@mitolojikadin
|
Gel de duy fısıltıyı, Kehanetlerin yıkıntıyı. Tanrılar mıydık biz, yoksa Fani ellerde birer oyuncak mı?
Kandan taçlar takılır, kutsal bir tören, Görmek mi kader, yoksa bilmemek mi erdem? Ey zaman, bükül de söndür ışığını. Karanlıktan doğan tanrının aydınlığı.
Işık. Gözüme vuran oldukça büyük bir ışık ve kulağıma ulaşan oldukça yüksek vaveylalar. Her yerde birini hissediyordum, sanki her zerrem izleniyordu. Bütün gözler üzerimdeydi ama göremiyordum, tek gördüğüm görüşümü yasaklayan büyük altın bir ışık. Bir adamın bağırışları kulaklarıma ulaşırken ne olduğunu anlamaya çalışmaktan başka bir şey yapamıyordum. Hiçbir şey duyamıyordum, sadece hissediyordum. Bağırışlar devam ederken sonunda yavaş yavaş duyabilmeye başladım. Büyük, beyaz ve altın renginin hüküm sürdüğü bir salonun içindeydim. Tam ortada dizlerimin üstüne çökmüş haldeydim ve etrafımda bütün tanrıların bana olan acınası bakışlarını net bir şekilde görebiliyordum. Ellerim bağlıydı ve yerimden kalkamıyordum. Kimse itiraz etmiyor sadece bana bakıyordu, burda bulunan çoğu tanrıyı tanıyordum çünkü tasvirlerinin bire bir aynılarıydılar. Gözüm Athena, Demeter ve Ares’e ilişti. Sanki hepsini tanıyor gibiydim. Ben etrafımdaki tanrılara bakarken karşımdan gelen kalın ve korkutucu bir ses ile dikkatimi o tarafa çevirdim. Gözlerim alev içinde altın bir zırh giymiş bir adam ile kesişti. Gözlerinin içinde bile bir alev vardı sanki, altın hareleri yanıyordu. Siyah, gümüş rengiyle kuşatılmış saçları vardı ve yüzü duygulardan bihaber gözüküyordu. Sert bir adama benziyordu, ki bence sert adam kavramının direkt olarak insan, pardon tanrı, olmuş haliydi. Adam bana yavaş yavaş yaklaşıyordu ve tekrar konuşmaya başladı. "Serenya, sen ışığın kendisiydin. Işıkla bir bütündün, tüm bu evrenin ışığından sorumlu tutuldun. Sen ışığın yansımasıydın, düzeni korumak senin görevindi. Karanlığa duygular beslemek ve kaosu sorgulamak ise yaptığın en büyük hata." Sesi gökleri yaracak kadar kuvvetliydi, her bana doğru bir adım attığında gözlerindeki alev daha çok büyüyordu fakat buna karşı olarak yüzü tamamen ifadesizdi. "Karanlığı kendine çevirdin ve kutsallığını kaybettin." Alevler içindeki tanrı sözlerini bitirince diğer tanrıların arasında fısıldaşmalar başlamıştı, ne oluyordu böyle? Başka gür bir ses daha katıldı konuşmaya. "Kaelith, bu adalet değil! Sevgiyi zayıflık olarak görmen ve karanlıktan korkmanız bunun kötü bir şey olduğu anlamına gelmez. Bu sürgün, yalnızca tanrıların korkusunun bir yansımasıdır!" Adının Kaelith olduğunu öğrendiğim adam artık sinirden kaynıyordu, yani gözlerinden gördüğüm kadarıyla. Arkama bakıyordu, sanırım konuşan diğer kişi tam arkamdaydı. Tam o an Kaelith’in yüzünde acı bir gülümseme belirdi. "Zamanın tanrısı, kalbini ona verdin, değil mi? İşte bu yüzden bu mahkemede tarafsız olamazsın. Aşkın, yargını kör etti." Kaelith’in alevden gözleri bana doğru döndü ve bir kez daha gözlerim ile buluştu. "Serenya, adını bile hak etmiyorsun artık. Senin varlığın bu dünyada bir fazlalıktan ibaret." Zamanın tanrısı dedikleri tanrının bana doğru uzandığını hissettim fakat başaramamış gibi geriye doğru çekilmişti. "Tanrıların düzenine meydan okudun. Kendi varlığını sorguladın. Sana bahşedilen gücü