Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Bölüm: "Mağara Duvarlarında Gezinen Gölgeler."

@meyyll

 

 

 

Hatırlamıyordu...

 

 

 

Kim olduğunu hatırlamıyordu, ismini hatırlamıyordu, üstünde saçlarıyla aynı renk beyaz elbisesiyle boyunu aşan yeşil çimlerin arasında yürürken bile nereye gittiğini, neden orada olduğunu hatırlamıyordu.

 

 

 

Kimdi? Adı neydi? Neden oradaydı?

 

 

 

Bilmiyordu.

 

 

 

Tek bildiği sadece orada kapana kısıldığıydı. Bunu bilmesini sağlayan sağ kalabilmeyi başarmış tek insani yanı; içgüdüleriydi. Ona kaçmasını söylüyordu.

 

 

 

Kaç, kaç, kaç...

 

 

 

Ama neyden?

 

 

 

Kaç gündür kayıptı peki yada kaç gündür hatırlamıyordu? Bunu da bilmiyordu. Tüm duyguları alınmış, tüm düşünceleri ve mimikleri alınmış gibi sadece önüne bakarak ilerliyordu. Elbisesi çimlere takılsa bile durmak bilmiyordu.

 

 

 

Ağlamak istemiyordu, konuşmak istemiyordu. Sadece görüyor, etrafini inceliyor, yürüyordu. Acı, açlık, üşüme hissi, uyuma isteği yoktu. Sanki ölmüş de araftaymış gibi bir yokluğun içindeydi. Bedeni insanı ihtiyaçlardan muaftı.

 

 

 

Yürümeye devam etti.

 

 

 

Yürüdü, yürüdü, yürüdü...

 

 

 

Hiçliğe ve sonsuzluğa doğru.

 

 

 

Yürümeye devam ettim.

 

 

 

Kadim taş duvarların arasından geçerken bir karga sürüsü başımızın üstünden uçtu. Sesleri uğursuzluğa işaret ediyordu. Bağırarak kaçışıyor yada uyarıda bulunuyorlardı. Hangisi olduğunu bilmiyordum. Umursamadım. Arkama bakmadım. Bir an bile ayaklarım aksamadı.

 

 

 

Kargaların sesleri arasından arkamda yükselen gölgeleri görüyordum. Sessizdik. Kadim taş duvarlara asılmış meşaleler önümüzü aydınlatırken, gölgelerimiz duvara oyulu kadim şekillere sürtünüyordu.

 

 

 

Kargalar susmadı.

 

 

 

Kız kardeşlerim ve erkek kardeşlerim, kargaların sesinden rahatsızlık duyduklarını belli etmediler. Büyü gücümün buna sebep olduğunu düşünüyor olmalılardı. Buna sebep olan ben değildim. Kargalar gerçekten ya bizi uyarıyor yada bizi lanetliyordu.

 

 

 

Yürümeye devam ettik.

 

 

 

Ağzımızı bıçak açmıyordu. Sessizdik. Bu kutsal labirentin duvarına oyulu kadim şekiller kadar sessizdik.

 

 

 

Labirentin bizi çıkardığı yüksek tavanlı mağaranın girişine kadar yürümeye devam ettik. Mağaranın ağzı birbirine sarılmış iki yılan heykelinden oluşuyordu. Yılanın iki başı da birbirlerine bakacak şekilde kapının ağzındalar, birbirine sarılmış gövdeleri kapının kirişlerini oluşturuyordu.

 

 

 

Meclisimin ayak sesleri kesilmesine rağmen devam ettim. Mağaranın yılanlı girişine doğru emin adımlarla ilerledim. Üstümde siyah tonların hakimiyet kurduğu göğüs ve sırt dekoltesinin fazla olduğu elbiseyle kendimi özgüvenli hissediyordum. Uzun siyah saçlarım göğüslerime kadar uzanıyor neredeyse dekoltemi kapatıyordu.

 

 

 

Ülkemizin diğer ülkelere kıyasla farklı bir anlayışı vardı: bedende günah olmaz.

 

 

 

Ülkemizin kadınları ve erkekleri bu anlayıştan memnundu. Başka ülkeden buraya gelen insanlar bunu yadırgasada ben de bu anlayış ile aynı fikirdeydim.

 

 

 

Bedende günah olmaz.

