Yeni Üyelik
22.
Bölüm

Yüzleşme B.22.

@my_lore

Selam, temas ailesi nasılsınız bakalım?

Kitabı beğeniyorsan oy verip yorumlar yapmayı unutma.

📖📖📖

Hatıraları zihnimizde capcanlı tutan şey onlara verdiğimiz değerdir. Bu değer acısıyla tatlısıyla bir bütündür esasında. Bunun yanı sıra beyin denen mekanizma öyle değişik bir organdır ki; bana göre mutlulukların ömrünü kısa tutarken acıların ömrünü uzatıyor. Mutluluk denen olguyu kısa sürede diplere gömerken acıyı hafızamıza canlı tutuyor. Kim bilir beklide canını yakan eylemlerin bir daha tekrar etmesini istemediği için sürekli güncel tutuyordur. Biraz düşününce bu daha mantıklı geliyor insana.

Ömür, öne doğru eğdiği başını kaldırıp bakışlarını arkadaşlarının yüzünde gezdirdi. Bakışlarında gözle görülür bir şeklide kahır vardı. Elbette onlara kahırlanmakta haklıydı. Geçmiş zamanda dört arkadaş birbirlerine sözler vermişlerdi tutulmak üzere; ama yaşamın ters-düzü verdikleri sözleri unutturmuştu onlara…

İlkem, vefalı arkadaşını daha fazla bekletmek istemedi. Onun gözlerinin ta içine bakıp gülümserken, “Bizim ağacımız, yani çınar ağacı…” dedi.

Genç kadının verilen sözü hatırlaması Ömür’ü sevindirmişti fakat hala çehresinde bir burukluk vardı. İlkem’e gülümserken bile dudaklarının kenarına minik bir kinaye yerleşmişti. Sanki bir tür hayal kırıklığı yaşıyor gibiydi. Belli ki ilk hatırlayan Sude, olsun istiyordu.

Genç adamın, kelimelere yüklediği sitem dudaklarının kıvrılmasına neden oldu. “Evet, doğru. Bizim ağacımız, çınar ağacı. Hep birlikte diktiğimiz çınar ağacı. Hani o minicik fidanı diktiğimiz gün birbirimize sözler vermiştik? Büyüdüğünde her yıl gelecek gölgesinde anılarımızı paylaşacaktık. Hani dostluğumuzu ve arkadaşlığımızı pekiştirecektik? Görüyorum ki; herkes verdiği sözü unutmuş.” Ömür, geçmişi hatırlatmak isterken öyle bedbaht görünüyordu ki; susarken bile gözlerinde elem vardı.

İlkem, arkadaşının hatırlatmalarını dinlediği sırada tuttuğu nefesi geri bıraktı ve gözkapakları birbiri ardına kapandı açıldı. “Evet, hatırlıyorum, cidden o gün orada birbirimize sözler vermiştik ama hiçbirimiz verdiğimiz sözü tutamadık. Bu biraz da bizlerin elinde olan bir şey değildi. Hayat oradan oraya savurdu bizleri. Sude, susmuş onları dinliyordu.

Ömür, yine sözlerine kinaye yüklemişti. “Galiba ben bu buluşmayı fazla abartmışım. Biliyor musunuz? Ben yıllarca o günün hayalini kurdum ve bu hayalle yaşadım. Bir çocuk gibi baktım büyüttüm o küçücük fidanı. Belki bir gün verdiğiniz sözü hatırlar da gelirsiniz diye. Belki gelirsiniz de birbirimizle yeniden görüşme fırsatımız olur diye…”

Ömür’ün kahırlı sözleri ortamın sıcak havasını anında dağıtmıştı. İlkem, tane tane ama arkadaşının gönlünü almak için alttan alarak konuşmaya başlamıştı. “Haklısın arkadaşım, hem de yerden göğe kadar haklısın. Sözler veriliyor ama maalesef tutulmuyor. Biliyor musun, biraz önce de değindiğim gibi bu bizlerin elinde olan bir şey değil. Hayat adil değil çünkü.”

