@my_lore
|
Ballarım iki bölüm birden attım. Keyifle okurken beğenip yorumlamayı unutmayın. Etkileşim için bu gerekli. 📖📖📖 Sonbaharın tenleri yalayıp geçen serin esintisi hassas ciltlerde ince çatlaklar bırakırken, en çokta kuruttuğu dudaklarda sürekli ıslatma isteği hissettiriyordu. Sararmış otların birbirine sürtünerek çıkardığı hışırtılı sesler kulaklara ezgisi unutulmuş bir melodiyi fısıldıyor, gümüş deresinden gelen suyun şırıltısı garip bir vedayı çağrıştırıyordu. Gök gri rengini, yeryüzü sarının elli tonunu kendine misafir ederken, hazanı kucaklayan mevsim bir önceki günü bir sonraki güne hazırlıyordu. Geçmişin kötü izlerini zihnimizden ne kadar silmeye çalışırsak çalışalım o kendisini sürekli yeniler. Geçmişin ayak izleri tıpkı bir bumerang gibi peşini asla bırakmaz insanın. Sen ta ötelere atarsın o döne döne attığın noktaya geri gelir. Rüzgâr’ın duyduğu sesle irkilerek yüzünün kızarması İlkem’in gözünden kaçmamıştı. Mesire yerine gelen çifti büyük ihtimalle tanıyordu. Yoksa ne diye bir anda sesi soluğu tükenmiş gibi donup kalacaktı? Genç kadın bebeğini kucağına almıştı almasına ama kucağındaki bebek avazının çıktığı kadar bağırarak ağlamaya başlamıştı. Kadın ileri geri yürüyerek kucağındaki bebeği susturmaya çalışsa da ağlayan bebek bir türlü susmuyordu. En sonunda genç adam arabanın bagajından bebek arabasını çıkarıp kurmayı başarmıştı. Kucağındaki bebeği bebek arabasına yerleştiren kadın, bebeği susturmak amacıyla olsa gerek bizimkilerden biraz uzaklaştığında genç adam, “Merhaba!” diyerek yanlarına yaklaşmıştı. Kadın ise bebeği sürekli ağladığı için etrafında olup bitenleri fark edecek durumda değildi. Hiç tanımadıkları bu genç adama onlar da “merhaba” diye cevabı verdiler. Genç adam, “Kusura bakmayın, gelir gelmez sizlere de rahatsızlık verdik. Buraya gelene kadar bebeğin hiçbir şeyi yoktu, neden bu kadar huysuzluk etti anlayamadık doğrusu.” dedi. Ömür’ün aşina bakışları genç adamın suretinin her zerresinde soluklanırken, “Ne rahatsızlığı, lütfen öyle düşünmeyin. Sonuçta bebek bu, neyi var anlatamaz ki?” dedi. Genç adam, “Yok, biz yine de biraz uzağa yerleşelim. Sizlere rahatsızlık vermeyelim.” dedi ve gitti. Genç adam, yanlarından uzaklaşır uzaklaşmaz Rüzgâr, dişlerini sıkarak dudaklarının arasından tıslar gibi konuşmuştu. “Bir an önce çekip giderseniz çok mutlu olurum. Şurada iki kuruşluk keyfimiz vardı onu da alıp götürdünüz zaten.” dedi. Bizimkilerin bakışları bir anda Rüzgâr’a çevrildi. Hepsi de çok iyi biliyordu ki, bu tür yakınmalar Rüzgâr’ın karakterine ters düşüyordu. İlkem, bilinmezliğe kafa tutar gibi merak dürtüsünü ön plana çıkarmak isterken, “Neyin var Rüzgâr, yoksa bu gelenleri tanıyor musun?” diye sordu. Bir önceki tavrından hiç ödün vermeyen Rüzgâr, “Keşke tanımaz olaydım. Bebek bile anladı annesinin ne kadar kötü biri olduğunu,” diye cevap verdi. Bilinmezlik yerini aşırı bir meraka bırakırken, adeta zirveyi zorluyordu. “Sen kadını tanıyor musun?” diye soran İlkem, sorgulayıcı