 

 

 

Yılan kafasının yanından geçerken solda kalanın bana baktığına ve gözlerinin kıpırdadığına yemin edebilirdim. Kim olduğumu merak ediyordu. Büyü gücümü hissediyor ve neden burada olduğumu bilmek istiyordu. Sağda kalan yılan ilgisizdi. Bana bakmadı ama gözlerinin arkamda kalan kız kardeşlerimin ve erkek kardeşlerimin üstünde olduğunu biliyordum.

 

 

 

Mağaraya adımımı attım.

 

 

 

İlk önce serin bir rüzgar hoş geldin dercesine yüzümü sevdi ardından elbisemin eteklerini bir tanrıça edasıyla uçuşturdu.

 

 

 

Bir adım, iki adım, üç adım...

 

 

 

Attığım her bir adım meclisimden bir kardeşimi temsil ediyordu. Hepsi için oradaydım, hepsi için temsilciydim, liderleri ve dayanağıydım. Onlar için ölür ve öldürürdüm, benim için öldürür ve ölürlerdi.

 

 

 

Altıncı adım, yedinci adım, sekizinci adım...

 

 

 

Mağaranın taştan bir tavanı yoktu, tavanı oluşturan kudretli yıldızlarla dolu gökyüzüydü. Ay ışığı öyle güçlüydü ki meşalelere tutuşan alevin cılız ışığına gerek yoktu. Ve yüzüme tatlı tatlı esen o serin rüzgar kaküllerimi geriye yatırıyordu.

 

 

 

On birinci adım, on ikinci adım, on üçüncü adım...

 

 

 

Mağaranın duvarlarını aşıp gökyüzüne dokunacak kadar yükseğe uzanan tahtta ve orada oturan kudretli adama baktım. Kralım. Kimse kaç yaşında olduğunu bilmiyordu. Yada en azından kaç yüzyıldır yaşadığını bilen biri bile yoktu. Halkımızdan en yaşlı insanlar bile çocukluğunu bu adamın yönetiminin gölgesinde geçirmişlerdi.

 

 

 

On dokuzuncu adım, yirminci adım, yirmi birinci adım...

 

 

 

Kral tek başına değildi. Sevgili kraliçemiz ve prensesimiz kralımızın şu an yanlarında olmasalar da şövalyeler odanın her bir köşesinde nöbetteydiler. Gözlerini benden ayırmıyorlardı. Tıpkı şu an her adımımı sayan kral gibi.

 

 

 

Yirmi beşinci adım, yirmi altıncı adım, yirmi yedinci adım...

 

 

 

Kral neden hâlâ durup yerlere kadar eğilmediğimi biliyordu. Gözlerinden ne düşündüğünü, ne hissettiğini anlamak imkansız olsa da maiyetim adına, her birini temsil ederek orada olduğumu biliyordu.

 

 

 

Otuz birinci adım, otuz ikinci adım, otuz üçüncü adım...

 

 

 

Adımlarımı kestim ve kralımın gözlerine bakmaya devam ettim. Elim elbisemin siyah tüllerine dokunsa da bir asker, sadık bir komutan gibi eğilip selam verdim. Bir prenses veya bir asilzade gibi değil. Sadık bir vatandaş gibi yerlere kadar eğildim.

 

 

 

"Kalk Léane."

 

 

 

Kralın sesi gökyüzüne ulaşacak kadar gür ve kudretliydi. Emrine itaat ettim. Sesinde her zaman güç vardı. Aslında bakarsanız bu adamın tırnağının ucundan bile akan güç vardı. Neden, nasıl ve ne için bu kadar güçlüydü? Bilen yoktu. Neden koşulsuz itaat ediyoruz, gücünden korktuğumuz için mi yoksa güçlü olduğu için mi? Bilmiyoruz. Sorgulamıyor ve itaat ediyoruz.

 

 

 

"Zaman geçtikçe annene ne kadar benziyorsun, Léane."

 

 

 

Annem, maiyetimin ve maiyetime katılamayan ama yine de bizden biri olan her bir ferdimizin kraliçesi... Cadılar, gölge yöneticilerin anası ve onun varisi Léane.

 

 

 

"Bunu duymak benim için bir onurdur." dedim. Sesim doğruyu söyler gibi gururlu çıkıyordu. Doğruydu. Anneme benzetilmek benim içimde yaşayan o küçük kız çocuğunun hep arzusuydu ve bunu duymak bana gurur veriyordu.

 

 

 

Çevrenizde ilk aşkınız olacak bir baba varlığı yoksa anneniz idolünüz haline gelir.

