@my_lore
|
Merhaba yine biz geldik. Keyifle okurken oy verip yorum yapmayı unutmayın lütfen. Sizlerin yol arkadaşlığın seviyorum. Hade bakalım bizim köye gidelim ve orada neler oluyor bi 'görelim:) Bölüme başlama saatinizi yazın... Birlikte Yanalım 🔥🔥🔥 Aşk gibi, insanların tenini yakıp kavuran yaz sıcakları hız kesmeden gelip geçiyordu. Murathan ise farkına varmadan Menekşe'nin varlığına çoktan alışmıştı. Menekşe'yi bazen kendi kapılarının önünde bir şeyler isterken görüyor, bazen elinde küçük bir kapla çeşmeden su taşırken görüyordu. Nedense Menekşe'yi her gördüğünde kalbini tatlı bir meltem yokluyor, kalp atışları hızlanıyor, vücuduna inceden inceye bir uyuşukluk yayılıyordu.
Ta ki, o yaz gecesine kadar...
Sıcak bir yaz gecesinde havaya hanımeli çiçeğinin kokusu hâkimdi. Hanımeli çiçeği sarmaşık gillerden olduğundan ağa konağının balkon korkulukları çepeçevre bu çiçeğin dallarıyla örülüydü.
Gecenin dingin sessizliğini uzaklardan gelen cırcır böceğinin ve ılık sularda yaşayan cemrelerin sesi bölüyordu.
Gecenin tüm gizemi üstündeyken sepetçilerin çadırları arasında esrarlı mı esrarlı bir o kadar da sinsi gölgeler adeta süzülerek dolaşıyordu.
Gölgelerden biri Menekşe'nin çadırının önüne gelip durdu. Usulca sağına soluna bakındı. Yavaş sakin bir hareketle elini uzattı ve kapı görevini yapan kalınca bez parçasını kaldırdı. Tam o esnada yaşlı kadının boğazında hafif bir gıcık oluşunca öksürmeye başladı.
Diyar garının öksüren sesi sinsi gölgeleri telaşlandırdı. Önce hangi tarafa gideceklerini bilemez bir şekilde sağa sola yalpaladılar. Sonra çadırlara vuran gölgeleriyle kayıplara karışıp ortadan kayboldular.
Hayal meyal gölgeleri gören çadır ahalisi, bir vaveyladır koparmıştı. Geceyi ikiye bölen çığlıklar sıcak yüzünden balkonda yatan Murathan'ı bile derin uykusundan uyanmıştı.
Murathan, yattığı yerden panikle kalktı ve çığlıkların geldiği yöne doğru baktı. Ağa oğlunu uykudan uyandıran sesler Menekşe'nin yaşadığı çadırının oradan geliyordu. Çadır ahalisi herkesler malum çadırın önünde toplanmıştı.
Her kafadan bir ses çıkıyor, bu yoğun sesler yığını koca bir uğultuya dönüşüyordu. Murathan, olayın kaynağını merak etse de oraya gitmek için tereddüt yaşıyordu, çünkü sepetçileri iyi tanıyordu zira onlar gizemli insanlardı. Kendi içlerinde çok fazla kavga gürültü yaşarlardı ama buna dışarıdan hiç kimseyi müdahil etmezlerdi.
Onlar özel yaşamlarında bölge halkıyla aralarına belli bir seviye koydukları için zaten onlara tepeden bakan yöre halkının da pek umurunda olmazdı.
Bu zamana kadar Murathan'da onlarla pek ilgilenmezdi ama bu kez başkaydı...
Bu kez içinde engel olamadığı bir dürtü vardı. Git diyordu git. Git, ne olduysa öğren. O zavallı kıza bir şey olmuş olabilir.
Bir tarafı git derken, diğer tarafı gitme diyordu. Ne olmuşsa olmuş sana ne onlardan. Onlar eften püften şeyler için her gün birbiriyle kavga ediyorlar zaten. Sanki bu bir ilk...
Murathan, bir süre gitmekle kalmak arası duygular yaşadı ama meraktan ölüyordu. Sonunda merakına yenik düştü ve gitmeye karar verdi. Ne de olsa komşularıydı. Belki bir yardımım dokunur diye düşündü. Çekinerek de olsa bir araya toplanmış olan kalabalığın yanına yaklaştı ve gayriihtiyari sordu.