bakışlarla bakmaya başladı Rüzgâr’a. Hala gidenlerin arkasından küfür eder gibi ters ters bakarken umursamaz görünmeye çalışmıştı genç adam. “Boş verin, konuşmaya değmez o kadın!” Rüzgâr’ın cevabı üzerine Ömür’ün kaşları birbirine yakınlaştı, kaşları birbirine yakınlaştığında doğal olarak gözleri kısıldı ve yüzü düşünceli bir hal aldı. Sağ elinin parmakları çenesini ovuşturup dururken bir sonuca varmış olmanın haletiruhiyesi içinde alt dudağı dışa doğru kendiliğinden kıvrılmıştı. “Kadını değil de eşini bir yerden tanıyor gibiyim.” Suratını asıp yeni gelenlerin arkasından tiksinir gibi bakan Rüzgâr, “Boş ver arkadaşım. Sen onların kim olduğuna hiç kafanı yorma çünkü onlar tanımaya değecek insanlar değiller.” Merak duygusunu bastıramayan İlkem, konuyu deşmeye kararlıydı. “Belki kasabaya misafir olarak gelmişlerdir.” Ömür, elini çenesinden çekip üst baldırına bir şaplak attı. “Tamam ya, şimdi hatırladım; dediğim gibi kadını değil de eşini tanıdım. Yani babasını tanıyorum. Genç adamın çocukluğunu bilirim de kendisini uzun yılar oldu görmeyeli. İlkem Hoca’mın dediği gibi bunlar kasabaya misafir olarak gelmişler…” Ömür’ün açıklaması üzerine Rüzgâr, derin bir nefes aldı oflayarak geri bıraktı. Yaptığı nefes egzersizi işe yaramış olmalıydı ki, dakikalardır tırnaklarını dişleyip duruyordu sonunda parmaklarını dizlerinin üzerine indirebilmişti. Bu onun rahatladığının bir göstergesiydi. “Misafir olarak geldiklerine sevindim doğrusu. Ne bileyim onları birdenbire karşımda görünce afalladım. Bir an içimden eğer onlar buraya geldiyse ben bu kasabadan geldiğim gibi geri giderim, diye geçirdim.” Ömür, huzursuzca yerinden kalktı pantolonun dizlerini yukarı doğru çekip tekrar oturdu. Yüzüne ciddi bir ifade yerleştirdikten sonra üslubu sorgulayıcı bir tonlamaya konuşmaya başlamıştı. “Giderim de ne demek oluyor? Sen ilk sarsıntıda beni yalnız mı bırakacaksın? Hani birbirimize verdiğimiz sözler? Olmaz arkadaşım, böyle olmaz. Biz seninle bir yola çıktık. Hem söyler misin bana insan, ortağını yarı yolda bırakır mı hiç?” Ömür, biraz kahırlı konuşunca Rüzgâr, kendi düşüncelerinden utanmışa benziyordu. Gerçi onun ne yaşadığını ve mesire yerine gelenlerin ona ne yaşattığını henüz hiç kimse bilmiyordu belki de ondandı bu kadar kolay konuşup onu yargılamaları. “Özür dilerim. Ne bileyim o kadını birden karşımda görünce kan beynime sıçradı. Kendi kendime bu dünyada insana hiç rahat yok mu diye hayıflandım işte.” Bir süredir sesiz sedasız bir köşede duran Sude, “Nereye gidersen git kafanın içindekiler seninle birlikte geliyor. İnsan ne yaparsa yapsın kafasının içindekileri sıfırlayamıyor. Sen nereye onlar oraya. Sanırım bu hep böyle olacak.” Ömür’ün bakışları anında Sude’yi buldu ve dakikalarca onun yüz hatlarını inceledi. Sanki bakışları Sude’nin yüzünün her detayını ezberlemek istiyor gibiydi. Ya da onun yüz mimiklerinden kafasının içini okumak istiyordu. Neydi onun kafasının içini meşgul eden ve onu rahat bırakmayan şeyler, ah