Yeni Üyelik
11.
Bölüm

Oyunbaz B.11.

@my_lore

Merhabalar!

Nasılsınız?

Yepyeni bir bölümle biz geldik, umarım bölümü beğenirsiniz. Kitabın büyüyüp daha geniş kitlelere ulaşması sizlerin elinde, onun için lütfen oy verip yorum bırakmayı unutmayın.

Keyifli okumalar...

📖📖📖

Özleme uzanan bir yol uzun bir yürüyüşün ardından nihayet sonlanmıştı. Yürüdükleri yol sonlanmıştı ama nefes nefese de kalmışlardı. İşte şu an tam karşısında duruyordu. Kurumamış ve dimdik ayaktaydı. Gölgesinde soluklanmak için gelenlere hoş geldin der gibi yaprakları kıpır kıpır oynaşıyordu. İnanılmaz bir şekilde büyüyüp serpilmişti. Güçlü kollarını gökyüzünü avuçlamak istermiş gibi semaya doğru uzatmıştı. Bir çocuğun yüreğine sığınır gibi koştu sarıldı gövdesine. Ciğerlerini patlatırcasına derin soluklar alarak kokusunu içine çekti. Her nefeste arkadaşlarının kokusunu alıyor ve seslerini duyuyor gibiydi.

"Sude, beni yakalayamaz! Sude, beni yakalayamaz!"

"İlkem sende çok hızlı koşuyorsun!"

"Kızım sen koşmayı bilmiyorsan ben ne yapayım, tembel sende!"

"Sude, yakalayamaz ama onun yerine ben seni yakalarım!"

"Oyunbozanlık ediyorsun Ömür!"

"İlkem haklı Ömür, gel beni yakala yakalaya biliyorsan!"

"Evet, Ömür, hadi Rüzgâr'ı yakala da göreyim seni."

Çocukluğu ve arkadaşları, onların kulaklarında çınlayan sesleri, alıp götürmüştü mazinin derinliklerine. Mazinin tatlı anıları gözlerinin dolmasına neden olmuştu. Çınar ağacının gövdesine sırtını dayadı. Ağlamamak içini kendini zor tutuyordu. Öğrencileri olmasa şuracıkta çığlık çığlığa ağlayacaktı. Kıyama durmuş ruhu, bağıra çağıra ağıtlar yakmak istiyordu. İçinde dinmek bilmeyen bir öfke vardı. Eza çekmiş ruhu, koşup gümüş deresinin kıyına varmak ve onun berrak sularında arınmak istiyordu. İçinden geçen her bir şeyi anlatmak ve arınmak... Yaşanmış onca çileyi onun özgürce akıp giden sularına haykırmak...

Ağacın gövdesinden sıyrıldı tavaf eder gibi etrafında dolaşmaya başladı. Her bir dalı salkım saçak dört bir yöne doğru saçılmış, geniş gölgesinde herkese yer vardı. Bir ağacın gölgesine sığınmak ondan medet ummak ne kadar garipti. Sanki şey gibi derken dudaklarını dişledi 'baba gibi, ana gibi, yar gibi.' Yıllar olmuştu sevdikleri yaşamından çıkalı, giden gitmişti geride kalan yitik benliği; çocukluğunun gölgesine sığınmıştı işte.

İlkem, kendi iç dünyasında geçmişin hezeyanları ile yüzleşirken, öğrencileri ise çoktan devasa ağacın etrafını sarıp yemyeşil çimenlerin üzerinde koşuşturmaya başlamışlardı bile. Kimileri birdir bir, kimileri uzun eşek, kimileri ise mendil kapmaca, oyunları kurma hazırlığı içindeydi.

Topraktan iştahla fışkırarak bir karış boya ulaşmış, birbirine özgürce sarılan çimenlerin üzerine sırt üstü uzandı. Zamandan ve mekândan soyutlanmıştı ruhu... Çınar ağacının dilimli yaprakları, hafif esen rüzgârla bütünleşmiş adeta birlikte vals yapıyordu. Kendini rüzgârın esintisine kaptıran yaprakların aralığından güneşin sarı ışıkları, arada bir ona göz kırpıyor kararmış ruhuna şiirimsi bir tat katıyordu.