"Hayırdır komşular burada neler oluyor?"
Kalabalığın içinden biri öne doğru çıkıp cevap verdi: "Murathan Ağam, çadırda yatıyordum uykum arasında ayak sesleri duydum. O panikle ne oluyor diye gözlerimi açınca kaçışan gölgeler gördüm."
Oradan başka biri söze karıştı: "He ağam bende duydum!"
Kırk kırk beş yaşlarında görünen kır saçlı adam bir önceki konuşmayı desteklemek isteyerek, "Bu arkadaş doğru söylüyorlar ağam, ben de duydum ayak seslerini. Menekşe gilin çadırına girmeye çalışıyorlarmış. Diyar anayı, gıcık tutunca uykusundan uyanmış, gözlerini açar açmaz da karşısında heybetli gölgeler görmüş. Gölgeleri görünce korkusundan basmış çığlığı."
Olayı anlatan adam, "Menekşe gilin çadırına girmeye çalışıyorlarmış" deyince Murathan'ın içine inceden bir sızı yayıldı. Bir uyuşturucu gibi damarlarına sızan duygunun yalımı kalbini yaktı geçti.
Boğazını yakan acı bir yutkunuş yalpalamasına neden oldu. Her şeye rağmen sakinliğini korumalıydı korumak zorundaydı.
"Bir şey yapmamışlardır umarım?"
Kırklı yaşlara dem vuran adam, rahat bir tavır sergileyerek bir fırt burnunu çekti. "Yok, ağam, yapmamışlar."
"Hasmınız falan var mıydı?"
"Yok, ağam, biz gariban insanlarız. Bizim kendimizden başka kimseye zararımız dokunmaz."
Çadır ahalisinin çok korktuğu serzenişlerinden belli oluyordu. Olan olmuş gelenler kaçıp gitmişti. Burada beklemenin bir anlamının olmayacağına karar veren Murathan, çadırların oradan ayrılırken, "Herhangi bir şey olursa bana çekinmeden bildirin. Elimden geleni yapmaya çalışırım." dedi. Tembihlerini sıralayan ve onlara açık kapı bırakan ağa oğlu, çaresiz evine geri döndü. Eve geri döndü dönmesine ama sabaha kadar gözünü bir gram uyku tutmadı. Bir sağa bir sola döndü durdu yatağın içinde; zaten hava da çok sıcaktı. Nemli havanın akıbeti insanın üstüne kâbus gibi çöküyordu.
Sürekli kafasının içinde bilinmezlikler dönüp duruyordu. İki zavallı kadınların çadırına girmeye çalışanlar kimlerdi, acaba niyetleri ne idi? Ya tekrar gelirlerse? Ya tekrar gelirde zavallı kıza bir şey yaparlarsa, diye gece boyunca acıdı durdu "pasaklı periye..."
Kafasından geçen onlarca sorunun bir tek doğru cevabı vardı o da çadıra gizlice girmeye çalışanların bir kişi olmadığı yönündeydi çünkü gölgeler diyerek çoğul konuşmuşlardı.
Cevapsız bir bilmeceyi simgeleyen gecede yaşanan olayın ardından neredeyse bir aylık süre geçmişti. Tabii ki, her şey gibi zaman olaylı gecenin üstünü kalın bir yorganla örtmüş ve olayda tamamen unutulup gitmişti.
*** Amanos dağlarının eteklerine kurulu bu köyde, yine bir yaz gecesinin baskın sıcağı ile baş etmeye çalışan Murathan Ağa'yı bir türlü uyku tutmamıştı. Konağın üst katındaki geniş balkonuna yerleştirilmiş sedirlerden birinin üzerinde uyumak için sağa-sola dönüp dururken, balkonun yola bakan tarafında gölgeler gördü. Uzandığı yerden doğruldu ve vücudunu dikleştirerek kulak kabarttı. Sanki iki kişi kendi aralarında fısıltıyla konuşuyordu.
Geceye ay ışığı hâkimdi ama yine de yarı karanlık gölgeli bir aydınlık vardı. O nedenle kim oldukları veya yüzler pek seçilemiyordu.
