@my_lore
|
Hayat yokuşunu tırmanmaya devam ederken kendini kasabanın inişli çıkışlı sokaklarını arşınlarken buldu. Nedensizce geziyordu. Kim bilir belki de kaybolan ruhunu vitrin camlarında arıyordu. Camlarda yansıması vardı, demek ki kendisi de vardı. Yürüdü. Yürüdü. Hiç sevmediği halde giydiği yüksek ökçeli ayakkabılar topuklarını vurana kadar yürüdü... Şuursuzca yürürken akşamı da etmişti. Sokak lambaları birbiri ardına yanmaya başlarken varlığının aksi vitrin camlarında boy gösteriyordu. Yüksel ökçeli ayakkabılar ayaklarına vurduğundan dolayı ağır aksak yürüyordu. Yorgun bitap düşmüştü. Omzuna dokunan yabancı bir elle buz tuttu her uzvu. Ürkek ve meraklı gözlerle usulca başını geriye doğru çevirdi, zira bu sabah aklına düştükçe vücudunu ter basıyordu. Okulun bahçesinde bayılıp kalmıştı. Uykusuzluğun yorgun düşürdüğü vücudu bir de kurşun skandalıyla hepten tükenmişti. Başına toplananlara ‘kahvaltı yapmadığım için biraz başım döndü tansiyonum düşmüş olmalı’ yalanını atmıştı. Oysa o kurşun hala avuçları arasındaydı ve sımsıkı tutuyordu. Kendini umursamazca sokağa atması tükenmişliğinin bir göstergesiydi. Bu işkenceye artık dayanamıyor ve bir son vermek istiyordu. Uçurumun kıyısına bir salıncak kurmuştu yılgınlığı yaşayan ruhu ve o salıncakta hayat yorgunu bedeni oturuyordu. Ne olacaksa olsun oturduğu salıncağı uçurumun boşluğuna doğru kim itecekse itsindi; bu saatten sonra hiçbir şey umurunda değildi... “İlkem, dakikalardır arkandan sesleniyorum beni duymuyorsun, neyin var? Onun yolunu şaşırmış ruhu uçurumun kıyısındaydı nasıl duyacaktı Ömür’ü?” “Seni duymadım. Biraz yürümek istemiştim. Kahretsin, şu ayakkabılar ayağıma vurunca dalmışım işte. Sen nereye böyle?” “Biraz önce seni gördüm arkandan seslendiğim halde beni duymadın. Şey diyecektim. Rüzgâr,” dedi ve soluklanmak için duraksadı. İlkem’e yetişebilmek için baya efor sarf etmişti anlaşılan. Ömür’e cevap verirken sağ elinin avuç içindeki kurşunu sıkıca tutuyordu. Yaşadıklarını hıncını çıkarmak ister gibi avuç için var gücüyle sıktıkça metal parçası etine saplanıyor ve bu onun canını yakıyordu. Bu acıyla yüzünü buruştururken, “Rüzgâr mı, ne olmuş ki Rüzgâr’a?” diye sordu. Ömür, dudak ucuyla gülümsemiş gülümseyince kara gözleri kısılmıştı. Gözleri kısılınca karizmatik görüntüsü daha da ortaya çıkmıştı. “Merak etme Rüzgâr’a bir şey olduğu yok, dün beni aramıştı da…” Genç öğretmen bu kez bütün dikkatini Ömür’ün üzerinde yoğunlaştırmıştı. “Siz Rüzgâr ile görüşüyor musunuz ki?” Ömür’ün yüzünün şekli değişti ve hüzünlü bir hal aldı. “Şey, birkaç yıl önce anne ve babasını kaybetmişti trafik kazasında. İlk olarak o zaman görüşmüştük. Sonrasında birkaç kez telefon aracılığıyla görüştük, hepsi bu kadar.” “Hım,” diye dudakları dışa doğru kıvrılırken İlkem’in, “Yani şimdiye kadar pek yüz yüze görüşme imkânınız olmadı öyle mi?” diye sordu. Soruyu sormuştu ama şimdiye kadar neden Rüzgâr ile görüştüğünü kendisine söylemediği için de arkadaşına alınmıştı. Yüzüne kahırlı bir ifade yerleştirdi ve göz kapaklarını bir kereliğine kapatıp açtı. “Bak alındım şimdi. Bana Rüzgâr ile görüştüğünden