hak etmedin. Bu, sadece senin değil, tüm zamanların cezasıdır." Tam bu cümleden sonra kendimi başka bir çift gözden izlemeye başladım. İki büyük cüsseli tanrının arasında yerde duruyordum. Altın rengi ve ışık saçan kanatlarım vardı. Sanki olanlar bana ait değildi ve anı gibi hissediyordum. Fakat bütün acıyı en derinden hissediyordum. "Tanrısal ışığın artık sana ait değil. Kanatların kesilecek ve varlığın bu diyardan silinecek. Seni bağışlayamayız." Zamanın tanrısından bir ses daha yükseldi. Gözlerinde benden daha çok korku vardı, benim için mi korkuyordu? "Kaelith, dur! Bu ceza çok ağır! Bu onu yok eder!’ Kaelith son bir kez daha cevap verdi, yüzünde acı bir bakış vardı. ‘Eğer mücadele edersen, sen de onun kaderini paylaşırsın." Son cümlesi ile tekrardan kendi bedenimden dünyaya bakmaya başladım, kendimi izlemiyor direkt olarak yaşıyordum. Kaelith’in elindeki alevler içindeki kılıç sırtıma, direkt kanatlarımın üstüne indi ve onları yerinden ayırdı. Bir ışık hüzmesi kanatlarımın olduğu yerden parladı. Yere düşen altın kanatlarımın ışığı gidip karanlığa gömülmeye başlarken dudaklarımdan kopan bir çığlık tüm gökyüzünü doldurdu. Bir zamanlar kutsal olan her şey kayboldu. "Unutulman, kurtuluşun olacak. Ama kader seni bulduğunda, tanrılar bile seni tanımayacak." Kaelith beni son sözleri ile dünyaya sürgün ederken, yavaşça karanlığın içine doğru çekiliyordum. Son duyduğum ise zamanın tanrısının sözleriydi; "Sana söz veriyorum, seni tekrar bulacağım. Tanrı olmasam bile seni bulacağım."
Bir çığlık ile nefes nefese uyandım, ter içindeydim ve sanki vücudumdaki bütün ısı çekilmişti. Gözlerimi tamamen açmakta zorluk çekiyordum, kalbim o kadar hızlı çarpıyordu ki sanki göğsümden fırlayacaktı. Nefesimi toparlamaya çalışırken rüyamı düşündüm, ne oluyordu böyle? İçimde derin bir boşluk vardı, bir eksiklik, kaybolan bir şey. Uykumun zifiri karanlığında, rüyanın izleri hâlâ tâze, hâlâ canlıydı. O acıyı, sırtımda hissettiğim o soğuk metali, kesilen kanatlarımı… Her şey çok gerçekti, çok yakındı. O kadar çabuk geçmişti ki sanki birinin anısını dinlemiş gibiydim. Kollarım ve bacaklarım titriyordu, vücudum sanki benim hakimiyetimde değilmiş gibiydi, çok ağır geliyordu. Gözlerimi biraz daha açmaya çalışırken etrafa bakmaya çalıştım. Karanlık bir odada, yalnızdım. Her şey tanıdıktı; duvardaki eski tablo, pencerenin dışındaki sessiz gece. Ama bir o kadarda yabancıydı. Her şey ne kadar bilindikse o kadarda yabancıydı. Uykuda hissettiğim o acı, o kesilmiş kanatlarımın ağırlığı, hâlâ bir hayalet gibi sırtımda dans ediyordu.
Elimi arkaya doğru uzattım, kanatların varlığını bir anlığına hissetmek istemiştim, orada hiçbir şey yoktu. Yalnızca yumuşak bir kumaşa dokundum ve garip bir şekilde kumaşın altından hissettiğim bir kabartıya. Hızlıca köşede duran boy aynasına baktım ve aynaya doğru ilerleyip aynanın önünde arkamı döndüm. Üstümdeki kazağı yavaşça çıkartırken iç çektim, göreceğim şeyden ister istemez korkuyordum. Başımı hafifçe arkaya, aynaya doğru çevirdim ve sırtımdaki büyük ve bir hayli derin yara iziyle karşılaştım. Sadece içimdeki merak ve korku ile sırtımdaki yaraya baktım. Bu imkansızdı. Yara vardı ama hiçbir hatıra, hiçbir anı yoktu. Ama o acı, o kayıp hissi… Hâlâ oradaydı.