Ömür’ün konuşmak için dudakları aralandığında bakışları hayali bir noktaya bakmaya başladı. “Belki verilen sözleri tutmak elde değil ama sizler gidendiniz ben kalan. İnanın bana kalmak gitmekten daha zordu.” dedi.

Sözlerinin bitiminde karizma çocuk, parmak uçlarıyla saçlarını karıştırdı. Bu hareketi havasına hava katarken Sude, hayranlıkla ona bakıyordu. Ömür, işaret parmağıyla Sude’yi ve İlkem’i göstererek. “Bak şimdi bir aradayız ama hala verdiğimiz sözü yerine getirmedik. Sürekli bahanelerin arkasına saklanmak yerine bazen de verilen sözleri tutmak için birazcık çaba gerekir.” İlkem, kendini affettirmek için şakacıktan kızmış numarası yaparak. “Benim çabalamadığımı söyleyemezsin. Sende biliyorsun geldiğimde ilk iş olarak öğrencilerimi de alıp oraya gittim. Hatırlasana seninle de ilk defa orada karşılaşmıştım?”

Sude, uzunca bir sessizliğin ardından nihayet aralarına dâhil olmuştu ama yüzünde kederin bin bir türlüsü mevcuttu. “Evet ya nasılda unutuldu verilen sözler. Bu konudan yalan söylemek istemiyorum. Yani ben kendi adıma konuşacak olursam eğer, inanın benim aklımdan tamamen çıkıp gitmiş.”

İlkem içinden, canım arkadaşım yıllarca kendi derdine düşmüş nasıl hatırlasın ki, diye geçirdi.

Sude, ani bir heyecanla oturduğu yerden doğruldu. Yüzüne tebessümün en güzelini yerleştirirken aklına müthiş bir fikir gelmiş gibi yaparak gözlerinin perdesini kapatıp açtı. “Bakın size ne diyeceğim, bugün benim iznim bitti ama iş yerimden bir gün daha izin almayı denerim. Bir gün geç gidince kıyamet kopmaz sanırım. Eğer izin alabilirsem birbirimize verdiğimiz sözü yerine getirelim. Mevsim sonbahar olmasına rağmen havalar güzel. Yarın ağacımızı ziyaret etmeye ne dersiniz?”

Sude, konuşurken mutluluktan gözlerinin içi parlıyordu, “Hep birlikte gidelim. Tıpkı çocukluğumuzda olduğu gibi; piknikte yaparız…”

Bana kalırsa Sude, kasabadan gitmemek için bahaneler arıyor; yani hayatının aşkı bu kasabada olunca. Belki de onu engelleyen mazereti olmasaydı çoktan tayinini aldırmıştı bile. Onu sevdiğinden ayrı kalmak zorunda bırakan tek şey, bu mazeretti. Bu durum onun ruhunu param parça eden yegâne şeydi.

Ne yazık ki Sude’nin elinde olmadan bu dünyada nasibine severek ayrılmak düşmüştü. Bir gün kavuşurlar mıydı, işte orası dik bir yokuştu. En tepeye, ulaşabilmek için bu yokuşu ancak ikisinin birlikte tırmanması gerekiyordu. En azından Sude, şimdilik mutlu görünüyordu. Sanırım geçici olarak kederini rafa kaldırmıştı.

İnsanın sorunlarını öteleyerek yaşaması her ne kadar çözüm olmasa da. Problemlerimizle yüzleşmediğimiz sürece ötelemek hiçbir şekilde çözüm olmaz çünkü. Hiçbir şekilde çözüm olmayacağı gibi katlanarak büyümesine neden olur. Sorunlar katlanarak büyüdükçe de içinden çıkılmaz bir hal alır. Peki, Sude’nin kendi gerçeğiyle yüzleşmeye gücü var mıydı? Tabii ki bunu bizlere zaman gösterecekti…

Hiç şüphesiz her insanın içinde saklı zifiri bir karanlığı vardır. Sude’nin ruhunu karartan saklısını öğrendik; şimdilik derdi olan Sude gibi görünüyor. Ömür’ün ise âşık olup sevdiğini beklemekten başka tasası yok gibi duruyor ama bazen birinin karanlığı diğerini de içine çeker. İşte o zaman ruhları birlikte yanıp birlikte tutuşur. Belki de o iki can bir ömür debelenir durur yandıkları o ateş çukurundan çıkmak için. Görünen o ki, Sude’nin onarılmaz gerçeği Ömür’ü de içine çekecek.

