Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. Bölüm

@mortuusmare

Yalnızlığı küçük yaşında tatmış insanlar, geleceklerini kolayca tahmin edebilirlerdi, çünkü onları yine yalnızlık beklerdi.

Ben hep yalnız bir çocuktum.

Doğdum, büyüdüm ve öleceğim.

Yalnız bir şekilde.

Ellerim tutulmayacak, hep soğuk kalacak.

Isıtılmayacak kalbim, hep yarım olacak.

Öylesineymişim gibi geçip gideceğim bu dünyadan.

Öleceğim ve bunu kimse bilmeyecek.

Sessiz sedasın yaşadım, sessiz sedasız sonlanacak bu azap.

 

Bu düşünce benim hayat felsefemdi.

Ne olursa olsun yalnız olacağım. Geçici birileri olacak belki ama ben hep tek kalacağım. Bu düşüncem benim tek dayanma gücümdü belkide. Çünkü etrafımda ne kadar çok insan olursa, o kadar güç olurdu gitmem. O yüzden birileriyle konuşmadan önce iki kere düşünürdüm, birilerine değer vermeden önce ise ikiyüz kez.

Duygular ön planda değildi hayatımda. Mesela birileri tarafından ihanete uğramak şaşırtmazdı beni, en sevdiklerimden almasaydım o en büyük darbeyi. Terk edilme korkusu yoktu bende, sevilmeme korkumun olduğunu düşünmek bile gülünç geliyordu.

Ben ölüm hariç hiç bir şeyden korkmazdım aslında. Çünkü bir tek ölümün çaresi yoktu şu hayatta.

Çaresizlerin koyduğu son noktaydı o da...

 

Bu sabah gözlerimi araladığımda her zamankinden farklı bir şey olmuştu.

Zihnim, dün akşamki adamın gözlerini hatırlatmıştı bana.

Poyraz.

Yabancı bir isimdi benim için fakat aynı zamanda bir o kadar tanıdıktı.

Kendime gelmek için kafamı salladım ve önümdeki sorulara odaklanmaya çalıştım.

Sınıfta odaklanamadığım için okulun kütüphanesine gelmiştim ama aklım, ders çalışmamak için bulabildiği en saçma düşünceleri bile kafama yerleştiriyordu. Bu normal değildi, daha önce hiç böyle olmamıştı.

Sıkıntıyla oflayarak kafamı kaldırdığım sırada gördüğüm tanıdık bedenle oturduğum yerde gerildim.

Açıkçası bu kişiden pek fazla hoşlanmıyordum. İnsanlara gereksiz yere nefret, hırs ya da öfke tarzı hisler beslemezdim. Bu duygular ancak kendime karşı duyabileceğim türdeydi.

Ama benimle ne alıp veremediğini bilmediğim bu kıza karşı pek olumlu hisler beslediğim söylenemezdi.

Kapıdan girdiği andan beri gözleri üzerimdeydi.

Birisi ona duygularının yüzünden çok açık bir şekilde okunduğunu söylese iyi olurdu.

Adımları oturduğum masanın önünde durduğunda kaşlarım istemsizce çatıldı.

Öylesine sinirli duruyordu ki, bana bakmaya tahammül bile edemediğini fark ediyordum.

Bakışlarını başka bir yere çevirip yutkunduktan sonra öfkeli yeşil hareleri tekrar beni buldu.

 

"İnsanların hayatlarını mahvetmekten keyif alıyorsun değil mi?"

 

İfadesiz bir şekilde ona bakmaya devam ettim.

Anlaşılan bu gün evren derslerime odaklanmamı istemiyordu.

Önümdeki kitabı yavaşça kapatıp masadaki eşyalarımı tek tek çantama koydum.

Sandalyeyi ses çıkarmamaya özen göstererek geriye çekip çıkışa doğru ilerlemeye başladım.

Kısacası, onu görmezden geldim.

Peşimden gelen adım seslerine aldırmadan kütüphaneden çıkıp okulun içine gireceğim sırada omuzumda hissettiğim elle geriye çekildim.

Sıkıntıyla oflayıp elini sertçe omuzumdan ittim.

 

"Ne istiyorsun?"

 

"Torpil mi geçiliyor sana?"

 

"Ne saçmalıyorsun?"

 

Sinirden dolan gözlerine şok olmuş bir ifadeyle baktım. Onu bu kadar öfkelendiren şey ben miydim? Bu gözler bana çok uzak bir tanıdıklıktı.

Onunla kişisel bir şekilde olmasa da, istemeden de olsa okulda bir rekabet içindeydik. Benden sonra en başarılı öğrenci olması, bana karşı içinde bir nefret büyümesine sebep olmuştu.

 

"Ben kendimi yırtarken, sürekli senin birinci olman saçmalık asıl." Dedi beni sağ omuzumdan ittirerek.

Bir adım gerilediğimde sakince öfkesini çıkarmasını bekliyordum. En azından bir taraf sakin kalmalıydı.

Ne düşünüyordu, benim yatarak bu kadar başarılı olduğumu falan mı?

Uykusuzluktan gün içinde bayıldığım zamanları bir ben, birde allah bilirdi.

 

"Söylesene, arkanda kim var? Seni araştırdım, bir ailen bile yok. Karnını doyurmaya çalışırken aynı zamanda nasıl birinciliği alabiliyorsun? Buna nasıl vaktin oluyor? Sakladığın ne varsa çıkartacağım ortaya!"

 

Gözlerim ölümcül bir sakinlikle onun üzerinde kalakaldığında bir an duraksadı.

Kimseyle bir derdim yoktu. Benim derdim kendimleydi, benim savaşım kendimeydi.

Beni mi araştırmıştı? Bunu neden yapmıştı ki?

İşte şimdi sinirlenmeye başlamıştım.

 

"İnsanların çoğu," dedim aynı sakinlikle.

 

"Senin gibi düşünür derya. Ama sandığının aksine bir torpilim yok, ben sadece çalışıyorum. Sadece sen ne yapıyorsan daha fazlasını yapıyorum. Bir daha sakın benim özel hayatımı araştırma, beni merak etme, beni sakın tehdit etmeye kalkma!"

 

Ona doğru bir adım ilerledim.

Korkuyordu.

 

"Duyguların yüzünden okunuyor, yüzün olmasa gözlerin seni ele veriyor. Sana tavsiyem, korktuğun insanlara bulaşma. Özellikle kimsesiz insanlara."

 

Geriye çekilip yüzüne şirin bir şekilde güldüm, bu elbette samimiyetsiz bir hareketti.

"İyiliğin için söylüyorum. Hem benimle vakit kaybetmek yerine daha çok çalışarak benim yerime geçebilirsin."

 

Bembeyaz olmuş suratını arkamda bırakıp ondan olabildiğince uzağa gittim.

Bir insana zarar verecek türde biri değildim. Fakat küçük ve sinsi bir göz dağının kimseye zararı olmazdı.

Birileri tarafından aşağılanmak tabiatımda yoktu. Belkide beni koruyacak kimsenin olmayışındandı bu fakat ben kendimi bildim bileli; parktaki küçük çocukların beni ittirmesi sonucu düşüp yaralandığı halde ağlamayan ve kimseden yardım istemeyen o kızdım. Çünkü bir sonraki gün parka gidişimde onları ittiren taraf ben olurdum. Tabii onların koruyucu bir ebeveyne sahip olduklarını bilemezdim.

O günü çok iyi hatırlıyordum.

İttirdiğim çocuğun annesi korkuyla yanımıza gelmişti. Kötü ittirmiş olmalıyımki dizi kanıyordu. Benimki daha fena kanamıştı.

Ağlayan çocuğunu şefkatle kucağına aldı.

Ama ben ağlamamıştım.

Sinirle bana döndü ve ne kadar kötü yetiştirildiğim hakkında bir şeyler geveleyip çocuğunu banka oturttu. Bense ellerimi önümde birleştirmiş uzaktan onları izliyordum.

Merak etmiştim sadece.

Annesi çantasından peçete çıkarıp suyla ıslattıktan sonra dizine bastırdı. Böyle mi yapılması gerekiyormuş diye bir düşünce geçmişti o an aklımdan.

Demekki bir dahakine düştüğüm zaman yarama mendil bastırmalıymışım. O zaman geçermiş.