Derin bir nefes aldım. Rüyamın etkisiyle vücudum hâlâ titriyor, kalbim atarken kulaklarıma yankı yapan bir ses ulaşıyordu. Sesi anlamaya çalışıyordum. Sanki bir şey beni çağırıyordu ya da bir şey bana doğru geliyordu. Bir arayışın başındaymışım gibi hissediyordum ama olanları anlamlandıramıyordum. Kimse yoktu ama o an içimdeki boşluk ve bedenimde hissettiğim acı git gide büyüyordu. Bir şey kaybolmuştu, peki o eksik şey neydi?
Aynanın önünden çekilip pencereden dışarı bakmak için hareket ettim fakat vücudum sanki ağır bir yük taşıyormuş gibi hareket etmiyordu. Bir an önce hareket edip pencereye doğru yaklaştım. Hava soğuktu, pencereyi açtığım an bunu iliklerime kadar hissettim. Hiçbir şey kaybolmuş gibi hissettirmiyordu. Sanki her şey hâlâ yerli yerindeydi. Peki ya rüya? Sadece bir rüya mıydı? Yoksa yaşadığım bir hatıra mıydı? Önceki yaşam zırvalığına inanıyordum, ne kadar saçma gelsede. Kaelith’in sesini hâlâ kulaklarımda duyabiliyorum, onun kelimelerini.. Sert, keskin ve karanlık sözlerini.. Tanrıların fısıldamaları arasında sürgün edilmekten bahsettiklerini duymuştum. "Sürgün edilmek.." Kelimeler dudaklarımda bir fısıltı şeklinde yankılandı. Camı açık bıraktım ve doğruca aynaya doğru gittim. Yavaşça yürüyordum, her adımımda vücudum sanki biraz daha ağırlaşıyordu. Eski boy aynasına iyice yaklaştım. Elimi korkarak camın yüzeyine koydum. Yansımam tanıdık ama uzak bir yabancı gibi geliyordu. Sanki kendime değilde, bir başka kadına bakıyor gibiydim. Gözlerim, o kadar tedirgin ve yorgun bakıyorduki sanki kaybolmuş bir zamanın izlerini taşıyordu. Ama neydi bu? Nereden geliyordu?
Aynadaki görüntüye bakarken çok garip hissediyordum. Gözlerime bakarken, içindeki farklı şey beni korkutmaya yetiyordu. O kadar yabancıydı ki, adeta kim olduğunu bilmiyordum. Rüyama göre bir zamanlar, bir yerde, bu gözlerin arkasında çok farklı bir kadın vardı. Tanrıça mıydı? Yoksa sadece insana dönüşmüş biri mi? Bu gözlerde başka bir derinlik vardı. Sanki başka hatırasını taşıyorlardı.
Derin bir nefes aldım, bu saçmalıktı! Ama aynı zamanda içimde bir şey kırılıyordu, bir şey yerine oturuyordu. Burası, bu dünya asla ait olduğumu hissettiğim bir yer değildi. Bir yere gitmem gerekiyordu, bir şeyleri bulmam… ama ne? Kimdi bu aynada gördüğüm kadın? Kimdi o gözlerin sahibi? Ne geçmiş yaşantım ne de şimdiki hiçbir şey ifade etmiyordu artık. Kaybolmuştum, neden burda olduğumu hatta kim olduğumu ve şu ana kadar olan yaşantımı unutmuştum. Ama bu unutuluş, bir şeyleri geride bırakmak anlamına gelmiyordu. Belki de bir şey bana dönüyordu.
Birden, rüyamda gördüğüm zamanın tanrısının yüzü gözlerimin önünde belirdi. Birkaç saniye boyunca gözlerimi kırpmadan ona baktım. Onun varlığını, ellerini uzatırkenki ısrarını, içindeki çaresizliği, hatta sesi bile hâlâ kulaklarımda çınlıyordu. Çok tanıdık geliyordu fakat daha önce hiçbir yerde görmediğimden emindim. Ona neden bu kadar çekiliyordum? Neden bu kadar gerçekti? Rüyamın içindeki bu adamı tanıyor muydum yoksa o sadece bir hayal miydi?
