@my_lore
|
Odadan çıkarken usulca kapattı kapıyı. Sessizlik ve derin bir uyku ona iyi gelecekti. Parmak uçlarına basarak kendi odasına geçti. Yılgınlığın üzerine sinmiş kokusundan arınmak için üzerinde ne var ne yoksa hepsini çıkartıp bir kenara fırlattı. Yılgınlığı kadar öfkesi de büyüktü. Gün geçtikçe de yaşama olan öfkesi katlanarak büyüyordu. Körpe bedeni anadan üryan kalınca bir adım uzağındaki gardırobun sol kapağını açtı ve kırmızı bornozunu alarak üzerine giydi. Tek isteği kendini bir an önce suyun altına bırakmaktı. Suyun arındırıcı etkisiyle bütün varlığını temizleyip yılların bedeninde bıraktığı izleri silmek istiyordu. Başından aşağı boşalan su damlacıkları gözyaşlarına karışıyor, iman tahtasına düşen her bir damla teninde kendine ince uzun bir yol çizerek ilerliyordu. Yer çekimine karşı koyamayan suyun yolculuğu sütun gibi bacaklarına veda ederken beyaz fayansla buluşuyordu. Bu seremoniyi dakikalarca izledi... Belki beden kirini su temizlerdi ama ya ruhuna sinmiş kirleri hangi su temizleyecekti? En zoru da buydu işte ruhu, temizlemek ve orada biriken kiri dışarıya atabilmek. Bunun için yıllarca uğraş vermişti lakin başaramamıştı. Her defasından düştüğü yerden ayağa kalkmasını bilmişti fakat her ayağa kalktığında yeni bir darbeyle karşı karşıya kalmış ve yeniden düşmüştü. Suyun altında o kadar çok kalmıştı ki bedenini saran deri buruş buruş olmuştu. Musluğun kulpunu aşağıya doğru iterek suyu kesti. Üzerine kırmızı bornozunu giydi saçlarını havluyla sardı. Banyodan çıkmadan önce bornozun kuşağını bir düğüm atarak beline bağladı. Sıcak suyun vücudunda yarattığı rehavet hareketlerinin yavaşlamasına neden olmuştu. Banyodan çıktıktan sonra odasına geçti ve yatağının üzerine yığılır gibi oturdu. Bir süre öylece kaldı. Bornozun içine hapsolan bedeni soğumaya başlamıştı. Bir an önce giyinmezse üşütüp hastalanabilirdi ama bu kimin umurundaydı. Şu an onun zihnini tarumar eden bambaşka isyanlar vardı. Her defasında yapıp yapmamak arasında kalıyor her defasında aynı korkuyu yaşıyordu. Mecburiyet ruhunun isyanını bastırınca ayağa kalktı ellerini bornozun ceplerine koydu ve parmak uçlarına basarak pencere önüne doğru yürüdü. Sonbaharı yaşıyordu doğa; tıpkı ruhu gibi. Uzun uzun ıslak caddeye baktı. Yağan yağmurun şiddeti azalmış hafiften çiseliyor, sokak lambalarından damlayan sular ahenkli bir ritim tutmuş kendi kendine takılıyordu. Gece daha yeni başlıyordu. Kimi insanlar şemsiyenin altına tek sığınmış kimileri çift sığınmıştı. Hepsi de yağan yağmurdan kaçıyorlardı. Keşke diye geçirdi içinden keşke; her şey yağmur damlaları kadar masum olsa. Korkulup kaçılması gereken masum su damlacıkları değil insanın insana yaptığı zalimlikti. Islanmaktan korkan insancıklar keşke bir canlıya zarar vermekten de bu kadar korksalardı. İş işten geçtikten sonra pişmanlıklar bir anlam taşımıyordu. Kendi kendine hayıflanırken dudak büktü canını yakan gamsızlara, vurup kaçanlara, ruhuna en büyük zalimliği yaşatan canı bellediklerine... Pencere önünden ayrılmadan önce içeriyle dışarının irtibatını kesmek için tülün üzerine kalın kumaştan yapılmış fonu çekti. Ne kadar korkarsa korksun yapması gerekiyordu. Korkunun ecele faydası yoktu. Aynalı şifonyerin önüne geçti derin bir nefes aldı. Aynadaki