O gece saatler geçmek bilmemişti; özellikle Sude için. Gece son bulup sabaha eriştiğinde İlkem, izin almak için doğruca okula yollandı. Sude’de kendi iş yerini arayarak bazı sorunların çıktığını ve bir gün gecikeceğini söyleyerek izin almaya çalışıyordu. İlkem’in izin alması kolay olmuştu. Geçirdiği hadiseden dolayı yeni iyileşmeye başladığı için okul müdürü izin konusunda anlayış gösteriyordu.

İlkem, kolayına izin alırken Sude, uzun uzun uğraş vermişti iş yerinden izin alabilmek için. En sonunda izinler alınmış ve piknik hazırlığına girişmişlerdi. İlkem’in içinde garip bir heyecan vardı, sanki ruhu taşıdığı yükü omuzlarından atmak için yer arıyordu. Nedensizce çok heyecanlıydı. Hazırlıklar tamamlanınca hemen Rüzgâr’a haber verdiler, çünkü onları piknik alanına Rüzgâr, götürecekti. Geceden öyle planlamışlardı. Hiç zaman kaybetmeden piknik alanına vardıklarında Ömür ve kız kardeşi Songül, çoktan gelmişlerdi bile.

…Ve hafif sararmaya yüz tutmuş çimenlerin üzerine kilim seriyorlardı. İlkem, arabadan iner inmez önce tertemiz havayı ciğerlerine teneffüs etti. Yaşadığı tatsız olaylardan kaynaklı açık havada olmaya daha çok ihtiyacı vardı. Nefes almaya içindeki sıkıntıları atmosfere savurmaya ihtiyacı vardı. Etrafına göz gezdirirken kendinden geçti. Gümüş deresinin çağlayarak akan suyunun sesi kulaklarında yankılanırken, hüzne bürünmüş ağaç yaprakları bir garip özlemi çağrıştırıyordu.

Birkaç adım daha attı ve başını gökyüzüne çevirdi. Başını gökyüzüne çevirdiğinde leyleklerin çığlık çığlığa toplu olarak buralardan göç ettiğini gördü. Leyleklerden biri göklerde kavisler çizerek diğerlerine öncülük ediyor, diğerleri de bir milim dahi şaşmadan öncü leyleği takip ediyordu. Öyle ki; leyleklerin kanat çırparken çıkardığı sesler semayı inletiyordu. Bu eşsiz manzara onu ondan alırken ruhunu bambaşka âlemlere götürmüştü.

Oldum olası doğal ortamları çok severdi. Üstelik burada masum çocukluğu vardı. Buranın kıyısında köşesinde saklı gülüşleri vardı. Şu sararamaya yüz tutmuş çimenlerin üzerinde ayak izleri vardı. Gümüş deresinin yosun tutmuş taşlarının üzerinde ayak izleri vardı. Burası onun saklı cenneti gibiydi...

Zarife Hanım’ın “İlkem kızım” diyen sesiyle geri döndü gittiği hayali yolculuktan. Songül, yere serdiği kilimin üzerine yer minderleri koymuş ve semaveri yakmak dışında piknik için her şeyi hazırlamıştı. Birbirlerine daha çok vakit ayırmak için yemekleri evde hazırlayıp getirmişlerdi. Sabah kahvaltı etmeden geldikleri için tatlı bir telaş içinde acıkan midelerini doyurdular. Kahvaltı sofrasını topladıktan sonra kilimin üzerine yayıldılar. Ömür, ikinci çayın suyunu semavere doldurmaya başlarken İlkem’in yitik benliği yine hayaller âlemine göç etmişti.