Hafifçe aynadan geriye doğru çekildim. Yavaşça soluk alıp verdim. Bütün vücudum sanki bir yıkımın eşiğindeymişim gibi davranıyordu. Zamanın tanrısının ne oldu hakkında daha fazla düşünürsem bu işten asla çıkamayacaktım. Rüyamda olan şey her neyse benim gerçeğim gibi geliyordu. Kim olduğumu bir an önce öğrenmem gerekiyordu. Yavaşça açık pencerenin yanına geri döndüm. Etrafımdaki her şeyin bir anlamı olmalıydı. Kanatlarımın kesildiği, zamanın tanrısının beni kurtarmaya çalıştığı sahneler… hepsi birer işaretti. Ama bu işaretleri çözmek için önce geçmişimi çözmem gerekiyordu. O geçmiş ki, ne kadar uzak olsa da, ne kadar silinse de, hâlâ ondan bir şeyler taşıyor olmalıydım.
Kendimi bulmalıydım. Hem de her şeyin başlangıcına dönerek. Kaelith’in bana söylediği şeyler aklımdan çıkmıyordu. ‘Unutulman, kurtuluşun olacak. Ama kader seni bulduğunda, tanrılar bile seni tanımayacak…’ Bu söz, geçmişimi arayışımın başlangıcı olmalıydı. Kader seni bulduğunda.. Bu ne demekti? Tanrıça olarak ben kimdim? Hangi geçmiş, hangi kimlik bana aitti?
Odanın içinde volta atıyordum. Ne yapacaktım bu gerçekler ile? Adımlarım kulağım ulaşan bir fısıltı ile duraksadı. Başta sadece rüzgarın soğuk dokunuşlarının yarattığı bir yanılgı olduğunu düşündüm. Ama ses, gittikçe belirginleşti. Bazen bir uğultu gibi geliyor bazen ise bir insanın adını fısıldadığı o eski, tanıdık çağrı gibi… İlk başta fark etmemiştim ama sonra, o adı duymak.. bir yerden tanıdık geliyordu. "Serenya.." Ses, adeta bir yankı gibi ruhuma işledi. Bir an bir şey hissettim sanki her şey bir anda kayboldu ve bambaşka bir yere gözlerimi açtım. Kafamı kaldırıp etrafa baktım ama hiçbir şey yoktu. Geceyi sarhoş eden karanlık, her şeyi yutmuş gibiydi. Ne bir ay ışığı, ne de bir ışık hüzmesi. Her yer karanlığa gömülmüştü. Sadece soğuk, sadece boşluk.. Ama yine de, o sesin yankısı gitgide güçleniyordu. Bir anlık duraklama ihtiyacı hissettim. İçimdeki boşluk, kalbimin derinliklerindeki karanlık, adeta dışarı çıkmak için çırpınıyordu. Ve o ses.. Bir an için, neredeyse benden bir parçaymış gibi hissettim. Tanıdık bir sesti ama ne yazık ki kimin olduğunu bilmiyordum. O tanıdık ses Sanki yıllardır bekleyen bir çağrıydı. İçimdeki o boşluk, o sesi yakalamaya çalıştı ama o kadar uzağımdaydı ki…
Ne hissettiğimi ve ne yapmam gerektiğini kesinlikle bilmiyordum.
Bir şey yapmam gerektiği kesindi ve yapacaktımda. Ses gitgide daha da yükselmeye başladı. Bir kulağımdan girip diğerinden çıkıyordu. Ve bir anda benden uzaklaşmaya başladı. Düşünmedim bile, direkt sesin peşinden koşmaya başladım. Dışarıya doğru ilerledi, adımlarımı hızlandırarak sokaktan geçmeye başladım. Hava o kadar soğuktu ki, nefesimi her verdiğimde buharlaşıyor, kısa bir süre sonra yok oluyordu. Sesin peşinden gitmeye devam ediyordu. İçindeki o eksik hissettiren parça tamamlanıyordu sanki yavaşça. Ses hâlâ vardı. Hâlâ adını söylüyordu. Sanki, her an kendisini bulması için bir fırsat vardı. İçinde bir şeyler değişiyor, tamamlanıyordu.