 

Annesi eğilip çocuğun yarasını öptüğünde ağlayan çocuk sakinleşti.

Bense masum bir şaşkınlıkla onlara bakıyordum.

Merak etmiştim sadece, çünkü bilmiyordum. Aslında her çocuğun düştüğünde yanına koştuğu bir ailesi varmış, ben bunu o gün öğrenmiştim. Birine ilk zarar verişim benim en büyük yıkılışım olmuştu.

Hayatın bazı gerçekleri yüzüme acımasızca vuruşu, beni hassas konulara karşı acımasız birine dönüştürmüştü.

Oysa bende düşmüştüm, ama yaramı temizleyecek bir kişi bile yoktu.

 

 

Tuvalet her zamanki gibi makyaj yaparken dedikoduyu yanında götüren kızlarla doluydu.

Yüzüme soğuk suyu çarpıp aynadaki solmuş suratıma baktım. Bir ton işimin arasında birde bana düşman olan bir kızı mı dert edinecektim şimdi?

Sanki yeterince derdim yokmuş gibi.

Derin bir nefes alıp kafamı eğdim.

 

"Bende dönem sonu partisinde kavalyem olması için poyraz'a teklifte bulunacağım."

 

Duyduğum isimle kulaklarım adeta bir kedininki gibi havaya dikildi ve kafamı hafiften kaldırıp aynadan bu cümleyi kuran kıza baktım.

Tesadüf.

 

"Kabul etmez bence boşuna rezil etme çocuğa kendini."

 

Hayatımda bir ilk gerçekleşiyordu çünkü resmen kızlar tuvaletindeki bir dedikodu ilgimi çekiyordu. Ama konunun dedikodunun içeriğiyle pek alakası yoktu elbette. Duyduğum tanıdık isim beni dinlemem için zorlamıştı.

Ama bu kişinin o kişi olması imkansızdı.

 

"Ne münasebet canım? Bizim muhabbetimiz var zaten poyrazla. Bence beni beğeniyor. Değil mi gizem?" Dedi bakışlarını arkasında duran başka bir kıza çevirip.

 

"Evet kabul eder bence de, hem senin gibi güzel kızı kim reddedebilirki?"

Bunu söyleyen kızın bakışları bile hiç inanarak söylemediğini gösteriyordu.

 

"Başka birine aşık olan biri mesela? Herkes biliyor poyrazın platonik aşkını, siz neyin kafasını yaşıyorsunuz allah aşkına.."

 

Yok artık!

Her ne kadar benlik bir hareket olmasa da elimi ve yüzümü yıkamayı sırf onları dinleyebilmek için uyuşuk bir şekilde hallediyordum.

 

"Kızın haberi bile yok bundan, karşılıksız aşktan hayır mı gelir? Bence o da bıktı artık vazgeçer yakında. Ben vazgeçiririm."

 

Tek poyraz o değildi sonuçta.

Tesadüf diye bir şeyde yoktu lügatımda.

 

"Kim o kız acaba ya çok merak ediyorum?"

 

Sonuçta koskoca ülkede bir kıza platonik olan, poyraz adına sahip tek erkek de o değildi.

 

"Bilmiyorum fakat uzun zamandır bir kıza tutulmuşsa sağlam tutulmuş belli ki. Sende umudunu kes bence cansu, orda burda saçma sapan dedikodular yayma."

 

Yok canım, daha neler. Sonuçta uzun zamandır bir kıza platonik olup üstüne ismi poyraz olan tek erkek o değildi...değil mi?

 

"Sen bizi mi dinliyorsun?"

 

Fark edildiğimi anladığım an, musluğu kapatıp onlara döndüm.

 

"Neyden bahsettiğin hakkında hiç bir fikrim yok. Poyraz kim onu bile bilmiyorum."

 

Kız kollarını birbirine birleştirip bu tavrıma histerik bir şekilde güldü. Sanırım ismi cansuydu.

 

"Yalan söylemen komik, poyrazı tanımadığını söylemen ayrı komik. Çocuk mu kandırıyorsun sen?"

 

Anlamsız gözlerle birbirimize bakarken arkadaşı aramıza girdi ve benim suratıma bakıp bir şeyi tespit etmiş gibi cansu denen kıza döndü.

 

"Bilmemesi çok normal çünkü okulun ineğiyle konuşuyorsun cansu. Ne poyrazı tanır ne de senin boş dedikodularınla uğraşır."

 

Beni bir inek olarak tasvir etmesine yüzümü buruşturdum.

"Sadece çok çalışıyorum, inek demen hiç hoş olmadı." Dedim fakat bu durumu pek ciddiye almamıştım. Ayrıca benim tanımadığım birinin beni tanımasına içten içe şaşırmıştı. Sanırım okul birincisi olmak sizi ister istemez popüler bir insan yapıyordu.

 

"İneklerde çok çalışır."

 

"Neyse ne," diye geçiştirdim. Böyle mantıksız konuları tartışmak bile zekamı düşürüyor gibi hissediyordum.

 

"Ne yani poyrazı gerçekten tanımıyor musun?"

Cansu gözlerini kuşkuyla üzerimde gezdirirken sinirden gülmemek için kendimi sıktım.

Böylesine boş bir kızın ismi de hafızama kazındığına göre yeterince boş vakit harcamış olmalıydım.

 

"Evet tanımıyorum." Dedim düz bir ifadeyle ona bakarken.

 

"O zaman bundan sonra da tanımana gerek yok. Sonuçta yakında benim olacak." Dedi samimiyetsiz bir şekilde gülerek.

Alayla güldüm.

 

"Pekala."

 

Daha fazla lQ seviyemin altında bir muhabbete devam etmeye dayanamayıp hepsine kısa bir bakış atıp lavabodan kendimi bir hışım dışarıya attım. Çantamın kolunu sıkı sıkı tutarken başımdaki sebepsiz ağrı yüzünden dişlerimi sıktım.

Öğle arası bitmiş ve ders zili çoktan çalmıştı.

Matematik hocasının hamilelik iznine çıktığını bildiğimden derse yetişmek için fazladan bir efor harcamamıştım fakat bir an önce sınıfa gidip kalan testlerimi çözmek istiyordum. Bu kadar boş kalmak hiç benlik değildi.

Merdivenleri ikişerli tırmanırken karşıma nereden çıktığını bilmediğim cüsseli bir bedenin omuzuma çarpmasıyla geriye sendeledim. Tabiri caizse kamyon çarpsa bu kadar sarsılmazdım. Adımlarım geri geri giderken bana çarpan kişi tarafından bileğimden tutulmasaydı muhtemelen bir beyin kanamasıyla beraber tahtalı köyü boylayacaktım.

Ya da en iyi ihtimalle yüzde seksen felç kalırdım.

 

"Dikkat etsene be kızım,"

 

Ne olduğunu daha anlayamadan bu sözleri işitmem sinirden köpürmeme sebep oldu.

 

"Önün baksaydın beni görebilirdin belki, ha-"

 

Sözlerimi kesen tanıdık gözler oldu.

Sabahki gözler. Hayır hayır...

Dün akşam karanlıkta parlayan o gözler.

Mavinin hangi tonuydu bilmem ama, afrodit bu gözleri görse, ona şiirler sıralardı.

Elbette tahmin etmeliydim.

Tuvaletteki konuşmalardan anlamıştım aslında.

Her ne kadar bir şeyleri anlamazdan gelsek de, en sonunda hayat bize gerçeği kanlı ve

canlı önümüze koyuyordu. Kanıtlı bir şekilde karşımdaydı işte.

O buradaydı.

Nasıl ve ne zamandır bilmiyorum ama biz onunla aynı okuldaydık. İşte bunu kesinlikle tahmin etmemiştim. Üstündeki okul üniformasına baktım.

O an zihnime şimşek gibi dün akşam ki sözleri düştü.

"Hoşçakal hazel."

 

"Sen.." dedim şaşkın bir ifadeyle. O benim aksime sakin ve şaşırmamış görünüyordu.

Söyleyeceğim bütün lafları yutmuş, öfkemi de unutmuştum. Beni görünce yüz ifadesi bir anlığına değişmişti.