Geçip giden çocukluğun masumiyetini şimdinin günahları alıp götürmüştü. Tekrar yeşerir miydi kuruyan dalları? Evet, doğanın kanununda vardı böyle bir döngü. Hani sararıp solan her bir yaprak zamanı geldiğinde dalından düşer ve uzunca bir beklemenin ardından yeni baştan doğar gibi yeşerirdi. Hem de daha güçlü daha gür olarak yeşerirdi. Maalesef insan için böyle bir döngü yoktu. Bu sadece doğa için geçerli bir döngüydü.

İnsan üç evreden geçerdi; doğar büyür ölürdü. Keşke insanlar içinde böyle bir döngü olsaydı diye geçirdi içinden. İnsan da doğa gibi yeniden küllerinden doğsaydı. Ömür’ün semaverde demlediği çayı Songül, ikram ederken çayın keyfini çıkararak havadan sudan konuşmaya başladılar.

Ömür, çayından bir yudum aldı ve tekrar bardağı aldığı yer koydu. “Ee, kaçak arkadaşlar anlatın bakalım, bunca zaman nelerdeydiniz neler yaptınız?” diye peş peşe sorular sordu. Belli ki Ömür, tüm çıplaklığıyla geçip giden zamanı geri getirmek istiyordu.

Hayatın en sertinden sillesini yiyen Rüzgâr’ın yüzüne hafiften bir tebessüm yayılırken, “Ne kaçağı be dostum? Tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer kürkçü dükkânı. Bizimki de o hesap. Gördüğün gibi biz de dönüp dolaşıp kürkçü dükkânına geri döndük.”

Ömür, yanlamasına uzun oturuyordu. Rüzgâr’ın benzetmelerine alınmış gibi yaparak uzandığı yerden kalktı ve bağdaş kurarak oturdu. “Yok, öyle kestirmeden gitmek Rüzgâr Efendi. Esasında benim çok güzel bir fikrim var. Bakın madem bugün hepimiz bir araya geldik. Herkes bunca zaman ne yaptı nasıl yaşadı hiç saklayıp gizlemeden anlatsın, var mı itirazı olan?” diye sorarken İlkem’in telefonuna gelen mesaj sesi bakışları o yöne kaydırdı. “Affedersiniz,” derken İlkem, zaten dizinin altında duran telefonu üstten kaydırdı ve gelen mesaja baktı. Mesaj polisten geliyordu. “Sayın İlkem Ateş, size saldırıda bulunan şahıs hakkında yeni bir bilgiye ulaşıldı. Şahıs iki yıl psikolojik tedavi gördüğünden dolayı sizin için hala tehlike devam etmektedir, lütfen dikkatli olun.”

Mesajı okuyan genç kadının tüyleri diken, diken olmuştu. Elindeki telefonu sıktı sıktı ve öfkeyle yere bıraktı. Bitmeyecek miydi, yeniden başa mı sararacaktı? Bakışları arkadaşlarına uğramadan başını farklı yöne çevirdi. Keskin bir yutkunuşun verdiği acı ve boğazına takılan yumrular, nefesini kesmeye yetiyordu. Tıkanan nefesini açmak için soluğunu yeniledi kademeli olarak geri bıraktı. Mesajı okuduğu andan itibaren herkesin gözü üzerindeydi bu da onu daha çok geriyordu.

“İlkem Hocam, iyi misiniz? Bir yaramazlık yoktur umarım?” İlk soru Ömür’den gelmişti. Yere bıraktığı telefonu uzanıp eline aldı ve gelişigüzel çevirmeye başladı. “Yine aynı mesele, polis bir türlü yakalanamayan şahıs hakkında bilgilendirme yapıyor.”

Yüz hatlarına sert bir ifade çizen Ömür, keskin bakışlarını öfkesine yem etti. “Ben anlamıyorum ki, adamın eşkâli belli adı soyadı belli ama hala yakalanamıyor. Ben size bir şey söyleyeyim bu adam kesin eğitimli biri veya geçmişinde polis-asker falandı. Yoksa hem bu kadar yakınınızda hem de bu kadar uzağınızda olamaz bir insan.”

