Yeni Üyelik
19.
Bölüm

Sonsuz Sessizlik B-19

@my_lore

Bölüm.19. Sonsuz Sessizlik

Sessizlik sonsuz bir sessizlik kuşattı boş koridorları. Tavanda asılı spot lambalar beyaz ışık yayarken aydınlattığı suretlerin yüzleri soluk sarıya çalıyordu. Hepsinin damarlarında akan kanı çekilmiş hepsinin yüzünde acının izleri kol geziyordu. Orta yaşlı adamın ayakları mıh gibi yere çakılı kalmıştı. Sorular soruldu ama cevaplar havada asılı kaldı, çünkü vücudunun havada yaprak gibi sallandığına bakılacak olursa takati yoktu geçmişin hesabını vermeye.

Onu can evinden vurmuşlardı. Bir evladını kurşuna dizmişler diğerini onun peşinden sürüklemişlerdi, şimdi ikisi de canıyla cebelleşiyordu. “Onlar benim de evlatlarım!”

Bir adım daha attı fakat yürüyecek mecali yoktu. Susuzluktan dili damağına yapışmıştı. Yutkunmak istedi ama boğazında acı bir tat oluştu yutkunamadı. Saatlerdir ağlamaktan boğazı tahriş olmuş ses telleri işlevini kaybetmişti. Konuşurken pürüzlü çıkıyordu sesi. “Şimdi mi aklına geldi bir evladın olduğu?”

İbrahim Ateş, evlatlarının başına geleni öğrenir öğrenmez soluğu kasabada almıştı; zaten olayın iç yüzünü oğluyla birlikte öğrenmişlerdi. İlker, kız kardeşini korumak ve uyarmak için kasabaya koşmuştu ama maalesef yetişememişti. Zarife Hanım, olayın bu boyutunu henüz bilmiyordu.

“Benim bir suçum yok bu işte!”

Ömür, orta yaşlı adamı tanımıştı. Saçları hafif kırlaşmış olsa da hala eski görünümünden pek bir şey kaybetmemişti. Yine dik duruşlu yine kaslı yine esmer yanık tenliydi. Genç adam, iki arada kalmıştı hangi tarafa eğilim gösterse biliyordu ki diğer taraf diskalifiye olacaktı. Zarife Hanım’ın koluna girdi. “İsterseniz siz biraz oturup dinlenin. Belli ki İbrahim amca uzun yoldan gelmiş. Biliyorsunuz çocuklarını görmek onun da hakkı.” Bunu söylerken ister istemez çekingendi Ömür, çünkü acılı kadının nasıl tepki vereceğini kestiremiyordu.

Kalbi iki parçaya ayrılmış her iki tarafı da eşit acıyla kavrulurken kuruyup çatlamış dudaklarını yalayarak ıslatmak zorunda kalmıştı. “Onun çocuklarımın üzerinde hiçbir hakkı yok. Onları gözünü kırpmadan bırakıp giden bir baba o.”

Bütün bu konuşmaları yaparken yüreği yangın yerine dönen kadının vücudu fırtınaya yakalanmış kuru bir yaprak gibi tir tir titriyordu. Yılgınlığın yarattığı izdiham körkütük yakalamıştı varlığını dirayet göstermek istedikçe direnci kırıldığından daha fazla ayakta kalamadığından Ömür’ün yardımıyla kalktığı yere tekrar oturmuştu.

İki taraflı sulhu sağlamak isteyen Ömür, bir köşede sessiz sedasız oturan Rüzgâr’a kaşlarını biraz yukarı kaldırarak İbrahim komutanın tarafını göstererek işaret verdi. İşareti alan Rüzgâr, oturduğu yerden kalktı orta yaşlı adamın yanına doğru adımladı. Tam olarak karşısına geldiğinde durdu. “İbrahim amca, isterseniz biz biraz uzaklaşalım buradan. Zarife teyzeye anlayış göstermeniz lazım. Kadının yaşadıkları hiç de kolay değil. Üstelik hastalar şu an yoğun bakımda kimseye göstermiyorlar. Burada kalmanız boşuna. İsterseniz şimdi gidin sabah gelip görürsünüz. Eğer…” dedi ama sözü hava kaldı. İbrahim komutan, elini Rüzgâr’a karşı tutarak, “Ben buradan hiçbir yere gitmiyorum. Şu kapının arkasında yatanlar benim de çocuklarım!”