aksiyle göz göze gelince tereddütle bakan gözlerini kapattı. Elleri bornozun kuşağına giderken bütün uzuvları titriyordu. Hâlâ gözleri kapalıydı. Kuşağı çözdü bir omuz hareketiyle bornoz bedeninden kayarak ayakları dibine düştü. Sol elinin avuç içini başının arkasına koydu boşta kalan sağ eliyle sol koltuk altından başlayarak tenine dokunmaya başladı. Her dokunuş ruhunda sarsılmalara neden oluyor, parmak uçları göğüs çevresinde daireler çizerek gezinmeye başladıkça yüreğine inceden inceye bir sızı düşüyordu. Bu kez sol elini indirip sağ elini koydu başının arkasına. Kontrole başlamadan önce içinden bir besmele çekti. Sol elinin parmak uçları sağ göğsü üzerinde kayarak ilerledikçe her dokunuş, eline değen her sertlik, ruhunu kanatıyor; tüylerinin ürpermesine neden oluyordu. Nihayet rahat bir nefes almıştı. Uzanıp şifonyerin çekmecesinden iç çamaşırlarını aldı ve aceleyle giyindi. Bir alt çekmeceden rastgele bir pijama takımı seçip onun da giydi. Saçlarına sardığı havluyu açtı fön makinesinin fişini prize taktı. Saçlarını dakikalar içinde kuruttu ve siyah, uzun saçlarını sırtına doğru salık bıraktı. Yılgın bedenini yatağa attığında hala vücudu titriyor içini saran korku nöbeti devam ediyordu. İnce elyaf dolgulu yorganı başının üzerine kadar çekti ve ağlamaya başladı. Gerilen sinirleri bedenine yük olmuş daha fazla dayanamayan gözyaşları kendini koyuvermişti. Yine uykusu kaçmıştı kalktı oturdu. Sırtını yatağın başlığına dayadı ve dizlerini kendine doğru çekti. Başını dizlerine dayayarak düşünmeye başladı. Erken teşhis hayat kurtarır demişti Zarife Hanım'ın doktoru. Bu kontrolleri en az ayda bir kere de olsa yapması gerektiğini öğütlemişti. Bu tür hastalıklar genetik olabiliyor, hastalığın oluşumundaki en büyük etken ise sinir stres demişti. Son yıllarda hayatlarına damgasını vuran stres önce annesini sonra kendisini içine çekmişti. Onun korkusu ölümden değildi onun yüreğine musallat olan korkunun nedeni hastalığın meşakkatli tedavi süreciydi. O meşakkatli günleri başlarından zor bela savmışlardı. Üstelik annesi hala risk altındaydı. Bu stresli ortamda kaldıkları sürece risk devam ediyordu. Onları her gördüğünde strese giriyor onları her gördüğünde zavallı annesinin migren krizi tutuyordu. Bu eziyete daha fazla izin veremezdi. Tekrar başa sarmak istemiyordu. Tekrar başa sarmak demek, tekrar birçok acıyı sinesinde barındıran ruhlarını bozguna uğratmak demekti. Hayır, buna izin vermeyecekti yetmişti atık... Tam üç yıl... Hayatlarını alt üst eden üç yıl geçirmişlerdi anne-kız. Doktorları stresten uzak durmaları gerektiğini yaşamlarını sürdürürken daha sakin ortamları tercih etmeleri gerektiğini sıkı sıkıya tembihlemişti. Galiba baştan beri yapmaları gereken buydu çekip gitmek ve ruhlarına eza çektiren bu ortamdan kurtulmak. Biliyordu çekip gitmek elbette zordu ama kendilerini bu şehre bağlayan bir bağ kalmamıştı artık. Yaşanmışlık yok muydu, elbette vardı zaten onları bu denli yıpratan şeyler de bu yaşanmışlıklar değil miydi? İlkem Öğretmenin düşünmekten zihni yorgun düşmüştü ama sonunda kararını vermişti. Gitmek ve sığınmak istiyordu kendisiyle baş başa kalabileceği izbe bir köşeye fakat böyle bir yer var mıydı ki? Kendinden bile kaçabileceği bir yer? Çektiği onca çileye merhem olacak