Yeni Üyelik
8.
Bölüm

8.Bölüm: Yalnızlık

@merve_liviana

Yalnızlık derdim bunca yıl kendime, yalnızlık kapını çalınca ne yapacaksın Derin? Bir gün tek kaldığında ne yapacaksın? Çalacak bir kapı, arayacak bir arkadaş, hatta hastalandığında yanında kalacak bir refakatçin bile kalmadığında ne yapacaksın? Her şeyle yüzleştim de bir bununla yüzleşemedim ben.

Meğer yalnızlık yaşamda bir anmış, hep yeniden başlayan. Bitti diyormuşuz da hayat bizi o hikayenin başına geri getiriyormuş. Bu sefer yalnız değilim dediğimiz an yalnız kalıyormuşuz.

Yalnızlık koca bir yalanmış oysa, kovdukça kovalayan, kaçtıkça yakalayan. Koca bir döngüymüş oysa. İnsan yalnız kalamazmış, eğer yalnızım diyorsa yaşancıymış.

Yalnızlık koca bir yalanmış oysa, kovdukça kovalayan, kaçtıkça yakalayan. Koca bir döngüymüş oysa. İnsan yalnız kalamazmış, eğer yalnızım diyorsa yaşancıymış.

Yalnızlık paylaşılmazmış, paylaşılırsa adı yalnızlık olmazmış. Çünkü insan ayanadaki görüntüsüne tahammül edemiyorsa yalnız olurmuş. Bırak etraftakileri Derin, sen aynadaki kıza tahammül edebiliyor musun?

Meğer kurduğum her hayalin sonuymuş yalnızlık.

Kaçınılmaz bir sonmuş yalnızlık.

Ölüm değilmiş yalnızlık, öldürülmekmiş. Herkesin içinde öldürülmekmiş, yok edilmekmiş, varlığının unutulmasıymış.

Sahi yalnızlık ne? Yalan mı palavra mı? Yoksa bir gerçek mi?

Dizimde yatan bu adam yalnız mı? Ben yalnız mıyım? Yanında olursam yalnızlığı biter mi?

Ellerimi saçlarından yavaşça geçirip gülümsedim. Gözlerimden akan bir kaç damla yaş yanaklarımdan süzülüp boynuma kadar inmişti. Sesli ağlamamak için kendimi o kadar sıkmıştım ki çenem ağrımaya başlamıştı. Eğer sesim çıksaydı uyanırdı çünkü. Tam o sırada çadırın içindeki, köşede duran bilgisayarı gördüm ve elime aldım. Kafamı dağıtmam lazımdı bir şekilde. Bir de kulaklık vardı yanında.

Film, evet film izleyecektim. Yıllar önceki gibi, ikimizin izlediği filmi izleyecektim. İzlerken Atlas’ın dizinde uyuyakaldığım o filmi izleyecektim.

Ama elim ne filme gitti ne de kulaklığa. Aklımı kurcalayan en büyük soru babamdı. Yaşıyor muydu? Neden bunca yıl benden saklandı? Kızından neden saklandı? Ben onun yokluğuna bile ihanet edemezken neden bir kerecik yanıma gelmedi?

Deli gibi ihtimalleri düşünürken başım çadırın demirine yaslanmış, uyuyakalmışım.

Atlas’ın gözünden:

Yıllarca uyuyamadım ben. Yıllardır her gece bu terasta kahveden başka hiçbir şey tüketmedim. Öyle dışarıdan sert durabilirim, emrimde binlerce insan olabilir ama içindeki yangınlarla ben bile yüzleşemezken biri gelip benim yaralarıma dokundu bu gece. Öyle bir dokundu ki sanki iyileşmiş gibiydim. Yıllar sonra ilk kez bu gece rahat bir şekilde uyudum ben. Yıllar sonra ilk kez güzel bir rüya gördüm bu gece. Yıllar sonra ilk kez saçlarım okşandı benim. Hani yıllar sonra diyorum ya öyle az değil. On iki yaşımdan bu yana ilk kez bunları yaşadım ben.

Yalnızlığımı unuttum ben. Annesizliğimi unuttum. Bu gece sanki saçlarımı annem okşuyordu, cennetten inip yanıma geldi sanki. Narin ellerini saçlarımda gezdirdi.

Demiştim ya yıllar sonra ilk kez güzel bir rüya gördüm diye, annemi gördüm. Kollarında gördüm kendimi. Bir çocuk gibi ağlıyordum yanında, oysa o güzelliğinden hiç bir şey kaybetmemiş. Ellerimi sıkıca tuttu ve gözlerini kapatıp kokumu içine çekti. ‘Artık seni emanet edebileceğim biri var oğlum, seni seven biri var artık evladım. Bırakma onu, canın pahasına bırakma onu. O seni bırakmaz, yeter ki kucak aç ona.’ Sanki son kez sarılıyormuş gibi öyle sıkı sarıldı bana. Ve bir anda arkasını dönüp uzaklaştı.