Önüne gelen sarı saçlarını sağ eliyle geriye itip bir kaç merdiven indi.

 

"Bu konuyu sonra konuşacağız," dedi ve ardından gitti.

Acelesi olduğu belliydi. Bana çarpmasının sebebi de önüne bakmadan merdivenleri aceleyle iniyor olmasıydı zaten.

Tamam benimde hatam vardı.

Üzerimdeki şoku yeni atlatmışken onun peşinden gidip gitmemek konusunda kararsız kalsamda aklım kalbime yenildi ve gittiği yöne peşinden ilerlemeye başladım.

Bir süre onun nereye gittiğini anlamamıştım fakat bir kaç kat indikten sonra zemin kattaki kızlar tuvaletine ilerlediğini gördüğüm an duraksayacak gibi oldum.

Sanırım ortada ciddi bir durum vardı.

Üstelik onun sinirli olduğunu yeni fark ediyordum.

Öyle öfkeliydi ki attığı her sert adımda tüm enerjisini hissedebiliyordum.

Kapalı olan tuvaletin kapısını tekmeleyerek tek vuruşta açtığında yere düşen kilide şokla bakakaldım.

Kapı kilitliydi ve o tek bir tekmesiyle kilidi yerinden sökmüştü!

Peşinden içeriye girdiğimde, kabinlerin içini tek tek kontrol ediyordu. Son kabine geldiğinde kilitli olduğunu görüp bu sefer tekme kullanmak yerine omuzuyla ittirerek açmıştı.

Kapıyı sonuna kadar araladığında içeride gördüğü manzara neydi henüz bilmiyordum ama yüzünden okunan ifadelerden anladığım kadarıyla gördüğü şey ona bir çok duyguyu aynı anda yaşatmıştı.

Bu iyi değildi.

Yavaşça, hâlâ benim varlığımın farkına varmamasını fırsat bilerek arkasına geçtim ve içeriye meraklı gözlerimi çevirdiğimde olduğum yerde donakaldım.

Bir kız.

Elleri ve ayakları kalın bir iple bağlanırken, ağzını siyah bantla kapatmışlardı. Yüzü ağlamaktan şişmişti fakat yüzündeki şişliklerin ve kızarıklığın sadece ağlamaktan olduğunu sanmıyordum.

Ürkek bakışları poyrazı bulunca sessiz ağlamaları daha da şiddetlendi. Onu gördüğü için rahatlamış gibi bakıyordu.

Poyraz hızlıca içeri girip ayağındaki bağlı ipleri çıkarmaya koyulduğunda ağızının içinden duymak istemeyeceğim türde küfürler sıralıyordu.

Orada put gibi durmak yerine bende içeri girdim ve bileklerindeki ipi çözmeye başladım. Poyrazın bir an duraksayıp bana bakmasıyla ikimizinde gözleri buluştu. Burada olmamı beklemiyordu. O kadar sinirliydi ki arkasından geldiğimi fark etmemişti bile.

Ellerini çözdükten sonra kızın canını acıtmayacak şekilde ağzındaki bandı çıkardım. Ellerimle önüne gelen saçlarını geriye ittim. Bu görüntü kalbime bir ağrı saplamıştı.

Ağlaması dinse de gözlerinden akan yaşlar henüz durmamıştı. Sessizce ağlıyordu.

İçim acıdı.

Bunu ona birileri yapmıştı bunu anlamıştım ama kim, neden yapmıştı?

Bir öğrenci başka bir öğrenciye nasıl böylesine zararlar verebiliyordu?

Burası prestijli ve adı bu zamana kadar hiç lekelenmemiş bir okuldu. Ülkenin dört bir yanında öğrenciler canla başla çalışarak geliyordu bu okula. Öğrenciler üzerinde bir baskı vardı, bu kabul edilebilir ve göz önünde olan bir gerçekti. Fakat öğrenciler üzerinde sadece dersler için bir baskı yoktu değil mi? Neredeydi eğitim, neredeydi insan ahlakı?

Bu ilk vaka mıydı yoksa bunu daha önce de yapıyorlar mıydı?

Yapıyorlarsa bu cesareti kimden alıyorlardı?

O an aklımdaki tonlarca soruyla bir şeyi anladım.

Bu okul hakkında hiç bir şey bilmiyordum.

Ben derslerimde başarılı olmaya çalışmaktan başka, okuldaki öğrencilerle ya da öğretmenlerle pek iletişim kurmazdım.

Okuldaki olan hiç bir olay ilgimi çekmezdi, insanların arkamdan dediklerini de pek umursamamaya çalışırdım çünkü bunlarla uğraşacak vaktim yoktu. Fakat görüyordum ki, okulda sandığımdan ciddi olaylar dönüyordu.

Bu kız kim bilir ne zamandır bu durumu yaşıyordu. Belki de tek değildi, başka kaç öğrenci aynı durumdaydı?

Bir okul bir öğrenci için güvenilir alan olmalıydı, onun kabusu değil.

 

"Nasıl.." diye mırıldandım engel olamadığım bir öfkeyle. İkisinin bakışları da bana döndü.

"Kim yapabilir böyle bir şey?"

 

"Kim değil, kimler olacak o soru,"

kız yorgunlukla bakışlarını benden çekip poyraza çevirdi.

 

"Yürüyebileceğimi sanmıyorum."

 

Poyrazın yüzüne yayılan endişeyi gördüm. Onun için bu kız önemli biri olmalıydı.

Hiç konuşmadan bacaklarının altından kollarını geçirdi ve dikkatli bir şekilde kucağına aldı.

Bana kısa bir bakış attıktan sonra ayağa kalkıp kapıya yöneldi.

 

"Sen dersine gidebilirsin, onu evine götüreceğim." Dedi sakin bir sesle.

 

"Nasıl? Bunu yapanları bulmayacak mısın? İdareye ya da polise şikayet etmemiz gerekiyor, cezalarını çekmeleri gerekiyor," Hararetli konuşmamı onun bakışları böldü.

 

"Bulacağım, ama önceliğim onun iyi olması. Yardımın için teşekkür ederim." Dedi ve bir şey söylememi beklemeden gitti.

Bir süre onların arkasında baktıktan sonra daha fazla bu karanlık yerde kalmayarak sınıfımın olduğu kata çıktım.

Duygularım karmakarışıktı. Bütün bu olanları aklım almıyordu. Ne tür bir nefret yaptırabilmişti bunu onlara? Zorbalık, uzak olduğum bir konu değildi. Hâlâ vücudumda taşıdığım izleri vardı geçmişin ve o kızı görmek bana iyi gelmemiş, yaralarımı sızlatmıştı. Kendimi kimseye ezdirmezdim fakat benimde savunmasız olduğum zamanlar ve insanlar vardı.

En azından o kızın yanında biri var hazel.

 

Poyrazın gözlerinden bile o kıza ne kadar değer verdiğini görmüştüm. Eminim intikamını almadan da durmayacaktı çünkü aynı zamanda ne kadar öfkeli olduğunu da görmüştüm.

Bir yandan da onunla aynı okulda olduğuma inanamıyordum. Onu görmek kalbimi hızlandırmıştı, bu muhtemelen şaşkınlıktandı.

Sınıfın kapısını açıp yavaşça içeriye girdim.

Bir kaç göz bana dönmüştü fakat pek umursamadan onlarda geri işlerine döndüler.

Ortamda yoğun bir ses hakimdi. Herkes bir şeyler hakkında konuşuyorlardı fakat ne dediklerini aynı anda konuştukları için anlayamıyordum. Kulağım şiddetli bir şekilde çınlayınca yüzümü buruşturdum.

Yabancı yüzler, yalancı gözler...

olabilir miydi?

Sınıfımdan birileri yapmış olabilir miydi?

Sonuçta hiçbirini gerçekten tanımıyordum, hepsi birer yabancıydı. Her imalı bakışın, hatta gülen her yüzün ardında aslında neler vardı? Kimdi bu insanlar? Yüzlerine maske takmış yabancılar kimdi?

Okulumda neler oluyordu ve ben neden bu zamana kadar hiç bir şeyi fark edememiştim?

Ellerim titremeye başladığında geçmişin üzerime geldiği o an omuzuma dokunan elle irkildim.

 

"Hazel?" Yabancı bir ses.

