
Meyvelerimizi masaya taşımış, kahvelerimizi yudumluyorduk. “Her şeyi bir kenara bırakıp ben bugün neler yaşadığını öğrenmek istiyorum.” Derin bir iç çekip elimdeki fincanı masaya geri bıraktım. “Güzel şeyler yaşamadım Atlas. Ben bugün 4 kişiyi öldürdüm.” Gözlerinde şaşkınlık vardı. “4 kişi değil miydi?” Elimdeki üzümü ağzıma atıp dışarı akmaya çalışan yaşları bastırdım. “Ben orada Derin’i de öldürdüm. İçimdeki masum Derin öldü. Ama sorarsan kaç ceset diye; 3 ceset gördüm. Birini tanırsın sen. Şu bizi karargah da karşılayan çocuk. Neydi ismi?”
“Ne? Mehmet mi? Burnumuzun dibindelermiş şerefsizler. Tüm askeriyeyi sorguya bizzat ben çekicem Derin, için rahat olsun.” Kahveden bir yudum daha alıp masanın üzerinde sıkılı duran yumruklarını tuttum. “Evden kaçtığımda arabada onu ve yanında birini daha gördüm. Kurtulduk sandım. Salak gibi bindim arabaya. Sonrasında işte kaçırıldığımızı farkettiğimde olanlar oldu.”
Ne zaman gözlerim dolsa dikkatimi dağıtmaya çalışırdım. “Bugün makyaj yaptım, fark ettin mi?” Yüzünde korku belirmişti. “Takılar da taktım.” Tek nir kelime etmiyordu. “Beğenmedin mi Atlas?” Cevap vermiyordu. Ne dersem diyeyim cevap vermiyordu.
Vücudum deli gibi titremeye başlamıştı. Masadaki fincanlar tabaklarında titriyordu benimle birlikte. Gözümden akan bir damla yaşı hızlıca silip ayağa kalktım. Mutfağın köşesine gidip etrafı kurcalamaya başladım. Ne aradığımı bilmeden öylece kurcalıyordum etrafı. Beraberinde bir şeyler mırıldanmaya başladım.
“Ben olsam almam beni, adamdan saymam beni, uzun uzun soymam beni. Deli miyim?”
Bir bardak alıp bardağı ağzına kadar suyla doldurdum. Ben mırıldandıkça gözümdeki yaşlar artıyordu. Zaman durmuştu, yalnızca ben vardım şu an. Mutfakta Atlas yoktu sanki, bu ev benim evimdi.
“Ben olsam bakmam bana, bi’ çorba bile yapmam bana, tüm bunları sen öğrettin bana. Sevgilim!”
Zamanın aktığını Atlas elimi tutunca fark ettim. “Ağla bırak kendini, ağla ve rahatla Derin.” Gözlerimi Atlas’ın gözlerine götürüp uzun uzun baktım ona.
“Ağlamayacağım, ağlayamam. Ağlarsam boğulurum çünkü. Ben yüzme bilmiyorum Atlas. Ağlamayacağım, güçsüz gözükmek istemiyorum.”
Belime dolanan parmaklar beni yukarı kaldırıp sıkıca sarmıştı. “Bugünlük bu kadar yeterli, uyuman gerek.” İtiraz etmeden başımı Atlas’ın göğsüne yaslamıştım. Merdivenlerden çıkıp kapımı açmıştı. Beni yatağıma yatırıp alnıma bir öpücük bırakmış ve üzerimi örtüp çıkmıştı. Burada öyle yatarsam kafayı yerdim. Yataktan kalkıp üzerimdeki elbise be takıları çıkartıp makyajımı sildim. Ardından kalın bir eşofman ve kazak giyip üzerime kalın bir şal aldım. Kapıyı açıp bir adım attığımda ayağıma sert bir şey çarpmıştı. Başımı eğip baktığımda kırmızı bir kutu gördüm.
Elime alıp tekrar yoluma devam ettim. Yavaş adımlarla merdivenleri çıkıp terasın kapısını açtım. Aradığım şey tam olarak buydu: Yalnızlık ve sessizlik. Köşede duran kamp sandalyelerinden birini açıp oturdum. Kucağımdaki kutuyu açtığımda önce bir nergis çiçeği gördüm. Gülümseyip burnuma götürdüğümde kokusunu derinlemesine içime çektim. Ardından içindeki kağıdı elime aldığımda bir telefon gördüm altında. Şaşkınlıkla kağıdı açıp içinde yazanları okumaya başladım:
Resmi olmayan bir başlangıç yapamıyorum o yüzden Sevgili Derin,
Günaydın Derin. Umarım Telefonunun başına gelenler ortada, bir telefon borcum vardı sana. İçinde yeni bir hat ve acil zamanlarda araman gereken başlıca numaralar kayıtlı. Benim numaram aşağıda yazıyor. Senin kaydetmeni istedim, istediğin gibi. Harici olarak belki oynamak istersin diye bir kaç oyun yükledim. Sırra kadem basan kişiliğinin altında masum bir çocuk yattığına da eminim. Kısacası Derin ihtiyacın olan her şey elinde. Ve istersen bende :)
Binbaşın değil, askerin
Atlas Gökay Çelik.