Burası tıpkı çocukluğunda olduğu gibi muazzam bir yerdi. Burası huzur doluydu. Ne şehrin kulakları sağır eden gürültüsü vardı burada ne de insan sesinin amansız çığlıkları.

İlkem, doğanın koynunda solgun ruhunu dinlendirirken, çocukların şen şakrak sesleri tıpkı kuş cıvıltısını andırıyordu. Her yer kutsanmış gibi huzur doluydu, her yerde ruh dinginliği ve mutluluğun sesi vardı. Mutluluğun nefesini o kadar yakınında hissediyordu ki, uzansa tutabilecekmiş gibi. Gözleri dolmaya çenesi titremeye başlayınca, dudaklarını birbirine bastırarak ağlama isteğini bastırmaya çalıştı. Ağlamak istemiyordu, anın büyüsünü bozmak istemiyordu. Biliyordu ağlamak zayıflık değildi, duyguları dışa vurma metoduydu ama ne olursa olsun öğrencilerinin karşısında ağlayan bir öğretmen olmak istemiyordu.

Gözlerini kapattı her şeyi hafızasından silmek istedi. Sahi başarabilecek miydi hafızasını silmeyi? Unutabilecek miydi, onca yaşanmışlığı? Kalbine taş kadar ağır gelen dünün yükünü omuzlarından atabilecek miydi? Burası, geçmişten kaçıp sığındıkları yer, onların ruhunu onarmaya yetebilecek miydi? Peki ya hasretini çektikleri bir yudum huzuru bulabilecek, yaşama yeniden tutunabilecek miydi?

"Merhaba rahatsız etmiyorum ya?" sesi ile irkildi.

Kapalı gözlerini araladı. Karşısında tanımadığı bir adamı görünce ister istemez utandı. Utancı yüzüne vurmuş yanakları kızarmıştı. Uzandığı yerden doğruldu ve eteğinin bir kısmıyla açılan bacaklarını kapattı.

"Hayır, etmiyorsunuz!" dedi. Karşısında duran uzun boylu, aynı zamanda kibar bir beyefendi gibi görünen adama bakıp.

Genç adam, "Nasıl buldunuz buraları, beğendiniz mi?" diye sordu.

Uzandığı yerden doğrulurken saçları yüzünün yarısını kapatmıştı. Yüzünü kapatan saç tutamını kulak arkasına sıkıştırdı. Şimdi daha rahattı. "Beğenmemek mümkün mü? Tek kelimeyle bayıldım... Baksana neredeyse güzelliği karşısında kendimden geçtim!" dedi mahcupça. Kimdi ki bu genç adam? Kara gözlerinde bir aşinalık vardı ama. Sanki yıllardır tanıyor gibiydi.

Genç adam, iki elini de kullanarak çevresini gösterdi. "Ben de çok beğenirim burasını o nedenle sık sık uğrarım. Kaybettiğim samimi dostlukları, masumane arkadaşlıkları aramak için."

Genç adam, ne demeye getiriyordu? Arkadaşlık, dostluk, falan derken? Yoksa o da kendi gibi bu kavramların yokluğundan mustarip miydi? "Beyefendi, çağ değişti değişen çağla birlikte o dediğiniz kavramlar da yok olmaya yüz tuttu. Hem aramakla bulunmaz ki samimiyet ve dostluk."

Genç adam, sağ elini çenesine götürüp bir süre o bölgeyi ovaladı. "Öğretmen Hanım, bu söylediklerinizde haklılık payı yok değil ama benim hala bir umudum var. Umudum var çünkü ben çocukluğumu arıyorum. Umudum var çünkü ben çocukluğumda kalan samimiyeti arıyorum. Umudum var ve ben o umudu kaybetmek istemiyorum. Biliyorum gelecek onlar."

İlkem, "Kimler?" diye sorarken dudak kenarlarında mimikler oluştu.

