@my_lore
|
Sude, bir nefes molası verecek kadar olduğu yerde durup bekledi. Sağ ayağının üzerinde dönerek sol ayağıyla içe doğru bir adım attı. Bu kez yüzünde daha ılımlı bir hava vardı. "Beni canı gönülden dinleyeceğini biliyorum. Emin ol anlatmaya hazır hissettiğim gün anlatırım ama şimdi değil…” İlkem, uzanıp arkadaşının ellerini tuttu. Elleri buz gibi soğuktu ve içten içe titriyordu. "İnan bana arkadaşım ben o günü sabırsızlıkla bekliyor olacağım.” Sude’nin gözleri dalgın ve ruhsuz bakarken yüzüne hüznün gölgesi düşmüştü. İnce narin parmakları arkadaşının ellerini sımsıkı kavradığında biçimli dudakları aralandı. “İşte böyle, maalesef hayat hiç adil değil. Her insana bir rol biçiyor ve kendi sahnesinde oynatıyor. Bize de o rolü oynamak düşüyor.” Gencecik yaşta neden böyle konuşuyordu anlamanın mümkünatı yoktu. Söylediği sözlere tamamen katılıyordu ama yaşına göre bu biraz ağır değil miydi? Kendi içinden sövüp sayarken ‘yaşa değil yaşanana bakmalı’ diye söylendi genç öğretmen. Sanki kendisinin arkadaşından kalır yanı vardı. "Canımın içi doğru konuşuyorsun hoş konuşuyorsun da bize biçilen bu rolleri hiçbirimiz isteyerek kendi yaşamlarımıza almıyoruz ki. Onun kendisi gelip buluyor bizleri; bunun adına da kader deniyor.” “Hıh,” diye dudakları arasından dökülen alaycı bir hece yüzünde yalancı bir tebessüm oluşturmuştu. “Kader. Haklısın onun adı kader…” derken Sude. Esasında Sude, çok doğru bir tespitte bulunmuştu. Yaşam denen arenada hiç kimse kendine biçilen rolleri kendisi tercih etmiyordu ama hayat böyle bir şeydi işte. Her insan kendine biçilen rolü oynamak zorunda kalıyordu. Başarılı olsun veya olmasın hiçbir şey fark etmiyordu. Kimine göre kader kimine göre tercihlerin getirdiği yer… Sude, geldiği gibi tekrar hayatlarından çıkıp gitmişti. Onların da yaşamları eski düzenine geri dönmüştü. İlkem, ara sıra Ömür ile birlikte mahallenin pastanesinde buluşuyor ve kısa soluklu muhabbetler ediyorlardı. Uzun uzadıya sohbet etmek için ikisinin de vakti kısıtlıydı çünkü. Bu kısa görüşmeler ve muhabbetler iyi geliyordu İlkem’e. En azından ona güven duymaya başlamıştı. İhtiyacı vardı bir insana güvenmeye ve kaybettiği güven duygusunu yeniden kazanmaya. Özellikle bir erkeğe güvenmek onun için en zoruydu çünkü en büyük darbeyi erkeklerden yemişti. Hayat döngüsü zamanı su gibi içip tüketiyordu. Birilerinin İlkem’in duvarına çarpı işareti bırakarak kayıplara karıştığı zamanın üstünden tam olarak iki hafta geçmişti. Bu zaman zarfında henüz kimseden bir ses seda çıkmamıştı. Üst üste yaşadığı gelişmeleri annesine değil ama kardeşine hiçbir ayrıntısını atlamadan anlatmıştı. Kardeşi İlker ise bütün enerjisini bu konu üzerinde yoğunlaştırmış dört koldan araştırmaya başlamıştı. İçi rahat mıydı? Pek değil. Elinden geldiğince tedbirli davranmaya çabalıyordu ama saldırının nereden geleceğini bilebilmek bir hayli güçtü. Bazen ne olacaksa olsun bitsin istersin fakat olmaz. İpler inceldiği yerden kopsun istersin fakat kopmaz. Bu süreç insana psikolojik işkence çektirirken bin defa ölüp dirilirsin. İlkem’ de aynı şeyleri yaşıyordu. Her