bir bilebilseydi. Ömür’ün dakikalardır kendi yüzünü incelediğini anlayan Sude, bakışlarını gökyüzüne doğru çevirdi. Burun deliklerinden soluyup dudakları arasından aldığı nefesi geri verirken, “Kim derdi ki, bu çınar ağacı bu kadar büyüyecek…” Sude’nin konuyu değiştirmek istediğini hepsi anlamıştı. Bence konuyu değiştirmek istemekle de haklıydı. Birazcık huzur bulmak için gelmişlerdi buraya. Şimdi durduk yere huzurlarını kaçırmaya hiç gerek yoktu. İlkem, arkadaşının ne yapmak istediğini anlamış gerilen ortamın havasını nasıl değiştireceğini düşünmeye başlamıştı. Öyle ya küçücük bir ayrıntının huzurlarını kaçırmasına izin vermemeliydiler. Küçücük bir sarsıntıda yıkılmamalıydılar. Onlar birlikte her şeyin üstesinden gelebilirlerdi, bunu yapabilirlerdi. En iyisi umursamaz görünmekti onun için yüzüne boş vermişlik yükledi konuşmaya başladığında. “Söyleyin bakalım nerede kalmıştık?” Mesire yerine gelen gizemli kadın Rüzgâr’ın hikâyesine bir yenisi daha eklenmişti. Kadının hikâyesini öğrenmenin tek yolu konuyu ilerletmekten geçiyordu. İlkem’in sorusu üzerine Rüzgâr, elleriyle yüzünü avuçlayarak içli bir of çektikten sonra, “Yine kafam karıştı ve zihnim allak bullak oldu,” diye yakındı. Rüzgâr’ın geçmişinden geldiği belli olan kadın onun kafasını karıştırmıştı ve ne anlattığını unutturmuştu ama arkadaşlarının güçlü bir hafızası vardı. İlkem, anında müdahale etti. “Kafa karışıklığına izin vermeyelim. Ben öylesine sormuştum nerede kaldığını unuttuğumdan değil. Üniversiteye hazırlık yıllarını anlatıyordun.” İlkem’in hatırlatıcı görevi yapan cevabı Rüzgâr’ın gülümsemesine neden olmuştu. “Maşallah hocam, hafızanız zehir gibi,” dedi ve gözlerini boşluğa çevirerek geçmişe doğru yol almaya başladı. “Bilirsiniz, oldum olası başka ülkeler başka şehirler benim hep ilgimi çekmişti. Benim için üniversiteyi kazanmak demek bambaşka dünyaların kapılarını aralamak demekti. Hayallerimi yaşamak için çok çalıştım ve sonunda başarmıştım; artık ben bir üniversiteli olacaktım.” Hepsinin bakışları Rüzgâr’ı ablukası altına almıştı. Gerçekten onun geçmişte neler yaşadığını çok merak ediyorlardı. Hayat dolu bir insan nasıl yaşama küserdi? Hayat dolu bir insan neden kendini her şeyden soyutlardı? Neden, soruları ister istemez hafızalarına damgasını vuruyordu. “Hayallerimi gerçekleştirmek için özellikle dış ticaret bölümünü tercih etmiştim. Müthiş heyecanlıydım. Öyle hayallerim vardı ki, kendi kabuğuma sığmıyor taşıyordu,” dedi ve kuruyan dudaklarını ıslatmak için soğuyan çayından bir yudum daha içti. Genç adam, hayat hikâyesini anlatıyordu ama anlatırken de zaman zaman gözleri doluyordu. İlkem, onun gözlerindeki nemi gördükçe kendi geçmişini ve yaşadığı zorlukları anımsıyordu. Kâğıt peçete paketinden bir dal çekti ve ona doğru uzattı. Kendisine uzatılan peçeteyi aldı göz pınarlarını sildi genç adam. Ona bakarak gözlerini kapatıp açtı genç öğretmen. Niyeti arkadaşının anlatmaya devam etmesini sağlamaktı. O da anlatmayı kabul ettiğini belli