Genç adamın kara gözleri mazinin tozlu sayfalarını çevirir gibi uzaklarda gezinmeye başladı. "Arkadaşlarım, çok eskide kalan yegâne dostlarım. Bu ağacı da onlarla birlikte dikmiştik. Bu ağacı diktiğimizde daha küçücük bir fidandı. Onların anısını yaşatmak için ben emek verip büyüttüm. Biliyorum gelecek onlar."

Genç adam 'arkadaşlarım' deyince genç kadının kalbi teklemeye başladı. Kalbinin ritmi o kadar düzensiz atıyordu ki bir an duracak sandı. Sağ elini sol göğsüne bastırmaya başladı. Yıllar sonra ilk defa kalbi bu kadar hevesli atıyordu. Soluğunu yeniledi sağ eliyle kalbinin üzerine masaj yapmaya başladı. Genç adam, kadının bu tepkisine bir anlam vermese de konuşmasına devam etti... "Belki bir gün gelirler diye hep bekledim durdum. Umut etmekten asla vazgeçmedim. Çünkü biz arkadaşlarımla öyle sözleşmiştik de."

Genç adam biraz önce ne demişti? 'Arkadaşlarımla öyle sözleştik mi demişti? Kalbi o kadar yüksek tempoda atmaya başlamıştı ki sık aldığı nefesler bile onu sakinleştirmeye yetmiyordu. Yanlış duymamıştı öyle değil mi? Hayır, kesinlikle yanlış duymamıştı. Kelimeler birbiri ardına firar etti dudakları arasından. "Ö-Ömür, yoksa sen misin?" diye sorarken resmen kekelemişti. Elini ağzına götürüp dudaklarına bastırırken gözlerine inanamıyordu. Nasıl ya şimdi karşısında duran Ömür, müydü? Bu kadar erken karşılaşmayı beklemiyordu şaşkınlığı büyük ihtimalle ondandı.

İlkem, yıllar sonra ilk defa karşılaşmanın şokunu üzerinden atmak için uğraş verirken genç adam, biraz daha ona doğru eğildi ve gözlerini iyice kıstı. Sanki İlkem'i daha yakından görünmeye çalışıyor gibiydi.

"S-Sude?" diye sordu ama sorarken yüzü kırmızıdan mora dönmüştü. Utanmış olmalıydı veya fazla heyecanlanmış, ama neden? Belki de çok sevdiği biriydi Sude. Bunun başka açıklaması olabilir miydi? İsmini bile telaffuz ederken kızardığına göre kesinlikle öyleydi, âşık...

İlkem Öğretmen, en yakın arkadaşı tarafından tanınmamanın hayal kırıklığını yaşıyordu. Hayal kırıklığı kızgınlığa dönüşmüş üstüne biraz da sitem eklenince içinden geçen duygular gün yüzüne çıkmıştı. Kalbine dokunan olumsuzluk yüzünün buruşmasına neden oldu. "Yok, ben İlkem!"

Genç adamın tahmini tutmayınca başını olumsuzca sağa sola salladı. Başının olumsuz hareketine eşlik eden elini anlına koydu. Alnına koyduğu eliyle yukardan aşağıya yüzünü sıvazlarken mahcubiyeti yüzünün her bölgesine sirayet etmişti. "Kusura bakma ya, ilk bakışta tanıyamadım. Cidden çok değişmişsin belki ondan dolayıdır. N'olur kusuruma bakma..."

Ellerini iki yanlara doğru açarken dudakları dışa doğru kıvrıldı. "Yok, ne kusuru" dedi "baksana hepimiz büyüdük ve çok değiştik. Ben de seni ilk bakışta tanıyamadım," derken merhabalaşmak için elini uzattı.

Genç adam konuştukça biraz önceki mahcubiyeti yüz hatlarından silinmiş yerini minik minik tebessümlere bırakmıştı. Belli ki İlkem'i gördüğüne çok sevinmişti.

Merhabalaşmak için kendisine uzanan eli havada yakaladı. Önce elleri birleşti sonra bakışları, birleşen bakışlardan geçen duygular kalplerine doğru uzanan yolculukla sonlandı. Uzanıp 'merhaba' derken, bakışları gözlerine değerken, mahcubiyeti bile ne kadar karizmatikti.