 

"İyi misin?" Dedi sınıfımda olduğunu bildiğim ama adını o an hatırlayamadığım kız.

Yutkunup kendime gelmek için başımı hafifçe salladım.

 

"İyiyim." Omuzunu silkti ve bu kelime onun gitmesi için yeterli oldu.

Gerçekten iyi miydim?

Yeni girdiğim sınıftan koşarak geri çıktım.

Bu gün okulu iyi bir ruh haliyle bitirebileceğimi düşünmüyordum.

Okuldan hızlıca çıkıp beni boğan düşüncelerimle beraber kendimi sokaklara attım. Nereye gittiğimi bilmiyordum. En son kendimi bir kaldırım kenarında öylece otururken buldum. Hava kararmak üzereydi ve ben sokakta yalnızdım. Okul saati çoktan geçmiş ve insanlar evlerine dağılmış olmalıydı.

Bu bir hastalık türümüydü bilmiyorum ama bazen bana böyle olurdu. Çok bunalırdım, bir atak geçirirdim ve nereye gittiğimi bilmeden dışarıda dolanırdım. Çok düşünmek vücudumda ve ruhumda kalıcı hasarlar bırakırdı. Ama ben bunlarada alışmıştım.

Saatlerce dışarıda durduğumun farkında değildim, çünkü beni eve geç kaldığım için azarlayacak ya da başıma bir iş geldi mi diye endişelenip arayacak birilerine sahip değildim.

Tek bir kişi.

Telefonumun ekranında yanıp sönen isme baktım.

Asena.

 

"Alo neredesin sen? Evine geldim ve sen bu saatte evinde yoksun. Çalışıyor musun yoksa?"

 

"Neden bu kadar geç aradın?"

Sözler ağzımdan dökülürken sesimin bu kadar acınası çıkacağını düşünmemiştim.

 

"Hazel? Neredesin sen? İyi misin?"

 

Hüngür hüngür ağlamak istedim. Bu gün her zamankinden farklıydım. Ağlamak bana göre değildi, gözler dolardı ama o yaş asla dökülmezdi.

Bu gün farklıydım çünkü o kızı kıskanmıştım ve bu beni ölesiye kötü hissettirmişti.

O kızın yanında biri olması, bana yalnız geçirdiğim zor zamanlarımı hatırlattı.

Tıpkı parktaki o çocuğa karşı hissettiğim duyguları hissetmiştim.

Çaresizlik.

O çocuğun annesi vardı ve benim kimsem yoktu.

O kızın poyrazı vardı ve benim kimsem yoktu.

 

Oysa ben yalnızlığı severdim.

Yanımda birileri olmaması beni daha güçlü hissettirirdi. Daha mantıklı düşünürdüm ve duygusal anlarda ne yapacağımı, nasıl davranacağımı daha iyi bilirdim.

Yine yalan söyledim kendime.

Yalnızlığı severdim çünkü ben buna mecbur bırakılmıştım.

Yanımda birileri olmaya çalışsa bile onları geriye iterdim, çünkü en çok ihtiyacım olduğu zamanlarda ben hep tek başımaydım.

Ama asena farklıydı. O benim yanımda olmadan da yanımda olabilirdi.

Ben istemezdim, o hissettirirdi.

 

Asena'yla telefonda konuştuktan sonra onu iyi olduğuma en sonunda ikna etmiştim. Tabii böyle içi rahat etmeyeceği için bu gece benimle kalacağını söyleyip benden taraf bir itirazı kabul etmemişti.

 

Sıcak bir duşun ardından rahatlayarak koltuğa oturduğumda önüme aynı zamanlamayla bir kupa sıcak çikolata kondu.

Eve geldiğimden beri onunla konuşmamıştım, o da beni bunaltarak soru yağmuruna tutmamıştı.

Asena; yalnızlığımı paylaştığım tek insandı. Belki o yanımda olduğu için hayat biraz daha çekilirdi fakat bir gün onunda benden gitme ihtimali olduğunu kendime sürekli hatırlatıyordum. Genelde en değer verdiklerim giderdi benden.

Kimseye tamamıyla bağlamazdım kendimi.

 

"İç, rahatlarsın." Asenaya kaçamak bir bakış attığımda karşı koltuğuma oturmuştu.

 

Sakince kupamdan bir yudum aldığımda dikkatimi televizyondaki saçma diziye vermiştim. Kafamın dağılması için yaptığım bu şey işe yaramıştı.

Asenanın da dikkatini çekmiş olacakki gözünü televizyondan ayırmıyordu.

 

"Niye kavga ediyorlar," dedim saçma bir merakla.

 

"Diziyi baştan sona anlatsam bitmez ama kısacası kız kocasının başkasından çocuğu olduğunu öğrendi, onu terk etti şimdi de köpek gibi peşinde sürünüyor adam."

 

Yüzümü buruşturdum.

"Saçma bir dizi olduğunu tahmin etmiştim."

 

"Öyle deme canım en iyi dizi ödülünü aldı." Dedi imalı bir şekilde.

 

"Hiç ilgimi çekmedi şahsen, kapat televizyonu sohbet edelim."

 

İtiraz etmeden televizyonu kapattı.

Dizlerimi kendime çekip ona döndüm.

 

"Yok mu sizin okulda bir dedikodu falan? Kızım ülkenin en iyi okulunda okuyorsun resmen ben bile babamın parasıyla giremedim o okula."

 

Sözlerine hafifçe güldüğüm sırada aklıma düşen görüntülerle anında yüzüm değişti.

 

"Ne oldu?" Dedi o da bir şeyler olduğunu fark ederek.

 

"Poyrazla aynı okuldayız."

 

"Ne?" Diyerek öksürmeye başladığında elindeki kupayı masaya bıraktı. Gözleri kocaman bir şekilde açılmış bana bakıyordu.

 

"Bu bizim poyraz mı?" Dedi şaşkın ifadesiyle.

Kafamı olumlu anlamda salladı.

 

"Geçen akşam randevuya gittiğin mi?"

 

"O bir randevu değildi!" Dedim radenvu kısmına tırnak açarak.

 

"Sahi, bana o akşamdan hiç bahsetmedin. Neler oldu, ay bir dakika nasıl seninle aynı okulda ya bu çocuk?"

 

Ani duygu geçişleri yaşarken onu boş gözlerle izledim.

 

"Merdivende karşılaştık. Konuşmadık ama."

 

"Nasıl konuşmadınız?"

 

Sıkıntıyla ofladım.

"Çünkü acelesi vardı, seninle sonra konuşacağız dedi ve gitti."

Gerisinden bahsetmedim. Çünkü buna gerek duymadım.

 

Beni biraz sıkıştırıp o akşam yemekte neler olduğunu öğrendiğinde bana şapşalca bir sırıtışla bakıyordu.

 

"Niye öyle bakıyorsun?" Dedim ona yandan bir bakış atarak.

 

"Kızım, bence siz çok güzel olursunuz." Dedi çığlık atarak.

"Düşünsene zorla gittiğin bir randevuda tanıştığın adama aşık oluyorsun. Tam dizilerdeki gibi!"

Ağzım beş karış açık ona baktım.

 

"Çocuk aşıkmış diyorum, başka birine diyorum, platonikmiş diyorum. Sence bizim olma ihtimalimiz var mı?"

 

İmalı bakışlarıyla bana yaklaştı.

"Yani başka birine aşık olmasa, sizden olur, öyle mi?"

 

Birden yüzüme ateş bastığında ondan uzaklaştım.

"Öyle demek istemedim. Konuyu hep istediğin yere çekiyorsun."

 

"Yok, ben anladım."

 

"Ne anladın Allah aşkına?"

 

"Anladım ben." Dedi ve ayağa kalktı. Altındaki sünger bob baskılı pijamayı gördüğümde istemsizce sırıttım.

 

"Bayanlar baylar," dedi ciddi bir ifadeyle.

 

"Aşkın şarabında kayanlar ve onlara arkadan bakanlar. Benim adım asena keskin, bu yıl hazel'in aşık olacağına yeminimi ediyorum. Sizlerde ediyor musunuz?"

 

Boğazımdan tutamadığım bir kahkaha kaçtığında kafamı sen iflah olmazsın bakışlarımla sallıyordum.