gün ölüp, ölüp diriliyordu. Hayat devam ederken hava mevsim normallerinde seyrederken iki gündür yağmurlu olan havanın bugün tam aksine güneş açmış yeryüzünde ısıtacak bedenler arıyordu. Teneffüs saatini fırsat bilerek hemen güneş alan bir bank bulup oturdu, ders saatinde titreşime aldığı telefonu iniltiye benzer sesler çıkararak çalmaya başlamıştı. Çantanın fermuarlı bölümünü açtı ve arayanın kim olduğunu öğrenmek için göz ucuyla ekrana baktı; arayan bilinmeyen numaraydı. Bu aralar yeni bir karar almıştı, bilinmeyen numarayı açmamak. Bundan sonra bunu kendine prensip edinmeye karar vermişti. Telefon saliselerce çalmış açan olmayınca susmuştu. Kafasının içi o kadar doluydu ki bilinmeyen numarayı engellemeyi akıl edememişti. Teneffüs saati bitmiş derse girme zili çalmaya başlamıştı. Üşengeç hareketlerle ayağa kalktı üstünü başını silkeledi ve kendine çeki düzen verdi. Bankın üzerinde duran çantasını eline aldı okulun merdivenlerine doğru yürümeye başladı. Tam beş basamaklı merdivenin ilk basamağına gelmişti ki telefonu tekrar çalmaya başladı. Merdivenin en üst basamağında duran öğretmen arkadaşıyla göz göze geldiğinde, “Hocam iyi misiniz, biraz solgun görünüyorsunuz?” Genç kadın, yüzüne sahte bir gülücük asarken, “Teşekkür ederim hocam, bir şeyim yok iyiyim!” “Sanırım telefonunuz çalıyor, açmayacak mısınız?” İçinden sanan ne be adam, açacak olsam açardım herhâlde benim telefonumun derdi tasası sana mı düştü, diye geçirdi. İlkem, mermer basamakları bir-bir çıkıyordu ama telefonu çalmaya devam ediyordu. Kendisine ikinci bir şans tanımayan teknolojik aleti, ya açacaktı ya açacaktı yoksa ders saatinde bile çalmaya devam edeceğe benziyordu. Susturmak adına mecburen açtı. "Alo, kimsiniz?" diye sorarken okulun geniş kapısından geçti kendi sınıfına giden koridora doğru yürümeye başladı. “İlkem b-ben Arif," diye ezik büzük çıkan bir ses. Sesi duyduğu an yerküre ayaklarının altından çekilir gibi oldu. Sendeleyerek boşta kalan eliyle duvara tutundu. Sağından solunda öğrenciler geçiyor yüzüne alık alık bakıyorlardı. Merdiven başında karşılaştığı öğretmen arkadaşı ne hikmetse dibinde bitmişti. Yoksa bu adam kendisini takip mi ediyordu? “Bir şeyiniz yok ya hocam?” Sadece yutkundu İlkem, “Bir şeyim yok!” derken. "Neden arıyorsun beni? Biz seninle yolları çoktan ayırmadık mı?” Eski kocası Arif, telefon numarasını nereden bulmuştu. "İlkem aşkım, nolur beni affet. Biliyorum ben aptalın tekiyim. Biliyorum hatalı olan bendim. Lütfen aşkım, lütfen beni affet. Sana yalvarıyorum bana bir şans daha ver. Ben sensiz yaşayamıyorum!" diye yalvarıyordu. Bütün öğrenciler sınıflara geçmiş koridor boşalmıştı. Son bir kez onu dinleyip numarasını engelleyecekti. "Şans mı ne şansından bahsediyorsun sen? Ben senden şans istediğim zaman sen o şansı bana vermemiştin, unuttun mu?” "Biliyorum İlkem, ben gerçekten aptalın tekiyim. Bencillik ettiğimi de biliyorum. Ben seni anlamaya yanaşmadığım için şimdi pişmanlıklar içinde debeleniyorum…” Pişmanlıklar içinde debelenmek azdı onun için. Sürüm-sürüm sürünsün istiyordu, gecelerce acı içinde gebersin