İlkem içinden kendi kendine kahretti. Ne olurdu buradan hiç ayrılıp gitmeseydi. Gitmeseydi de onu perişan eden o hayatı hiç yaşamasaydı. Belki şimdi sevinçle boynuna atlar sımsıkı sarılırdı ona, ama yapamıyordu işte. Sevip sevilmeyi çoktan çıkarmıştı lügatinden. Sevinmek sevinç belirtileri göstermek içinden gelmiyordu. Ömür'ün gözlerindeki ışıltıyı görünce, bir de kendi içine döndü. Şu halime bak bin bir parçaya bölünmüş durumdayım, diye kendi kendine hayıflandı.

Zihnine doluşan her duygunun üzerine kalın bir sünger çekti ve yüzüne geçici bir maske taktı.

Ömür Toprak... Karşısında Sude'yi bulmamış olsa da İlkem'in varlığı onu mutlu etmeye yetmişti. Arkadaşlarının biri geldiyse belki diğerleri de gelirdi. Umut etmek ve umut etmeye devam etmek lazımdı...

"Bunca yıl nerelerdeydin arkadaşım, neler yaptın? Bakıyorum hayalindeki mesleğe kavuşmuşsun?"

Bazen insanın dışı başkasını yakar içi kendini yakar. Bir maske daha taktı yüzüne. "Ne olsun Ömür, hayat oradan oraya savurdu işte. Aslına bakarsan bir tek mesleğim kaldı elimde."

Ömür'ün yüzü ister istemez gölgelendi. Neler yaşamış olabilirdi ki, bir tek mesleğim kaldı elimde diyordu. "Haklısın, hayat çoğu zaman acımasız olabiliyor."

Onunla konuşmak kabuk bağlamış yaralarını kaşıyıp kanatsa da yine de iyi gelmişti. "Buyur geç otur şöyle," diye ağacın gölgesinde yer gösterdi. Ömür, nazikçe geçip oturdu gösterilen yere. Sırtını ağacın gövdesine dayadı bacaklarını dizlerinden kırarak hafifçe ileriye doğru uzattı. Kısılınca yuvasına çekilen kara boncuğu benzer gözleri ışıldayarak bakıyor, dışa doğru kıvrık dudakları konuşmaya başlayınca çenesinde minik bir gamze oluşuyordu.

"Ee, anlat bakalım İlkem Öğretmen, buraya ne zaman geldin? Evlendin mi, çoluk çocuk var mı?" Ömür, peş peşe sorular soruyordu ama sorduğu her soru ruhunda bir yerlere dokunuyor, dokunduğu yerleri tahrip ediyordu.

Kırk yıllık dostuyla dertleşir gibi buldu kendini. Bu duyguyu kaybedeli çok olmuştu. Bakışlarını boşlukta dolaştırırken eliyle eteğinin uç kısmını çekiştirdi. "Neyi anlatayım Ömür, buraya geleli bir ay oldu. Evlilik vardı bitti. Çocuk ise "bak" dedi etrafında oyunlar oynayıp neşe içinde coşan öğrencileri göstererek. "Onlarca var. Benim tek servetim onlar."

"Ya sen, sen neler yaptın?"

"Ben mi?" dedi "şey, boş ver be İlkem, gördüğün gibi kök saldık buraya uğraşıp duruyoruz işte..."

"Evlendin mi peki?"

Kara gözlerine hüznün gölgesi çöktü, bakışları hayali bir noktaya sabitlenirken umursamazdı. "Maalesef, şimdiye kadar öyle biri çıkmadı karşıma."

"Neden ki?"

"Bilmem çıkmadı işte!"

İlkem'in yüzüne hafif bir tebessüm yayıldı. Onun derdini anlamak hiç de zor değildi. Bunca yıl Sude'yi beklemişti tabii o da gelmemişti. Oysa ikilinin çoktan evlenip çoluk çocuğa karıştığını sanmıştı.

"Sude mi?" diye sordu başını yerden kaldırmadan sıkılgan bir tavırla.

Gözlerindeki ışıltı söndü. Eğildi yeniden bir ot kopardı ve gelişigüzel elindeki otla oynamaya başladı. Suskunluğu onu ele veriyordu.

