak canımı yaktı. "Çok sevindim kızım! Şimdi nereye gidiyorsun? Okula mı? Yanına gelmek isterdim ama bugün önemli bir toplantım var. Yine de istersen iptal ederim." Diye hızlı hızlı konuştuğunda soluklandı. Anında reddettim. "Yok yok sen işine bak baba. Ben zaten okula geçiyorum." "İyi bakalım kendine dikkat e- Geliyorum!" "Görüşürüz sende dikkat et," dedikten sonra telefonu kulağımdan indirip kapattım. Tam üç aydır Hollanda’daydım. Babam Türkiye’den uzaklaşmanın bana iyi geleceğini ve belki de bazı şeyleri aşabileceğimi düşünüyordu, yanılıyordu fakat bundan ona bahsetmiyordum. Onu sözlerimle hep kırardım, bunun pişmanlığı sonradan gelse de bazen beni hiç bulmuyordu. Bu sefer kalbi kırılan o değil, ben oluyordum. Hollanda’dan dönme sebebimiz okulların açılmasıydı. Üç yıldır Kayhan’ın en iyi lisesine gidiyordum. Özel bir okuldu ve ben burslu olarak girmiştim. Babam zengin bir iş adamıydı, bana pekâlâ bu imkânı sağlayabilirdi fakat tercihim sınavlı olarak oraya kazanmaktı. Bazen benim de ideallerim olabiliyordu, her ne kadar şaşırtıcı olsa da. Babam, Zahir Arslan. Her koşul da üzerime titrerdi, pamuklara sarardı fakat ne yaptıysa ruhuma ilaç olamamıştı. Bu onun gitgide kederlenmesene sebep olurken, çoğu gece kendim için değil ona üzüntü verdiğim için ağlardım. İlk intiharım onun yüzündendi fakat bundan haberi yoktu, kimsenin yoktu. On beş yaşımda annemin intihar ettiğini öğrenmiştim. Önceden bilmiyordum. Annemin neden öldüğü benden hep saklanmıştı. Babamın yanında uyuduğum bir gece, rüyasında sayıklamıştı. Dumura uğramıştım, ne yapacağımı bilememiştim; nefes alamıyordum, kendimde değildim. Babam uyurken yanında kriz geçirmiştim. Uyandığında ve beni o halde gördüğümde kalp spazmı geçirmişti. Dışarıdaki bahçeye kadar taşınan çığlıklarımı o gece bekçi duymuştu. Babam sedyenin önünde hastaneye kaldırıldığında, orada bilinçsiz bir şekilde yatması gerekenin ben olduğumu düşünmüştüm. Bu, benim için kendime zarar vermeme olanak sağlayan yeterli bir sebepti. Beni zorla o gece hastaneden eve geri götürdüklerinde babamın kalp ilaçlarından tam bir kutuyu içmiştim. Sonrası yoktu karanlıktı ve uyandığımda başucumda elimi tutarak uyuyakalan babam vardı. Mahvoldum fakat pişman olmadım. Kollarım da biriken izler çoğu zaman ruhumu kanatırken, ben hiçbirinden pişmanlık duymadım. Benim asıl yıkımım çektiğim acının sanrılarıma deva olmamasıydı Kollarım beyazlamaya yüz tutmuş izlerle doluydu, bunlar tek bedenimin o bölgesinde sınırlı değildi. Onları görmemek için aynanın karşısına bile kollarımı gösterecek kıyafetlerle durmuyordum. Onları görmek, beni acıtıyordu. Bazen ise beyazları kırmızıya bulamamı isteyen karanlığa destek veriyordu. Zihnim durmuyor, sürekli ruhumla çatışmalara giriyordu ve her zaman galip çıkan o oluyordu. Çoğu kendimde değilken meydana gelmiş hasarlardı, onlar küçüktü; çok çabuk unutulup gidiyordu ama kendimdeyken, kendime yarattığım kabuslar... işte onlar kalıcıydı. O izler silinemezdi ama gizlenebilirlerdi. Yara izim gözükmüyor diye herkes ağlamıyorum sanardı belki de dışarıdan, kendimi beğenmiş biri olduğumu düşünüyorlardı. Bu algıları yıkmak için herhangi bir girişimim yoktu. Arkamdan konuşulanlarla yaşamaya alışmıştım. Benim için önemli değildi, birini sustursam diğeri konuşacaktı. Çoğu kişi beni anladığını sanardı bu konu da ama hep yanılıyorlardı. Babam hep iyi düşünürdü benim için, bunun olanağı varmış gibi kendini kandırırdı fakat bazı gerçekler vardı görünmesi gereken; sürekli onlardan kaçtığımız ama asırları atlatan bir veba gibi peşimizden gelen gerçekler vardı. Onları görmezden gelmemeli, onlarla yaşamayı öğrenmeliydik. Bunu bir türlü anlatamıyordum babama. Annem de yaşadığı imkansızlığı bende son vereceğine dair umutları hiç bitmemişti. "Geldik Vera Hanım." Zihnim tekrardan bana acı çektirmek ister gibi bileklerine pranga vurduğum anıları karanlığın üstüne çekiyordu. Bundan kurtulmak için kafamı Anton’a çevirdim. Daha sonra dudaklarımı birbirine bastırarak sessiz bir teşekkürden sonra arabadan indim ve okula yöneldim. Opia Okulları, Amerika'daki okulları aratmayacak yapısını