daha önce hiç bahsetmemiştin?” Ömür, ellerini açarak omuzlarını kasarken bakışları önce yerlerde gezindi sonra hafifçe yukarıya doğru kaydı. “Bilmem, şimdiye kadar aklıma gelmemiş olmalı.” dedi. İlkem, “Tam bir sorumsuzluk örneğisin arkadaşım,” diye sitem ettiğinde ister istemez dudaklarına inceden bir tebessüm asılı kalmıştı. “Ee, anlat bakalım Rüzgâr’ı?” Ömür, ellerini ceplerine soktu yumuşak adımlarla yürümeye başladılar. İlkem de onun adımlarına eşlik etti. “Rüzgâr, dün kasabaya gelmiş. Beni aradı buluşup görüştük. Ben de Rüzgâr’a senden bahsettim. Eğer kabul edersen seninle de görüşmek istedi.” Gerçekten bu haber İlkem’i çok heyecanlandırmıştı. Bugünün sonunda aldığı en güzel haberdi bu. Mutluluğu perçinleyen adımları durdu onun adımları durunca Ömür’ün de adımları durdu. Bakışlarına yeniden can gelirken, gülümsemeye çalıştı. “Görüşürüm tabii görüşmez olur muyum hiç? Peki, neden gelmiş kasabaya? Bildiğim kadarıyla burada yaşamıyordu?” Ellerini cepleriyle buluşturan Ömür, boynunu içe doğru çektiğinde kasılan omzu yukarı kalktı. Salaş bir duruş sergilerken konuşmaya devam etti. “Trafik kazasında ailesini kaydettikten sonra eğitim hayatına bir süre ara vermiş, o yüzden üniversiteyi daha yeni bitirmiş. Senin anlayacağın kendini ancak toparlayabilmiş. Sende biliyorsun, onların burada kendi evleri vardı. İşte o evi satıp bir iş kuracakmış. Yani birkaç günlüğüne gelmiş buraya.” Eski günleri hafızasında yenilenirken genç kadın, içli bir nefes alıp verdi. “Olmazsa siz bir gün ayarlayın buluşalım. Onunla görüşmeyi çok isterim.” Sağ ayağının üzerinde hafifçe İlkem’e doğru döndü ve adımlarını durdurdu. “Bildiğim kadarıyla fazla vakti yokmuş, çünkü geri dönmeyi planlıyor. Ben en kısa süre içinde görüşmeyi ayarlarım ve sana haber veririm, olur mu?” İlkem, hiç düşünmeden olur cevabı verdi. İyi akşamlar dileyip birbirlerinden ayrıldılar. Yine yapayalnız kalmıştı avuçları arasında tuttuğu kurşunla. Bıraktı kendini masalsı akşamın kollarına… Tahriş olmuş aksak ayakları onu lojmanın kapısının önüne kadar getirmişti. Önce derin nefesler alıp verdi, çünkü içinde kopan fırtınaları annesine belli etmemesi gerekiyordu. Ciğerlerine doldurduğu nefeslerle bastırdı ruhundaki koptu kopacak fırtınayı. Kapı kilidini kendi anahtarıyla açtı. “İyi akşamlar anne!” derken sahte bir gülücük gönderdi salonun kapısı önünde bekleyen annesine. “Nerede kaldın kızım, merak ettim seni? Madem dışarı çıkacaktın neden haber vermedin? Sabah ne oldu da bayıldın hiç anlayamadım ben?” Yalan söylemek âdeti değildi yalandan iyi görünmeye çalışması dışında ama bu aralar sevmediği yalanları çokça söyler olmuştu. “Hiç anne biraz yürümek istedim, birkaç kitapçı gezdim.” Şu (!) dedi yüksek ökçeli ayakkabıları göstererek “ayağıma vurunca ağır aksak ancak gelebildim.” Yalanına ne kadarda kolay inanmıştı annesi. Kendinden utandı ve suçluluk duygusuyla başını önüne eğdi. “İçeriye geçsene kızım, kapı önünde ne bekliyorsun?” İçeriye geçti. Bu gününe damgasını vuran ayakkabıları bir tarafa fırlattığı gibi ayağına yumuşacık tüylü ev terliklerini giydi. Esaretinden kurtulan ayakları