 

"Delisin sen, deli! Salak salak düşünceler yerleştirme o güzel beynine. Git ders çalış sonra bizim okula geçebilme şansın olur belki."

 

Mızmız bir çocuk edasıyla omuzlarını kaldırıp indirdi.

"Banane, ben senin olmayan aşk hayatının hayalini kuracağım artık. Yeter be, sende aşık ol artık. Bu gözler ne zaman görecek seninde böyle aşktan sarhoş olduğun o zamanları. Yaşlanıp öleceğim ben, sen hala o dinlendirici gözlüklerini takıp; ders diye ölüp biteceksin. Mezarına çiçek diye geometri kitabı dikeceğim bu gidişle."

 

"Olmayacak öyle bir şey," diyip elimdeki yastığı ona attım.

Yastıktan kaçınıp abartı bir şekilde yan taraftaki koltuğa yapıştığında kahkaha atmaya başladı.

Bende onun bu haline güldüm.

Sabaha kadar asenanın saçmalıklarını dinledim, işin tuhaf tarafıysa bu saçmalıkları dinlemek beni sıkmıyordu.

Hayatımdaki tek renk onun olduğu zamanlardı.

 

"Bir daha evimde kalmana izin vermeyeceğim," dedim esneyerek.

 

Tavadaki sucukları kızartırken yeni uyanan asenaya uykulu gözlerle döndüm. Onun aksine ben hiç uymamıştım. En sonunda sabaha karşı konuşmaktan yorulup koltuğun üstünde uyuyakalmıştı, ben ise üstüne bir battaniye örttükten sonra odamda ders çalışarak sabahlamıştım.

Saçı başı birbirine girmiş, gözlerini ovuşturarak yanıma geldi.

 

"Ne yapıyorsun?"

 

"Sucuklu yumurta."

 

"Okula gitmeyecek misin?" Dedi gözlerini merakla bana dikerek.

 

Kafamı olumsuz anlamda salladım. Bu gün sınavlarımın bitmesini de fırsat bilerek bir günlüğüne okulu ekecektim. Tabii geçerli sebebim olmasa bunu hayatta yapmazdım, elbette bir sebebim vardı.

 

"Hastaneye gideceğim, tahlil sonuçlarım için doktor çağırdı."

 

"Hastaneye mi gittin? Ne zaman? Ciddi bir şey mi?"

 

Asenanın endişeyle sıraladığı cümlelere gözlerimi devirdim. Gerçekten her şeyi çok abartan bir kızdı.

 

"Ciddi bir şey değil elbette, sadece doktorum tahlil vermemi istedi, bu kadar. Genel, rutin şeyler."

 

Bu konuyu daha fazla uzatmamak için elimle buzdolabını gösterdim.

 

"Masaya kahvaltılık bir şeyler varsa koy."

 

Komutanından emir alan bir er gibi beni onaylayıp buzdolabının önüne gitti.

 

"Kızım bu ne? Ben yokken yemek yemiyor musun sen?"

 

Kafamı çevirdiğimde asena dolabın kapağını açıp karşısında bana kızgın bakışlar atarak dikiliyordu.

Gerçekten en son mutfak alışverişi yapalı ne kadar olmuştu.

Bir ay? İki?

 

"Yani, yiyorum aslında..." dedim ağzımda bir şeyler geveleyerek.

 

"Bende yiyorum hazel, senin yalanlarını yiyorum sürekli. Hani yeme bozukluğun düzelmişti?"

 

Yumurtanın altını kapatıp tabaklara koyduktan sonra masaya doğru ilerledim.

O da buz dolabının kapağını kapatıp önümdeki sandalyeye oturdu.

Kızgın ifadesiyle bana bakarken ona "ne var?" Dercesine kafamı salladım.

Omuzları yenilgiyle çöktü.

 

"Sana kızgın kalamıyorum,"

 

Güldüm.

"Kalmamalısın."

 

"Hazel, ciddiyim."

 

Çatalı tutan elim duraksadı.

 

"Eğer maddi açıdan sıkıntın varsa, bana söylemelisin."

 

Bu konuya içten içe sinirlensemde, ona karşı bir öfke duymaya hakkım yoktu çünkü sözlerinde hiç bir art niyet yoktu.

 

"Hayır, maddi açıdan kendimi idare ediyorum asena. Sende görüyorsun." Dedim net bir sesle.

Bu kadar düşünülmeyi hak etmiyordum.

 

"Görüyorum ve üzülüyorum. Son sene öğrencisisin, hemde okulunda çok başarılısın, üstüne gündüzleri pastane de çalışıyorsun ve kendine hiç vakit ayıramıyorsun. Sürekli hareket halindesin, bazen yemek yediğini unuttuğunu düşünüyorum,"

Dediğinde içime çöken sıkıntıyla onu sessizce dinlemeye devam ettim. Bazen başkalarının ağzından kendini dinlemen gerekirdi. Farklı bakış açıları, sana kendini daha iyi tanıtırdı.

 

"Bir tek bana zaman ayırıyorsun, başka arkadaşın yok. Bundan şikayetçi değilim fakat farklı insanlar tanımak sana zarar vermez en azından kafan dağılır. Seni çağırdığım yerlere gelmiyorsun mesela, dersi bahane ediyorsun. Sürekli en iyisi olmaya kodlamışsın kafanda bir kere, hep öyle olmaya çalışıyorsun. Sen zaten yeterince iyisin hazel. Daha fazlasına gerek yok. Ne olur diğer gençler gibi hayatın akışına bıraksan kendini?"

 

Sahiden yeterince iyi miydim?

İfadesiz bir şekilde baktım yüzüne. Belki dediği her şeyde haklıydı fakat bir detayı kaçırıyordu.

"Benim ailem yok, asena. Dediklerini yapabilmem için bana bakan bir ailem olmalı. Benim ders çalışmaktan başka çaremde yok,"

Zaten olmayan iştahımla elimdeki çatalı masaya bıraktım ve arkama yaslandım.

"Okumakta. Başka. Çarem. Yok." Dedim tüm kelimeleri bastırarak.

 

"Eğlenemem ben, çünkü bunu yaparsam hayat boşluğumdan yakalar atar bir köşeye beni, anlıyor musun? Diğerleri gibi yaşayamam. Para kazanmak zorundayım bu evde kalabilmek için, karnımı doyurabilmek için."

Sözlerim kulağa ajitasyon gibi gelebilirdi fakat gerçekler hep acı olmazmıydı zaten?

Ben acımla acınan bir kız hiç olmamıştım. Buna izin vermemiştim. Okuldaki çoğu kişi burslu okuduğumu bilse de bir ailem olmadığını bilmiyordu. Çektiğim zorlukları asena dışında kimse bilmiyordu. Bilemezlerdi.

 

"Ben buyum. Benim arkadaşımsan, öyle kal. Benim için fazlasını yapmak zorunda değilsin." İstemsizce güldüm. Bu buruk bir gülümsemeydi.

 

"Ama ben artık senin gerçekten gülüşünün gözlerine ulaştığını görmek istiyorum. Arkadaşın olarak bunu da mı isteyemem?"

 

Gülüşüm soldu.

Derin bir nefes aldım.

Gözlere ulaşan duygular gerçekti.

Gözlere ulaşan duygular, iyi hissettirir miydi?

Bana ulaşan hep kötü duygular olmuştu.

 

"Senin okulun yok mu?" Dedim bir anda konuyu değiştirerek. O da beni daha fazla zorlamadı.

Kahvaltımızı bitirdikten sonra asena hazırlanıp okuluna yol almıştı.

Asena gittikten sonra, dağılan evi biraz topladıktan sonra hazırlanıp hastaneye gitmek için bir taksi çağırdım.

Hayatımdaki tek kafamı dağıtan şeyin, asenayla geçirdiğim vakitler olduğunu, onun yokluğunda anlıyordum.

Çünkü o gittiğinden beri dünden kalan düşüncelerim kafama bir virüs gibi tekrar doluşmuştu.

Sürekli kafanızın çalışması, sürekli düşünmek demekti. Aynı anda birden fazla problemi düşünüp onlarla başa çıkabilirdim. Bu iyi bir şey gibi görünebilirdi, ama mental açıdan kesinlikle çok yorucuydu.