 

 

 

"Güzelliğini ondan almışsın bu belli. Peki ya gücün? Annen kadar güçlü müsün Léane?" Ellerini kapıya doğru kaldırdı. Meclisimin kapının önünde durup izlediğini biliyordum. İçeri gelmelerine izin yoktu ama beni tek bırakmaya da niyetleri yoktu. Benim için gecenin bu saatinde yorgun olmalarına rağmen gelmişlerdi. Hiç biri şikayet etmemiş, her biri de benimle birlikte yürümüştü. "Meclisine liderlik edecek kadar, bir gün kendinden olan herkese kol kanat gerecek kadar güçlü müsün?"

 

 

 

Cadılar ve gölge yöneticilerinin varisi Léane. Otuz Üç Meclisi'nin leydisi Léane. Yve krallığının sadık vatandaşı Léane.

 

 

 

İsmimin yanına gelen tanımlamalar bunlardan ibaretti.

 

 

 

Kralın gözlerine baktım, benden ne istediğini biliyordum. Gökyüzüne uzanıp onu delecek kadar o yüksek tahtta küçücük kalsa da asıl küçük kalan bendim. Nasıl oluyor da bu kadar kudretli gözükmeyi başarıyordu? Kızıl-kahve gözleri içimi görür ve oyarcasına üstümdeydi, beni bekliyordu.

 

 

 

Kendimi kanıtlamamı istiyordu. Bunun ona ne kazandıracağını anlamak zor olsa da oyunu onun oynadığını sanmasına izin verdim. Şimdilik.

 

 

 

Krala cevap vermedim, gözlerinin içine bakmaya devam ettim. 10 saniye, 80 saniye, 133 saniye...

 

 

 

Şövalyelerin nöbet tuttukları yerde huzursuzlaşmaya başladıklarını hissediyordum. Yine de kralın gözlerinin içine bakmaya devam ettim. İçimde bir ip gibi beni çekiştiren gücüm onu kullanmam için beni sıkıştırıyordu. Ne kadar uzun süre tutarsam o kadar çabuk kendimi yoruyordum.

 

 

 

Fazla güçlü olmak da bir güçsüzlüktür. Özellikle kontrolü sağlayamazsanız.

 

 

 

Gücüme uzandım, bana sırıtarak karşılık verdiğini hissediyordum. Güç elimden fışkırmadı veya herhangi bir ışık patlaması olmadı. Hayır, vücudumda konaklayan, damarlarımda akan büyü bu değildi.

 

 

 

Sinsi karanlık şekillere büründü.

 

 

 

Hissediyordum. Gölgelerden doğan canavarların her birini hissediyordum. Çoğunu ben yaratsam da bazıları oradaydı. Karanlıkta ve onları yönetmemi istiyordu. Gözlerini bana dikmiş bir an olsun beni yalnız bırakmıyorlardı.

 

 

 

Karanlığın, gölgelerin ve canavarların yöneticisi Léane. Herkesin aksine kendime koyduğum tanımlardan biri buydu.

 

 

 

Üç kurt arkamda şekillendi. İkisi gri kürklü biri siyah kürklü üç kurttan kurum karası olan yanıma yaklaştı ve başını elime sürttü. Kırmızı gözlerinin içine ve sivri dişlerine baktım. Boyu, ayağa kalkacak olsa benden uzun ama dört ayak üstünde belimin yukarısına geliyordu.

 

 

 

Gözlerinin içine bakarak eski bir dostu görmüşüm gibi sırıttım. Kızıl gözleri bana dikkatle bakarken kafası elime daha sert sürtündü.

 

 

 

Kurum karası tüylerini okşadım, bana hırlayarak karşılık verse de bunun onun hoşuna gittiğini biliyordum. Hayır, onu ben yaratmıyordum. Toz grisi kürklü olan iki kurdu gölgelerden ben yaratmış olsam da gücümü kullandığım her an beni korumak için mi gözetmek için mi geldiği belirsiz kurum karası kurt dibimde bitiveriyordu. İtaatte kusur etmiyor ama kendi bilinci olduğunu haykıran kırmızı gözleri gözlerimden ayrılmıyordu.

 

 

 

Onun ne olduğunu yada kim olduğunu bilmiyordum ama bildiğim tek bir şey varsa o da bana ait olduğuydu. Tıpkı karanlıkta bana bakan her yaratık ve gölge gibi...

 

 

 

'Bu kadar mı?' dercesine alaylı bakışların ve gülüşlerin sahipleri şövalye grubuna bakmadım, duysam da duymamazlıktan geldim. Kurdumun siyah tüylerini okşamaya devam ediyordum. Her defasında saç rengim ile tüy renginin benzerliğine şaşırmadan edemiyor o da bunun farkındaymış, ne düşündüğümü biliyormuş gibi yüzümü izliyordu.