Uzun zaman sonra ilk kez annemi gördüm ben. Öyle güzeldi ki, gözlerimi gülerek açtım. Başımı kaldırdığımda Derin başını geriye yaslamış uyuyordu. Gece boyu bu şekilde mi uyumuştuk biz? Çok üşümüş olmalıydı. Hemen olduğum yerde oturup önündeki bilgisayarı çektim. Tam o sırada gözlerini açtı ve uyku sersemliğiyle gülümsedi. “Günaydınn!” O kadar sıcak, o kadar güzel bir gülümsemeydi ki bu tüm hayatım boyunca sanki bu gülümsemeye ihtiyacım vardı.

“Günaydın Derin!” Ellerini kendine sarıp kollarını sıvazladığı anda yerdeki örtüyü omuzlarına attım. “Hastalanacaksın. Hadi sıcak bir kahve yapayım sana. Seversin sen, sütsüz ve şekersiz. Hatta filtre olsun, orta boy fincanda. Ne çok sıcak ne çok soğuk.” Bir gülümseme yayılmıştı yüzüne tekrardan. “Ama bu haksızlık. Ben senin ne sevdiğini, ne sevmediğini bilmiyorum.” Yüzüne yaklaşıp gözlerine daha yakından baktım. “Sen ne seviyorsan onu seviyorum, sen ne sevmiyorsan onu sevmiyorum. Anlaşıldı mı?”

Derin’in gözünden:

Çadırdan çıktıktan sonra merdivenlerden aşağı doğru inmeye başladık. Yüzünde çok geniş bir gülümseme vardı ve garip olan tarafı terastaki sandalyeye bile günaydın demişti. “Sana da günaydın kırmızı ne olduğunu anlamadığım tablo. Hey sizlere de günaydın kaktüslerim.” Eliyle kitaplığını göstererek önünde selam verdi. “Ah Shakespeare, tabi seni de unutmadım. Ah sayın Victor Hugo, Tolstoy, Flaubert ve Balzac sizlere de günaydın. Hanımefendi, Emily Bronte sana da günaydın güzellik.”

Kocaman bir kahkaha attığım sırada o da bana katıldı. “Bir yazarla bile flört ettiğine inanamıyorum Atlas ya.” Elini bana uzatıp bir adım attı. “Dahası var Derin, denemek istersen haberim olsun.” Elini tutup bir adım da ben ona attım. “İstediğimde haber ederim.” Ardından elimi bırakıp adama yöneldim. Tam kapıyı açtığımda arkamda onun sesini duydum. “Kahvaltı yapacağımızı sanıyordum.” Ona dönüp elimle kıyafetlerimi gösterdim.

“Bu şekilde inmek istemem, biraz zaman ver bana. Üzerimi değiştireyim.” Başıyla onayladığında gülümseyip içeri girdim ve kapıyı kapattım. Dolabın kapağını açtığımda bir kağıt gördüm orada.

“Elbise giymeyi seversin sen, sana elbiseler aldım. Bırak buradaki eşofman takımlarını da yanındaki dolabı aç. Oradaki koyu kahve-yeşil bir elbise var. Saçlarınla, gözlerinle uyum sağlar. Bunca yıl taktığın takıların aksine sana bir kaç bir şey aldım. Belki beğenirsin. O da kapının yanındaki dolabın içinde. Ayakkabıların da cam rafta. Belki makyaj yapmak istersin, onlarda takılarının yanındaki çekmecede. Umarım beğenirsin Derin, umarım seni yeterince tanımışımdır.”

Kağıdı elimden bırakıp elbiseyi elime aldım ve üzerime tutup aynadan kendime baktım. Çok güzeldi, boyu bileğime yakındı, askılı kollarının üzerine dolaptan sütlü kahve renginde bir ceket geçirip Atlas’ın yerleştirdiği takılardan bir kolye ve incili bir küpe seçip bir ruj aldım. En sevdiğim renkte, kırmızı bir ruju alıp dudaklarıma götürdüğüm sırada aynada kendimle yüzleştim. Daha doğrusu yüzleşemedim. Bir sinirle ruju yatağımın üzerine fırlattım ve telefonumu alıp odadan çıktım. Merdivenlerden inerken telefonumu açıp ekrana baktım. “Hiç şaşırmadım, ne bir arama ne de bir mesaj var.”