İlkem’in dudakları hafiften titreyerek kenara doğru kaydı. “Benim de aklıma gelen tek şey bu. Peşimdeki adam her kimse donanımlı biri… Polisi, jandarması, dört koldan arıyor ama nedense bulunamıyor. Neyse boş verelim şimdi bunları, ağzımızın tadını kaçırmaya hiç gerek yok.”

İlkem, biraz önce hiçbir şey olmamış gibi davranarak yüzüne sevecen bir görüntü çizdi. “Söyleyin bakalım, nerede kalmıştık?” Ömür, hala sinirliydi ve öfkesine yenik bakıyordu. “Bu zamana kadar neler yaptınız diye sormuştum!” Sanırım Ömür’ün meramı belliydi. Sude’nin sırrını çözmek. Onun niyeti belliydi de Sude, neler yaşadığını yani sırrını anlatır mıydı; işte orası muallaktı…

Tamam, Ömür’ün meramı az çok belliydi belli olmasına lakin diğer arkadaşlarına karşı yaklaşımı da en az Sude’ye olan yaklaşımı kadar içten ve samimiydi çünkü samimiyeti ve içtenliği yüzüne yansıyordu. “Bakın arkadaşlar, birbirimize karşı açık olursak eğer aramızdaki samimiyet ve dostluk daha çok gelişir,” dedi ve köşeli alnına dökülen siyah perçemini parmak uçlarıyla geriye doğru taradı.

Onun samimi teklifini onaylamak ister gibi hepsi başlarını hafifçe aşağı yukarı salladılar. “İster misiniz, çocukluğumuzda kalan saf arkadaşlığı geri getirelim?” Ömür, istiyordu ama geri gelir miydi, o saf masum duygular? Kıyılarına vuru muydu masum çocukluğun anıları? Hepsi büyümüştü ve hiçbiri masum değildi artık.

Zarife Hanım’ın süzgün bakışları tecrübeyle aralanan dudaklarına anlam katarken, “Haklısın evladım, arkadaşlık ve dostluk dediğin içten olmalı. İnsanın içi başka dışı başka olmamalı. İnsan dediğin insanın sırtından vurup ihanet etmemeli.” Zarife Hanım’ın kurduğu cümleler hayatın özeti gibiydi. Başka söze ne hacetti.

Ömür’ün bacakları oturmaktan uyuşmaya başladığında üst baldırlarını ovaladı ve oturma pozisyonunu yenileyerek bacaklarının yerini değiştirdi. “Ben de onu anlatmaya çalışıyorum teyzeciğim, sorunlarımızı paylaşırsak birlikte çözmeye çalışırız. İlkem Hoca’mın başına gelenleri hepimiz biliyoruz; ayrıca bu konuda hala sizi kızgınım hocam. İnsan takip edildiğinden arkadaşlarına hiç bahsetmez mi? Ne bileyim belki biz de kendimizce tedbir falan alırdık.”

Zarife Hanım, kızına imalı bir bakış atarken dudakları yavaştan aralandı. “Bak bu konuda arkadaşınız Ömür, çok haklı. Seni bırak bana bile bahsetmedi. Neymiş efendim öğrenirsem üzülürmüşüm. Sanki başına iş geldiğinde üzülmüyorum.”

Genç adam, bağdaş kurarak oturuyordu ayağa kalktı diz vermesin diye pantolonunun dizlerinden tutarak yukarıya doğru çekti ve kalktığı yere tekrar otururken bu kez dizlerini kendine doğru çekti. Kollarından geniş bir halka oluştururken oluşturduğu geniş halkayı dizlerine üzerinden geçirdi. “Hadi o zaman bugün burada arkadaşlığımıza yeni temeller atalım. Birbirimizden saklımız gizlimiz kalmasın.”

Genç adam son cümleyi kurarken Rüzgâr’a doğru döndü. “Uzak durma arkadaşım, istersen ilk başlayan sen ol…”

İş ortağının teklifi üzerine Rüzgâr, bakışlarını önce arkadaşlarının üzerinde gezdirdi sonra gözleri buğulandı. “Galiba haklısın arkadaşım, hem de yerden göğe kadar haklısın. Yalnız merak ettiğim bir şey var. Hala senin gibi düşünen insanlar kaldı mı? Buna inanmak benim için çok güç de.”