Telefonu elime alıp rehbere girdiğimde İlyas amcanın ismini en üstte gördüm. Bir kaç isim daha vardı; yanlarında koruma, güvenlik gibi ünvanlar vardı. Kağıdın altındaki numarayı yazıp ismini kaydettim. Yok, çok resmi oldu. “Atlas Gökay Çelik ne Derin ya?” Daha yaratıcı bir şeyler bulmam gerekiyordu. Binbaşı yazdım ama tekrar sildim. Son olarak “Binbaşı’m” ismini seçip kaydettim. Profiline tıkladığımda karşılaştığım fotoğraf karşısında resmen ağzım açık kalmıştı. Çocukluğuna ait bir fotoğraf olmalıydı; elinde bir kağıt uçak, üzerinde ise bir pilot üniforması vardı. Yüzündeki bıçak izi daha oluşmamıştı.
Kağıt uçağı büyütüp baktığımda üzerindeki karalama bir şeyler yazılı olduğunu gördüm. Daha da yaklaştırdım; evet bir şeyler yazıyordu. Gözlerimi kısıp okumaya çalıştım. “Bir gün özgür olacağım güne uçacaksın…” Ne yani pilot mu olmak istiyordu? Neden olmadı acaba? Mesaj atmak istiyordum deli gibi fakat uyumuş olmalıydı. Ayrıca bu gece yalnız kalmayı istiyordum, eskisi gibi.
Telefonu kucağıma bırakıp gökyüzünü izlemeye koyuldum. Yıldızlar apaçık seçiliyordu, Ay ise onca karanlığın ortasında bir umut misali parlıyordu. Gözlerimi gökyüzünde gezdirirken uykuya teslim olmuştum. Uzun zaman sonra ilk kez çok huzurlu bir uykuya dalmıştım.
Yaklaşık bir haftadır gözüme uyku girmiyordu; kaçırılma korkusu, ölme korkusu, en büyüğü de bu gücün ortaya çıkaracak zararlardan korkuyordum. ‘Ne olabilirdi en fazla?’ dedikçe hep daha kötüsüyle karşılaşıyordum. Bu kez bırakmıştım hayatı, gelişi güzel yaşıyordum. Mutlu yaşamaya değil, yaşamaya çalışıyordum. Çünkü benim tek çıkış yolum kalmıştı: Ölme!
Gözlerimi açtığımda karşımda yeni doğan güneşi gördüm. Bu manzara benim umudumdu. Güneşin doğuşu, benim yeniden doğmam demekti. Her sabah doğuyordu güneş ama benim izleyebildiğim nadir zamanlardandı. Genelde uykuma yenilir ve bu manzarayı kaçırırdım hep. Bu bir işaretti, bu bir mesajdı bana. Güzel şeyler bekliyordu beni.
Telefondan saate baktığımda altıya geliyordu. Hemen terastan ayrılıp odama koştum. Üzerimi değiştirip sessizce mutfağa indim ve bir önlük taktım. Bu doğan gün benim günüm olmak zorundaydı! Bir kaç yumurta çıkarıp krep hamuru hazırladım. Portakal ve mandalinaları da sıkıp meyvesuyu yaptım. Küçükken en sevdiğim şeydi. Köşedeki dolabı açtığımda bir kulaklık gördüm ve hemen telefonuma bağlayıp “Till Forever Falls Apart” isimli şarkıyı açtım. Nedensiz yere içimi huzurla dolduruyordu, yaşama enerjisi katıyordu bünyeme.
Şarkı kulağımda defalarca çalarken ben kahvaltıyı çoktan hazırlamış, yapıp camdan dışarı bakarak kahvemi yudumluyordum. Bugün güneş çok canlıydı, bulutlar ise gökyüzünde daha önce hiç görmediğim kadar güzel şekiller oluşturuyordu. Kapının yanındaki askıdan bir palto alıp üzerime giydim. Yüksek ihtimalle Atlas’ındı. Kokusu üzerindeydi ve incelediğimde üzerinde kendi saçımı görüp gülümsedim. Ardından kapıyı açıp çıktığımda güneşin sıcaklığı ve Kasım’ın önden gelen rüzgarı yüzüme çarpmıştı.
“Günaydın Derin hanım, gideceğiniz bir yer barsa ben götüreyim sizi.” Koruma olmalıydı; gayet güzel giyimli, yaklaşık 1.90 boylarında, iri vücutlu biriydi. “Güneşi selamlamak istedim. Bana katılmak ister misin?” Elleri önünde bağlı, başıyla beni onaylayıp benimle beraber geniş bahçenin içinde yürümeye başladı.