 

 

 

Bağırış koptu.

 

 

 

Dönüp kimin bağırdığına bakmadım. Kurdun tüylerini okşarken yarattığım gölgelerden birinin karanlığına uzandım ve etrafı onun gözünden görmeye başladım.

 

 

 

Gölgenin bir bedeni yoktu. Bir sesi, bir nefesi, bir kokusu yoktu.

 

 

 

İstesem bir beden verir miydim? Evet.

 

 

 

İstesem bir ses verir miydim? Evet.

 

 

 

Peki istesem insan gibi yada bir hayvan gibi kokmalarını sağlar mıydım? Hayır. Sinsi olmaları onların doğasında vardı ve ben bir tanrı gibi onları doğasına uygun yaratıyordum.

 

 

 

Gölgelerim, şövalyelerin kılıfından kılıçları zerre sezmeden alıp boğazlarına dayamıştı. Bedenine girdiğim gölgeyi yönettim ve boğazına kılıç yasladığım şövalyeye daha fazla yaklaştım. Diğer şövalyelerden daha iyi giyinimli ve daha cüsseliydi.

 

 

 

Tedirginliğinin kokusunu aldım, tadına baktım ve bu bana zevk verdi. Göz ucuyla, kapının ağzında, meclisimin gülümsediğini gördüğümde içim hazla doldu.

 

 

 

Asıl bedenim olduğu yerde kurum karası kurdu sevmeye devam ediyordu, kurdun bakışları ise ruhumun nerede olduğunu bilircesine içine girdiğim gölgeye bakıyordu. Nasıl anlıyordu bilmiyordum ama bir şekilde ruhumu görür gibi bakıyordu. Kendi bedenimdeyken bile gözlerime ruhumu görür gibi bakıyordu.

 

 

 

Gölgeme bir ağız yarattım.

 

 

 

"Şövalyeleriniz sizi koruyacak kadar, halkınızı koruyacak kadar güçlüler mi? Asıl sormanız gereken soru bu olmalı kralım."

 

 

 

Sesim kendi sesim değildi. Karanlık kuyudan gelen hırıltılı bir sesti. Kılıç yasladığım şövalye bir tepki vermese de sinirlendiğini hissettim. Tıpkı diğerleri gibi aşırı bozulmuş olsa da kılıçlarını geri almak için bir girişime girmediler.

 

 

 

Akıllıca bir seçim.

 

 

 

Gölgenin bedeninden çıkıp kendi bedenime uzandım. Uzanmadan önce bir gölge daha yarattım ve krala baktım. Gözünden bir şey okunmuyordu. Şaşkınlık, gurur, öfke, hayret... Sadece yarım ağız bir gülümseme ve boş bakan gözleri gördüm.

 

 

 

"Etkilendim."

 

 

 

Tek söylediği buydu.

 

 

 

Yarattığım son gölge kıvrıldı, büyüdü ve şekil aldı. Şövalyeler ve meclisim ne yaptığımın farkında olsalar da ağızlarını açmadılar. Susup izlediler.

 

 

 

Gölge büyüdü, büyüdü, büyüdü...

 

 

 

Gökyüzüne uzanan tahtın arkasından koca cüssesi sivri dişleri ile bana doğru sırıttı. Demir tırnakları tahttın kutsal taşlarına dokundu ve orayı parçaladı. Şövalyeler harekete geçecek gibi olsalar da sinsi gölgelerim kılıçlarını boğazlarına yaslamaya devam ediyor ve hareket alanlarını kısıtlıyordu.

 

 

 

Bir gölgeye yumruk atamayacağına göre hareket etmek pek de manasız. Öyle değil mi?

 

 

 

Kral yere düşen kutsal taşlara ve tahtın altın parçalarına bir an olsun bile bakmadı. Gözlerimin ta içine bakmaya devam ediyordu. Sırıtarak.

 

 

 

Yarattığım canavar iblisin boynuzları ve dişleri ile ürkütücü bir görünümü vardı. Demirden tırnakları onu tehlikeli kılıyordu. Yeryüzünde bir şeytanı yaratmıştım. Gücüm bundan ibaretti. Bir insana can vermektense o canın ödünü koparıyordum.

 

 

 

Canavarların kraliçesi Léane.