Murathan, usulca yerinden kalktı. Balkonun bahçeye açılan bir kapısı ve merdiveni vardı. Oradan bahçeye indi. Eline rastgele bir odun parçası aldı. Temkinli adımlarla sessizce ilerledi ve evin avlusunu geçip cümle kapısını açmak için uzandı. Maalesef iki kanatlı cümle kapısı gıcırdayarak açılınca, kapı gıcırtısını duyan iki gölge, alaca karanlıktan faydalanıp karşı bahçenin duvarından atlayarak gecenin koynunda kayıplara karıştı.
Yine bir bilmecenin tuzağına düşen Murathan, çaresizce eve geri dönmek zorunda kaldı. O gece de gözüne bir damla uyku girmedi. Bu iki oluyordu. Oysa yaşamı boyunca bu tür olaylara hiç denk gelmemişti. Bu sinsi insanlar kimdi ve amaçları ne idi? Ya amaçları kötü bir şeyse o zaman ne olacaktı? Murathan, sorduğu sorulara kendi içinde cevaplar aradı ve yine aynı kısır döngüyü yaşadı ama yılmadı.
Her soruyu zihninde kodladı ve ayrı ayrı cevaplar aradı. En sonunda güçlü bir kanıya vardı. Evet, bu gece gelenler büyük ihtimalle aynı insanlardı. Yine o malum çadıra musallat olmak için gelmişlerdi. "Eyvah" diye geçirdi içinden. Şimdi iki kimsesiz kadınının hali ne olacaktı?
Murathan, o geceden hiç kimseye söz etmedi çünkü insanları işkillendirmeye gerek duymadı. Gerek duymadı ama tedbir almayı da ihmal etmedi. İlk işi zaten evlerinde var olan ruhsatlı çifteyi yanına alıp yatmak oldu. Gelecekleri varsa görecekleri de vardı...
&&&
Sayılı gün tez geçermiş derler ya? İşte koca yaz mevsimi yaşanıp bitmiş incir, üzüm, hasatı da yapılmış güz yelleri acı acı esmeye başlamıştı. "Bağ Bozumu" bittiğine göre göçebelerin de gitme vakti çoktan gelmişti.
Yaz mevsimi sona erince geceler gündüzlere nazaran biraz daha serin olmaya başlamıştı. Gece nem oranı daha düşük olunca havaya çiğ düşer bilhassa sabaha karşı yatak yorgan çiğden sırılsıklam olurdu. Havalar serinleyince Murathan da yatağını evin içine taşımış balkonda yatmaz olmuştu.
Bir güz sabahı uykudan uyanan ağa oğlu, biraz hava alıp kendine gelebilmek için balkona çıktı; zaten odası balkonun hemen kıyındaydı hatta balkona açılan bir kapısı bile vardı. Murathan, açık havaya çıkınca şöyle bir gerindi derinden bir nefes alıp verdi ama gördükleri karşısında şaşkına döndü. Her yaz aynı şeyleri yaşadıkları halde neden bu kadar şaşırmıştı ki?
Bir gün önce hatta daha dün akşam yerli yerinde duran göçebe çadırlarından şimdi eser yoktu. İçinde kocaman bir boşluk oluştu...
Gözlerini kırpıştırarak bir daha baktı. Yok, yanlış görmüyordu koskoca alan bomboştu. Sanki orada hiç var olmamışlar gibiydi. Göçebelerin yurt tuttukları alana baktıkça gerildi, gerildikçe içinde acı bir burukluk oluştu. Göğüs kafesi daraldı. Göğüs kafesi daralınca sanki kalbinin üzerine sert bir yumruk yemiş gibi sendeledi. Sağ elini usulca sıkışan kalbinin üstüne bastırdı. Akabinde yüz kasları gerildi. Kan basıncı yükseldi. Titrek elleriyle yüzünü ovuşturdu. Gözlerini açıp kapatarak göz egzersizi yapmak istedi belki yanlış görmüşümdür umuduyla ama gördükleri gerçekti ve gitmişlerdi.