Kurduğu cümlelerden anlaşıldığı üzere genç adamın insanlara olan güvenini kaybettiği görülüyordu. “İsteğin güzel. Samimiyetin takdire şayan, fakat geçmişin karanlığını gün yüzüne çıkarmak yaşananları kolayına anlatmak ve bazı gerçeklerle yüzleşmek sanıldığı kadar kolay değil.” Genç adam, haklıydı haklı olmasına ama bazen sil baştan başlamak gerekti. Ömür boyu sırtında bir kamburla gezmemesisin, ömür boyu o kamburu sırtında taşımaya kalkışırsan eğer kronikleşir ve bir daha taşıdığın yükten kurtulamazsın.

Sözlerini kısmen tamamlayan Rüzgâr, bir müddet sırtını katmerli kabuk bağlamış çınar ağacının gövdesine yasladı ve sağ elinin parmaklarını çenesinde gezdirip orada tuttu. Kumral ve boyu omzunda biten dalgalı saçları vardı. Buğday rengi tenine kirli sakalı ayrı bir hava katıyordu. Uzun boylu bir erkeğe kıyasla orta boylu sayılırdı. Biraz dar alnını dalgalı kumral saçları süslüyordu. Konuşurken kıvrık kirpikli göz kapaklarını kırpıştırarak konuşuyor; bu da ona ayrı bir hava katıyordu. Onun deli-dolu konuşkan hali çocukluğunda kalmıştı. Şimdilerde pek konuşamıyor susmayı tercih ediyordu. Fazla konuşmuyordu ama konuşunca da az ve öz konuşur hale gelmişti. Sizin anlayacağınız içine kapanık yitik bir kimlikti Rüzgâr…

Suskunluğunu sonlandırmak isterken, gözünü hayali bir noktaya dikti ve acı dolu bir tebessüm yayıldı yüzüne. Yüzüne yayılan bu tebessümde acının emareleri gizliydi. Öyle ki, onun kırılgan ruhuna bir dost elinin uzatılması bile inandırıcı gelmiyordu. “Madem bize dost elini uzatıyorsun, geçmişimle yüzleşmeyi kabul ediyorum. Kabul ediyorum çünkü senin gibi bir insanın dostluğuna çok ihtiyacım var. Kabul ediyorum çünkü ben insanlara olan güvenimi kaybedeli çok oldu. Bu güveni yeniden kazanmak için benden başlamak en iyisi gibi görünüyor.”

Genç adam, geçmişiyle yüzleşirken tane tane konuşmaya başladı: “Gençliğimin en verimli çağında meşakkatli bir yolda yürümeye başladım. Yaşadıklarım kaderim miydi, yoksa insanların acımasız yüzüyle mi tanımıştım bilmiyorum. İnanın bunu anlamam çok zamanımı aldı. Kaderi yaşamak insanın kendi tercihlerinin sonucuydu ama ya ihanet, işte ihanet bambaşka bir şeydi. Tabii bir de işin içinde ilahi tecelli vardı. İşte O’nun karşısında insanoğlu her zaman acizdi bunu biliyordum ama gel görelim ki; ilahi tecelli de olsa bazı acıları yaşamak ve bunu kabullenmek maalesef insanın ruhunda onarılmaz yaralar açıyor,” dedi ve boş çay bardağını Songül’e uzattı.

“İnan bana seni çok iyi anlıyorum. İlahi tecelliye zaten diyecek bir sözüm yok. Bu konuda hepimiz aciz kullarız, ama bir insan diğer bir insana ihanet ederken hiç mi vicdanı sızlamaz işte bunu anlamakta gerçekten zorluk çekiyorum,” dedi ve Ömür de boş çay bardağını Songül’e uzattı.