bayram ederken rahatlamıştı. “Sana söylemeyi unuttum anne. Eve gelirken sokağın köşesinde Ömür’ü gördüm.” Zarife Hanım, mutfağa doğru adımlarken koridordan seslendi. “Ee, ne olmuş Ömür’e?” “Bir şey olmamış. Sana saygı ve hürmetlerini yolladı.” Zarife Hanım, memnun olmuş bir ses tonuyla, “Getiren gönderen sağ olsun kızım.” dedi. Genç kadın, annesiyle uzaktan uzağa konuşurken oda kapısının önüne de gelmişti. Kapı koluna yüklenip bastırdı ve açılan kapıyı içe doğru ittirdi. Odasına geçtiğinde elindeki çantasını yatağın üzerine fırlattı. Kıyafetlerini çıkarmaya başladı. Siyah dar kesim kumaş pantolonu bacaklarından aşağıya doğru sıyırırken, “Bir de Rüzgâr, gelmiş onu söyledi.” Mutfak ve odası arasında fazla bir mesafe yoktu birbirlerini duyabiliyorlardı. Pantolonu yerden almak isterken cebindeki kurşun pat diye yere düşmüştü. Birkaç dakikalığına olsun unutmuştu ama kendini hatırlatmak ister gibi şimdi tam olarak önünde duruyordu. Zarife Hanım, mutfaktan yüksek sesle konuşarak, “Hangi Rüzgâr?” diye sorduğunda annesinin sesiyle bakışlarını yerdeki nesneden çekip hemen eline aldı ama avuç içinde tuttuğu soğuk metal kanını donduruyordu. Bir an önce bu soğuk yüzlü ölümü çağrıştıran metal parçasından kurtulmak ister gibi yatağın üstüne fırlattığı çantasını aldı fermuarını açıp hızlıca içine bıraktı. Hatırlamadığı için Rüzgâr’ın sormuştu annesi ama hatırlamaması çok normaldi, çünkü aradan uzun yıllar geçmişti. Üstelik Zarife Hanım, son zamanlar da yaşadıkları yüzünden neredeyse dünkü yediğini bile hatırlamıyordu. Üstündeki gömleğin düğmelerini çözmek için uğraşıyordu, düğmeli kıyafet giymeyi pek sevmezi daha çok düğmesi az kıyafetleri tercih ederdi ama bazen istisna olarak giyiyordu işte. Son düğmeyi de çözdükten sonra annesine cevap vermişti. “İlahi anne hangi Rüzgâr, olacak? Hani babası kâtip annesi hemşireydi? Siz annesiyle arada bir görüşürdünüz ya?” diye sorarken gömleğini çıkarıp yatağın üzerine bıraktı. İlkem, rahat eşofman altını giyerken annesi oda kapısına kadar gelmişti. “Ha, evet, şimdi hatırladım…” dedi mazinin tozlu sayfalarında gezintiye çıkmış gibiydi yüzündeki izlenim. Çekiştirerek giymeye çalıştığı eşofmanın beline gelecek kısmını göbeğinin tam altında gelince bıraktı. “Hah, işte o Rüzgâr!” Bacaklarına giydiği eşofmanın üstüne yarım kol penye bir tişört giydi. Önü fermuarlı üstlüğü de tişörtün üzerinden geçirip önünü açıkta bıraktı. Yatağın üzerine oturdu ve annesinin gözlerine bakarak, “Biliyor musun anne, birkaç yıl önce annesi ile babası trafik kazası geçermiş. Maalesef vefat etmişler.” Son cümleyi kurarken boğazı düğüm-düğüm olmuş ister istemez hüzünlü bir yüz ifadesi oluşmuştu. Zarife Hanım, elini ağzına bastırarak şaşkınlığını gizleyemezken, “Yapma ya, bak üzüldüm şimdi. Ne iyi kadındı. Beterin beteri var işte. Allah rahmet eylesin,” diyerek içlendi. İstemeyerek de olsa annesini üzmüş olmanın haletiruhiyesi içinde gözlerini kapatıp açtı İlkem. “Ömür, bir araya gelip görüşelim dedi. Ne dersin anne, sende Rüzgâr ile görüşmek ister misin?” Kalbine saplanan cümlelerin bıraktığı iz yüzünün gölgelenmesine neden