Menekşe'nin suretini hayal etmeye çalıştı. İlk gördüğü gün geldi gözlerinin önüne. Ne kadar masum ve saf bir yüzü vardı. Hele o menekşe rengi gözleri; insanın içinde tufanlar oluşturacak cinstendi. Ah, zavallı kız, diye geçirdi içinden. Kim bilir şimdi nerede ve ne yapıyordur?
Yaz mevsimi boyunca onu her gün gördüğü için sanki kendi himayesindeymiş gibi içi rahattı. Ya şimdi? Şimdi çekip gitmişti bilinmedik diyarlara. Nereye gittiğini bile bilmiyordu. Sadece adının Menekşe, olduğunu biliyordu onu da o malum gecede öğrenmişti.
Peki, ama neden durduk yere o kızı düşünüyordu; zavallıydı çünkü üstelik kimi kimsesi yoktu ve korumasızdı.
Murathan, kalbine düşen yangını bastırmak isterken dudaklarını istemsizce dışa doğru kıvırdı. Ne kadar zorluydu yaşadıkları hayat. O kızın yaşında kendi kız kardeşi vardı, yediği önünde yemediği arkasında. Aynı haklara onun da sahip olmasını ne kadar çok isterdi. Keşke elinde sihirli bir değnek olsaydı da aklından geçenleri değiştirebilseydi. Bütün bunları düşündükçe canı daha çok yandı. Canı yandıkça kalbi sancıdı. Kalbi sancıdıkça hissettiği acı ikiye katlandı. Hissettiği öyle böyle bir acı değildi, yüreğinin üstüne karabasan gibi çöreklenmişti. Neydi şimdi yüreğini yakıp kavuran çöl ateşinin adı?
Murathan'ın sinesini yakan çöl ateşinin henüz adı yoktu dağarcığında ama gün gelecek kalbinin en mahrem yerinde sakladığı duygularının adıyla tanışacaktı elbette.
Murathan, cidden masum çingen kızına acıyordu ve ona karşı hissettiği duygunun adını acımak sanıyordu. Sadece o menekşe kokan gözler, masum bir çocuğu andıran bakışlar aklına geldikçe kalbini sızlatan acınası bir his yaşıyordu. Huzursuz oluyordu. Sanki bir el sürekli yüreğini kamçılıyordu. Bazen bu duygu karmaşası zihnini bulandırıyor algıları karmakarışık oluyor ve içinden çıkılmaz bir hal alıyordu.
Ne dersiniz, ağa oğlunun hissettiği duyuların adı gerçekten merhamet miydi yoksa aşk mı? Bence en büyük aşklar acıma veya nefret duygusuyla başlar çünkü iki duyguda çok güçlüdür...
&&&
Göçebeler geldikleri gibi gitmişler yokluğuna alışan kalpler ise yaşamına kaldığı yerden devam etmeye başlamıştı. Sonbahar hüzünlü örtüsünü kuşanmış salına salına kapılarının önünden geçip giderken, kara kış çoktan kapıyı çalmıştı. Sonbahar hüzünlüdür yürek sızlatır ama kara kış daha acımasızdır insanoğluna karşı. Hoyrattır her bir canlıyı soğuğuyla tir tir titretirken. Buzdan geceleri upuzun olur gündüzüne nispetle. İnsan ve doğa adeta kendi kabuğuna çekilir ve derin bir uykuya dalar.
Konak ahalisinin de yaza oranla kış aylarında işleri aza indiği için yaşamları daha durağan geçerdi. Murathan, kara kışın dondurucu soğuk ayazı havaya egemen olduğu zamanlar Menekşe'yi kalbinden geçirirdi. Kalbinden geçirdikleri diline yansır içi titrerdi. 'Şimdi o zavallı kız ne yapıyordur? O çadırın altında üşüyor mudur? Kim bilir nerededir? Aç mıdır açıkta mıdır?' diye. Aradan biraz zaman geçince hayatın akışına kapılıp ister istemez aklından çıkıp giderdi.
Menekşe giller Murathan Ağa'nın hayal ettiği gibi kış aylarını çadırda geçirmiyor yerleşik hayat yaşıyorlardı. Belki kocaman kocaman evleri yoktu ama Türkiye, sınırında tek göze veya çift göze evlerde yaşıyorlardı.