İlkem, içinden "Odur, odur" diye geçirdi. Onlar daha çocukken bile birlikte ders çalışır çoğu zaman birlikte oyunlar oynarlardı.

Ömür, sıkılgan tavırlar sergiliyordu. Sanki sormak istediği bir şey vardı da sormaya çekiniyor gibiydi. Sonunda cesaretini toplamış olmalı ki, "Peki, sen buradan ayrıldıktan sonra Sude'den hiç haber aldın mı?"

Anlaşılan oydu ki Ömür ve Sude hiç görüşmemişti. "Peki, sen ondan hiç haber alamadın mı?"

"Hayır, almadım."

Aşk acısı çektiği nasılda belli oluyordu. Peki, ama neden? Neden hiç görüşmemişlerdi? Muhtemelen birbirlerine açılamamış olmalıydılar. Bunun tek açıklaması buydu başka değil. İlkem, düşüncelerini süzgeçten geçirmiş fakat yine de tatmin edici bir cevap bulamamıştı.

"Üniversite yıllarında iken sık sık telefonlaşıyorduk. Bu aralar pek haberleşemiyoruz."

"Neden?"

İlkem, "Boş ver?" dedi ve sustu...

Sustu çünkü konuştukça ruhuna hüznün solgun yaprakları düşüyordu. Sustu çünkü geçmişi sürekli ayaklarına prangalar vuruyordu. Sustu çünkü boynuna dolanan ilmekten artık kurtulmak istiyordu.

"Bir tatsızlık mı yaşadınız yoksa?"

"Hayır, ben bazı ailevi sorunlar yaşadım, maalesef o yüzden pek arayıp soramadım."

Ömür ile konuştukça küllenmiş anıları ruhunda yeniden canlanıyordu. İnsan ne yaparsa yapsın geçmişin ayak izlerini belleğinden silemiyordu. Tek çare birazcık ötelemek gibi duruyordu, ötelemek ve zamana bırakmak, zamanın geçmişin ayak izlerini silmesini umut etmek. Konuyu kapatmak için kolundaki saate baktı. "Ee, vakit de bayağı ilerlemiş" derken diğer yandan da oyunlar oynayan çocuklara seslendi "Hadi çocuklar toplanın gitme vakti geldi!"

İlkem Öğretmen, ayağa kalktı eteğinin kırışan yerlerini düzeltti. Üstüne başına yapışan otları silkeledi. İlkem, ayağa kalkınca Ömür de ayağa kalktı. Elini arkadaşına doğru uzatıp, "Tekrar görüşelim o zaman, olur mu?" diye sordu.

Ömür'ün yüzüne bakınca pişmanlıklar doluştu zihnine, pişmanlıklar ve keşkekler. Keşke hiç gitmeseydim buralardan, şimdi bir yabancıya bakıyor gibi bulmazdım kendimi. Keşke hep burada kalsaydım, şimdi ruhum arafta dolaşıyor olmazdım.

Oysa genç kadın, insanlardan soğuyup güvenini kaybedeli çok olmuştu ama kendisine muhabbetle bakan genç adamın insana güven veren bir duruşu vardı. Onun yüzüne bakarken içi titredi. İnsana güven veren duruşu vardı ama tekrar birine güvenebilir miydi? Bilmiyordu... Geçmişi onu boğarken, boğup da karanlık çukurlara çekerken, olur muydu? Bilmiyordu...

"Görüşürüz," dedi kendisine uzanan elin sıcaklığını avuçlarında hissederken "Görüşürüz.

Ömür, tam arkasını dönüp gitmeye hazırlanıyordu ki bir şey unutmuş gibi yaparak tekrar İlkem'e doğru döndü. "Ha," dedi "telefon numarası telefon, hay Allah, nasılda unuttum?"

Gömleğinin cebinden bir dolmakalem çıkardı. "Kaçtı telefon numaran?" Ezbere bildiği numarasını İlkem, söyledi Ömür, avuç içine yazdı. Tekrar görüşmek üzere ayrıldılar.