Bu kez, ses daha yakından geldi. Sanki hemen yanı başımda biri konuşuyordu, fakat etrafıma baktığımda kimse yoktu. Sadece soğuk bir sessizlik vardı. Bir an duraksadım. İçimdeki bilinçaltı bana bir şeyler anlatıyordu. Gözlerimi kapattığımda, bir başka dünyada yankı yapan o ses, bana bir gerçeği anlatıyordu.
"Serenya.."
Gerçekten kimdi Serenya? Rüyamda hissettiğim zamanın tanrısının sıcak elleri.. Onunla olan bağ ve kaybolan o güç? Ne vardı o anın içinde? Ne vardı, bu adı duyduğum sesin içinde?
Ve işte o an.. Göğsümde ve sırtımdaki yarada sert bir sızı hissettim. Derin bir nefes aldım ve sessizliğin içinde, karanlık gecede bir şeylerin parçalandığını hissettim. O parçalanma bir şeylerin çözülmesiydi, sanki bir zincir kırılıyordu veya bir bağ çözülüyordu. İçimdeki tüm korkular, belirsizlikler bir anda yok oldu. O kadar keskin bir sızı hissediyordu ki, neredeyse gözlErinden yaşlar süzülecekti. "Serenya, senin zamanın geldi.."
Sızıyı görmezden gelmeye çalışarak yürümeye çalıştım, zorlanarak hızımı arttırmaya başladım. Her adımımda karanlık gecenin daha karanlık bir parçasına doğru çekiliyordum. Ama bu sefer hissettiğim belirsizlik değildi, bir amaç vardı. O amacı bulacaktım. Bir sokaktan geçerken arkamda bir silüetin hareket ettiğini hissettim. Yavaşça arkamı döndüm, herhangi bir şey yoktu. ‘Ama yinede bu yalnızlık içinde bir çağrı vardı. Ama kader seni bulduğunda, tanrılar bile seni tanımayacak’ demişti Kaelith, ne demekti bu? Gerçekten hiçbir tanrı beni tanımayacak mıydı? Beni tamamen silmiş olmalılar.
"Serenya.."
Bu kez, sesi uzaktan değil direkt kulaklarımın içinde hissettim. O kadar yakındı ki korkutucu derecedeydi. Fakat sesi hâlâ tanımıyordum. Garip bir şekilde bu sesi daha önce duyduğuma yemin bile edebilirdim fakat kimin sesi diye sorsalar kimseyi gösteremezdim. Hemen diğer sokağa doğru döndüm, sesi takip etmeye devam ediyordum. Karanlık bir sokağa doğru girdim. Çevredeki evler terk edilmiş gibi gözüküyordu. Sanki biri peşimden geliyordu bunu hissediyordum fakat arkamda kimsenin olmadığınıda biliyordum. Sokağın sonuna geldiğimde ise ilerleyebileceğim başka bir yer yoktu fakat bir kapı vardı. Eski bir kapı ama çok büyük ve kadim bir şeye benziyordu. Ellerimi kapının soğuk taşlarına koyarak kapıyı ittim, kapı ağır bir şekilde gıcırdayarak açıldı. İçerisi karanlıktı ama bir ışık parladı, çok uzaklarda. İçeriye doğru bir adım attım.
İçerisi o kadar sessizdi ki, sadece kendi nefes sesimi duyuyordum. Ama birden başka birinin nefes sesi duyulmaya başladı, arkamı dönmedim veya paniklemedim çünkü yaparsam bir hüsran ile karşılaşacaktım. Arkamda veya etrafımda kimse yoktu veya henüz ben göremiyordum. Evet, burası kesinlikle doğru yerdi, ne arıyorsam burada bulacaktım. Geçmişimi, belki de rüyamın içinde kaybolan zamanın tanrısının hatırasını.. Ve tam o an, bir ışık parladı. Koridor daha fazla aydınlandı. Loş bir ışık ile aydınlanan karanlık koridorda yürürken, içeriyi çevreleyen soğuk duvarlardan yankılanan sessizlik ruhumun her yanına işliyordu.