Genç adamın, iç dünyasında yaşadığı acılar gözlerine yansımıştı. Yanaklarını şişirinceye kadar derin bir soluk aldı. İçine çektiği soluğu geri verirken ofladı. “İhanet. Biliyor musunuz? En çokta ihanet yakıyor insanın canını. Hele bu ihanet en yakın bildiğinden geldiyse daha da çok yakıyor. Yakmakla da kalmıyor, canını yakarken tenine derin çizikler atıyor ve tenine atılan derin çizikler kapanmayan izler bırakıyor. Tıpkı keskin bir bıçak yarası gibi...”

İlkem, duygudaşlık yaptığında aynı yerden yara aldıklarını anlaması güç olmadı. “Bilmez miyim, söz konusu kesikler o kadar derin kesikler olur ki dikiş tutmazlar.”

“Benim çocukluğumu hepiniz iyi bilirsiniz? Sizlerden ayrılışım hemen ilkokuldan sonraydı. Biliyorsunuz yatılı okulu kazanmak için nasıl çabalamıştım?” Ömür’ün o günler aklına gelmiş olacak ki, dudaklarında serseri bir gülüş peyda oldu. “Bilmez olur muyuz, kazanacağım da kazanacağım diye tutturmuştun.” Gülüştüler. “Yatılı okulu kazanmak benim bu kasabadan çıkış biletimdi, bunu biliyorsunuz? Başka yerler keşfetmeyi çok istiyordum, bu benim hayalimdi.”

Şimdiye kadar arkadaşlarını bir köşede sessizce dinleyen Sude, konuşmaya dâhil olmuştu. “Hatırlarsan yatılı okulu kazanman için az mı ders çalıştırdım,” dedi derken de sanki yüzüne mutluluk damlamıştı.

Genç adam, tekrar söze başlamak isterken gözlerini boşluğa dikti ve elinin on parmağını da tek tek çıtlattı. “Belki de hayatımın en mutlu zamanlarıydı yatılı okul yıllarım,” dedi bardağın dibinde kalan son damla çayı yudumlarken. “Henüz hayatın acımasız yüzüyle tanışmadığım yıllardı o yıllar. Ortaokul lise derken yıllar su gibi akıp geçmişti. Üniversiteye hazırlık başlamış bende tam gaz derslere yüklenmiştim. Bilirsiniz derslerim her daim iyi olmuştur,” dedi gözlerini arkadaşlarının üzerinizde gezdirerek, onlardan onay bekler gibiydi.

Sude, başını aşağı yukarı sallayarak onay verirken İlkem bir öğretmen edasıyla, “İstikrarlı çalışmak her zaman iyi sonuç verir. Üstelik sen hedefine ulaşmak için her zaman çok çalıştın.” İşi şakaya vuran Rüzgâr, “İşte ben, dedi. Haksız da sayılmazdı hani, insan bir şeyi çok istiyorsa bunun yolu o şeyi çok isteyip o uğurda çalışmaktan geçer…

Geçmişini anlatıyordu Rüzgâr, ama onun gözlerinde yılgınlık vardı. Onun gözlerinde tükenmişlik vardı. Onun gözlerinde ihanetin gölgesi vardı. Onun gözlerinde kabulleniş vardı. Her şeye rağmen arkadaşlarının isteği üzerine geçmişiyle yüzleşme cesareti gösteriyordu. Orada bulunan her bir birey bütün dikkatini Rüzgâr’a vermiş onu dinlerken mesire yerine bir araba yaklaşmaktaydı. Beyaz araba çimenli yolda hışırtılı sesler çıkararak onlara yakın bir yere gelip durdu. İster istemez bütün bakışlar o yöne dönmüştü.

Beyaz arabanın içerisinden gençten bir çift indi. Kadın arabanın arka tarafına dolandı ve arka kapıyı açtı. Kendi vazifesiymiş gibi arabanın arka koltuğundan kucağına bir şeyler alarak dışarıya çıkardı. Kadının arka koltuktan kucağına aldığı şey, bir bebek pusetiydi. Genç kadın, “Hayatım arabanın bagajından bebek arabasını alır mısın?” diye seslendi. Genç kadının sesini duyan Rüzgâr, başını sesin geldiği yöne çevirirken, yüzünün renkten renge girmesi bir olmuştu.

Loading...
0%