bir yer, gerçekten var mıydı? "Bakın kocaman bir balık yakaladım!" "Aa Ömür, kocaman bir balık yakalamış." "Sude, gel bak senin için tuttum bu balığı." "Ömür, bende bakabilir miyim?" "Hayır, olmaz ben bu balığı Sude için yakaladım!" Gülümsedi kendi kendine. Tabii ya neden olmasındı pekâlâ olabilirdi. Masum çocukluğunun geçtiği yer. Hep beraber nasılda eğlenirlerdi. Özgürce koşar oyunlar oynarlardı. Yaz ayları geldi mi, dört arkadaş her fırsatta gümüş deresinin kıyısına gider gümüş deresinden gümüş rengi minik balıklar tutarlardı. Sonra tuttukları balıklara kıyamaz geri bırakırlardı. Gümüş deresinin iki yanlarına sıralanmış devasa boyutta ağaçlar vardı. Burası hem de kasabanın mesire yeriydi. Gideceği yer kesinlikle orasıydı... Sabah olur olmaz ilk işi tayin dilekçesini yazmak olacaktı. Mevsim sonbahar aylardan eylüldü. Okulların açılmasına az bir zaman kalmıştı ama kendisi annesine refakat ettiği için şimdilik raporluyu. Biliyordu bu mevsimde tayin işi biraz zordu ama mazeret bildirerek tayin isteyebilirdi. Eğer mazeret bildirirse düşükte olsa tayininin çıkma ihtimali vardı. Yaşam sürdükleri bu şehirden gitme fikrini kafasında ölçüp biçtikçe yine uykusu kaçmıştı. Zaten çoğu geceleri uykusuz geçmiyor muydu, varsın bu gecede uykusuz geçsindi ne çıkardı? Ancak sabaha karşı uykuya yenik düştü gözleri. Gözlerini açtığında çoktan sabah olmuştu. Gece o kadar sıkı kapatmıştı ki perdeyi içeriye neredeyse ışık sızmıyordu. Yatağın içinde uzun uzadıya gerindi. Acaba saat kaçtı? Şifonyerin üzerindeki telefona uzandı yarı kapalı gözleriyle telefonun ekranını açıp baktı. Saat dokuz olmuştu annesi uyanmış mıydı acaba? "Ah be İlkem, bu kadar uyunur mu?" diye kendi kendine söylenerek elyaf dolgulu yorganı üzerinden attı ve kalkıp yatağın içerisine bağdaş kurarak oturdu. Hala gözlerinden uyku akıyordu, elini dudaklarına bastırarak uzun uzadıya esnedi. Uykusuzluğun verdiği yorgunluktan olsa gerek bacakları sızım sızım sızlıyordu. Kayarak yatağın kenarına oturdu ve iki bacağını birden aşağıya doğru salındırıp birkaç dakika ileri geri salladı. Vücudu hareket edince nihayet uykusu dağılır gibi olmuştu. Rengi yıkanmaktan aşınmış halının üzerindeki pufuduk terliği aciziyet içinde ayağına giydi. Üşümüştü. Kapı arkasında asılı yün hırkasını giydiğinde vücuduna bir sıcaklık yayıldı. Odasından çıkarken iyice gömüldü hırkanın içine. Koridoru paytak adımlarla geçti annesinin oda kapısının önüne gelince durdu ve derin bir nefes alıp verdi. Kapı kulpunu aşağıya doğru bastırırken ses çıkarmamaya özen gösteriyordu. Kapıyı usulca açıp uyku mahmuru gözleri odanın içini görünce kuruyup çatlamış dudakları içtenlikle gülümsedi. Annesi yatakta yoktu bu da onun iyi olduğunu gösteriyordu. Tekrar kendi odasına yöneldi banyoya geçip günlük rutin işlerini halletti. Odasından çıkıp mutfağa yöneldiği zaman az da olsa yüreğinin kıyısına mutluluk vurdu. Kollarını birbirine dolayıp göğüs hizasında birleştirirken mutfak kapısının pervazına omzunu dayadı. "Günaydın Zarife Hanım!" Mutfak tezgâhının başında özenle domates dilimleyen Zarife Hanım, duyduğu sesle gülümsedi. "Sana da günaydın kızım!" "Zarife Hanım, iyi gördüm seni." Zarife Hanım, doğal sarışın hassas karaktere sahip biriydi. Zaten yaşadıkları da hep bu zarafetinden