istiyordu. Bencil tarafı bunu isterken diğer tarafı sesini duyduğunda bile yangın yerine dönüyordu. "Evet, çok doğru söylüyorsun. Sen beni anlamaya yanaşmadın. Oysa benim sana ne kadar ihtiyacım vardı bunu da biliyordun, bunu bile bile kendi bencilliğinin kurbanı oldun. Sen vefasızsın vefasız…” Arif’in sesi ağlamaklı çıkıyordu. İlkem ise bu konuşmayı bir an önce sonlandırmak istiyordu. Çünkü konuşulan her kelime ruhunu yeniden karanlık kuyulara çekiyordu. Üstelik ders saati de çoktan başlamıştı. “Kapatmam gerek beni bir daha arama!” İlkem, kapatmak istedikçe Arif, pişmanlıkla yoğrulmuş sözler sarf etmeye devam ediyordu. "Ben şimdi daha iyi anlıyorum seni. Yanında olmam gereken zaman da ben seni yalnız bıraktım. Bu yüzden kendimi asla affetmeyeceğim…” "Boş sözler bunlar, asıl ben seni asla affetmeyeceğim. Sana çok yalvardım yanımda ol bana dayanma gücü ver, diye ama sen ne yaptın; kolayı seçtin. Şimdi kapat şu telefonu ve bir daha beni arama.” Üstelik eski kocası yüzünden derse de geç kalmıştı. Telefonun kapatma tuşuna sinirle basarken ‘Allah’ın cezası şimdi mi geldi aklın başına’ diye içten içe söylendi. Ne onunla konuşmak istiyordu ne de telefonunu engellemeye eli varıyordu. Belli ki hala kalbindeki yara kapanmamıştı. Belki de bütün siniri ondandı. Belki de bütün ahı onandı; vazgeçememek… Gün bitip akşam olmasına rağmen hala siniri geçmemişti. Telefonu eline almak şöyle dursun hatta dokunmak bile istemiyordu, dokunmadı da. Ertesi günde dokunmadı, bir sonraki günde. Birkaç gün eline almayınca doğal olarak telefonun şarjı bitti ve tamamen kapandı. Genç öğretmenin çekinceleri olduğundan açmıyor açmak istemiyordu ama oluru yoktu. Bir yerden sonra mecburen açmak zorunda kalmıştı. Telefonu açtığında gördü ki onlarca kez cevapsız arama var, kimi kardeşi İlker’den kimi başkalarından en çokta malum kişiden. Arif, aramaktan yorulmuş olmalıydı ki son iki gün hiç aramamıştı. &&& Telefonun tiz sesi genç kadını uykusundan çığlık atarak uyandırmıştı. Uyku mahmuru gözlerini kırpıştırarak telefonun ekranına baktı, yine bilinmeyen numaraydı o da kapattı. Tekrar aradı yine kapattı. Üçüncü kez aradı yine kapattı. Olmadı engelledi. Bilinmeyen numarayı engelledi engellemesine ama bu kez de içine bir kuşku düştü; arayan malum kişi değil de ya bir başkasıysa? Belki de acil bir aramaydı. İlkem, mecburiyet hâsıl olunca engeli geri kaldırdı ve bilinmeyen numarayı aradı. Karşı taraf, " Alo…" diye uzatarak telaffuz etti üç harften oluşan kelimeyi. "Buyurun ben İlkem Ateş!” "Bu ne resmiyet İlkem, hiç tanımadığın biriymişim gibi?” "Bundan sonra böyle, ben sana söylemem gerekenleri söylediğimi düşünüyorum. Hem sen utanmıyor musun gecenin bir yarısı beni aramaya?” İlkem’in sarf ettiği sözlerden sonra Arif, susmuştu. “Bitti Arif, bitti. Neden yaşananları yok saymaya devam ediyorsun? Üstelik sen bitirdin ben değil, unuttuysan hatırlatayım." Telefondaki sesin iç çekişlerinden ağladığı anlaşılıyordu. "Ben senden özür diliyorum. Yalvarıyorum nolur bize bir şans daha ver!” Genç kadın, olabildiğince sakin konuşmaya çalışıyordu ama adamın laftan