Son basamağa da ayağımı attığım anda yıllardır hasret duyduğum bir ses, bir koku sardı her yanımı. Bir çocuk kahkahası, Firuze yengemin yaptığı o meşhur “peynirli börek” ve sıcak çay kokusu. Bugün için başka ne isteyebilirdim ki?

“Derin geldiii, yaşasın Derin geldi. Abi ona da gösterelim mi yaptığımız resmi? Hadi gösterelim.” Yerinde zıplıyordu, uzun saçları dalgalanıyor, yeşil gözleri parlıyordu. “Bilmem göstersek mi ki acaba?” Yanıma koşup elimden asıldı. “Derin hadi gel. Bak seni çizdi Atlas abim. Hemde çok güzel çizdi. Ben çizemiyorum ama onun gibi güzel.” Atlas işaret parmağını Dora’nın burnuna dokundurup bıraktı. “Model güzel Dora’cım. Çizdiğim kişi güzel.”

Yanaklarımdaki alevi hissedebiliyordum. Eminim o da görüyordu. Saçımı kulağımın arkasından çekip yanaklarıma doğru getirdiğimde büyük bir kahkaha attı ve eline pembe pastel kalemi alıp bir yerleri daha karaladı. “Bak şimdi tam oldu.” Resme bakmak için yaklaşıp masaya oturdum ve resmi önüme çektim. “Yanakları kızarmış olan sensin, tahmin etmişsindir.” Gözlerimi devirip gülümsedim ve elimdeki kolyeyi masaya bırakıp küpelerimi takmaya başladım.

“Seveceğini tahmin etmiştim. Bence çok yakıştı. Ne dersin Dora, yakıştı mı sence?” Başını bana çevirip eliyle saçlarıma dokundu. “Bekle Derin sana bir şey getiriyim.” Dora merdivenlerden çıkarken Atlas ayağa kalkıp arkama gelmişti. Sağ tarafıma doğru eğilip kolyeyi masadan alırken gözlerime öylesine baktı ki beni bir kuyuya çekmişti. Ne oluyordu bana? Bu nasıl bir his bilmiyorum ama ilk kez yaşıyordum.

Eliyle saçlarımı bir tarafa toplayıp eline aldığı kolyeyi boynumdan geçirip taktı ve saçlarımı yavaşça sırtıma doğru tekrar uzattı. “Saçların Derin…” Bir tutam saçımı burnuna götürüp derin bir nefes çekti ciğerlerine. “…çok güzeller.” Arkamdan çekilip karşıma oturduğunda önümüze kahvaltılıklar gelmeye başlamıştı. Dora ise merdivenlerden inmiş bana doğru, elinde prenses tacıyla koşuyordu.

“Bunu da takarsan prenses olursun, taksana.” Tacı başıma bıraktığımda Dora sandalyede ayağa kalkıp tacı düzeltti ve sandalyeden inip bana, eteğini iki yana açıp prenses selamı verdi. “Dünyadaki en güzel prenses sensin Derin. Değil mi abi?” Atlas başıyla Dora’yı onayladıktan sonra sandalyeden kalkıp yanımıza geldi ve diz çöküp elimi avucunun içine aldı. Elimin üstüne bir öpücük kondurup büyük bir gülümsemeyle bana bakmaya başladı.

“Prensesim, sizinle kahvaltı etmek bizim için büyük bir şeref. İzninizle sandalyeme geçmek isterim.” Başımla onu onaylayıp başımdaki tacı elimde bir kez daha düzelttim. “Dora, bir de Derin ablana taç alalım. İki prensesle bir evde yaşamak zor olacak sanırım.” Dora’yla ikimizde katıla katıla gülüyorduk.

Son bir kaç gündür ilk kez bu kadar güldüm denilebilirdi. Unutmamıştım elbette ama yalnızlığımın yok oluşuna şahit oluyordum.

Sahi yalnızlık dediğimiz bu kavram da neyin nesiymiş öyle? Bir var gibi, bir yok… Tam mutlu olduğumuz anda kapımızı çalan fakat biz farketmeden bizi terkedip giden şeymiş yalnızlık.

En ihtiyaç duyduğumuz anda yanımızda birinin olmayışı değilmiş yalnızlık.

Aynada gördüğün yüzle yüzleşememekmiş yalnızlık. Acılarınla, kederinle, pişmanlığınla yüzleşememekmiş. Kendini sevememekmiş yalnızlık. Bedenin değil, ruhun yalnız kalmasıymış yalnızlık.

Yalnızlık benmişim. Ben yalnızlıkmışım. Ben yalnızmışım. Baharda çiçek açmayı bekleyen bir indir ağacıymışım ama ne bahar bana gelecekmiş ne de incir ağacı çiçek açacakmış.

Loading...
0%