eden küçücük bir tebessüm yaydı dudaklarına. “O yaz benim için geçmek bilmedi. Oysa ben günler çabucak gelip geçsin istiyordum. Bir an önce üniversiteye gidip kaydımı yaptırmak için can atıyordum.” Uçarı arkadaşı üniversiteden söz etmeye başladığında İlkem’in zihni mazinin sayfalarını çevirmeye başlamıştı. Hayal perdesi aralanınca üniversiteyi kazandığı yıllar yansıdı hayali perdeye. Buruk bir acı yayıldı her zerresine. “Bilirim o duyguyu. Bekleyişlerin en güzeli ve en muhteşemidir,” dedi ve ekledi “aynı zamanda en streslisidir de.” Onu desteklemek isteyen Sude, “Ya, hep yaşadık o bekleyiş dolu günleri. İnanın benim ömrümden ömür gitmişti sınav sonuçlarını beklerken.” Hatıralarının yoldaşları geçmişle bağ kurup kendi aralarında söyleşirken Rüzgâr’ın birdenbire çehresi değişmişti. Güçlü bir yutkunuşun ardından dudakları aralandı ve anlamını bilmedikleri birkaç sözcük havaya karıştı. “O gün geldi çattı.” Genç adam, bu sözcükleri sarf ederken kederliydi. Gözlerinde acı kol geziyordu. Göz bebeklerinde birçok anının izleri vardı. Pişmanlık vardı. Hayal kırıklığı vardı. Acı çeken bir adamın feryadı vardı. Koca bir ah gibi çığlık çığlığa göğe yükseldi hecelerin ervahı. “Ben nerden bilebilirdim ki, hayatta en çok istediğim şeyi yaşarken o şeyin aynı zamanda benim kâbusum olacağını?” dedi ve bir süre sustu. Suskunluğunda yakarış, suskunluğunda paye vardı. Onun acıyla yoğrulmuş kelimeleri karşısında hepsi de kendisi gibi sus pus olmuştu, ama diğer taraftan da onu yakıp kul eden acılarını dinlemek ve derdine merhem olmak istiyorlardı. Genç adam, çarpık bir gülüş astı yüz ifadesine. “Esasında ailem de en az benim kadar heyecanlıydı, çünkü istediğimi başarmam onları haklı olarak gururlandırıyordu.” Zarife Hanım, tecrübeli bir ses tonuyla kendinden emin konuşurken, “Büyükler yani ebeveynler başka ne isterler ki; çocukları istedikleri yere gelsinler ve hayatlarını kurup mutlu olsunlar…” “Haklısınız!” derken Rüzgâr, başını öne doğru eğdi dudaklarını birbirine bastırıp sıktı ve ileriye doğru kıvırdı. “Benim annem de hep aynı şeyleri söyler dururdu. Sen mutlu ol biz başka bir şey istemiyoruz, derdi. Canım annem, o benden daha çok heyecanlıydı. Üniversiteyi kazandığımı duyduğu andan itibaren benden önce kendisi hazırlıklara başlamıştı ama…” Gümüş dersinin kıyısında oturup anılarını paylaşanlar duygu yoğunluğu yaşıyordu. İnsan duygudaşlık yapınca kendisini karşısındakinin yerine koyabiliyordu. İşte o zaman ‘ya benim başıma gelse’ ne yaparım sorusu balyoz gibi iniyordu insanın tam beynine üstüne. Kadınlar susup beklerken, sessizliği bozan Ömür olmuştu. “Işıklar içinde uyusunlar. Hangimiz yarının ne getireceğinin bilebiliyoruz ki?” Genç adam göz kapaklarını kapatıp açarken ellerini yumruk yaptı ve sıkmaya başladı. Peşinden ağız boşluğu açıldı ve kelimelere yol verdi. Kelimeler birleşip cümle oluşturduğunda konuşmaya başladı. “Üniversiteye kayıt için gidecektim ve geri dönmeyecektim, annem hazırlıkları ona göre yapmıştı. Lafı