seviyordum. İçi her ne kadar bir okulu yansıtsa da eğer dışarıdan öylesine geçen biriyseniz ve burası hakkında herhangi bir bilgi sahibi değil iseniz önemli birinin oturduğunu veya müze olduğunu düşünebilirdiniz. Opia’nın karanlığından ve kasvetinden hoşlanıyordum. Siyah tabanı kalın botlarımın altında toplanmış yağmur sularını çiğneyerek bahçeye girdiğimde öğrencilerin çoğu bu havaya rağmen bahçedeydi. Alışık olduğum bu durumu, ilk gün olmasına rağmen sorgulamadım. Yüksek ihtimalle şu an herkes öğle teneffüsündeydi. Cebimdeki telefon titremeye başladığında, koyu renklerden oluşan deri ceketimden telefonu çıkararak arayan kişiye baktıktan sonra yanıtladım. "Efendim, Bengi?" Sesim stabildi. "Selam bebeğim. Neredesin, geldin mi?" dediğinde dün gece konuştuğumuz gibi okula geldiğini anladım. Bengi, kendimi bildim bileli hayatımda olan bir detaydı. Her şeyimi paylaşamasam da onun dışında kalan çoğu detaydan haberdardı. "Geldim." Dedim kısaca, yanıt gecikmedi. "Bomba haberlerim var.” İlgimi çekmiyor. On iki A'dayım." Dedi benim aksime heyecanlı bir sesle. Onu onayladığım da telefonu kapatıp geri cebime attım. Okulun büyük kapısından girdiğimde söylediği sınıfa çıkmak için merdivenlere yöneldim. Son senelilerin sınıfı en üst kattaydı, yani beşteydi. Merdivenlere baktığımda uzun basamakları gözümü korkuttu. Uzun süreli krizlerimin bir getirisi kabuslarken diğer getirisi ise ansızın yakalan astım krizleriydi. Merdivenleri çıkarken buna dikkat etmem gerektiğinin farkındaydım. Okulda, özellikle öğrencilerin önünde herhangi bir atak geçirmek istemiyordum. Okulun içinde asansör vardı fakat daha kart çıkarmamıştım. Merdivenlere gözümü diktiğimde bugün mutlaka uğramam gerektiğini anladım. Yavaş yavaş çıkarsam kolay olacağını düşünerek ilk adımı attım. Böyle ilerleye ilerleye üçüncü kata geldiğimde alnımda birikmeye başlayan teri hissederken kulaklarımda çalmaya başlayan sesli kalp atışlarımın sesiyle duraksadım. Zihnim bu sesle tırmalanmaya başladığında şakağıma ansızın keskin bir ağrı girdi. Ağrının acısıyla gözlerimi yumduğumda kulaklarımda çınlamaya devam eden ses, sanki bu defa kulağımı delerek ruhuma ulaşmaya yemin etmiş gibi şiddetliydi. Soğuk ter damlalarından biri burnumun ucuna düştüğünde, 'şıp' sesi düşüncelerimde kendini o adar tekrar etti ki ellerimi kulağıma kapatmamak için kendimi dizginlemeye çalıştım. Fısıldaşmalar çevreyi sardığında dahi gözlerimi açamamışken her sesin ayrı ayrı tonda beynimi tırmalamasına engel olamıyordum. Kalp atışlarım damarlarımı delmek istiyordu, bunu anlıyordum. Endişe ve korku alyuvarların yerini tutarken, venler onları kalbime taşıyordu. Ruhumun sancısı tüm bilinç altılımı al aşağı etmişti. Düşünemiyordum, hissedemiyordum. Bir adım ileri atmak istedim bundan başarısız olurken dengem sarsıldığında tutunacak bir yer aramak için elimi kaldırdım lakin etrafım tamamen kara perde ile örtülü olduğundan dolayı bunu yapamadım. Elim boşlukta sallandı, tutunamadım. Sesler karışıyor, etraf gecenin koynunda peydahlanan kararlığını sürdürmeye devam ediyordu. Geriye doğru bedenim devrilmeye başladığımda kendimi acılı bir düşüşe hazırladım. Tam bu sırada belimde bir dokunuş hissettim. Sertti fakat onu aratmayacak kadar nazikti. Sırtım sert zeminle buluşmadı, yan yatmış bir şekilde birinin tek elinin üstündeydim. Parmaklarım refleksle beni tutan kişinin omuzlarına sarıldı. Yumuşak tarçın kokusu zihnimi tırnaklamaya devam eden sesleri susturmak istercesine yılan gibi içeri sızdı. Üstüme gölge gibi düşen bu beden perdenin üstünde bana gecenin karanlığını bahşetti. Yutkunmak neden bu kadar zordu? Birbirlerine tutunan kirpiklerimi zorla ayırdığımda krizin ardından dolan aydınlık ışığı engelleyen karaltıya baktım. Zihnimde art arda depremler yaşanmaya başladı. Bir binanın içindeydim, binanın tuğlaları teker teker sırtıma düşüyor; kambur kemiklerimi kanatmak için efor sarf ediyordu. Sırtımda açılan yaralar ruhumu acıtırken bitap düşmüş sanrılar önlerinde diz çöktüğünde ruhumun dizleri kanlıydı. O tuğlalar yıkıldı, bina üstüme çöktü ama ben bir çift gözün altında kalmıştım. |
0% |