ileri geliyordu. Kırılgan ruhu, küçücük şeylerden mutlu olur ama bir fiskelik dokunuşla yıkılırdı. İlkem, annesinin zarafetine âşık biri olduğu için ona Zarife Hanım, diye seslenmek hoşuna gidiyordu. "Çok şükür iyiyim kızım!" İlkem öğretmen, kahvaltı masasının başına gelince tabaktan bir salatalık alıp ağzına attı. "Yine döktürmüşsün Zarife Hanım?" Elindeki domates tabağını masaya bırakırken gülümsedi kızına. "Haklısın kızım, öyle çok acıkmışım ki aklıma ne düştüyse hazırladım. Senin de canının çektiği bir şey varsa söyle hazırlayayım." Kendisine bir sandalye çekip masanın başına otururken, "İstemem anne zaten her şeyi fazlasıyla hazırlamışsın." Anne-kız anın mutluluğunu perçinlemek istercesine hiç konuşmadan lokmaları birbiri ardına midelerine indiriyorlardı. İlkem, dün gece kendi kendine aldığı kararı annesine açıklamak istiyordu fakat söze nasıl başlayacağını bilemiyordu. Aldığı karara annesinin tepkisi ne olurdu kestiremiyordu çünkü. Her şeyi ardında bırakıp gitmek istemeyebilirdi. Onun yıllardır yaşadığı şehirdi burası. Annesi kendisi gibi değildi onu buraya bağlayan birçok etken vardı. Siyah zeytine çatalını batırmaya çalışan Zarife Hanım, "Anlat bakalım, derdin ne?" diye sordu İlkem'in zihninden geçenleri okumuş gibi. İlkem, annesinin sorusuyla ağzındaki lokmayı zorlukla yutkundu, "Neyi?" diye sorarken. Zarife Hanım, çatalındaki zeytini ağzına atarken gülümsedi. "Kızım dakikalardır seni izliyorum, kendin buradasın ama kafan başka yerde. Seni bu kadar düşündüren şey nedir?" İlkem, elindeki çatalı bir kenara bıraktı ince belli bardaktan bir yudum çay içerken, bakışlarını annesinin yüzüne çevirdi. Gördüğü yüz bitkindi, gördüğü yüz yorgundu, gördüğü yüz yılgındı. "Buradan gitmeye ne dersin anne?" Zarife Hanım'ın aklının kıyısından bile geçmeyen bir tahmindi bu. "Gitmek mi, nasıl yani?" İlkem öğretmen, umursamaz görünmeye çalıştı elinde tuttuğu ince belli çay bardağından bir yudum daha alırken. "Gitmek anne buralardan çekip gitmekten söz ediyorum." Zarife Hanım, derin bir iç çekti; içine çektiği her nefes dudağının kıvrımlarında bir ah bırakıyordu. Bu kadar kolay mıydı bir anda çekip gitmek? Kolay mıydı geçmişi kazma kürek toprağın altına gömmek? Kolay mıydı geçmişe ket vurup buraya kadar demek? Bu şehrin, yaşadıkları bu mahallenin, her kaldırım taşına ayağının izi sinmişti. Çekip gitmek ve hiç tanıyıp bilmediği başka bir şehre otağ kurmak bu kadar kolay mıydı? Zarife Hanım, kendince haklıydı çünkü hiç kolay değildi... "Anne!" sesiyle sıyrıldı düşüncelerinden. "Efendim kızım!" Annesinin yüzünün aldığı ifadeye bakılırsa gitme taraftarı değildi. İlkem öğretmen, oturduğu sandalyeden usulca kalktı annesinin önüne gelince dizlerini kırarak yere çömeldi ve uzanıp ellerini tutu. "Biliyorum anne, senin için buradan ayrılmak kolay değil ama inan benim içinde hiç kolay değil. Onları her gördüğünde acı içinde inleyen sensin anne... Ben buna daha fazla müsaade edemem. Buradan gidelim anne gidelim..." Kızı yerden göğe kadar haklıydı fakat çekip gitmek de o kadar kolay değildi... 📖📖📖 Merhaba, Sevgili okurlarım Bölümü bitirip giderken bölüm hakkındaki fikirlerinizi almak isterim. Bölümler haftada bir gün gelecek haberiniz olsun. Kitaplarımdan haberdar olmak içi beni takip edin.
|
0% |