Bunu söylerken öyle yüksek bir sesle söylemişti ki, komutanın sesi koridorda yankılanarak Zarife Hanım’ın kulaklarını tırmalamıştı. “İyice saçmalıyor. Terk edip gittiği çocuklar ne zamanda beri çocukları oldular.”

“Teyzeciğim lütfen sakin olun!”

Ömür’ün sükûnet çağrısından sonra avuçları arasında sıkıp durduğu pet şişenin kapağını açtı ve bir yudum su içerek kuruyan boğazını ıslattı. “Ömür evladım, kusura bakma. Seni de kendi sorunlarımızla boğduk. Onu karşımda pişkin pişkin görmeye dayanamıyorum; çünkü bu benim elimde değil.”

Uzanıp soğuk buz gibi ellerini avuçları arasına aldı genç adam. “Bütün bunları duymamış olayım Zarife teyze. İçeride yatan bizim arkadaşlarımız, bunun kusuru olur mu? Keşke elimizden daha fazlası gelse ama maalesef bu aşamada gelmiyor. Bak ne diyeceğim, bana kalırsa burada boş yere bekliyorsunuz. İstersen ben sizi eve bırakayım. Sabah tekrar alır getiririm buraya.”

Zarife Hanım olumsuz anlamında başını sağ sola salladı. “Olmaz, ben buradan hiçbir yere gitmem. Gerekirse günlerce beklerim.”

Gözlere uyku vurdu ama beklemek uykuya galip geldi. “Seval Hemşire, uykunun esiri olmuş ama uyumamak için inat eden şiş gözlerini kırpıştırarak yoğun bakım ünitesinin kapısında göründü. Seval Hemşireyi görünce hepsi ayaklandı. Nefes nefese kalan anne hanım, “Hemşire hanım, bir gelişme mi oldu neden geldiniz?”

Uykusuzluğun verdiği tükenmişlikle dudaklarını araladı genç hemşire. “Yok, henüz bir gelişme yok, zaten olmayacağını daha önce söylemiştim size. Ben sesleri duydum da onun için geldim. Bakın burada beklemeniz yersiz. Herkes evlerine gidebilir sabah tekrar gelirsiniz.”

Ömür, hemşirenin kulağına bir şeyler fısıldadı hemşire olur anlamında başını aşağı yukarı salladı. “Siz beyefendi benimle gelin. Teyzeciğim siz de biraz ilerde bekleme odası var oraya geçin. Orada hem uzanır biraz dinlenirsiniz hem de ben sizi gelişmelerden haberdar ederim.” İbrahim komutan, hemşireyle birlikte gitti bizimkiler bekleme odasına geçtiler.

İbrahim Komutan dışında herkes bekleme odasındaydı ve her biri bir koltukta sızıp kalmıştı. İbrahim Komutan, çocuklarını yoğun bakımın cam bölmesinin arkasından görmüş ve ilçeye ordu evine gitmişti geceyi geçirmek için.

“Günaydın!” Sesiyle hepsi gözlerini perdeleyen kapaklar aralandı ve Seval Hemşirenin yüzüne alık alık bakmaya başladı. İlk ayağa fırlayan Zarife Hanım olmuştu. “Hemşire hanım, yoksa hastalardan bir haber mi getirdiniz?”

Yüzüne buruk bir tebessüm yerleştirirken, “Yok, ama benim mesai saatim bitiyor o yüzden gitmeden önce hastaları size göstermek istedim; onlar ancak akşama uyandırdılar.”