Yani kulübe tarzı evlerdi bunlar...
Bu evlerin adına; hu deniliyordu. Evlerin duvarları kesme taşlarla örülür, çatısı ise adına "berdi" denilen otumsu bir bitki ile kapatılırdı. Berdi otunun özelliği ise suyu tıpkı bir sünger gibi emiyor olmasıydı. Tabii yağmur yağdığı zaman suyu emdiği için alta su geçirmiyor, insanlar da rahat etmiş oluyordu. Her şey doğaldı yani tıpkı onların yaşamları gibi...
&&&
Upuzun geceler ve kısa gündüzler çabuk gelip geçmişti. İlk başta havaya sonra suya ve toprağa düşmüştü cemre. Ee, cemre düştü mü atmosfere ilkbahar da sevecen yüzünü gösterir âdemoğluna...
Baharın gelmesiyle birlikte Murathan, kendi içinde tuhaflıklar yaşıyordu. Sanki kalbinde rengârenk kelebekler uçuşuyor minik serçeler kanat çırpıyordu kalp atışlarında. Yaşadığı coşkun hisleri bahardan sanıyordu ağa oğlu...
Isınan havalar nasıl doğayı uyandırıyorsa insanın da kanını kaynatarak kış uykusundan uyandırdığını çok iyi biliyordu çünkü. Murathan, hissettiği duyguların coşkusunu bahardan sanmaya devam etsin bakalım. Sanırım beynine kazınmış bir çift menekşe rengi gözlerin ahengini çoktan unutmuş.
Merak etme ağa oğlu zamanı gelince hatırlatırlar insana...
Murathan'ın içi kıpır kıpır bir telaş içindeyken, ilkbahar mevsimi yerini yaz mevsimine terk etmek üzereydi.
Koca konağın ise tarla tapan işleri iyice kızışmış işten güçten dolayı da Murathan, her gün eve yorgun bitap düşmüş olarak geliyordu. Eve gelince de yorgunluktan ilk akşamdan uykuya yenik düşüyordu.
Yaz mevsiminin gelmesiyle birlikte havalar iyice ısınmaya başlayınca Murathan da mekânı tekrardan balkona kurmuştu. Yine yorgun argın eve geldiği bir gün ilk akşamdan balkonda sızıp kalmıştı.
Ne yapsın ağa oğlu, onca arazinin ve tarlaların işi gücü biter mi hiç? Bitmez elbette zira ne kadar malın mülkün varsa o kadar işin var demektir. Ne kadar işçi çalıştırırsan çalıştır o işlerin sahibi olduğun için illaki sana da bir iş düşer.
Sabah güneşinin ilk ışıkları ağa oğlunun üzerinde gezinirken ısınan bedeni uyanıverdi.
"Of, yine güneşin altında kalmışım. Bu nasıl bir sıcaktır ya, terden sırılsıklam olmuş her yerim?"
Kendi kendine söylenip durukken ağa oğlu, aklına bir fikir gelmiş gibi yaparak, "Zeyno!" diye seslendi. Sesinin desibeli bir hayli yüksekti. Zeyno'dan ses çıkmayınca. İkinci kez seslendi. "Kız Zeyno, kime diyorum, gel de şu perdeyi ger. Sıcaktan kavruldum burada..."
Zeyno'dan hiçbir cevap alamayan Murathan, söylenerek, "Ne zaman duydu ki bu kız beni şimdi duysun," dedi ve kalkıp perdeyi kendisi kapatmak istedi...
Kalkmasıyla da afallaması bir oldu. O da ne? Göçebe çadırları yerli yerinde duruyordu. Sanki hiç gitmemişler gibi. Gözlerine inanamayarak iki eliyle gözlerini ovuşturdu tekrar baktı ama yanlış görmüyordu. Oradaydı işte çadırlar.
Şimdi burada Murathan'ın hislerine tercüman olmak gerekirse. Sanırsın gurbetler gelmemiş de karşısına bir saray kondurulmuş. O sarayın içinde ise salınıp duran bir "peri kızı" var. İşte onun gördükleri ıssız gönlünü bu kadar çok şenlendirmişti.
