
Uzun bir aradan sonra tekrar bir araya gelmek harika. Sizlerden ayrı kalmaya dayanamadım. Bilgisayarım bozuktu. Bende telefondan yazdım bölümü. Umarım beğenerek okursunuz.
Sizlerden isteğim bölüm hakkında yorumlar bırakmanız. Biliyorsunuz kitabı yeniden düzenliyorum. Ek bölümler yazıyorum. Sizlerin yorumlarıyla yeni yazacağım bölümler şekillenecek.
Okumaya başlamadan önce yıldızı patlatın. Kendinizden İzler bırakın. Seviliyorsunuz. Şaşırtın Beni.
Oy sınırı 50. Yorum sınırı 50.
Son üç bölümün sınırı dolduğunda yeni bölüm gelecektir.
🌿🌿🌿
Sabah, köyün üstünü örten sis yavaşça dağılıyor, taş sokaklara çöken gece mühürleri güneşin ilk ışıklarıyla çatırdayıp parçalanıyordu. Hava hâlâ serin; toprak, geceden kalan nemi kokusuna katmıştı. Ömer, mutfakta ellerini yıkayıp ocağın başına geçtiğinde, ev hâlâ yangının gölgesinde kalmış gibi ağırdı. Asiye hâlâ uykusuzdu; geceyi gözleri açık geçirmiş, yorganın altında küçük bir çöl gibi kurumuş duyguların arasında bocalamıştı. Babasının sesini duyunca başını hafifçe kaldırdı, yüzünde yeni bir sabır çentisi belirmişti.
“Asiye kızım ananın yine başı ağrıdı,” dedi Ömer, sesi nazik ama kararlıydı. “Migreni tuttu, bütün gece uyumadı. Sen biraz kendini toparla, anan bir şeyler yesin. Cuma ile bana da azık hazırla, zeytinliğe gideceğiz. Budak zamanı geldi, sürülmesi lazım.”
Sözler narin bir emirdi; içinde normalleşme isteğinin tuzu vardı. Ömer, zeytinliğe gitmekle sadece zeytinleri değil, belki bir parça dinginliği de sürmek istiyordu. Köyün ritmini, günlük işlerin tekrarını, işleri bölerek yaraları iyileştirebileceğine inanıyordu, fakat evin bir köşesinde, Cuma'nın gözleri hâlâ ateşle yanıyordu. O gözler, babasının rahatlatmaya çalıştığı yangını söndürmeye yetecek suyu barındırmıyordu.
Cuma, derin bir nefes aldı. Ellerini beline dayayıp babası Ömer’e baktı; bakışıysa sanki taş duvarlara değil, bu duvarların ardında kalan bir adaletsizliğe yönelmişti. “Sen git baba,” dedi. “Benim yapacak başka işlerim var.”
Ömer’in yüzünden bir anlık şaşkınlık dalgası geçti. “Ne işiymiş bu?” diye sordu yorgun ama meraklı bir sesle. Sesi, evin taşlarını titretecek kadar yüksek değildi; içinde hâlâ bir baba şefkati vardı.
“İş işte baba, gerisini sorma.” Cuma’nın sesi kısık, ama içinde bir kaya kadar sağlam bir kararlılık vardı.
Ömer gözlerini bir süre Cuma’nın yüzünde gezdirdi. Oğlunun hâlâ kızgın olduğunu, öfkesiyle yanan gözlerini görüyordu. Bir baba sezgisiyle, Cuma'nın hareketsiz kalmasının tehlikeli olduğunu anlamıştı. “Yoksa kız meselesi mi? Biliyorum genç adamsın. Senden isteğim kimsenin kızının peşine düşme. Eğer varsa gözünün tuttuğu söyle, gidip isteyelim. Başka türlüsüne rızam yoktur, bilmelisin.” Ömer’in uyarısı hem korumacı hem de köyün namus-kurallarıyla örtüşüyordu.