İki arkadaş ve anne hanım, yine camın arkasından yine derin uykuda uyuyan hastaları seyrettiler uzun uzun; anne yüreği onları sessiz sedasız yatarken görmeyi kaldırmıyordu ama elinden dua etmekten başka bir şey gelmiyordu.

“Allah’ım, sen çocuklarımı bana bağışla. Lütfen onların acısını bana gösterme. Onlardan önce benim canım al ama bana acılarını yaşatma.”

Omzuna dokunan bir elle iç dünyasından sıyrıldı başını usulca geriye doğru çevirdi. “Süreniz doldu, lütfen çıkalım artık. Hem onlar iyiler sadece uyutuluyorlar. Hiç merak etmeyin akşama uyandırılınca görüşürsünüz.”

Saliseler dakikalara evirildi dakikalar saatlere. Ömür ve Rüzgâr, ikilisi bir an olsun yalnız bırakmıyorlardı dış dünyadan soyutlanmış sadece evlatlarını düşünen kadını. Hemşirenin dediği gibi akşam saatlerine doğru hastalar uyandırıldı ve normal yataklı odalara alındı. İkisinin de bilinci yerindeydi. İlkem’in vücuduna üç kurşun saplanmıştı ama hayati organlarına zarar vermemişti. Ona ateş eden adam, sanki bunu bilerek yapmıştı; öldürmeyip işkence çektirmek ister gibi.

İlker’in birçok yerinde kırıklar vardı. En kötüsü camdan fırlayınca başını çarpmıştı ve endişe edilecek tek sorun kafasındaydı. Normal odaya alınmıştı ama İlker’i fazla uyanık tutmuyorlar yorulmaması için uyutuyorlardı; çünkü uyandığını zaman hemen ayağa kalkmak istiyordu. Hala bilinci açıktı ve hala içi öfke doluydu. Üstelik uyandığında ilk sorduğu soru, adamın yakalanıp yakalanmadığı olmuştu ama maalesef suçlu henüz yakalanmamıştı. Yakalanmamıştı ama artık suçlunun kim olduğunu biliyorlardı.

&&&

Günler günlere evirildi zaman obur bir fil gibi her şeyi yalayıp yuttu. “Kızım biraz dikkat et kendine. Sende biliyorsun daha yeni iyileştin; zaten o deli dana beni dinlemeyip işine döndü. Bir aklım hala onda kaldı, bari sen beni yorma.”

Küçük adımlar atarak masa başındaki sandalyeye oturan İlkem, elinden geldiğince olayın psikolojisini üzerinden atmaya çalıştığından annesine iyi olduğunu anlatmaya çalışıyordu. “İlker, en iyisini yaptı anne. Sen onu düşünme. Benim de bu kadar üstümüze düşmesen mi artık. Bak bende iyiyim. İlker, işine döndü benim de kendimi bir an önce toplayıp işime dönmem gerekiyor. Hem arkadaşlarımın yakında açılışı var. Bizim yüzümüzden onların da işleri aksadı.”

Üfleyerek nefes alıp verdi uzandığı çekyatın üzerinden doğrulurken. Yüzünün her kıvrımında endişe vardı. “Kızım benim içim hiç rahat değil. Biliyorsun bu işleri başımıza açan adam hala yakalanmadı. Tekrar bir fenalık edecek diye korkuyorum açıkçası. İstiyorum ki; her ikiniz de gözümün önünde olun.”

Sağ eliyle yüzünü avuçlayan genç kadın, dirseğini masaya dayadı ve boşta kalan sol eliyle önündeki meyve tabağından bir dilim aldı; dilimlenmiş meyvenin ucundan bir ısırık koparıp çiğnemeye başlarken aynı zamanda annesiyle konuşuyordu. “Ne yapalım anne, hep korkarak ve bir köşeye sinerek yaşayamayız. Mecburuz hayatımıza devam etmeye. Elbet bir gün yakalanacak zaten adamın kimliği belli oldu. Polis her yerde adamı arıyor. Bundan sonra kolay kolay peşimize düşemez. Sen bu konu için artık endişelenme.”