Ömür'ü gördükten sonra İlkem'in dertleri kendini yenilemişti. Keşkekler ve geçmişin hortlaması onun yaşam fişini çekmiş, sanki ruhu derin bir çukura düşmüş gibiydi. Ne yaşamın tadı vardı ne de nefes alıp vermenin. Yine hayattan bir çeşit soyutlanmıştı.

Oysa onun kendini toparlamaya ihtiyacı vardı. Kırılıp tuz buz olan cam kırıklarını toparlayıp bir araya getirmeye, bir arya getirdiği kırıklardan yeniden bir bütün oluşturmaya. Hayatın acımasız çarklarını tekrar tersine çevirmeye ihtiyacı vardı.

Onun daha hayatın başında olan eğitip yaşama hazırlayacağı çocukları vardı. İyileştireceği annesi vardı. Şimdi dağılmanın sırası değildi buna hakkı yoktu. Neden geçmişin yükünü sırtından atamıyordu ki? Neden, neden? Her seferinde böyle olacaksa nasıl yeniden hayata tutunacaktı? Çoktan yaşanıp bitmişti o yaşam dilimi ve geçmiş geçmişte kalmıştı, kalmalıydı da.

Kendine ihtiyacı olanları yarı yolda bırakamazdı. Güçlü olmalıydı. Buraya ne için gelmişti? Geçmişin gölgesini arkalarında bırakmak için! O zaman yaşanmışlıklar orada kalmalıydılar ve hiç geri gelmemeliydiler. Gereğini yapmalıydı ve bunu başarmalıydı. Gençti her şeyin üstesinden gelebilirdi.

Arabasına binip giden Ömür'ün arkasından bakarken ruhu düşünce denizinde kulaç atıyordu. "Öğretmenim!" Eteğini çekiştiren öğrencisinin sesiyle kendine gelirken "Hıh" dedi. "Biz hazırız."

Ellerini birbirine vurarak çırptı. "Hadi bakalım çocuklar, gitmeye hazırsanız ikişerli sıra olup yola koyulalım." Başını gökyüzüne çevirdi ve elini alnına götürüp şapka gibi tutarak gözüne vuran ikindi güneşini kesti. Vakit baya ilerlemiş günbatımı yaklaşıyordu. Koruluk kasaba dışında olmasına rağmen yerleşim yerleriyle arasında fazla mesafe yoktu. Kendileri bu mesafeyi yürüyerek gidecekleri için bir de hesaba çocukların küçük adımlarla yürüdüğünü katarsak ancak akşamüzeri varılardı okulun önüne.

Nihayet hesapladığı saate yakın okulun önündeydiler. "Evet, çocukları, şimdi hiç vakit kaybetmeden herkes evlerine." Çocuklar öğretmenlerinden 'paydos' sözcüğünü duyar duymaz her biri bir tarafa çil yavrusu gibi dağıldı. Onların koşturarak dağılışını izleyen İlkem, kendi kendine gülümsedi. Çocuk olmak vardı.

Elleri koltuk altlarında sırtını kapı pervazına dayamış kendisini kapı önünde bekleyen annesini, görünce dudaklarına yayılan gülümseme ikiye katlandı. "Zarife Hanım'cığım, kapı önünde beklenmek ne kadar hoş bir davranış."

Ellerini serbest bırakıp kızına doğru birkaç adım atıp gözlerindeki kaygılı bakışı sildi. Şimdi daha huzurlu bakıyordu kızına. "Ne bileyim kızım, biraz geç kaldınız sanki?"

"Yürüyerek gidip gelmek zaman aldı anne. Ay resmen tabanlarım sızlıyor..."

Kızının yakınmasından sonra bakışlarını ayaklarına çevirdi. "Keşke daha rahat bir ayakkabı giyseydin." Hem konuşup hem de evin içinde geçen İlkem, "Hiç sorma onu hesaba katamadım. Aslında koruluk fazla uzak değil ama öğrencilerle yürümek yordu beni."