sözden anladığı yoktu. Nahoş çıkan sesinden kafasının güzeldi olduğu anlaşılıyordu. İçmiş, diye geçirdi içinden ‘zıkkım iç’ diye de ilave etti. "Olmaz Arif, bir daha bizden olmaz. Tabii sen bilmiyorsun, biz diye bir şey kalmadı ortada. Biz diye bir şey yoksa geriye koskoca bir hiç kalmış demektir. Sende bilirsin, hiç olan hiçtir ve ondan geriye hiçbir şey kalmamıştır.” Tam dört yıllık beraberliğin ardından bir yılda evli kalmışlar, bu zaman zarfında birbirlerine ne sözler vermişlerdi ne sözler. Aşk doluydu her günleri. Güya birbirlerinden hiç ayrılmayacaklardı. Sahi evlilik aşkı öldürür müydü? Gerçi onların aşkını evlilik değil de küçük bir sarsıntı alaşağı etmişti. Ne kadar da kolay dağılıvermişlerdi. Arif’te babası gibi yaşamına damgasını vurup gitmiş giderken de tozu dumana katmıştı. Genç kadının, artık yeniden başlayacak gücü yoktu hele karşısındaki adama güveni hiç yoktu. İlkem’in hiçlik üzerine yaptığı tezin üzerine Arif, sessizce kapattı telefonu. Telefonun gerisinde ağlayan bir kalp, çöküntüye uğramış bir ruh, geçmişin sisli sayfalarında kaybolmuş bir beden bırakarak. İlkem, ne kadar engellerse engellesin Arif, bir yolunu bulup tekrar arıyordu. İlkem de her defasında bilinmeyen numarayı Arif, diye tekrar engelliyordu. Bu fani dünyada hiç rahat yüzü görmeyecek miydi? Bilmiyordu. Bildiği tek şey Arif, defterini çoktan kapattığıydı ve o defterin bir daha asla açılmayacağı idi. Maalesef insan herhangi bir olayı yaşarken yaşanan olaya dışarıdan bakabilme şansı olmuyor. Olan olup yaşanan yaşanıp bittikten sonra ancak insanın oturup düşünme şansı olabiliyor. Geçmişi yeni baştan analiz ettiğinde ise ne yazık ki, insan sonradan pişmanlıklar yaşayabiliyor. Arif, de bu süreci yaşamış şimdi pişmanlıklar içinde kıvranıyordu, ama o değil miydi eşini seçim yapmak zorunda bırakan. Yaşanan beş yıllık berberliği bir kalemde silmek, yaşanan onca yılın bir anlamı yokmuş gibi davranmak onun eseriydi. Ya annen ya ben, diyerek bencilce davranmak da onun eseriydi. Esasında işin en zor tarafı da burasıydı; seçim yapmak zorunda kalmak ve bırakılmak. İlkem, terk edilerek yalnızlığa itilmiş annesini seçmişti, düşene bir tekme de kendisi vuramazdı. Bu onun kitabında yazmazdı, kaldı ki tercih ettiği kişi annesiydi. Şimdi yalvarıp yakarıyordu; ben ettim sen etme diyordu ama zamanında ona deliler gibi yalvaran kadını elinin tersiyle iten oydu. Onu seçim yapmak zorunda bırakan oydu. Bize biraz zaman ver, diye minnet eden kadına umursamaz davranan oydu. Umursamaz davranarak sevdiği kadını yüzüstü bırakan da yine oydu… İki kadın, itildikleri yalnızlık çukurundan çıkmak için aylar ve yıllar boyunca çabalamışlardı. Tutunacak küçük mini minnacık bir umuda ihtiyaçları vardı ama dalına tutunabilecekleri bir tek kişi yoktu yanlarında. İlkem, işte o günden sonra bıraktı insanları sahiplenmeyi ve güvenmeyi. &&& Zifiri bir karanlık durmaksızın yağan bir yağmur, kulakları sağır eden gök gürültüsü ve gözlerin ferini söndürecek kadar güçlü şimşekler çakıyordu. Garazı varmış gibi şiddetli yağan yağmur sürekli camları dövüyordu. Genç kadının