“Adın ne?” Arkamdan yürüyordu ve bu beni oldukça rahatsız ediyordu. “Sınıf ayrımından hoşlanan bir insan değilim. Aynı özellikleri taşıyoruz.” Bir kaç adımla yanıma gelip cevap verdi: “Kaya efendim.” Gerçekten kaya gibi sert bir mizacı vardı. “Ailen yok mu? Geldiğimden beri sabah akşam buradasın.” Elimdeki kahveden bir yudum daha alıp karşımdaki nergislere doğru yürüdüm. “Benim tek ailem İlyas bey ve ailesidir.” Şaşkındım, gerçekten yok muydu? Yoksa bağlılığından dolayı mı bunları söylüyordu? “Ben 10 yaşıma kadar bir sosyal kurumda büyüdüm. Ardından ise İlyas Bey beni yanına alıp yardım etti. Ben ve burada gördüğün herkes aynı yolun yolcusuyuz.”
Yüzümde geniş bir gülümseme oluşmuştu. İlyas amcanın gerçekten altından bir kalbi olduğunu düşünüyordum. Nergislere uzanıp bir kaç tanesini koparttım. Kahvaltı masasına götürecektim. Geldiğimiz yola doğru tekrar dönüp eve doğru yürüdük. Bu kez konuşmak yerine elimdeki çiçekleri kokluyordum. Evin kapısını açıp içeri girerken korumaya dönüp teşekkür ettim. “Eşlik ettiğin için sağol Kaya, memnun oldum.”
Elimdeki çiçekleri vazoya yerleştirip yumurtayı pişirmeye başladım. Merdivenlerden ıslıkla inen Atlas’ın sesini duyduğumda aynı enerjiyle ona doğru ilerledim. “Oo, erkencisin büyücü.” Evi kahkahalarım dolduruyordu. “İlk kes büyücü denildi bana; iltifat mı, hakaret mi?” Elini belime sarıp kulağıma fısıldadı. “Beni büyülüyorsun, sen seç hangisi?” Cevap vermeme kalmadan Dora merdivenlerden seke seke aşağı indi. Hızlıca birbirimizden ayrılırken Dora yanımıza gelmişti bile.
“Sarılıyor muydunuz siz? Bir daha sarılın. Lütfen.” Yanaklarım ateş topuna dönmüştü. Atlas’a baktığımda onun da yanakları kızarmıştı. “Abicim kahvaltıyı bugün Derin ablan hazırlamış. Teşekkür etmek için sarılmıştım. Yoksa niye sarılıyım. Değil mi Derin? Teşekkür ederim kahvaltı için. Hadi Dora sende sarıl.”
Dora yanıma koşarak geldi ve sıkıca sarıldı. Ardından kulağıma fısıldadı: “Bence abim çok yakışıklı, evlensene onunla.” Gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Hiç beklemiyordum bunu. Boğazımı temizleyip masaya doğru ilerledik. Yumurtayı tavadan alıp tabaklara indirdim. Ardından içecekleri de katıp masaya oturdum. “Borcumu almışsın.” Telefonu elime alıp teşekkür ettim. Bir kaç saniye sonra ise Atlas telefonu önümden alıp yanına koydu. Telefonum aniden çalmaya başladı. Atlas aramıştı. “Binbaşı’m… Güzel isim. Neyse zaten senden daha yaratıcı bir şey bekleyemezmişim büyücü.” Kahkahalar atıyordu. Ben ise öylece durmuş portakal suyumu içiyordum.
“Neşeniz bol olsun. Merak ettim doğrusu oğlumu bu kadar güldüren şeyi.” İlyas amcanın sesiydi. “Genelde pek gülmez, bu kez hiç duymadığım kadar gülüyor. Şaşırdım doğrusu. Sen gülebiliyor muydun Atlas?” Bu kez o hariç hepimiz gülmeye başlamıştık. “Derin’e telefon aldım da beni nasıl kaydedeceğini hayal gücüne bırakmıştım. Binbaşı’m olarak kaydetmiş. Çok yaratıcı buldum.” Tüm masa kahkahalarla dolmuştu. İlyas amca da masaya oturup tabağını doldurdu. “Şanslıyım ki bugün kahvaltıya yetişebildim. Neşenize ortak olmak beni fazlasıyla mutlu etti doğrusu.”
Bir kaç hoş sohbet ve bol kahkahayla kahvaltımızı etmiştik. Sabah tanıştığım korumayı anlattığımda Atlas’ın yüzü düşmüştü. Ne kadar tatlı biri olduğundan, sıcak kanlı olduğundan bahsettim. İlyas amcayı övmeden de geçmedim. Masaya mutlu oturan Atlas, bir anda normal Atlas’a dönüşmüştü. “Afiyet olsun size. Ben bahçedeyim baba. Giderken haber verirsin.” İncitmiştim sanırım. Niye incinsin ki? Kendimi sorgulayıp duruyordum.
Oysa birini incitmek, onun kalbini kırmak kadar kolayı yokmuş. Bir kelimemle kırdığımız kalpleri binlerce cümleyle onaramıyormuşuz bazen. Şu an neye kırıldığını çözememiştim fakat onun kalbini elime aldığım iğne ve iplikle onaracaktım. Onu kaybetmeye asla niyetim yoktu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 251 Okunma |
134 Oy |
0 Takip |
18 Bölümlü Kitap |