Yanımdaki her neyse onun nefes sesleri kulaklarıma ulaşıyordu, gerilmiyor ve tepki vermiyordum. Hayır, böyle istediğimden değil sadece bedenim tepki bile vermiyordu. Her adımımda ayaklarımın altında yankılanan taş zeminin sesi, giderek büyüyordu. Ama bu sesin yanında yenilenen o tanıdık çağrıyı duydum:
"Gel, Serenya… Daha ileri.."
Bu çağrı, sanki içime işlemiş geçmişten bir anıydı. Bunu daha önce yaşadığımı anımsıyordum ama daha önce hiç yaşamamıştım. Bir parçam gitmemi söylüyor bir parçam ise bütün bunların saçma bir rüya olduğunu söylüyordu. Yine de durmadım. Adımlarım, titreyen yüreğime rağmen, beni o karanlığın içine doğru götürdü. Koridorun sonuna yaklaştığımda artık yanımda iki kişinin nefes sesini duyuyordum. Tekrardan bir kapıyla karşılaştım, bu diğerleri gibi değildi. Üzerinde ince işçilikle kazınmış eski semboller ve motifler vardı. Her biri sanki bir hikâyeyi anlatıyordu. Kanatlı figürler, düşen yıldızlar Ve bir tanrının dünyaya savrulmasını betimleyen desenler. Parmaklarım, bu motiflerden birine dokunurken hafifçe titredi.
Elimi yavaşça kapıya koydum. O an içimden bir şey geçti. Bir an gözlerimin önüne geldi. Büyük bir savaş meydanı.. Zamanın tanrısının bana uzanan elleri.. Kanatlarımın yere düşüşü.. Ve Kaelith’in soğuk, amansız sesi. ‘Serenya,’ dedi o ses, zihnimde yankılanarak. "Bütün bu kaderi hak ettin. Ama bu daha basit bir başlangıç."
Bu ani görüntüler ile irkilerek elimi kapıdan çektim. Nefes alış verişlErim hızlanmıştı ve kalbim kafesinden kaçmaya çalışan bir kuş gibi hızlı atıyordu. Ama duramazdım, buraya kadar gelmişken durmaya hiç niyetim yoktu. Ellerimi tekrar kapıya koydum ve tüm gücümle ittim. Kapı yavaşça açılırken içeriden soğuk, beyaz bir ışık süzüldü. Kapının ardına geçtiğimde kendimi bir odanın etrafında buldum. Oda büyük, devasa aynalar ile çevriliydi ve her bir ayna farklı bir görüntü yansıtıyordu.
Bir aynada kendimi savaşçı olarak gördüm. Elimde bir kılıç, yüzümde ise net bir kararlılık vardı. Diğer aynada, altın rengi ve ışık saçan kanatları olan bir figürdüm, zarif ve güçlü duruyordum. Ama bu görüntüler arasında bir tane vardı ki.. kalbine işleyen gerçek gibiydi.
O aynada, düşen bir yıldız gibi, yeryüzüne doğru düşen bir figür vardı. Figüre daha dikkatli baktığımda bunun kendi geçmişime ait bir sahne olduğunu fark ettim. Kanatları parçalanmış, gözlerinde hem acı hem de bir parça umut vardı. Saçları aşağıya doğru düşmenin etkisiyle havada uçuşuyordu. O aynadan gözlerimi alamazken bir anda başka bir figür daha eklendi. Bu figür düşmüyordu sanki kendi isteğiyle atlamış gibiydi. Kollarını diğer figüre, yani benim figürüme doğru uzattı. Sıkıca sarıldı. O an figürün yüzünü gördüm, bu zamanın tanrısıydı. O da mı benimle gelmişti? Peki o neredeydi? Aynadaki sarılan figürlere bakarken yine o ses yankılandı.
"Hatırlıyor musun, Serenya? Tanrıçalığın sana ne getirdiğini? Ve ne götürdüğünü?"