zaten uykusu hafifti cama vuran her damlada irkiliyor yorganın altına sığınıyordu. Biliyordu mevsim geçişlerinde hep böyle olurdu ama bu kez başkaydı. Bu kez içinde tarifi imkânsız bir duygu vardı. Sanki gizli bir el kalbini avuçları arasına almış mengene gibi sıkıyordu. İşte bundan sebep ne yaparsa yapsın uykuya dalamıyor, içindeki sıkıntını hararetini bir türlü bastıramıyordu İlkem. Geçirdiği onca badireden sonra gece lambasıyla uyumaya başlamıştı. Karanlık onu huzursuz ediyordu ama aydınlık ta uyumasını engelliyordu. Bakışlarını tavana dikti gözlerini kırpmadan dakikalarca öyle kaldı. Her şimşek çakışında irkiliyor, peşinden gelen gümbürtüye kulaklarını tıkıyordu. Yok, yapamıyordu dışarda kıyamet koparken kendisi uyuyamıyor uyuyamadıkça kalbi sıkışıyordu. Sinirle sağ eliyle üzerindeki yorganın sol ucundan tutup beline kadar açtı ve kalkıp yatağın ortasına oturdu. Elleriyle yüzünü ovuştururken ‘of’ diye sesli bir iç çekti. Gözleri uykusuzluktan biber gibi yanmaya başlamıştı. Kim bilir saat gecenin kaçıydı lakin hiç umursamadı. Yatağından çıktı oda kapısını sessizce açtı mutfağa geçip dolaptan bir şişe su aldı. Girdiği gibi mutfaktan geri çıktı. Ona kalsa kendine bir koyu kahve yapar sabaha kadar otururdu ama annesini uyandırmaktan çekiniyordu. &&& Yüzüne vuran aydınlık gözlerinin kamaşmasına neden olmuştu. Pencere camından vuran aydınlığa bakılacak olursa sabaha kadar yağan yağmurun öfkesi dinmiş yerini günlük güneşlik bir havaya bırakmıştı. Severdi açık havayı. Yağmurlu ve kapalı havaları hiç sevmezdi. Kapalı havalar ruhunu karartır içine sıkıntı çökerdi. Güneşli hava öyle miydi; inadına insanın içini ısıtır ve ruhuna aydınlatırdı. Bugün hafta içiydi ve kalkması gerekiyordu. Bacaklarını birleştirip yatağın kenarına doğru kaydı. Ellerinden destek alarak yataktan indi. Önüne düşen saçları topladı ve sırtına doğru saldı, dizlerine kadar çemrenmiş pijamasının paçalarını bacaklarını birbirine sürterek bileklerine inmesin sağladı. Hantal adımlar atarken ayaklarını yerde sürüyerek banyoya geçti ve fazla oylanmadan çıktı. Önce hafifçe nemlendirdiği saçlarını taradı ve dağınık bir topuz yaptı. Gardırobun orta gözünün kapağını açtı. Baharlık bir gömlek, gömleğin altına siyah renk kumaş bir pantolon seçti. Kıyafetlerini hızlıca giyidindi. Sol kolundaki dikdörtgen şeklindeki saatine baktığında hala ders saatine zamanının olduğunu gördü. Bu zamanı kahvaltı yaparak doldurabilirdi. Odasından çıkmadan önce büyük boy çantasına gerekli eşyalarını koydu ve fermuarını kapattı. Mutfaktan gelen tıkırtılara bakılacak olursa annesi uyanıktı. Mutfak kapısından girerken yüzüne olabildiğince sevecenlik yükledi ama uykusuzluğun verdiği bitkinlikten dolayı başında dolgunluk hissiyle karışık bir ağrı vardı. Belki bir bardak çay başının ağrısına iyi gelebilirdi. “Günaydın Zarife’ciğim!” derken mutfak tezgâhının önüne gelince durdu ve annesinin yanağına bir öpücük kondurdu. “Bugün nasılız bakalım?” “Sana da günaydın kızım, iyiyim.” Zarife Hanım’ın pürüzlü çıkan sesinden uykudan yeni uyandığı belli oluyordu. “Canımın içi biraz vaktim var