“Yok. Kız yok. Olursa söylerim,” dedi Cuma, yüzü kıpkırmızı ama kelimesi kısa ve soğuktu. Yer yer dudaklarının kenarında hâlâ öfke kıvılcımlarının külleri vardı. Babasının teklifini bir kenara itti; onun aklında bir başka hesap, bir başka namus meselesi vardı. O hesap, yüreğindeki yangını çıkaranla yüzleşmek, Asiye’nin hayatına zarar verenin karşısına dikilmekti.
Ömer, oğlunun bakışlarında hâlâ ateş olduğunu görüp fark etti ki, zeytinlik bahanesi belki de en doğru çözüm olabilirdi. “Olur,” dedi sonunda, “sen ne işin varsa gör; ama geç kalmayacaksın, Cuma. İşler beklemez.”
Cuma, babasının göğsünde bir güvenlik hissi aradı ama bulamadı. Babasının isteği ile kendi ateşinin arasındaki denge ince bir ip gibiydi. “Olur, işim biter bitmez orada olurum. Geç kalmam,” dedi. Kapıdan çıkarken babasına sadece başını sallayarak.
Ömer oğlunun arkasından endişeyle baktıktan sonra Asiye’ye döndü, sesinde yumuşak bir acelecilik vardı. “Kızım, hadi sende biraz kendine gel de anan için yiyecek bir şeyler hazırla. Bu çark dönmeli. Oağımız tütmeli. Ele güne karşı evimiz suskun kalmamalı."
Asiye, gözlerinde hâlâ geceyi taşıyan bir yorgunluğun iziyle başını salladı. “Tamam. Hazırlarım baba,” dedi, sesi bir çiçek yaprağı gibi titrek.
---
Cuma, zeytinliğe gitmeyi reddetmişti. Göğsünde bir düğüm, avuçlarında bir kararlılık vardı. Yürüdü, taş sokakların üzerine gölgesini düşürdü; her adımında ayakları taşları biraz daha tanıyordu ama yüreği tanımadığı bir yol çiziyordu. Yaman’ın evine doğru yürüdü; yüzünde rüzgârın savurduğu sinirli bir ifade vardı. Kafasında tek bir düşünce dönüp duruyordu: “Yaman… onunla yüzleşeceğim. Yok yere bacıma şer atmak nasıl oluyormuş soracağım. Başka türlü içimdeki yangın sönmeyecek.”
Önce birinci sekmeli geçti sonra ikinci sekmele çıkan beş altı basamaklı topraktan oyulmuş merdivene yöneldi. İkinci sekmeli geçtiğinde evin önündeki geniş avluya adım atmıştı. Yokuş çıktığından nefes nefse kalmıştı, eyleme geçmeden önce durup biraz soluklandı. Ev pek sessizdi. İçinden ufak bir umutsuzluk geçse de yeise kapılmadı. Ne olursa olsun bugün bu yüzleşme gerçekleşecekti.
Cuma üst kata çıkmak yerine alt katta yani avluda kalmayı tercih etti, çünkü gözlerine sinen o derin hasarı kimseye yedirmeyecekti. Hem haneye tecavüz diye bir şey vardı. Haklıyken haksız duruma düşmek istemedi.
Hiç vakit kaybetmeden aşağıdan yukarıya kaba bir şekilde seslendi. "Yaman, dönek Yaman. Gücü anca kadına yeten Yaman. Saklanma avradının eteğinin altına da çık dışarıya. Sana bir çift sözüm var."
Cuma'nın tahrik edici seslenişi karşılık bulmadı. Evin içinden çıt çıkmıyordu çünkü. Tekrar ama daha yüksek sesle konuştu bu sefer. "Yaman... Yoksa korktun mu dışarıya çıkmıyorsun? Korkma. Senin gibi değilim ben. Yargısız infaz yapmam. Yalnız bilmelisin ki, şimdilik bir şey yapmayacağım. Sana gününü vaad ettiğim gün geldiğinde göstereceğim."