uzatmayayım annemin benim için hazırladığı her şeyi kendi arabamıza yükledik ve yola çıktık.” “Hadi hayırlısı,” dedi bir köşede varlığını unuttukları Songül. “Ben ise kuşlar kadar özgür hissediyordum kendimi. İnanın belki de ömrüm boyunca en mutlu olduğum günlerdi o günler,” dedi ve biraz dinlenmek ister gibi durdu. Konuşmasına devam etmeden önce “ıhım” diye bir ses çıkararak genzini temizledi. Yüzünde gezinen duygu acı bir tebessümden ibaretti. “Biliyor musunuz, kuşlar sanıldığı kadar özgür değiller. Onları da avlıyorlar.” Sude, ellerini birbirine vurup işaret parmağını havalandırdı. Parmağının rotası tam olarak Rüzgâr’ı gösteriyordu. Gözlerindeki anlam ona hak verir nitelikteydi. “Şimdiye kadar hiç böyle düşünmemiştim. Onları, yani kuşları biz insanlar hep özgürce gökyüzünde uçuyorlar sanıyoruz. Biraz düşününce hiç de özgür olmadıklarını anlamak uzun sürmüyor, yani canları hep bir avcının namlusunun ucunda.“ Uzunca bir nefesin ardından ciğerlerine oksijen takviyesi yapan İlkem, olumsuz bir betimleme yaparak örnekledi “Hayatta neyin garantisi var ki?” “Ne kadar haklısın arkadaşım, gerçekten hayatta hiçbir şeyin garantisi yok. Eğer örneklemek gerekirse işte benim hayatım,” dedi Rüzgâr. Genç adam, oturuş pozisyonunu değiştirdi. Bacaklarının çapraz yaparak dizlerini kendine doğru çekti. Elleri birbiriyle birleşti ve çene altında yerleşti. Boşta kalan dirseklerini dizlerine dayadı. Bakışları anıların yapraklarını bir, bir çevirmeye başladı. “Sonunda ailem ile birlikte üniversiteye kaydımı yaptırdık. Mutluydum… Mutluydular… Bizimkiler daha sonra beni okulun yurduna yerleştirdi ve vedalaştık. Benim yurtta ilk günümdü ve burada benim gibi birçok genç insan vardı. Onlarla bir an önce tanışmak için can atıyordum. Hayallerim ve ben bir aradaydık. Bir sonrasını düşünmeden mutluluk denizinde yüzüyorduk…” Kelimeler dudakları arasından yuvarlandıkça Rüzgâr’ın yüzü solgun bir renge bürünmeye başlamıştı. Canı yanıyor gibiydi. Kesik kesik nefes alıp veriyordu. Kelimelerin boğazını takıldığı belli oluyordu. Yutkundu ama yutkunurken bile zorlanıyordu. Kolay değildi dimağındaki kekre tadı yok etmek. Yutkunurken hissettiği kekremsi tat boğazını zehir gibi yakıyor olmalıydı. “Ben vedalaşırken bu vedanın son veda olduğunu nereden bilebilirdim?” Göz kapakları kapandı. Elleri yüzünü avuçladı. Yüzünü avuçlayan elleri usulca çenesine doğru kayarken kapalı gözleri aralandı. Belli ki, ailesini kaybettiği günün acı örneğini bir kez daha yaşıyordu zira bu vücudunun her hareketinden belli oluyordu. İlkem, onu daha fazla germek istemediğinden, “İstersen!” dedi. Genç adam, elinin ayasını arkadaşına karşı tuttu. Sanırım anlatmak istiyordu; anlatmak ve kalbine gömdüğü bu ağır yükten kurtulmak istiyordu. İlkem’de onu anlayışla karşıladı. “Ben genç ve toydum. Üstelik daha hayatın başındaydım. Şimdiye kadar ise hayattan hiç vurgun yememiştim.” Konuşmasını yarıda kesip uzanıp kâğıt peçete paketinden bir peçete çekti. Yanağına doğru ince