&&&

Şirketin açılış günü gelip çatmıştı ve dört arkadaş ekipçe oradaydı, her zaman birbirlerine tam destek ve hep destek vermek üzere. Bir ara Ömür, öğretmen hanıma başıyla işaret verdi "gelir misin" diye. Ömür ile birlikte kalabalıktan biraz uzağa çekildiler.

"Ne yaptın Ömür, buluşmak için bir şeyler ayarlayabildin mi?”

"İlkem hocam, kasaba çıkışında nezih bir yer açılmış. Sen Sude'nin izni az deyince bende açılış kutlamasından hemen sonrası için orada bir masa ayırttım, olur mu?”

"Güzel fikir, bence çok iyi düşünmüşsün,” dedi İlkem.

Ömür, cebinden bir kutu çıkartıp açtı ve İlkem’e gösterdi. “Peki ya bu olur mu? Yoksa yüzük için biraz acele mi ediyorum?”

İlkem, acele mi değil mi sorusunu yanıtlayamadı, zira bu konuda tereddütleri vardı. söyleyecek sözü olmadığından kaçamak bakışları kendine boşlukta yer aradı. Gerçekten bunun cevabını vermek kolay değildi, çünkü Sude’nin tavrı ortadaydı. "Ömür, bu sorunun cevabı bende değil ama ben derim ki önce ona duygularını aç. Sonra Sude'den gelecek tavra bak. Ona göre yüzüğü devreye koyarsın, hemen olmaz. Gerçeği konuşmak gerekirse Sude, beni endişelendiriyor. Onun ne yapacağını kestiremiyorum.”

Güne damgasını vuran cevaplar Ömür’ün çehresini gölgelediğinde kara gözleri belirsizliğin izdüşümüne kapıldı. Yüzünün her detayına umutsuzluk çöreklendi. Yanağının iç kısmı dişleri arasında ezilirken bakışları yerlerde sürünüyordu. "Senin gibi bende Sude’yi anlamakta zorlanıyorum. Su gibi berrak yüzüne, feri sönmüş gözlerine, her baktığımda aşkı okuyorum ama bakışları başka söylüyor dili başka. Ben Sude için çok kaygılıyım İlkem hocam. Sanırım Sude’nin bizim bilmediğimiz bir sıkıntısı var. Neyse derdi tasası bu gece öğrenemeye çalışacağım. Tabii yemek teklifimi kabul ederse, çünkü daha o bile net değil.”

 

Ömür’ün sözlerine katılmamak elde değildi. Sude, ser veriyor sır vermiyordu. Kalbi bir kuş gibi kanat çırpıp sevdiğinin dalına konmak isterken varlığı geri geri gidiyordu. “Şansın bol olsun arkadaşım şansın bol. Başka bir şey gelmiyor elimden.”

 

Ömür’ün mantığı başka yönde çalışıyordu kalbi başka yönde. İkisinin de ibresi farklı yönde ve birbirine zıt çalışıyordu. Kalbi pes etmezken mantığını devre dışı bırakıyordu; zaten aşk böyle bir şeydi değil miydi? Ne kural tanırdı ne mantık arardı. Kalbinin serzenişlerine kapılan Ömür, "İlkem hocam, nolur bu gece için ikna et Sude’yi.”

‘İlkem, ikna et Sude’yi.’ İkna girişimi kolaydı da ikna etmek zordu. Sude’yi ikna etmek o kadar kolay görünmüyordu zira.

Genç öğretmen, arkadaşı Sude, konusunda fazla ümitli olmasa da ikna etme konusunda şansını deneyeceğini söyledi ve meraklı bakışları üzerlerine çekmemek adına Ömür'ün yanından ayrıldı. İnsanların ilgisini durduk yere üzerlerine çekmenin bir anlamı yoktu. Sonuçta burası küçük bir kasabaydı ve çoğu insan da birbirini tanıyordu. Yanlış anlaşılmalara sebep olmamak lazımdı.