olmuştu. Gelip kızını yanına oturdu. Kolları iki yanlarına uzandı. Sağ dizini büküp bedenini geriye doğru çekti. Yönü kızıyla aynı cephede buluşunca duraksadı ve dudakları belli bir aralıkla açıldı. ”İsterim tabii, hem de çok isterim. Bu vesile ile başsağlığı da dilemiş olurum çocuktan…” Genç öğretmen, annesine verdiği üzüntüyü bir önceki dakikalara yükleyip orada bırakmak için konuşmayı kısa kesip bir an önce bitirmek istiyordu. “Olur, anne birlikte gideriz,” diyerek konuyu kapattı ve ayağa kalkıp odasından çıkmaya hazırlandı. Ne çok yorulmuştu. Bacakları sızım sızım sızlıyordu. Odasından çıkıp oturma odası olarak kullandıkları salona geçti. Cidden üzerinde inanılmaz bir yorgunluk vardı daha fazla dayanamayarak melankolik bedenini çekyatın üzerine bıraktı. Zarife Hanım, kızının her hareketini ilgiyle izliyordu, gelip başucunda durdu. “Kızım niye uzanıyorsun, yoksa yemek yemeyecek misin?” “Biraz yorgunum anne, sonra yerim.” Başı yana doğru hafifçe yatarken omuzlarına bilinmezliğin töhmeti yüklendi. Son günlerde kızının halini hiç beğenmiyordu. Neden kaçamak bakıyordu gözleri? Neden her sorusunu bir bahaneyle geçiştiriyordu? Neden sürekli yorgun bir görüntü çiziyordu? Nedenler kafasının içinde çoğaldıkça ciğerlerinin nefessiz kaldığını hissetti. Göz kapakları aralandı tekrar kapandı. “Tamam, o zaman. Sen biraz uzanadur ben masayı kurayım,” deyip salondan çıkıp mutfağa yöneldi anne hanım. Hiç itiraz etmeden annesi salondan çıktığında ellerini başının altına koydu göz kapaklarını indirdi ve düşünmeye başladı. Neler yaşıyordu insanoğlu. Hani bir söz vardı ya ‘benim derdim dert midir, senin derdinin yanında’ diye. İşte tam da öyle hissetmişti karmaşık ruhu, çocukluk arkadaşının yerine kendisini koyduğunda; zira duygudaşlık yapmadıkça bir başkasının yerine kendi nefsini koymadıkça onun ne yaşadığını anlamak güçtü. Bunun için duygudaşlık yapmak lazımdı, duygudaşlık yapmadıkça maalesef insanı ve kaybetmenin ne demek olduğunu anlayamazdın… “Hadi kızım, sofra hazır. Kalk bir şeyler ye böyle acı acına olmaz ki? Üstelik sabah bayılıp kalmışsın. Yemek yememeye devam edersen bunun arkası gelir söylemedi deme.” Başucunda konuşan annesinin sesiyle göz kapaklarını araladı. “Tamam, anne.” Uzandığı yerden doğruldu bacaklarını toplayıp çekyattan salındırdı, dağılan saçlarını toplayıp bileğindeki lastik tokayla tutturdu. İçinde biriken nefesi bırakırken ayağa kalktı. Yemek masasına göz atığında annesine duyduğu minnettarlığı dile getirmek istemişti. “Zarife’ciğim yine döktürmüşsün. Patlıcan dolması mı yaptın, oh yanına da cacık, eline sağlık.” İki kadın akşam yemeğinden sonra çay kahve derken zaman baya ilerlemişti. “Anne ben yatıyorum, biliyorsun sabah erken kalkmam lazım. Hadi sana iyi geceler.” Televizyon da dizi seyreden Zarife Hanım, seyrettiği sahneyi kaçırmak istemediği için yarım ağız, “Tamam kızım, sana da iyi geceler,” derken çekyatın üzerine kaykılarak iyice yerleşti. İlkem’in niyeti yatıp uyumak falan değildi. Onun aklındaki tek şey bu sabah kendisine posta yoluyla gönderilen kurşundu. Bunu kardeşine haber vermesi gerekiyordu. Odasına