bir sızıntı şeklinde akan gözyaşlarını silerken, “Özür dilerim, bazen insan ne yaparsa yapsın kendine engel olamıyor işte.” dedi. İnsanın bir yerden sonra yeter anlatma diyesi geliyordu, çünkü konuştukça içine hapsettiği üstü kabuk bağlamış yaralarını tekrar kaşıyıp kanatıyorlardı, ama insan acılarını anlattıkça rahatlamaz mıydı? Acılar paylaştıkça azalmaz mıydı? Maziye kazma kürek gömdüğümüz yaşanmışlıkları öteledikçe bize yaşattığı his çoğalmaz mıydı? Mazinin tozlu sayfalarına geri dönmek zordu ama insan kendini boğan derdiyle yüzleşmeliydi. Yüzleşmeliydi ki, kendine yeni bir hayat kursun. Yüzleşmeliydi ki, yükü hafiflesin. Yüzleşmeliydi ki, yüreğinin yangını soğusun. Rüzgâr, yaşadığı zorlukları anlatırken zorlanıyordu belki ama inanın anlatmak ona iyi gelecekti; çünkü anlattıkça yüreğini dağlayan ateş sönecekti. Anlattıkça yaşama tutunmaya başlayacaktı. Anlattıkça yeniden sevmeyi öğrenecekti. Tekrar konuşmaya karar verdiğinde uzun saçlarının bir tutamı yüzünü gölgeledi, yüzünü gölgeleyen saç tutamını kulak arkasına çaldı. İşaret ve başparmağını maşa gibi kullanarak burnunu sıkıp bir fırt çekti. “Ben yaşam denen döngünün ilk vurgununu yurtta kaldığım ilk günün sabahı saat 10.30 sularında yedim. Telefonum durmaksızın art arda çalmaya başlamıştı. Telefonumun ekranına baktığımda arayanın dedem olduğunu gördüm. İyi de neden dedem beni arıyordu? Öyle durduk yere dedem beni hiç aramazdı ki? Üstelik buraya gelirken onunla vedalaşmıştım. Bu sorular beynimin bütün hücrelerini ateşe vermeye yetmişti. Gerilen sinirlerim yüreğimin kasılmasına neden olurken, “Alo!” dedim. Titreyen bir ses tonuyla konuşurken dedem, “Oğlum, eve dön. Babanlar eve dönerken küçük bir kaza geçirmişler, şimdi hastanedeler.” dedi. Ben o an koptum ve zihnimden geçen senaryolar gözümün önünden bir film şeridi gibi akmaya başlamıştı…” dedi ve kesik kesik nefesler almaya başladı. Sanki o anları tekrar yaşıyordu. Ömür, öne doğru uzanarak omzuna dokundu ve dokunduğu yeri hafifçe sıktı. “İyi misin?” Nefesini yenileyen genç adam, “İyiyim merak etmeyin,” dedi ve konuşmaya devam etti. “Telefon konuşmasının ardından biraz kendimi toparladığımda doğruca otogara koştum. Bulduğum ilk otobüse atlayıp kasabanın yolunu tuttum. Ben nereden bilebilirdim onların öldüğünü? Ben daha yolun başındaydım, gençtim hayat tecrübem azdı. Ben onları yaralı olarak hastanede görme hayaliyle kasabaya gelirken, ölecekleri aklımın ucundan bile geçmemişti; çünkü ölüm denen olguyla şimdiye kadar hiç yüzleşmemiştim.” Zarife Hanım’ın gözleri dolarken dudakları arasından üç kelime firar etmişti. “Kolay değil evladım!” Ölüm, belki de vedaların en acımasızıydı; sevdiklerini elinden alır götürür de bir daha geri vermezdi. Mahşere bırakırdı kavuşmayı. Yanar durur hasret ve özlemle yürekler ama zerre kadar acımazdı insana. Sarar sarmalar toprağın kara bağrında saklardı. İnsan ruhu bir ömür can çekişirdi gidenin ardından ama çare bulamazdı. Yorgun bakışları toprağa doğru süzüldü oradan