 

 

 

Yarattığım canavar gölge, pençesini kralın boğazından geçirse de yere düşen kan ve kemikler olmadı. Onun yerine pençe sanki havaya savrulmuş gibi kralın bedeninden öylece geçip gitti.

 

 

 

Hologramdı. Kral, bedenen burada değildi.

 

 

 

Biliyordum.

 

 

 

O kadim taş duvarların arasından meclisimle birlikte yürürken bile kralın benim için buralara kadar gelmeyeceğini biliyordum.

 

 

 

Koca bir krallığı bırakıp buralara kadar gelmeye değecek biri olmadığımı biliyordum.

 

 

 

Annem, beni başkentten uzakta kalan Zhewin'in başına geçirmişti. Tecrübe etmem ve halkıma sahip çıkmam için. Zhewin, yüzyıllardır soyumuzun atalarına aitti, ta ki kral çıkıp gelene ve bu şehri kendi ülkesine katana kadar.

 

 

 

Atalarımız ona bağlılık yemini etmişlerdi. Tıpkı diğer tüm ırklar gibi.

 

 

 

Bu bağlılık yemini bu nesile kadar geçerliliğini sürdürdü. Tek bir krala itaat eden koca bir nesil... Hayal etmesi güç.

 

 

 

Annem, Valeria, kralın şatosunda ırkımızı temsilen orada yaşıyordu. Bana da şehrimizdeki halkımı korumak düşüyordu.

 

 

 

"Kasten beni yaralamaya çalışmadığını biliyor ve bu kabalığını görmezlikten geliyorum."

 

 

 

Kralın sesi... soğuktu.

 

 

 

Bir an, sadece bir an içimde bir pişmanlık filizlense de anında kuruyup çürüdü. Korkmadan ve çekinmeden kızıl-kahve gözlere baktım. Birbirimize büyük bir hiddetle bakıyorduk. Gölgelerimi geri çağırıp göndersem de siyah kurt gitmedi. Yanımda duruyor ve krala bakıyordu.

 

 

 

Gitmesini istiyor da değildim.

 

 

 

Yere düşen tıngırtı sesleri ile şövalyeler eğilip kılıçlarını aldılar ama kılıflarına geri sokmadılar. Kralın tek bir emriyle başımı omzumdan ayıracak gibi duruyorlardı. Eh, belki bir emir almayı beklemezlerdi.

 

 

 

Onları fena sinirlendirmiş gururlarına oynamıştım.

 

 

 

"Kabalığımı mazur görün efendim. Tek isteğim kendimi size kanıtlamaktı." dedim ve yerlere kadar eğildim. Kurdumun da başını krala doğru reverans verircesine eğdiğini gördüm.

 

 

 

"Ben kusura bakmasam da şövalyelerim epey gücenmiş gibiler." Kral elini, gölgenin bedenine girip boğazına bizzat kılıç yasladığım adama doğru kaldırdı. "Gönüllerini almanı tavsiye ederim. Çünkü başkente gelene kadar sana ve meclisine onlar sahip çıkacak. Tabii sahip çıkma konusunda şüphelerin var ise maiyetini kendin korumanı öneririm."

 

 

 

Sırıttı. Sırıtışı benim yarattığım tüm iblislerden daha ürkütücüydü. Bir anda sivri dişleri çıkacak ve üzerime atılacak gibi hayal ettiğim kralın ağzı tekrar açıldı. "Meclisini ve eşyalarını topla. Yola çıkman ve hazırlanman için gün batımına kadar vaktin var. Halkına sahip çıkması için güvendiğin birini yerine geçir ve dosdoğru başkente gel."

 

 

 

Bir kralın yapmakta en usta olduğu şeylerdir emirler, emirler ve daha çok emirler.

 

 

 

Sadece sustum ve dinledim. Başımı yerden kaldırmış ve yerdeki kırık taht parçaları ile göz göze gelmemeye çalışıyordum. Kurdum, şövalyelerin bana olan bakışlarını fark etmiş olmalı ki önüme geçmiş hepsinin gözlerinin içine bakıyordu. Göz göze geldiklerine hırlıyor ve meydan okuyordu. Onun güzel başını kesmek mi istiyorsunuz, der gibiydi bakışları, önce ben sizinkini dişlerimle parçalamazsam tabii.

 

 

 

"Krallıkta varislere ihtiyacımız var."

 

 

 

Son sözleri bu oldu. Anlam veremez bir şekilde krala bakakaldım. Varisler derken? Her ırkın varislerini mi çağırıyordu?