geçmeden önce kişisel temizliğini yapmak için banyoya geçti ve fazla oyalanmadan geri çıktı. İçeriye girip kapısını sıkıca kapattı, çünkü annesinin telefon görüşmesini duymasını istemiyordu. Şarja takılı telefonun ekranını açıp baktı. Şarjı 100/100 doluydu. Hiç vakit kaybetmeden aradığı kişinin üzerine işaret parmağını dokundurdu. Telefon üçüncü çalışın ardından açıldı. “İyi geceler İlkem.” “Sana da iyi geceler, çalışıyor musun?” Sesinin ayarını kısabildiği kadar kısmıştı İlkem. “Hayır, bugün evdeyim.” Kız kardeşinin kısık bir tonlamayla konuştuğunu fark edince oturduğu yerden hemen doğruldu genç subay, “Bir sorun mu var?” “Evet, var.” Kısık sesle konuşuyorum annem söyleyeceklerimi duymasın diye. “Orasını anladım da sorun nedir?” diye sorarken sessizce yutkunmuş ve boğazında kekremsi bir tat oluştu. “Yine aynı mesele ve yine gizemli adam!” dedi ve sustu İlkem… Her şeyi bir çırpıda anlatmak istiyordu ama kuruyan ağız boşluğu buna engel oluyordu. Kuruyan dudaklarını diliyle yalayarak ıslatmıştı ama bu eylemin peşinden yutkunma ihtiyacı hâsıl olmuştu. Sinirle ayağa fırlayan İlker, “Bak ben bu adamı bir bulursan yedi sülalesini s…” “İlker!” diye uyardı onun fevri çıkışına karşılık olarak İlkem. “Severim diyecektim severim, hem de öyle bir severim ki analarından doğduklarını pişman olurlar.” Kol çantasının bir köşesinde sakince duran kurşunu ekrana tuttu resmini çekip kardeşine attı. Kardeşinden gelen ilk tepki küfür olduğu için yazar engeline takıldı. Tekrar arama tuşuna bastı. Birinci çalışta açılan telefondaki kardeşinin yoğun çıkan sesi sık nefes alışverişleriyle kesiliyordu. “Şerefsiz adi pislik, ne demeye göndermiş bunu?” “Bu sabah posta yoluyla göndermiş, zarfın üstünde de gönderici adresi yoktu.” “İlkem,” dedi ve sustu. Sanki onun da söylemek istediği bir şey vardı da söylemekten çekiniyor gibiydi, çünkü şu an bilgisayar başında araştırma yapıyordu. Bu sabah o da buna benzer bir haber almıştı. Bıraksalar dünyayı bir kibritle yakacak kadar öfke doluydu. Biliyordu artık yolun sonunu işaret ediyordu her şey. Bu zamana kadar kimliğini gizleyen şahıs, bu kez kartları açık oynuyordu. Birine kurşun göndermenin bir tek anlamı vardı. Birine açık bir künye göndermenin bir tek açıklaması vardı. Bu künyem bu da yapacağım eylem demek istiyordu. “Ne oldu İlker, neden sustun?” “Şey,” dedi ve yine sustu. Kelimeler boğazını takılıyor dudaklarından dökülmemek için inat ediyordu. Kara gözlerini bir kere kapatıp açtı, derin bir iç çekişin ardından, “Babama da böyle bir zarf gelmiş bugün.” “Babama mı? Ona da kurşun mu göndermişler? Kim bu adam bizden ne istiyor?” İlker, bildiklerinin birazını şimdilik saklama gereği duymuştu. Eğer anlatırsa onların paniklemesine sebep olabilirdi. Üstelik yaptığı araştırmanın sonuna gelmek üzereydi. Ona gelen zarftan sonra babası da bu konuda kendisine yardımcı olmaya başlamıştı. Babasının yardım ettiğini İlkem’e hiç söylemek istemiyordu. Kız kardeşini çok iyi tanıyordu ölürdü de babasından yardım talep etmezdi. “Hayır, ona kurşun göndermemişler. Ona bir künye göndermişler. Bir de mektup varmış içinde.” |
0% |