Bazen beynimi resetlemek istediğim zamanlar olurdu. Her şeyi unutup yeniden başlamak...

Kim bilir, bir kaza sonucu hafızamı tamamen kaybederdim belki ve bu sayede yaşadığım onca şeyi, herkesi unutup yeni bir sayfa açardım kendime.

Daha mutlu bir ben, olabilir miydi?

Bu imkansız gibi görünen olasılık bir gerçekti.

Olmasını isterdim.

 

Daha fazla düşünme.

Beynime olumlu sinyaller gönderdiğim sırada doktorumun kapısını tıklayarak içeri girdim.

Kadın bir doktordu.

Gözündeki askılı gözlüğü benim içeri girmemle çıkarıp gülümserken kısılan gözleriyle bana baktı.

 

"Gel bakalım hazel hanım."

 

Selam vererek karşısına oturdum.

Hastaneleri oldum olası sevmezdim. Hatta havale geçirmediğim sürece hastaneye adımımı bile atmazdım.

 

"Nasıl gidiyor sınav senen? Gerçi benim oğlum seninle aynı okulda, birinciliklerin kulağıma geliyor elbette."

 

"İyi gidiyor." Dedim kısaca, bir an önce gitmek için sabırsızlıkla dizlerimi sallıyordum. Belki de ailemin benim için yaptıkları tek iyi şey, beni yaşım geldiğinde ilkokula vermeyi unutup geç yazdırmalarıydı. Sonuçta herkes lisenin son senesinde reşit olmuyordu. Bu işimi daha kolaylaştırmıştı, çünkü en azından kurumsal yerlerde sürekli "Ailen nerde? Ailensiz gelemezsin." Diyen tipte insanlarla uğraşmıyordum.

 

"Tahlil sonuçlarına şöyle bir baktım, ders çalışmaktan dolayı çok iyi beslenmiyorsun gibi. Ciddi derecede bağışıklığın çok düşük. Gitmeden senden bir kan testi de alalım, bir kaç hafta sonra beni tekrar ziyarete gelirsin."

 

Kafamı onu dinlediğimi belirtircesine salladım. Sanırım artık gerçekten daha dikkatli beslenmeliydi. Vücudumdaki yorgunluk ve halsizliğin sebebi bundan dolayı olmalıydı.

 

"Bunun dışında, sana bir kaç ilaç yazacağım. Besin değerini yükseltecek takviyeler gün içindeki yorgunluk ve halsizliğine iyi gelecek. Ama düzenli beslenmen şart elbette. Kilon yaşına göre düşük, sağlıklı tariflerle beraber kilo almaya çalış,"

 

Bir süre sonra anlattıklarına çok dikkatimi verememiştim. Doktorun odasından çıktıktan sonra kan vermek için kan alma odasına gittiğimde, güler yüzlü bir hemşire beni karşılamıştı.

 

"Şöyle boş koltuğa geçin, ben birazdan geliyorum."

 

Oturduktan sonra sıkıntıyla oflayarak gözlerimi etrafta dolandırırken yanımdaki koltukta ağlayan küçük kıza çevirdim bakışlarımı.

Daha iğne bile vurulmamıştı ama sanki elini kesmişlercesine kendini zorlayarak ağlıyordu.

Dikkatli bir şekilde onu izlerken arkası bana dönük adam küçük kızı sakinleştirmeye çalışıyordu.

Sanırım babası olmalıydı.

 

"Ama ağlama artık."

 

Bir anda donakaldım.

 

"B-baba, ya k-kolum acıdan koparsa?"

 

Küçük kız hıçkırıklarının arasından zar zor konuşurken ben girdiğim transtan henüz çıkamamamıştım.

Yine o ses.

"Korkma kızım, ben hep yanındayım. Eğer o iğne kolunu acıtırsa kırıp atacağım."

 

Nabzımın hızlandığını, kulağımda yankılanan atışlarından duyuyordum.

Hayal miydi bu ses?

Gerçek olabilir miydi?

Gözlerimi onların üzerinden hiç çekmemiştim.

 

"Ama b-benim canım acıyacak bir kere, kırıp atsan ne olur?"

 

"O zaman öperim geçer babasının prensesi."

 

Öperim geçer.

"Acıması umrumda değil, defol git başımdan!"

 

İşte o an başımdan aşağı kaynar suların döküldüğünü hissettim. İçimde dolanan şeytanlar bile susmuştu bu sefer, acımışlardı halime. Kalan son masumiyetim kan ağlamıştı bir annenin çocuğunu kaybedişinde kopardığı feryadı gibi. Kalbim sıkışmıştı. Ellerim titrememek için birbirine girmiş, gözlerim sımsıkı kapanmıştı o ilk damlayı akıtmamak için. Direnmişti tüm vücudum yenilgiye karşın.

Çaresizlik duygusu, bir insanın elinin kolunun bağlı olup, hiç bir şey yapamamasıyla tanımlanırdı genelde.

Çaresizlik; nefes almaktı.

Bazen çaresizlikten içine çekerdin oksijeni, Çaresizlik yaşatır, yine çaresizlik güldürürdü seni.

Kelimeler ancak isarftı bu noktadan sonra.

Aldığım her nefesin israf olması gibiydi.

 

"Bu abla niye bize sürekli bakıyor?"

 

Bir anda beni kast ettiğini anladığımda hızla başımı diğer tarafa çevirdim. Yüzümü ve dolan gözlerimi saçlarımla gizlemiştim.

Böyle bir karşılaşma olmamalıydı.

 

"Bize bakmıyor kızım, bak o abla da iğne vurulacak ama ağlamıyor hiç. Demekki korkulacak bir şey yokmuş."

 

Evet, ağlamıyorum hiç. Ama sen bunu bilmezsin tabi.

 

"Ağlıyor, ben gördüm." Dediğinde dudaklarımı ısırdım.

 

"Bak sana ne diyeceğim, eğer iğne vurulunca ağlamazsan, o çok istediğin bebeği alacağım sana. Anlaştık mı?"

 

Sesi öylesine sevecen çıkıyordu ki, bir an onun yabancı biri olduğunu düşündüm. Nasıl tanımazdım ki onu. Sesi hala kulaklarımda yankılanan o adam.

Babam.

 

"Anlaştık!" Dedi mutlulukla bir anda ağlaması kesilen kız. Tam tekrar onlara dönecektim ki karşıdan gelen hemşireyle oturuşumu dikleştirdim.

 

"Beklettiğim için kusura bakmayın." Derken masadaki kan tüplerini tek tek çıkartıp kontrol etmeye başladı.

 

"Önemli değil." Dedim pürüzlü ve alçak çıkam sesimle.

Damarımı buldu, koluma iğneyi batırdı, gözümden bir damla yaş aktı.

Acıdan değildi, acımdandı.

Ve göz yaşı, acıya yenildi.

 

Sol tarafıma tekrar dönüp onlara baktığımda, o küçük kızın iğne vurulduktan sonra bile ağlamadığını görmek beni sarsmıştı.

 

"Afferim benim güzel kızıma." Dedi babam.

Ama bana değildi bu sözleri.

Ben hiç duymadım ki ağzından böyle sözler.

Ben hiç sevilmedim ki onun tarafından.

Küçük kızı biraz inceledim.

Uzun saçları, henüz yeni çekilmiş dişleriyle en fazla altı yaşındaydı ama güzel bir yüzü vardı. Benim aksime babama benziyordu.

Gözlerinden bile ilgilenilen bir çocuk olduğu anlaşılıyordu.

Babam onu seviyordu. Gerçekten seviyordu.

Ben nasıl bir çocuktum da babam beni hiç sevememişti?

Yaramazdım belki de, ondan sevmedi.

Kendini kandırma.

Ben hiç yaramazlık yapamazdım ki.

 

Elinden tuttu kızının ve güle oynaya uzaklaştılar benden.

Bense arkalarında baktım sadece. Öylece; çaresizce.

 

"Canınızı çok mu acıttı?"

Evet. 

 

"Hı?" Dedim bir anda dağılan dikkatimle.

 

"Ağlıyorsunuz, iğne canınızı yakmış olmalı."

 

Kaşlarımı çatıp yanağımdaki ıslaklığı elimle sildim.