İlkem, kalabalığın arasına tekrar karıştığında Sude'nin onu telaşla aradığını gördü. “Nihayet seni buldum. Bir saattir seni arıyorum nerelere kayboldun?"

Kaşları yukarı kalkıp tekrar eski konumuna dönerken, buna paralel olarak gözleri yavaşça büyüdü. Gülümseyen dudaklarının kenarında küçücük bir gamze oluştu. İşi şakaya vurduğu yüzünün her mimiğinden belli oluyordu. Garson kızın tepsisinden bir bardak limonata aldı. Parmakları arsındaki bardağı dudaklarının arasına götürdüğünde bir yudum içti. İçtiği yudumu ağız boşluğunda yuvarladı ve yutmadan önce tadının dimağına yayılmasını bekledi. "O kadar oldu mu ya?" diye sorarken limonata bardağından bir yudum daha içti.

“Şaka gibisin, ne demek oldu mu?” diye sorarken Sude, devrik bakışlarını sağda solda gezdirdi.

Biraz önceki duruşundan ödün vermeyen İlkem, özellikle kısa ve merak uyandırıcı cevaplar veriyordu. "İşlerim vardı. Bir tanıdığa rastladım. Onunla konuşuyordum.”

Ne yapmaya çalışıyorsun bakışı atan Sude, "Hangi tanıdık?” diye sorarken her hecesinde cidden merak hüküm sürüyordu. Bu da gösteriyordu ki, istenilen hedefe doğru ilgi çekmeyi başarmıştı İlkem.

Genç öğretmen kayıtsızca omuzlarını kaldırıp indirdi. Kendince olayı basitleştirmek istiyordu. "Öğrenci velilerinden biri işte, çocuğunun durumunu sordu. Burası yeriymiş gibi.”

Sude’nin sorularından ve inanmadığı cevaplardan bunalan İlkem, onun kolunda girip kendine doğru çekiştirdi. “Benimle gelir misin?” Birlikte adım atmaya başladılar sakin bir köşeye çekilene kadar.

Garip garip arkadaşını gözlerinin içine bakan ve orada kendine bir cevap arayan genç kadın, “Neler oluyor İlkem, neden gizem yaratıyorsun?” diye sordu.

"Sude, canımın içi, önce itiraz etmeden söyleyeceklerimi iyi dinlemeni istiyorum." Peşinden başparmağını arkadaşına doğru sallayıp ‘sakın sözümü’ kesme diye tembihledi.

Sude, hayretler içinde arkadaşına bakıyordu. Sanki üflesen uçacak ve karşı duvara yapışacak gibiydi. "Her şeye tamam da kötü bir şey yoktur umarım? Onca yaşanandan sonra gerçekten benim gözüm korkar oldu.”

Sude’nin içten içe titrediğini fark eden İlkem, dingin bir ses tonluya onu sakinleştirmek adına konuşmaya başladı. “Canımın içi, biraz sakin olur musun? Senin sandığın gibi kötü bir şey yok ortada ama bu biraz sana bağlı tabii."

“Bana bağlı olan şey nedir, bak şimdi merakım ikiye katlandı.”

İlkem, bıkkın bir ifadeyle ofladıktan sonra, “Sude’ciğim, canımın içi, öncelikle her şeyin senin iyiliğin için olduğunu unutma. Konuya gelince inan bana söze nereden başlayacağımı bende bilmiyorum. Kısacası Ömür, seninle görüşmek istiyor. Senin için yemek ayarlamış.“ Genç öğretmen, sözlerine küçük bir mola verip derin bir soluk aldıktan sonra konuşmasına kaldığı yerden devam etti. “Sonunda söyle bildim, çöpçatanlık cidden zor işmiş.”