Ses, sanki her yerden geliyordu. Odayı dolduran yankılar, zihnimin içinde dolaşıyordu. Birden etrafımdaki bütün aynalar çatlayarak üzerime doğru patladılar. "Sen.. geçmişin ile yüzleşmek istiyorsun. Ama geçmiş, yalnızca hatırlamaya cesaret edene kendini açar." Tek bir ayna kaldı, zamanın tanrısı ile benim olduğum. Sonra ben görüntüden silindim ve bir tek zamanın tanrısı kaldı. "Aelios.. Seninle bir bağ kurdu. Ama o bağın ne anlama geldiğini gerçekten biliyor musun? Yoksa sadece bu rüyanın içinde kaybolmuş bir yanılsama mı?"
Sinirle dişlerimi sıktım. Zamanın tanrısı, adı Aelios’muş. "O bir yanılsama değil! Bana yardım etmeye çalıştı. Ama onu bu oyunun içine çektiniz. Bu sizin oyununuz değil mi?" Ses bir kahkaha gibi yankılandı. "Oyun mu? Hayır, Serenya. Bu kader. Bu senin yazgının kaçınılmaz sonucu. Bir kez tanrıçalık ödünç alındığında, bir daha geri verilmez. Ama artık bir insan olarak bu yükle yaşamak, senin sınavın."
Bu bütün kelimeleri anlamaya çalışırken, odanın içinde bir hareketlilik hissettim. Kırık aynalardan biri, sanki bana doğru yaklaşıyordu. Bu ayna diğerlerinden farklıydı. Yansımasında, hem tanrıça olan halim yani Serenya vardı. Ve direkt olarak bana bakıyordu.
"Kim olduğumu öğrenmek istiyorum," Dedim aynaya doğru. "Gerçekten kim olduğumu." Aynadaki yansıma bana bakarken hafifçe gülümsedi, öyle bir gülümsemeydiki sanki odadaki bütün karanlığın yerini ışık ele geçirdi. "Bunu öğrenmek istiyorsan, geçmişine dönmelisin. Ama unutma, her cevap, daha ağır bir sorumluluk getirir. Tanrılar dünyasından sürgün edilmek kolaydır ama geçmişin asla silinmez, mutlaka birinin zihinde yaşar" Sözlerini bitirdiği anda ayna çatladı ve tamamen kırıldı. Odadaki bütün ışık aniden karardı.
Karanlığın içine doğru çekilmeye başladığımda, kendimi adeta bir boşlukta süzülürken buldum. Ne yukarı ne de aşağıya bir yön vardı, sadece her şeyin sessizliğe karıştığı bir hiçlik. Ama bu boşluk sadece bir son değil, başlangıçtı. Gözlerimi açtığımda tekrardan dünyadaydım. Toprağın sert dokusunu ellerimde hissettim, soğuk hava cildime dokunuyordu. Kazağımı yaraya bakmak için çıkarttığımdan dolayı üstümde sadece elbise formunda pek kalın kumaşlı olmayan bir gecelik vardı, bu yüzden soğuk havayı iliklerime kadar hissediyordum. Gökyüzü karanlık ve yıldızsızdı. Sanki düşen ışığın tanrıçasından sonra gökyüzüne küsmüş gibiydiler. Bir an için yaşadıklarım rüya mıydı, yoksa bir hatıranın yankısı mıydı, anlamaya çalıştım. Ama o boşluk, o ses, benim gerçek oluşum kadar gerçekti.
Ayağa kalktım, hâlâ yorgunum ama içimde bir hareket, enerji vardı. Düşüncelerimi toparlamaya çalışırken, kulaklarımda ince bir ses çalındı. Ama bu bir ses değil bir melodi gibiydi, ve ben bu melodiyi ezbere biliyor gibi yadırgamamıştım. Ormanın derinliklerinden gelen bir parıltı ile hiç sorgulamadan oraya doğru hızlı adımlarla ilerledim. Adımlarım koşmaya döndü ve ışığı takip ettim. Şu an kendimi korku filmlerindeki o ilk ölen kız gibi hissediyordum ama umrumda değildi. Düşünceler zihnimde yankılanırken ışık hüzmesine yaklaşmıştım. Sanki bir yıldız yere inmiş gibi gözüküyordu, bir zamanlar benim gökyüzünden düşüşümü andıran bir görüntüyle. Işık sönerken, ışığın ortasında bir nesne olduğunu fark ettim. Uzun, zarif bir hançer.. Ama bu sıradan bir hançer değildi. Kıvrımlı şekilleri ve üzerindeki eski sembollerle, bir zamanlar benim olduğunu ifade eden yaldızlı yazılmış olan isimle.. Elim istemsizce hançere doğru uzandı. Parmaklarım soğuk metalin yüzeyine dokunduğum an zihnimde bir patlama gibi yankılanan görüntüler belirdi. Bu kez sadece Kaelith ve Aelios değil, başka tanrılar da vardı.. Hepsi ilk rüyasında gördüğü gibi beyaz ve altın renginin hüküm sürdüğü bir odada toplanmıştı. Ben ise, tanrıların arasında bir tartışmanın tam ortasında duruyordum. Herkesin bakışları benim üzerimdeydi. Ve Kaelith’in soğuk sesi yine duyuldu:
"Bu dünyaya düşüşün, bir son değil, Serenya. Bu sadece başlangıç. Ama bu başlangıcım sana ne getireceğini göreceğiz.."