 

"Bitti." Dedi kan dolu son tüpü de yerine yerleştirirken.

 

"Burdan çıktıktan sonra vişne suyu içebilirsiniz. Kanınız çok az, kan yapacak şeyler tüketin lütfen."

 

Kafamı onu anladığımı belirtircesine salladım ve hastaneden çıktım.

 

Hem uykusuzluğun verdiği yorgunluk ve ağlamanın verdiği acıyla gözlerimi kapattım.

Artık bir şeyler düşünmek istemiyordum.

Gözlerimi her kapattığımda anılar karşıma gelsin istemiyordum.

Bunu kendime itiraf etmek ne kadar zor olsa da; ben mutlu olmak istiyordum.

Geçmişi unutamayanlar geleceğe yeni bir sayfa açamaz.

Ben o sayfayı karalamak ve yırtıp atmak istiyordum artık.

Kalbim hep ağrıyordu, öyleki bazen öleceğim sanıyordum fakat ölmüyordum.

Anlıyordum ki; geçmişmiş yüreğime yük olan.

İnsanlarmış aklımı sürekli meşgul eden.

Benim için bir geleceğin olduğuna olan inancımı yitirmiştim.

Hiç bir adım sonrasını düşünmemiştim, hep on adım öncesi takılmıştı aklıma.

Takardım kafama ben.

Ne kadar umursamaz görünsem de, geçmişe karşı umursamaz olamıyordum.

Bir gelecek varsa beni bekleyen, tahmin etmek zor değildi zaten.

Anın tadını çıkarmak yerine ben, anın acısını çıkarıyordum.

Bir kardeşim varmış.

Babama benziyor.

Acaba beni unutmuş muydu? Orada yüzümü gizlemeseydim beni tanıyacağından şüpheliydim. Beni unutmasa bile hatırlamak istemiyordur eminim.

Evlenmiş olmalıydı. Bir yerden duymuştum bu haberi fakat inanmamıştım. Kendine yeni bir hayat kurmayı seçmişti.

Annem gibi vazgeçmemişti en azından.

Ama merak ediyordum. Geçmişi bu kadar kolay unutmayı nasıl başarmıştı?

Yeni bir eş, yeni bir çocuk ona bizi unutturmuş muydu sahiden?

O kıza bakarken hiç aklına gelmiş miydim?

Beni neden sevmemişti peki?

Hiç bitmeyen uçsuz bucaksız sorularım vardı. Ama tüm bunları hiç bir zaman ona soramayacağımı biliyordum. Çünkü bilirdim; yüzünü görsem, dilim tutulurdu konuşamazdım.

 

•••

 

Okuldan sonra geldiğim kütüphane bu gün tıklım tıklımdı. Bu beni şaşırtmıştı çünkü sınav haftaları dışında kütüphanede ders çalışan insan sayısı az olurdu.

İki gün önce hastanede babamı görmek bana hiç iyi gelmemişti ve okulu bir gün daha ekmiştim. Bugünde ne poyrazı görmüştü ne de o kızı. Merak ediyordum fakat içimden bu işe bulaşmamam gerektiğini söyleyen ses kafamı karıştırıyordu.

Çantamdan kitaplarımı tek tek çıkarıp masaya dizdim. Kalem kutumdan tokamı çıkarıp dudaklarımın arasına sıkıştırarak saçımı iki elimle toplamak için kafamı kaldırdığım sırada önümdeki sandalyenin çekilmesiyle duraksadım.

Fakat beni duraksatan şey karşıma oturan tanıdık yüzdü.

Şaşkınca donakaldığım için başından beri bende olan bakışları kısıldı.

 

"Saçını bağlamayı düşünüyor musun?"

 

Silkelenip kendime geldiğimde tokayla saçımı dağınık bir topuz yapıp kafamı kitaplarıma gömdüm.

Asla başımı kaldırmayacaktım.

Sebepsiz utancım yersiz olabilirdi fakat onu yemekte kandırdığımı varsayarsak pek sebepsiz olmuyordu.

Neden tam önüme oturmuştu ki?

Kafamı kaldırıp etrafa bir göz attığımda cevabımı kendi kendime almıştım.

Tek boş yer benim olduğum masamdı.

Ona kaçamak bir bakış attığımda çoktan önündeki kitaplara kendini vermiş görünüyordu.

Çantamdan kulaklığımı çıkarıp telefonumda rastgele bir müzik açtım.

Bir süredir önümdeki matematik sorusuyla bakıştığımı aradan geçen beş dakika da anca fark edebilmiştim.

Kafamı tam toparlayabildiğim söylenemezdi.

Yıllardır görmediğiniz birini hiç beklemediğiniz bir anda görünce, üstüne o kişi sizi yıllar önce terk eden babanız olunca böyle oluyordunuz işte.

Elimdeki kalemi sinirle bıraktım. Biraz fazla ses çıkarmış olmalıyımki poyrazın dikkatini çekti.

Kulaklığımı çıkarıp oturduğum yerden aniden kalktım ve ona ithafen

"Konuşalım." Diyerek dışarıya adımladım. Sonuçta sonra konuşacağımızı söyleyen oydu.

Kapıdan çıkmamla yüzüme düşen bir damlayı hissettim. Yağmur hafiften yağmaya başlamıştı.

Arkamdan geldiğini anladığımda dışarıda oturmak için yapılan çardağa yürüdüm ve onun yüzüne bakmadan oturdum.

O da az önceki gibi karşıma yerleşmişti.

Bir süre sustuk.

Ben nasıl başlayacağımı bilemiyordum ama o neden susuyordu bilmiyordum.

Bana bakıyordu sadece. Kollarını birbirine bağlamış öylece oturuyordu karşımda.

 

"Okula neden iki gün gelmedin?" Diye sordu aniden. Bunu beklemiyordum. Beni mi gözetliyordu?

Boğazımı temizleyip onun gözlerinden kaçırdım gözlerimi.

"Önemli bir şey değildi." Diyerek konuyu kapatmaya çalıştım ama onun öyle bir niyeti yoktu anlaşılan.

 

"Önemli mi değil mi diye sormadım, nedenini sordum."

 

Kaşlarımı çatarak onu süzdüm. Sinirlerim bozulmuştu.

"Bunu sorabilecek bir konumda mısın?"

 

Sözlerimle yüzündeki ifade değişti. Haklı olduğumu o da biliyordu.

Bu tuhaf sohbete bir son verdim.

 

"O kız, iyi mi?"

 

"Senden iyi."

 

Bir anda ne dediğine anlam veremediğim için afalladım.

"Nasıl yani?"

 

"İyi. O gün olan olayı da hallettim."

 

Dudaklarımı kemirdim. Sorup sormamak arasında kararsızdım.

 

"Ne zamandır böyle şeyler yaşıyor?"

 

Kendinden emin bir ifade takındı.

"Bu ilk ve sondu. Bir daha ona yaklaşamazlar bile"

 

Bu bilgi içimi rahatlatmıştı. O kız için gerçekten endişelenmiştim.

"Okulumda böyle şeyler yapabildiklerini bilmiyordum. Açıkcası neden yetkili kişilere söylemediğini hâlâ anlayamadım. Okul gereken cezayı vermiyor mu bu öğrencilere?"

 

Bir süre, hatta konuşmam bittikten sonra bile yüzüme baktı. Sonra bir şeyin farkına varmış gibi duruşunu dikleştirdi.

"Okuldaki görevliler hiç bir şey yapamaz. Bunu yapan öğrenciler normal ailelerin çocukları değil. İsteseler o okulu yarın kapatabilecek bir konuma sahipler. Kimse böyle aileleri karşısına almak istemez."

 

Üzüntü ve öfkenin karışımı duygularımla ofladım.

"Elden bir şey gelmez mi?"

 

"Sen bu zamana kadar nasılsan öyle devam et. Mezun olmaya bak."

 

Sonra yine bir sessizlik oluştu. Kulağıma gelen tek ses hızlanan yağmurun sesiydi.

Üstümüzde çatı olduğu için yağmurdan nasibimizi almamıştık çok şükür.

Bir an bu sessizlik ve ortam bana huzur verdi.

En başından beri sormak istediğim o soruyu sormak için ağzımı araladım.