Cuma'nın hiddeti yine karşılıksız kaldı fakat üst kattan bir kapı gıcırtısı duyuldu ve karşısına
Edibe çıktı. Kadın, yüzünde her zamanki sakin ifadeyi taşıyordu ama gözlerinin köşesinde bir sıcaklık vardı, bir anne sıcaklığı aynı zamanda bir yumruk hazırlığı.
Edibe, karşısında Cuma’yı görünce ilk önce şaşırdı sonra yüzü sertleşti. “Ne geziyorsun burada böyle?” diye sordu. Sesi yumuşak ama sınırları belliydi.
Cuma'nın yanan yüreğinde kelimeler birikmişti; öfke ve umudun karışımı her sözcük ağzından taşmak üzereydi. Edibe’ye sesini daha iyi duyurmak adına bir adım öne doğru attı; bu arada hiddetinden gözlerinin içi titriyordu. “Yeğenlerimi istiyorum,” dedi doğrudan. “Asiye’nin çocuklarını alıp götüreceğim. Onları buradan alacağım.”
Edibe’nin yüzüne bir burukluk yayıldı; elleri beline gitti. "Torunlarını istemeyen senin babandı. Ne oldu da sözünden döndü?"
"Kimsenin sözünden döndüğü yok. Başkasının düşüncesi beni bağlamaz. Ben kendi işime bakarım. Hem bacıma iftira attınız hem de tutup çocuklarından ayırdınız. El-insaf."
"Cuma. Yangına körükle gitme. Beni iyi bilip tanırsın. Ben böyle olsun ister miydim?"
“Ben oğlunla yüzleşmeye geldim. Ondan Asiye’nin üzerine yıktığı yalanın hesabını sormaya geldim. Çağır oğlunu, avradının eteğinin altından çıksın."
"Yaman evde yok. Nahiyeye gitti. Gün dönünce gelir. Söz ben ona geldiğini söylerim."
"Benim oğlum bu kadar gamsız, diyorsun yani? Ondan aşka türlüsü beklenmezdi zaten. Onun tek düşündüğü uçkuru... Söyle oğluna onunla işim bitmedi. Tek suçlu oğlun değil bunu da bilmeni isterim. Bu işte sende suçlusun. Sen Edibe kadın, Asiye'yi bizden isterken başına taç edeceğini söylemiştin. Söz vermiştin ama sözünde durmadın. Asiye'yi ayaklar altına attın. Şimdi benim bacımın acısını kim dindirecek? Ben yeğenlerimi almaya geldim. Bari Asiye için bu iyiliği yap...”
Edibe’nin ister istemez gururu kırılmamıştır lakin ses etmedi. Sadece bildiği doğruyu dile getirdi. "Yaman ben sana bugün bu iyiliği yapamam. Yaman gelmeden çocukları sana veremem."
Yalnız Cuma karşısında dik durmaya çalışan Edibe’nin gözündeki inceliği ve kaybı görüyordu. Onunla aynı acının farklı bir boyutunu paylaşıyordu. Edibe de kızının durumundan zarar görmüştü, ama Cuma’nın çözümü sertti. “Olmaz,” diye kükrerken Cuma. yükselen sesi taş duvarlara çarpmıştı. “Ben bugün yeğenlerimi alıp götüreceğim.”
Edibe, genç adamın ahını anlıyordu ama dik duruşundan da ödün vermek istemiyordu. Yaman olmadan sıcağı sıcağına torunlarını vermek istemiyordu. “Cuma sen ne diyorsun? Babaları olmadan ben çocukları sana veremem. Olay daha yeni oldu; biraz bekle. Ben… ben söz veriyorum, zaman geçsin, sonra onları kendi ellerimle getiririm.”
Cuma’nın içi yanar dağ gibi fokur fokur kaynıyordu. Edibe’nin sözleri ona zehir gibi acı gelmişti çünkü. Onun gözünde Edibe sözünü tutmayacak, babaları yok bahanesi ardına sığınınacaktı. “Hayır,” dedi Cuma. “Bugün. Hemen şimdi istiyorum.”