 

 

 

Gözlerimden soruları okuyan kral hiç cevap vermek istemiyormuş gibi ayağa kalktı ve yok oldu. Gerçek anlamda yok oldu. Sanki hiç gelmemiş ve ben koca bir iblisi onun boğazını parçalaması için emir vermemişim gibi yok olmuştu.

 

 

 

Meclisimin ayak sesleri mağaranın duvarlarında yankılandı. Beni korumak ister gibi çevreme dizilip etten bir duvar ördüler. Şövalyelerin gözleri üstümüzdeydi. Hepsinin ellerini omzumda hissettim. Otuz üç elin hepsi omzumdaydı, dar omuzlarıma hepsinin eli sığmayacağı için altta kalan ellerin üstlerine binen eller yine de omzuma güven telkin edercesine dokunuyordu.

 

 

 

Kurduma baktım. Meclisim, yanıma geldiğinde ve güvende olduğuma tamamen emin olana kadar beklemişti.

 

 

 

Bana sırıtır gibi dişlerini gösterdi ve kral gibi o da yok oldu. Onun aksine bir anda silikleşmiş gibi değil, gölgelerin arasına geri çekilmiş gibi karanlığa karışarak yok oldu.

 

 

 

"Seninleyiz, Leydi Léane." dedi Satvir. Güçlü bir erkek büyücüydü. Eh, bizim soyumuz büyü bakımından kadınları daha çok kutsasa da Satvir bir istisnaydı. Çoğu cadı kadını arka planda bırakacak kadar büyü gücüyle doluydu. Bu yüzden meclisimin önemli bir üyesi ve sağ kolumdu. "Sen nereye gidersen oraya gideceğiz. Nereye aitsen orayı evimiz bileceğiz."

 

 

 

Satvir... her zaman sadık bir yoldaşım olmuştu.

 

 

 

Annesi, beş para etmez piç bir adamdan hamile kalmış adam da çocuğuna sahip çıkmadan şehirden kaçmıştı. Annem, Valeria, durumu öğrenince kadını kollarının altına alıp hamileliğinde elinden geleni yapmıştı. Çünkü cadıların çocukları kutsaldır. Bu kutsala sahip çıkmayan her bir cadı lanetlenmeyi hak etmiş demektir.

 

 

 

Satvir'in annesi doğum yaptığında ve çocuğunun oğlan olduğunu öğrendiğinde hayal kırıklığına uğramış olmalı ki bir dönem bebek Satvir'e hiç sahip çıkmamıştı. Annem beni ve Satvir'i ikiz kardeşler gibi büyütmüş Satvir'in içindeki cevheri hissetmiş ve onu büyü konusunda hep zorlayarak yetiştirmişti. Nitekim bu zorlu eğitim bir meyve vermiş Satvir görüp görebileceğimiz en güçlü büyücü olmuştu.

 

 

 

Aynı rahimden doğmasak da o benim ikiz kardeşimdi.

 

 

 

Benim siyah düz saçlarıma ters onun kızıl kıvırcık saçları ikiz kardeş terimimi komik duruma düşüyordu. Ne zaman ona bundan bahsetsem kahkahalarla yerde yatsa da içten içe ona kardeş dememden hoşlandığını biliyordum.

 

 

 

Satvir'e gülümsedim. Gözlerimin içine sırıtarak ve bir an olsun beni yalnız bırakmayacakmış gibi bakıyordu. Yüzleşeceğiz dedi dudaklarını oynatarak, birlikte.

 

 

 

Meclisim de onunla aynı fikirde olmuş olmalılar ki onaylayan ve cesaret verici mırıltılar tavanı olmayan bir taş mağarada sonsuz gökyüzüne uzandı.

 

 

 

Meclimisin otuz üç üyesinin her biriyle göz göze gelip gülümsedim.

 

 

 

Sadakat.

 

 

 

Irkımızı oluşturan en büyük unsurdu. Çoğu ırk bizi vefasız ve minnetsiz bilse de efsaneler gerçek ile örtüşmüyordu.

 

 

 

Gülümsedim. Böyle bir sadakati hak etmeye devam etmek için ömrüm boyunca çabalayacak, adımın önüne gelen tanımları herkesin bilmesini sağlayacaktım.

 

 

 

Halkına ve meclisine sadık Léane.

 

 

 

Cadıların leydisi, gölgelerin kraliçesi Léane.

 

 

 

Miâle Kralı Andrea'nın gayrimeşru ve piç kızı Léane.

 

 

 

"Kralı duydunuz. Gün batımına kadar vaktimiz var."

🪷

Loading...
0%