Sude, arkadaşının karşısında buzdan bir heykel gibi donup kalmıştı. İlkem, kendine gelsin diye eliyle dokunarak sarstı. “Sude, beni korkutuyorsun, neler oluyor neden konuşmuyorsun?”

Sude’nin titrek dudakları arasından savruk kelimeler dökülürken birer birer, "Neden yapıyor ki bunu?" dedi.

İlkem, sonunda dayanamayarak patlamıştı. Sesinin her bir teline gerçeklerin ezberini yükledi. "Söyler misin bana, adam seni sevmekten başka ne yapıyor? Kızmaya başlıyorum artık. Önce davete icabet edeceksin. Sonra da onu dinleyeceksin. Bu kadar kararsızlık yeter be kızım. Ömür, yıllardır seni bekliyor. Bunu bildiğin halde bilmezlikten geliyorsun. Seni sevdiğini bilmediğin söyleme sakın çünkü biliyorsun.”

Sude, üstü üste derin derin nefesler alıp verirken ofladı. "Her şeyi biliyorum bilmesine ama benim ona verecek cevabım yok."

"Nasıl yok?" diye sorduğunda Sude, bir bilinmezin daha kapısını aralamış ezberleri bozulmuştu İlkem’in.

Sude’nin dudakları içe doğru büzülürken omuzlarını kaldırıp indirdi. Buğulu gözlerini örtmek isteyen kapakları örtüldü açıldı. Göz kapakları kapanıp açıldığında kirpik uçlarına bir damla asılı kaldı. "Yok, işte. Ona verecek bir cevabım yok. Eğer ona verecek bir cevabım olsaydı bu zamana kadar bekler miydim? Ben onu ölesiye severken inan bana beklemezdim."

"Sorun nedir anlat o zaman bana nedenini anlat…"

"Yok, anlatamam!"

 

"Başka biri mi var diyeceğim ama zannımca o da yok. Kızım yoksa sen hasta falan mısın? Seni bu kadar üzüp yıpratan şey nedir? Bana söylemek istemezsen anlarım seni. Gizlin her neyse git bari Ömür’e anlat. En azından neyin ne olduğunu bilsin ona göre şekillendirsin hayatını. Kısacası umut etmeyi bıraksın.”

Sude, ıslanan kirpik uçlarını parmak uçlarıyla yok etmeye çalışırken beklenmedik bir şekilde karar değiştirmişti. "Tamam, madem doğrusu bu Ömür ile görüşmeyi kabul ediyorum.”

İlkem, bu kadar kısa süre içinde sonuç aldığı için şaşkındı ama öte taraftan da sevinmişti. Uzanıp arkadaşının ellerini sıkıca kavradı ve yanağına sulu bir öpücük kondurdu. "En doğru kararı verdin, git görüş ve sonucu bana bütün detaylarıyla anlat. Sakın anlatamam deme zira küçücük bir açıklamayı hak ettiğimi düşünüyorum.”

“Belki anlatırım, fazla ümitlenme.” Gülüştüler…

Bu sırada Songül, elinde kanepe dolu bir tepsiyle ikilinin yanına sokuldu. “Buyurun, ikramlarımız güzeldir,” dedikten sonra, “Hoş geldin Sude abla," dedi, dereken de İlkem’e dirseğiyle dürtüp, "İlkem abla, geçen söylediğim şeyi unutma sakın," diyerek imada bulundu.

"Unutmam Songül, unutmam!" İçinden zaten o iş üstünde tezimi geliştiriyorum diye geçirdi. Songül, birazcık patavatsızdı ama yapacak bir şey yok. İnsanlar türlü türlü yaratıldıklarından mütevellit Songül de bu türlüydü. İçten, samimi, fakat içtenliğin verdiği bizlerin patavatsız dediğimiz bir huydu onunki.

İlkem, istediğini almış keyifle limonata bardağını fon-diplerken gözü açılış için gelen çelenklerden birine takıldı.

Olmazdı değil mi, böyle bir şey olamazdı…

Loading...
0%