Anne kız evin içine geçip kapıyı arkalarından kapattılar. Zarife Hanım, koridora doğru yürüyüp giderken İlkem, ayağını vuran yarım topuklu ayakkabıyı çıkardı. "Oh be dünya varmış!" diyerek rahatlama sözcükleri kullanırken, çantasını koridordaki askılığa astı. Çıplak ayakları soğuk zeminle buluşunca daha da rahatladı. Salon olarak kullandıkları odaya geçip kendini kanepelerden birinin üzerine boylu boyunca attı. "Kızım, toz toprak içindesin geç bir duş al istersen."

"Anne, biliyor musun bugün ne oldu?" Annesine sorusunu sorarken gözleri kapalıydı ve yüzü gülümsüyordu. "Ne oldu kızım?"

Hızla yattığı yerden doğruldu. "Korulukta kimi gördüm bil bakalım?" Zarife Hanım'ın çehresine bilinmezlik yayılırken, alt dudağı dışa doğru kıvrıldı. "Kimi?" diye sorarken bakışlarına merak dürtüsü hakim oldu göz, bebeklerine yokluk tahtını kurdu.

"Ömür'ü gördüm. Hani benim çocukluk arkadaşım vardı adı Ömür Toprak, hatırlıyor musun onu?" Zarife Hanım, içsel bir yolculuk yaptı zihnine doğru. Fakat aradığı cevabı orada bulamadı. "Bilemedim kızım?"

Oflayarak ayağa kalktı ve annesini zihnini biraz daha zorlamak istedi. "Aşk olsun Zarife Sultan, nasıl hatırlamazsın ya? Sen o kadar yaşlandın mı? Arkadaşlarımı ne çabuk unuttun? Sude, vardı ilkokul öğretmenimin kızı. Rüzgar vardı. Ömür, vardı. Biz dört arkadaş hep birlikte gezerdik."

Zarife Hanım'ın gözlerine yayılan parıltı bir şeyler hatırladığının kanıtı gibiydi. "Hah, hatırladım. Esmer, yaşına göre uzunca bir çocuktu."

Gördüğün gibi Zarife'ciğim o kadarda yaşlanmamışsın. O'nu gördüm korulukta biraz lafladık. Ömür, hiç gitmemiş kasabadan. Tekrara görüşeceğiz. Sen neler yaptın ben yokken?"

Zarife Hanım, "Ne yapayım kızım," derken unuttuğu bir şey varmış gibi yaparak elini dudaklarına bastırıp, "Görüyor musun, ben sana söylemeyi unuttum. İlker, aramış seni fakat ulaşamamış. Biraz onunla konuştuk işte."

"Unutkan oldun sen Zarife'ciğim unutkan," diye kendi kendine söylenirken odadan çıkıp koridora yöneldi. Askılıktaki orta boy çantasının fermuarını hızla açıp telefonunu aldı ve fermuarı tekrar kapattı. Açma düğmesine bastı fakat telefon açılmadı. "Şarjı bitmiş, anne benim şarjım nerede?" diye sordu salonun kapı önüne gelince.

Etrafına rastgele bakışlar atan Zarife Hanım, "Bak burada masanın üzerine bırakmışsın." Masanın üzerindeki şarj aletini aldı ve prize taktı. Poposunu masaya dayayıp, sağ bacağını sol bacağının önüne doğru attı. Boşta kalan kollarını göğüs hizasında birleştirdi. Vücudu rahat bir pozisyon alırken, "Neler konuştunuz İlker ile?"

"Merak edecek bir şey yok kızım, havadan sudan konuştuk. İlker'i bilirsin işte illa ki konuşacak bir şeyi vardır."

İlkem, şarja takılı telefonun açma düğmesine parmağını basılı tutarak saniyeler süresince bekletti. "Hım, demek öyle?" diye annesini onaylarken, telefon açılmıştı. Üç kez İlker, aramıştı.

... Ve gözleri ekrana düşen mesaja takılı kaldı. Göz bebeklerine uğrayan karanlık ruhunda at koşturmaya başladı. Atların nal sesleri kulaklarında çınlıyordu. Çınlayan kulaklarına avuç içlerini bastırdı. Zarife Hanım, bütün bunlardan bihaber akşam yemeği için mutfağa gitmişti

Mesaj: "Seni çok özledim."

Numara: Bilinmiyor.

 

 

Loading...
0%