O sırada sofadan gür bir ses yükseldi. Bu Seyyit 'ti. Sakalları hâlâ sabahın serinliğini taşıyordu; sesi ise sakin ama otoriterdi. “N’oluyor burada? Kim bu ortalığı velveleye veren?”
Cuma bakışlarını Seyyit Efendi'nin yüzüne sabitledi. Onun gözlerinde öfke vardı; bu öfke şimdiye kadar bahçelerde, evlerin arasında, taşların üzerinde dolaşan bir yangındı. “Seyyit efendi,” dedi Cuma, “yeğenlerimi almak istiyorum. Onları almadan buradan gitmeyeceğim. Sonrası yok... "
Seyyit it eşi Edibe’ye bakıp sonra Cuma'nın üzerinde gözünü gezdirdi. “Tamam,” dedi yumuşak ama kararlı bir sesle. “Konuşalım, ama önce sakin olalım.”
Cuma öne doğru bir adım daha ileri geldi. “Ben sakinim. Sakin olması gereken sizlersiniz. Benim tek derdim yeğenlerimi alıp analarına götürmek. Asiye’nin döktüğü göz yaşı yeter. Bir de çocukları yüzünden üzülsün istemiyorum."
Seyyit içindeki baba şefkatini ve köyün düzenini koruma ihtiyacını tarttı. “Cuma,” dedi sonunda, “ben senin öfkeni anlıyorum. Senin anlayacağın Edibe gibi bende sulhtan yanayım. Bu kadar katı olma, acele ediyorsun. Bize zaman ver; eğer bu süre içinde çocuklar bir zarar görürse muhatabı ben olurum. Sen şimdi sinirle hareket etme. Bilirsin öfkeyle kalkan zararla oturur. Eğer birine zarar verirsen, bunun hesabı başka olur.”
Cuma yumruğunu sıktı, dudaklarını kanatırcasına ısırdı. “Sizin sözünüzü tuttuğunuzu görmedim. Bekleyelim bakalım sonuç ne olacak. Yalnız bu süre içinde yeğenlerime bir şey olursa, senin kapını çalarım, Seyyit efendi. Herkesin haberi olsun. Öncelikle de oğlun Yaman’ın kafasına sıkacağıma yemin ederim.”
Seyyit’in gözleri genişledi; böyle bir söz, taş sokaklarda öfke ile söylenmemeli, çünkü söylendiği anda geri dönüşü olmayan yollar açardı. “Cuma,” dedi daha sert bir tonla, “konuştuğun şeyler tehlikeli. Ben sana diyorum ki sabret, adaletin yolunu arayalım. Ben de bir babayım. Senin gibi bir gencin tüm hayatını riske atacağı şeylere gelince, burada dur. Bunu yapamazsın.”
Cuma’nın yüzü değişti. “Eğer ben bunu yapmazsam,” dedi alçak bir tonda, “Asiye’nin yüreği daha çok yanacak. O ateş sönecek mi sanıyorsun? Benim öfkem dindi mi bir daha yanmaz. Ben bacımın, intikamını erinde gecinde alacağım. Bundan kimsenin şüphesi olmasın.”
Edibe, oğlunun düştüğü halleri görünce gözleri doldu. İçine bir çığlık oturdu ama söze dökemedi. Seyyit öne doğru bir adım daha attı; bir an için oğluyla yüzleşmiş gibi oldu. “Cuma,” dedi yumuşak ama içine nüfuz eden bir sesle, “sana zaman veriyorum. Bugün için, bu sabah için, evine git; biraz bekleyelim. Yaman gelsin ben onunla konuşurum, ama silahla tehdit etmekle iş yürümez bunu bilmeni isterim. Hem torunlarına bakmak istemeyen senin babandı. Sen istiyorsun diye baban çocukları isteyecek mi bakalım?”