O an, görüntü aniden kesildi ve kendimi tekrardan ormanda buldum. Hançer hâlâ elimdeydi. Bu nesne, rüyada gördüğüm sahnelerin anahtarı gibi bir şeydi. Aynı zamanda bir tehlikeyide beraberinde getiriyordu. Derin bir nefes aldım ve hançeri sımsıkı kavradım. “Geçmişimi hatırlayamasam da, bu dünyanın bana ne getireceğini öğrenmek zorundayım.” Diye kendi kendime fısıldadım.
O sırada, ormanın derinliklerinden bir ayak sesi duydum. Gözlerim karanlığı aradı ama kimseyi göremedim. Sonra bir gölge belirdi. Bir insan figürü yavaşça ağaçların arasından bana doğru yaklaşıyordu. “Aelios..” diye fısıldadım istemsizce. Ama figür tamamen ortaya çıktığında, onun Aelios olmadığını fark ettim. Bu, Kaelith’ti. Elinde hiçbir silah yoktu ama varlığı bile bir tehdit gibiydi. “Rüyaların seni buraya getirdiğini görmek ilginç,” dedi Kaelith. “Ama unutma, bu dünyada ne kadar güçlü olursan ol, kutsallığını kaybetmiş birisin. İnsanlar arasında güçsüz bir varlıktan fazlası değilsin.” Kaelith’in sözlerine aldırmadım. Hançeri daha sıkı kavrayarak, “Bu dünyada beni durduracak hiçbir şey yok. Ne sen ne de diğer tanrılar. Eğer hatırlamayı başarırsam, her şey değişecek”
Kaelith gülümsedi ama bu gülümseme bir tehdit gibi yüzünde parladı. “Bunu görmek için sabırsızlanıyorum. Ama bu arayış, seni çok daha derin karanlıklara sürükleyecek. O zaman, kim olduğunu gerçekten hatırladığında, asıl mücadele başlayacak.’ Kaelith’e doğru bir adım attım fakat sanki hiç orada olmamış gibi kayboldu. Bu karşılaşma içimdeki kararlılık ve öfkeyi iyice ateşlendirmişti. Bir an önce kim olduğumu bulmak istiyordum. Çıplak ayaklarımı ve üstümdeki ince geceliği aldırmadan koşmaya başladım. Etrafıma bile bakmadan sadece koştum. Ormandan çıkıp şehirin sokaklarına vardığıma dahi durmadım, sanki koşarsam her şey geçecekmiş gibi koştum. Yaşadığım mahalleye gelince soğuk hava çok fazla gelmeye ve zaten her zaman soğuk olan bedenimi daha fazla soğutunca kollarımı etrafıma sardım ve koşmaya devam ettim. Birden, tekrardan arkamda bir şeyin hareket ettiğini hissettim ve ben arkamı dönmeden biri beni tuttu. Koltukaltlarımdan tutup havaya kaldırdı, kendi ayakkabılarını çıkarttı ve ayaklarım ayakkabılara girecek şekilde beni geri bıraktı. Neden bilmiyordum ama bu kişinin Aelios olduğuna daha ona bakmadan bile çok emindim. “Söz verdiğim gibi, tanrı olmasam bile seni tekrar buldum..”
Bu Aelios’tu. |
0% |