sana yardım edeyim de kahvaltıyı birlikte hazırlayalım.” Kızının yardım teklifine, sevinse de zaten kahvaltı hazır gibiydi. “Kızım sen geç masaya otur, yardıma gerek yok her şey hazır zaten.” Normal çay bardağı yerine kupa aldı ve ocağın üstündeki demlenmiş çaydan doldurdu. Kahvaltı masasının başına geçip atıştırmaya başladı. Pek iştahı yoktu ama çayını bitirmek istiyordu. “Hadi sende gel anne, bırak artık elindekileri.” Ocaktan alıp tezgâhın üzerine bıraktığı tavayı soğusun diye biraz karıştırıp masaya getirdi. “Bak kızım sen seversin diye kaşarlı patates yaptım.” Başını sağ tarafa doğru hafif bir açıyla yatırıp ellerini açarak konuşurken İlkem, “Sabah sabah ne gerek var bu kadar zahmet etmeye?” diye sorarken bir taraftan da çatalını dumanı üstünde tüten kaşarlı patatese daldırdı. Kaşarlı patates uzayıp çatala dolanırken hızlıca ağzına attı. “Of çok sıcakmış?” “Yavaş ye kızım, sonra dilini damağını yakacaksın.” Elleriyle yanan ağzına hava yellerken, “Ne yapayım anne, o kadar güzel görünüyor ki dayanamadım işte.” dedi. Kahvaltı yaptıktan sonra vestiyerin dolaplı kısmından siyah yarım topuk ayakkabısını giydi ve kapı arkasına gelince ben çıkıyorum anne, bir isteğin var mı?” diye seslendi. Mutfaktan girişe doğru seslenen Zarife Hanım, “İyi dersler kızım, bir isteğim yok.” dedi. İlkem, nihayet günlük rutinin ardından evlerinde çıkıp okulun bahçesine adım atmıştı. Öğrenciler sınıflara girmek için okul binasının önünde yavaş yavaş toplanmaya başlarken, motorlu posta dağıtıcısı okulun bahçesinden geçerek binanın önüne gelmişti. Öğretmen arkadaşları posta dağıtıcısının başına toplanmaya başlamışlardı. Kendisinin bir beklentisi olmadığı için posta dağıtıcısını es geçti ve sınıfının öğrencilerini sıraya dizmeye başladı. “İlkem Ateş!” Başını sesten tafra çevirdi posta dağıtıcısı elinde büyük boy saman rengi bir zarfı havada sallıyordu, zaten dağıtıcı yakınındaydı. “Buyurun Benim!” “Postanız var efendim!” Genç öğretmenin kaşları bilinmezlikle havalanırken alt dudağı dışa doğru kıvrıldı. Kimden gelmiş merakıyla dağıtıcının elindeki zarfa uzandı. “Şuraya imza atın lütfen!” Merakına yenik düşerek zarfı açmaya başladı. Hem zarfı kenarından yırtarak açmaya uğraşıyor hem de kalabalıktan uzaklaşmak için küçük adımlar atıyordu. Geniş yapraklı avukat ağacının altına gelince durdu. Elindeki zarfı genişleterek açtığında zarfın içinde özenle katlanmış bir paket olduğunu gördü. Hiç düşünmeden paketi açmaya başladı. Kat kat sarılmış paketi bir türlü açmayı başaramamıştı. ‘Sonunda’ derken paketin içinden çıkan nesneyle bütün bedeni cereyan çarpmış gibi irkildi. Parmaklarına değen metal parçasının soğukluğu bütün vücuduna yayılmaya başlamıştı. Bunu hak etmek için ne yapmış olabilirdi? Endişeli bakışları çevresinde gezinmeye başlamış, bulanıklaşan görüntü görüş alanını kısıtlamıştı. Yalpalayan bedenini ayakta tutmak için ağacın gövdesine tutundu. Gözleri kararmaya önünde sarı lekeler uçuşmaya başladı. Yer güre ayağının altından çekilirken sonrası yoktu, zira elleri arasında sıkıca tuttuğu zarfın içinden çıkan tek bir kurşundu… |
0% |