Cuma bir süre sessiz kaldı. İçinden fırtınalar geçti, atılan yeminler, içindeki öfkeyi dizginleme isteği ve bir şeyleri kaybetme korkusu hepsi birbirine karıştı. Nihayet, dişlerini sıkarak geriye çekildi. “Bir gün,” dedi, sesi boğuk, “o gün geldiğinde herkes beni tanıyacak.”
Seyyit başını salladı; köyün sakinlerini kontrol etme görevinin verdiği bir bilgelikle, Cuma’yı yumuşatmaya çalışıyordu. “İyi,” dedi, “bugün için evine git. Sonrasını sonra konuşuruz."
Cuma, geriye doğru birkaç adım attı ve köyün tozlu yoluna yöneldi. Güneş, taşların arasından hafifçe yükseliyor, her şeyi daha net bir ışığa teslim ediyordu. Cuma’nın adımları hızlıydı ama içinde bir boşluk büyüyordu; o boşluk, bir an sonra tekrar doldurulacak bir nesne gibiydi: intikam.
---
Gün ortasına doğru, Köy iyice sessizliğe gömülmüştu. Ömer, oğlunun isteğini göz ardı edememiş zeytinliğe bir günlük geç gelmesine göz yummuştu. Asiye üzerindeki kasaveti atmak için kendini işe vermişti. Önce evi toparlamış sonra anasının baş ağrısına iyi gelir umuduyla çorba kaynamıştı. Ocağın üstündeki tencereden yükselen buhar, havayı hafifçe yumuşatıyor, evin içinde küçük bir sıcaklık yayıyordu.
Cuma, taş sokaklardan geçerken gözleri bir kez daha arkaya baktı. Yüreğinin bir köşesinde bir karanlık, bir çömez çöreği gibi dolaşıyordu. Seyyid’in sözleri ona bir süreliğine dur demişti ama hiçbir şey tam olarak kapanmamıştı. Yeminleri hâlâ tazeydi; el sıkışılan bir kaderin prangası gibi. Yaman’la yüzleşme fırsatı kaçmıştı; ama o, kaçan bir fırsatı yeniden kovalamakta kararlıydı.
Günün sonunda akşamın alacası harlı kayanın taşına toprağına çöktüğünde, köyün gökkubbesi üzerinde yeni bir sessizlik vardı: beklenen fırtina henüz patlamamış ama bulutlar toplanmıştı sanki. Herkes kendi içinde bir hesap tutuyordu. Ömer, aileyi bir arada tutmaya çalışırken, Asiye’nin bakışları uzaklara dalmış, Cuma’nın yumruğu hâlâ göğsünde bir baston gibi duruyordu. Edibe ise kendi acısını yutmuş, oğlunun kararını düşündürecek bir bekleyişe girmişti.
Cuma, akşam karanlığında evine dönerken, yüreğinin içinde bir ateş taşıyordu. Bu ateş, bir gece önceki alevden farklıydı; daha soğuk, daha planlı, ama aynı ölçüde yıkıcıydı. Sessizlik, kırgın taşların arasından geçti; kimse bu sessizliğin içinde neyin filizleneceğini bilmiyordu. Ancak herkes biliyordu ki, o topraklarda gecenin gölgesiyle birlikte bir dava başlamıştı. Bir dava ki sonunda ya barış getirecek ya da bir daha onarılmaz yaralar açacaktı.
Her şeye rağmen günü tamamlayıp evine vardığında bir kere daha yıldırımı andıran bir bakışla geriye döndü Cuma. Gözleri, köyün uzak bir köşesinde, Yaman’ın gölgesini aradı, ama bulamadı. Yüreğindeki ateşi körüklerken intikam duygusu içinden defalarca, “Sabır çekti... ama bir tarafı da hesap beklemez diyordu.”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 14.82k Okunma |
985 Oy |
0 Takip |
35 Bölümlü Kitap |