Gönül bu, öyle soy, sop, ırk, farklı millet, bilmez ki? Gönlü hangi bakış sımsıcak ısıtırsa ona meyleder.
Meyleder meyletmesine ama ağa oğlunun yaşadığı duyguların henüz bir adı yoktu; yani duygusal manada. Merhametli ve iyi niyetli bir adam olduğundan dolayı o gurbet kızına olan ilgisinin adını acımak olarak değerlendiriyordu. Belki de kimsesiz insanlar oldukları için bunun adına bir tür sahiplenme de diyebiliriz. Kim bilir, belki de Murathan, biz öyle düşünelim istiyor olabilir çünkü bu da bir ihtimal. Sonuçta insanların zihnini okumak mümkün değil.
Biz ihtimaller üzerinde oyalana duralım, diğer taraftan Murathan'ın kendisi henüz kendi duygularının adını koymamış olsa da gurbet kızı Menekşe, çoktan ağa oğlunun kalbinin otağına tahtını kurmuştu. Eğer öyle olmasaydı tekrar geldikleri için bu kadar çok sevinir miydi? Sevinmezdi elbette...
Yine gelmişler. İçinden bu iki kelimelik cümleyi kurarken aceleyle yatağından kalktı. Kolsuz atletini mavi çizgili pijamasının içine soktu balkon direğine çakılı büyükçe bir çiviye asılı bej rengi mintanını alıp üzerine giydi fakat düğmelerini iliklemedi. Bir yerlere yetişmek istiyor gibiydi acelesine bakılacak olursa.
Evecen adımlarla balkonun kendi odasına açılan kapısını araladı ve odasına geçti. Tek kişilik karyolasının üzerine gelişigüzel bıraktığı yazlık kumaştan dikilmiş klasik kesim pantolonunu giydi ve odasından çıkıp aşağı kata inen merdivenin başına gelince soluklandı. Merdivenleri birer ikişer atlayarak indi. Aşağı kata bir solukta indi ama kapı önüne geldiğinde büyük bir hüsran yaşadı. Çünkü evin dışa açılan kapı önünde kimsecikler yoktu, derin bir nefes aldı ve yanaklarını şişirerek geri bıraktı. Biraz önceki sevinci kaybolmuş yerini hezeyana bırakmıştı.
Bekliyor ve zaman ilerliyordu. Bu arada Murathan'ın işe gitmesi gerekiyordu. Sabırsız gönlüne kalsa bugün hiçbir yere gitmez kapı önünde durur onu beklerdi ama maalesef bunu ne teoride ne de pratikte yapamazdı. Olacak iş değildi. Alt tarafı bir dilenci kızıydı beklediği, erinde gecinde bir gün mutlaka gelirdi. Merak etmesi için hiçbir neden yoktu. Susmayan kalbini bu sözlerle avuttu.
"Zeyno!" diye seslendi. Murathan'ın hüsrana bulanmış sesi kaybedişi yaşıyordu. Zeyno, ağabeyinin üzgün çıkan sesini duyunca elindeki işi hemen bırakıp mutfak kapısından başını uzattı. "Buyur, ağam!"
"Kahvaltı hazır mı, işe geç kalıyorum."
Zeyno, gözlerini süzerek ağabeyine bakarken, "Hazır ağam, bizde senin gelmeni bekliyorduk." dedi.
Murathan'ın gerginliği ses tonuna yansımıştı. Tok bir sesle, "İyi, tamam, ben elimi yüzümü yıkayıp geliyorum. Unutmadan öğle yemeği için azık da hazırlayın..." dedi.
Zeyno, ağabeyinin sinirli ve gergin tavrından hiçbir anlam çıkaramadı. Sabah sabah niye bu kadar gergindi ki? Kötü bir düş mü görmüştü yoksa? "Hıh," diyerek omuz silkti. Aman neyse ne, nasıl olsa yakında çıkar kokusu.
Murathan, aradığını bulamamış olmanın verdiği hissiyatla işe gitti. Ertesi gün erkenden kalkıp çadırların orayı uzaktan uzağa gözledi ama yine kimseyi göremedi. Her gün bekleyip durmasına rağmen dilenci kız, yoktu ve gelmiyordu.
|
0% |