 

"Kaç senedir bu okulda okuyorsun?"

 

Düşünüyormuş gibi bir mimik yaptıktan sonra gözleri beni buldu.

"Altı senedir."

 

Şaşırmamıştım.

Bi dakika, altı sene mi dedi o?

"Nasıl altı sene?" Diye sordum şaşkınlığımı belli ederek.

 

"İki yıl kaldım, ya da ara verdim desem daha doğru olur." Dedi net bir sesle.

 

"Neden?"

 

"Bir sebebi vardı."

 

Bu konuyu daha fazla deşmemek için görmezden geldim. Sonuçta beni ilgilendirmezdi.

"Peki beni önceden tanıyor muydun?"

 

Sessizce suratıma baktı.

"Ben taksiye binerken, adımla seslenmiştin. Yani bu beni önceden tanıdığını gösteriyor, öyle değil mi?"

 

"Sanırım öyle," diyerek en sonunda beni sinir etmeye çalıştığını düşünmeye başladım. Ona aynı ifadeyle bakmaya devam ettiğim için baygın bir bakış attı.

"Yıllardır aynı okuldayız ve her sene okul birincisi sen oluyorsun. Sene sonları adın soy adınla beraber panolarda, fotoğrafınsa okul sitesinde dolanıyor. Seni elbette tanıyacağım hazel karmen." Dedi soyismimi bastırarak.

 

Bir anda bu kadar çok art arda cümleyi sıralaması beni susturmuştu. Haklıydı. Geçen gün tuvalette benim tanımadığım kızlarında beni tanıdığını fark etmiştim.

 

"Gerçekten popüler olmalıyım." Dedim sessizce. Bu içinde açık bir şekilde alay barındıran sözlerden ibaretti.

 

"Bana bir borcun vardı?" Dediğinde gözleri üzerimde dolanıyordu. Neden bu kadar tuhaf davranıyordu?

Borç dediğinde aklıma gelen ilk şey yediğimiz yemek olmuştu.

 

"Yemekten bahsediyorsun sanırım, ibanını verirsen sana yollar-"

 

Bir anda attığı bakışla susmak zorunda kaldım ve o an kafama dank etti.

Bir özür borçluydum.

Onu kandırmıştım.

Dudaklarımı birbirine bastırıp çekingen bir ifadeyle ona baktım.

 

"Gerçekten özür dilerim o gün seni kandırdığım için. Aslında ben istememiştim bunu, ama arkadaşım çok ısrar edince kıramadım. Onun da suçu değil ama, aslında burada suç ebeveynlerde. Yani görücü usülü randevu diye bir şey mi kaldı bu devirde? İsteyen istediğiyle görüşsün işte, değil mi ama? Saçmalık."

 

Kafamı bu durumu onaylamadığımı desteklercesine iki yana salladım. Derin bir nefes alıp arkasına yaslandı.

 

"Ama seninle aynı okulda olduğumu öğrenince çok şaşırdım açıkcası."

 

Gözleri kısıldı.

"Beni tanımıyor musun gerçekten?"

 

"Seni daha önce görmediğime o kadar eminim ki, tanıdık bile gelmiyorsun."

 

Bir anda yüzü öyle bir düştü ki, onu tanımadığım için üzüldüğünü düşünecektim fakat düşüncesi bile saçma olan bir şeyi anında aklımdan def ettim.

 

"Pekala, her şey hallolduğuna göre artık dersine odaklanabilirsin." Diyip hızlıca ayağa kalktı ve benim bir şey dememe müsaade vermeden kütüphanenin içine doğru yürümeye başladı.

Bu da neydi şimdi? Trip yapar gibi...

Peşinden bende ayağa kalkıp yağmurdan kaçmak için hızlıca içeri koşturdum.

Oturduğum masaya geri geldiğimde önümün boş olduğunu gördüm.

Kitaplarını alıp çaprazımdaki boşalan masaya oturmuştu.

Tuhaf.

Ona kısa bir bakış atıp yerime oturdum.

Rahatsız mı olmuştu benden?

Bunu kafaya takmamalıydım.

 

Tekrar önümdeki sorulara odaklanmaya çalıştım ve bu seferkinde başarılı oldum. Saatlerce kalkmadım o masanın başından. Matematik de en son işlediğimiz konunun sorularını çözüp fen'e geçtim. Fen en sevdiğim ders olduğu için konuları on birinci sınıfın yaz tatilinde bitirmiştim ve son senemi sadece soru çözerek sağlamlaştırıyordum.

Çoğu ders için hemen hemen böyle yapmıştım aslında. On ikinci sınıfa kadar çoğu konuyu bitirmiştim şimdi sadece testlerle antreman yapıyordum.

Asıl maç beş ay sonraydı.

Sınavın yaklaşması beni içten içe geriyordu. Bu konularda özgüvenim ne kadar yüksek olsa da sınav senesi psikolojisi çoğu öğrencide istemsiz bir strese sebep oluyordu.

Aslında bunda okulun uyguladığı baskıların katkısı da vardı. Ülkede üniversite okuyup işsiz kalan öğrenci sayısı çok fazlaydı. Haliyle insanlar en iyi üniversitelere girebilmek için canını dişine takarak çalışıyordu. Öğretmenlerde bunun için uğraşıyordu.

Herkes üniversite okuyabilirdi fakat herkes iyi bir üniversiteden mezun olamazdı.

Kafamı kaldırdığımda kütüphanenin boşaldığını gördüm. Fazla yağmur yağdığı günlerde genelde böyle olurdu. Duvardaki dijital saate baktığımda yeterince çalıştığıma ikna olup elimdeki kalemi sertçe bıraktım.

Masada uyuyakalan poyrazda durdu gözlerim.

Demek gitmemişti.

Çantamı toplayıp çıkışa doğru yürürken adımlarım duraksadı. Onu uyandırmalı mıydım? Yoksa benden rahatsız olur muydu?

Bütün bu soruları kafamdan görünmez bir silgiyle silip onun masasının yanında durdum. Kafası bana taraf düşmüştü ve eli yanağının altında olduğu için ağzı hafif aralık bir şekilde uyumuştu.

Bu şekilde çocuk gibi görünüyordu...

 

Parmağımın ucuyla omuzundan hafifçe itekledim.

Uyanmadı.

"Poyraz uyan."

Biraz daha ittirdim.

Yine uyanmadı.

Bu sefer parmağımı yanağına doğru götürürken bir anda elimi havada yakaladı.

Gözleri kapalıyken nasıl yapmıştı bunu?

Temasıyla olduğum yerde donakaldım.

 

"Yüzüme dokunulmasından hiç hoşlanmam." Dedi gözlerini aralarken.

 

Somurtarak ona baktıktan sonra arkamı döndüm.

"Uyandıysan gidiyorum."

 

Bir adım atmıştım ki sırt çantamdan tutarak beni kendine doğru çekti.

Şaşkınlıkla ona döndüm.

"Ne yapıyorsun?"

 

"Çantan açık." Dedi uykulu sesiyle.

Bu şekilde fazla mı seksiydi yoksa ben yine neler söylüyordum böyle!

 

"Ha," diyerek çantama baktım ve gerçekten tamamen açık olduğunu gördüğümde elimi alnıma çarpıp "aptal" diye bağırmamak için sakince fermuarı kapattıktan sonra onun yüzüne bakmadan çıkışa doğru ilerledim.

Yağmur hâlâ aynı tempoyla devam ediyordu ve dışarıya çıkmamla neredeyse sırılsıklam olmuştum.

Battı balık yan gider diyerekten yürümeye devam edecektim ki başıma giren ani sancıyla adımlarım durdu. Öyle bir ağrıydı ki acıyla bağırmamak için kendimi sıkıyordum. Arkamdan adım sesleri duydum.

Her zamankinden halsiz olan bedenim uyuşmaya başladığında gözlerimin kararmasıyla yağmurun altında yığıldım kaldım. İki gün önce kan aldırmam ve o günden beri düzgün yemek bile yemediğim gözlerim kapanmadan önce zihnime doluştu. Bunun pişmanlığını yaşadım.

En son hissettiğim şey yağmur damlaları beni ıslatırken havanın soğukluğuna tezat, bedenime sarılan sıcak kollardı.

 

 

Loading...
0%