kalkıp arkadaşlarının yüzünde gezindi. Son cümleyi kurmak için dudakları aralandı ve kelimeler birbiri ardına yuvarlandı. “Ben o günden sonra bu kasabaya bir daha geri dönmedim.” Onun kurduğu cümlenin her hecesinde bu kasabayı suçladığı aşikârdı. Belki böyle düşünmekte haklıydı da. İnsan kötü hatıraların yaşandığı yeri tekrar görüp aynı hatıraları tekrar tekrar yaşamak istemezdi. İlkem ve Zarife Hanım da aynı nedenden dolayı terk etmediler mi yaşadıkları şehri? Bu arada Sude, yumuşak bir dokunuşla elini Rüzgâr’ın omzuna koydu. “Bak iyi ki döndün. Bizler kaybettiğin ailenin yeri dolduramayız belki ama elimizden geldiğince bir aile gibi senin yanında olmaya çalışırız,” dedi ve sustu. Susmak bazen her şeyden daha etkilidir. “Teşekkür ederim!” dedikten sonra elindeki peçetenin kuru kalmış köşesi ile gözlerindeki nemi silerken anlatmaya devam etti. “Hepiniz bilirsiniz, kasabanın girişindeki küçük dereyi? İşte o küçücük dereye düşmüş babamın kullandığı araba; vakit sabaha karşı olduğundan normal olarak bizimkilerin üzerinde yol yorgunluğu var buna ilave olarak uykusuzluk da var. Her şey birleşince kaçınılmaz son işte. Cidden anlamıyorum nasıl olduğunu, çünkü insan boyunu geçmez suyun boyu. Nasıl olmuşsa arabanın içinden hiç çıkamamışlar. İkisini de birbirlerine sarılmış vaziyete bulunmuş. Benim aklım hafızam almıyor bir türlü, nasıl olur da koca arabayı yutar o sığ su?” Ömür, başını olumsuz anlamında sağa sola sallarken, “Öyle küçük göründüğüne bakmayın siz. O derenin dibi tamamen balçık bağlamış. Yani zamanla bataklığa dönüşmüş, ondandır.” “Bak ben bunu bilmiyordum. Ben o günden sonra o derenin üzerindeki köprüden hiç gözlerim açık geçmedim, hep gözlerim kapalı geçtim. Kazadan sonra zaten fazlada gelmedim buraya. Bir iki geldim o da mecburiyetten.” dedi. Hiç beklemedikleri anda çalan telefonun sesi tırmaladı kulakları. Gözler birbirine takılı kaldı kulaklar sesin geldiği yönü aradı. İlkem’in işaret parmağı havada turladığında, “Pardon galiba benim telefonun,” dedi ve ayağa kalktı. Bir metre kadar uzağında duran çantasını alıp fermuarını açtı. Telefonun ekranında beliren isim gözlerinde mutluluğa neden olmuştu, “Alo İlker.” “Merhaba güzellik, nasılsın bakalım?” Soruyu soran sesin tınısında bir başkalık vardı. “Ben iyiyim de sen nasılsın?” Genç öğrenmenin adımları hızlandı adımları hızlandıkça sessizlik sinirlerini bozmaya yetti. “İyiyim.” Ortamdan uzaklaşırken meraklı bakışlar var mı diye arkasına dönüp baktı. Kimsenin ondan tarafa bakmadığından emin olduğunda, “İlker, neyin var?” diye sordu. ”Ben iyiyim de sizler için endişeleniyorum.” Birkaç adım daha atarak ortamdan biraz daha uzaklaşmak istedi. Bu arada arkadaşlarının ve annesinin dikkatini üzerine çekmek istemediği için sıradan bir bakış attı. “İlker ne demek şimdi bu?” Genç adamın, sesi yavaş yavaş gür bir hal almıştı. “Şu şerefsiz adam hala yakalanmadı. Her gün hakkında yeni şeyler öğreniyoruz. Şimdi de…” derken telefon kapandı. “Alo İlker.” |
0% |